Tuğba Gürbüz's Blog, page 38

March 26, 2022

Macera kimi çağırıyor?

Bir diziye başlayınca su içer gibi bölümleri deviriyoruz kızımla. Üç, beş sezonu birkaç hafta içinde bitirmek, karakterle bağ kurmaya, onların gösterdiği gelişmeyi, değişimi, aldıkları riskleri, kazanımlarını kısacık bir zaman dilimi içine sığdırmaya vesile oluyor. Kendi hayatımızı yaşarken sahip olmadığımız türden bir tanıklık bu. İmkânları da çok. En önemlileri de nedensellik bağını görmek ve  geleceği tahmin etmek bana kalırsa. Okurluğun, izleyiciliğin en zevkli yanı bizi bir kahine çevirme kapasitesi. Bu sıkı tanıklık, bir tür tanrı/ça ya da kahin gibi izlemek neticesinde vedalaşmak da bazen zor geliyor. Kafamızda yeni çözülmeyi bekleyen soru işaretleri, gizemler oluyor. Evde dizi keyfi sinemaya gitmek gibi değil. Durduruyorsun, vırvır konuşuyorsun bir kere tahmin yürütürken, heyecanını sesli dile getiriyorsun. Derslerin, ödevlerin, işlerin arasına serpiştirilen ödüllere dönüyor. 

Dün Netflix'te yayımlanan Good Witch'i bitirdik. Son sezonda sıkı bir define avı vardı. Oradaki kahramanların bulmacaları çözmesi, her çözümün boşa çıkması, yeni bir ipucuyla denemeye devam etmeleri bizde de heves yarattı. Macera kitaplarını bu heves yüzünden seviyoruz. İçinde yaşadığımız görsel çağa rağmen çocuklar kendilerine sahici bir macera sunan, akıl yürütebileceği bilmeceler, oyunlar vaat eden kitaplara "hayır" diyemiyor. O yüzden radyonun, televizyonun, bilgisayarın, internetin, video oyunlarının keşfi kitap okurluğunu yeryüzünden silip atamıyor. Hepsinde ortak olan "hikâye" onları sayfalara bağlıyor. 

Niye bunları düşündüm ve yazdım şimdi? En büyük sebep, içimde giderek çoğalan çocuklara gerçek  macera vaat eden kitap yazma hevesi. İçimdeki korumacı ebeveyni önümden çekip çocuk kahramanlarımı maceranın, heyecanın, tehlikenin içine dalmasına izin verdiğimde o eşikten geçeceğimi fark ettim galiba. Ekran karşısında kızımla yan yana oturmuş izlediğimiz bölümler hakkında konuşurken, dizi Netflix Türkiye için final yaparken olan şeyin yazıya dökülmüş hâli bu işte. Gerisi iyilik, güzellik... Ve de arayış. Yar bize yeni dizi gerek!

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on March 26, 2022 02:41

March 23, 2022

Şefkatli Ebeveyn Günlükleri 41

 Bilmek isteyen yola çıkar. 

Şefkatli Anne Günlükleri'ni yazmak, ebeveynlik amaçlarımı, önceliklerimi belirlememe, düşüncelerimin ve eylemlerimin farkına varmamı sağlıyordu. Sura Hart alıntıları bitince, sanki ters yönde yürümeye başlamışım gibi bir düşünce gelip çöreklendi içime. Yeniden konu üzerine düşünmek, yazı yoluyla düşüncelerimi tasnif etmek, eylemlerimin farkına varmak istedim. İşbu sebeple www.nonviolentcommunication.com sitesinde ücretsiz yayımlanan haftalık ipuçlarının rehberliğinde yeni bir günlüğe başlıyorum.İpuçlarının çevirisi bana ait.
Şefkatli Ebeveyn İpuçları Gücenmiş hissettiğinizi fark ediyorsanız "verme" eylemeniz bir şarta bağlı olabilir ve bunun sonucunda herkes acı çekecektir.Bir şarta bağlı olmaksızın vermenizin bir yolunu bulmaya çalışın. 
Ben ne düşünüyorum? Ne yapacağım?Çocuklarımız için yaptığımız her eylemin, onlar için yaptığımız her seçimin onlar üzerinde bir sonucu olduğu doğru. Kimi seçimlerin hoşlarına gitmediği de... Bununla beraber biz ebeveynlerin de her eyleminin, her seçiminin ardında onların iyiliği, ilerlemesi için en iyi bildiğimiz yolun "bu" olduğu, buradan gidildiği takdirde yolun bizim için daha güvenli olduğu bilgisi yatıyor. Ve fakat çocuklar her zaman bizim yürümeye aşina olduğumuz yola bağlı kalmıyor. Kendi patikalarından gidiyorlar, kendi çukurlarına düşüyorlar, kendi duvarlarına tosluyorlar. Kendimi en gücenmiş hissettiğim anlar, onu kendi duvarına toslamış, kendi çukuruna düşmüş incinmiş hissettiği yerlerde onu oradan çıkarmaya uğraştığım ve başarısız olduğumu düşündüğüm anlar. Verme eylemim, bir şarta bağlıysa eğer, bu şart yalnızca onun kendini daha iyi hissetmesi ve bunu göstermesi olabilir ancak. Çok masum görünüyor ama yine de bir müdahale. Sorunların içinden benim umduğum kadar hızlı çıkmadığında ya da uzun süre takılı kaldığında ben de benzer bir şekilde konunun çözümüne saplanıp kalıyorum. Sanırım en çok da kendimi onun duygularından sorumlu tutmak yanılgısına düşüyorum. Onun (ya da bir başkasının) duygularından (ve de davranışlarından) sorumlu olmadığım gibi bazen bana yansıtılan negatif duyguların, durumların yalnızca güvenli bir ortamda paylaşma, rahatlama isteği olabileceğini de unutuyor gibiyim. Bazen sadece dinlemekle yetinebileceğimi unutuyorum. Akıldan çıkarılmaması gereken bir öğüt: "Söz gümüşse sükût altındır." Fazla söze de hacet yok. Ebeveynlik sonsuz bir verme, kendinle sınanma, öğrenme alanı... 
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on March 23, 2022 01:31

March 21, 2022

Hepimiz biraz alaylıyız

Hayatta en sevmediğim şeylerden biri güne alarm sesiyle uyanmak. Yataktan çıkmak için alarm kurmak gibi bir zorunluluk varsa uyuma-uyanma düzeninde bir dengesizlik var demektir ama konumuz bu değil. İşe sabah onda başladığım için uzun yıllar boyunca alarm kurmam gerekmedi. Deniz eve yakın bir kreşe gittiği için, kahvaltıyı da orada yaptığı için, uyandığım zaman onu da uyandırıp giydiriyor ve okuluna bırakıyordum. Bu da genellikle saat dokuz civarında olsa da zaman zaman biraz daha uykuya yenik düşüp gecikmek sorun olmuyordu. İlkokulla birlikte bu canım düzen bozuldu. Sabahları erken kalkmak, kahvaltı hazırlayıp yaptırmak dahil oldu. Ama cumartesi, pazar, ara, sömestr, yaz tatiller geldiğinde, yeniden kendiliğimizden uyanma zamanı geldiğinde zevkle alarmı kapattım. Düşünüyorum da bu hoşnutsuzluğun en büyük sebebi karanlıkta kalkmak galiba. Uzun kış günlerinde kör karanlıkta sıcak yataktan çıkmak zorunda kalmak eziyeti bitti nihayet. Bu kış uzun sürse de, mart ayı ülke genelinde kara kışa teslim olsa da, günler uzadı. Nihayet sabahları gün ışığında kalkma lüksüne kavuştuk. Kahvaltı hazırlarken, kahvaltı masasında otururken lamba yakmak zorunda değiliz artık. Yakında kuş sesleriyle uyanayacağız. Ufaktan kuş sesleri duymaya başladım sanki. Henüz nereye yuva yaptıklarını anlayabilmiş değilim ama apartmanın dış cephesinde uygun bir köşe arıyorlardır kendilerine. Geçen bahar balkona çıktığım zaman karşı binanın balkon demirinden ağızlarında taşıdıkları çer çöple bizim alt kata doğru pike yapmaları dün gibi aklımda ne de olsa. Yakında erkek kuşlar dişilere kur yapacak, dişiler yumurtanın üstüne oturacak, güçsüz olanlar yuvadan düşecek, en iyileri güçlenip uçmayı öğrenecek ve bu böylece sürüp gidecek. Baharın gelmesi bu döngüyü hatırlatıyor bize. İyi geliyor yeniden kırlara çıkmak, papatyalarla, karahindibalarla buluşmak... Marteniçkalar hâlâ bileklerimizde. Eve en yakın leylek yuvasının yerini biliyoruz. Artık şehrin içine karışmak üzere olan köye gidip göreceğiz ve bileklerimizden çıkardığımız marteniçkaları çiçek açmış bir ağacın dallarına vereceğiz. Deniz ağaç yerine annemin balkonundaki begonvile asmak istiyor, o da baştan aşağı çiçekleniyor diye. Eğrisi doğrusu var mı bu işlerin bilinmez. Hepsi umut ve inanç en nihayetinde. Bu hafta orman  haftasıymış. Ben de içinden orman geçen bir çocuk hikâyesi yazıyorum şu sıra. Çok eskiden yazdığım bir hikâyeyi yeniden yazmaya çalışıyorum demek daha doğru. Ona bir form kazandırmaya çalışıyorum. Yeni yeni parçalar ekliyorum. O zaman o öyküyü yazan ben'in üstünden çok bahar geçti çünkü, beğenileri değişti. Neden yayınevlerince beğenilmediğini şimdi biraz daha iyi anlıyorum galiba ve yeniden uğraşıyorum. Deniz bu yeni hâlinin girişini beğendi. Çocuk kahramanları iş üstünde görmek onu neşelendirdi. Çocuklar büyüdükçe okudukları kitaplardaki akranı kahramanların eyleme geçmesini, bir şeyleri değiştirmesini daha çok bekliyor. Hakları elbette. Kurallarla çevrili reel dünyadan hikâye evrenine geçtiklerinde dünyanın vaat ettiğinden daha çok özgürlük umuyorlar. Kendi gençliğini hatırlayan ve oralardan enstanteneler anlatan yazarlara prim vermiyorlar. Ama okuma listelerine girebiliyor bu türden yayınlar. Oflaya poflaya okumaları gerekebiliyor. Deniz'in bu ayki okuma kitabı bu türden. Elinde süründüğünü görebiliyorum. Hafta sonu uyumadan önce kitap okuyalım hadi biraz dediğimde, bu kitabı okumak istemiyorum, çok sıkıcı, dedi. Ona hoşlanabileceği bir kitap verdim ve bunu hile olarak görmezsen kitabın kalanını senin için okur ve sana özetlerim, dedim. Bitirmeme de gerek yok aslında, öğretmen sormuyor, dedi. Ama Murphy Kanunları gereği ilk kez bir kitabı okumadığında bunun sınıfta konuşmaya açılma olasılığından bahsettim. Murphy Kanunlarını bilmiyormuş, gogılladık, okuduk ve güldük. O seveceği bir kitap aldı, okudu. Son birkaç sayfaya geldiğinde tam da benim o kitapla ilgili final hazzını azaltmış dediğim yerde bütün çaba bunun için miymiş yani dedi. Anladım ki beğenilerimiz benziyor. Ve o adını koymasa da, tam dillendirmese de içinde bir yerde, yalnızca çok okumaktan, iyiyi okumaktan dolayı neyin aksadığını görüyor. Evde hikâyelerime yapıcı eleştiriler getirecek bir editör var ve çekirdekten kendini yetiştiriyor. Edebiyat söz konusu olduğunda galiba hepimiz biraz alaylıyız. 
 
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on March 21, 2022 02:55

March 20, 2022

Kar: Bir Polisiye

Kar John Banville'den okuduğum ilk roman. Bir polisiye. Ana kahramanı dedektif St. John Strafford Benjamin Black takma adıyla yazdığı The Secret Guests'in de kahramanı. Banville bu romanda aynı kahramanın bir başka hikâyesini yazmakla kalmıyor, aynı zamanda Benjamin Black'i de öldürmüş görünüyor. 

Kar polisiye kurguların olmazsa olmazıyla başlıyor. Bir cinayet işlenmiş. Olay yerini çözmesi için bir dedektif çağrılıyor. 1957 yılının Noel arifesinde İrlanda'nın Wexford ili kırsalında geçen hikâyenin maktulü bir rahip. Katolik Protestan ayrımının çok belirgin bir çekişme sebebi sayıldığı bir dönemde emekli Protestan bir albayın evinde ensesinden bıçaklanarak öldürülen ve hadım edilen rahibin cinayetini aydınlatmak üzere karlar altındaki kırsala giden dedektifin işi zordur. Hem cinayeti aydınlatması hem de olayın ayrıntılarının basına yansımasını istemeyen yetkililerle uğraşması gerekmektedir. Dahası Albay Osborne da isminin ve evinin basında yer almasını istememekte, dedektifi cinayetin dışarıdan birileri tarafından işlendiği yönünde manipüle etmektedir. Cinayetin işlendiği gece rahip malikanede misafirdir. Çünkü sahip olduğu at albayın ahırında bakılmaktadır ve iki adam sık sık beraber ata binmekte ve avlanmakta, rahibin atına albayın seyisi bakmaktadır. Olay günü albay, ikinci eşi, kızı, oğlu, hizmetçi ve seyis dışında eve girip çıkan olmamıştır. Dedektif görgü tanıklarıyla konuşurken cinayet sebebini de açığa çıkartmaya uğraşmaktadır. 

Uzun zamandır polisiye okumamıştım. Oysa iyi bir polisiyenin kurmaca yazan birine hatırı sayılır vaadi vardır. Kar da bu vaatleri yerine getiren bir okuma sundu doğrusu. İşte sebeplerim:

Öncelikle bir polisiyede işler her zaman göründüğünden fazladır. Dedektif de görgü tanıklarıyla, kasabalılarla, papazın kız kardeşiyle görüşüp hem maktulü, hem de şüphelileri daha yakından tanımaya çalışıyor. Ortaya saçılan, birbiriyle ilgisi yokmuş gibi bilgi kırıntılarından gerçeğe giden yolu arıyor. Sizi de bu soruşturmanın bir parçası yapıyor. Dedektifin soruşturması sadece rahibin ölümüyle de sınırlı değil üstelik. Sık sık neden avukatlık yerine polis departmanında çalıştığını, başkalarıyla yakınlaşmama sebepleri, içinde yaşadığı toplum, Katolik Protestanlık çekişmesi üzerine düşünüyor. Tüm bu hesaplaşmalar ve katili bulmaya yönelik soruşturma devam ederken dil işçiliği es geçilip hikâye salt meraka yaslanmıyor. 

Mekân ve atmosfer kullanımını çok sevdim. O soğuğu iliklerinde hissettiriyor yazar. Kahramanlar ormanda yürürken o dallar bizim de yüzümüze değiyor. Çizmelerin altında çıtırdayan buzlar, insanın iliğine işleyen soğuk... Hepsini bedenimizde biliyoruz adeta. 

Doğa betimlemeleri nefis. Eylemler anlatılırken nerede olduğu sanki zihninde pırıl pırıl belirginmiş gibi hissettim. Bir illüstratörün eline verseler romanı sahne sahne çizebilirmiş gibi canlı mekânlar, kahramanlar ve ayrıntılar, öylesine somut, yaşayan... Kahramanların fiziksel özellikleri, tikleri, davranışları, hepsi anlatıda doygunca yerini koruyor. 

Dedektifin olayı aydınlatmadan önce bilgisizlik anını tarif ederken kullandığı kimi cümleler polisiye nasıl yazılır'ın metaforlar yoluyla anlatımı gibiydi. Haliyle hoşuma gitti. 

Roman rahibin arkadan bıçaklanma anında bedeninde hissettiklerini, düşüncelerini, ölüm anına kadar geçen kısacık sürede olan bitenin rahibin ağzından anlattığı birkaç sayfalık bir girişle başlıyor. Dedektifin olay yerine varıp soruşturmasıyla devam ediyor. Bu bölümde gerilim, şüphe yükseliyor, bizde de kimi bilgi kırıntıları birikiyor ve "aslında ne oldu?" sorusunun yanıtlarını bulur gibi oluyoruz. Gerçeğe yaklaştığımızı hissediyoruz hatta. Üçüncü bölümde on yıl geriye gidiyor yine rahibin ağzından artık sezmeye başladığımız cinayet sebeplerini duyuyoruz. Dördüncü bölümde bu bilgiyle dedektifin soruşturmasında biz de hâkim bir pozisyona çıkıyor, sonra taşların yerli yerine oturmasını izliyoruz. Dava çözülüyor. Dedektif kasabadan ayrılıyor. Son bölümde on yıl sonraya gidiyor, aslında ne olduğuna dair eksik parça kaldı mı diye kontrol edebileceğimiz bir karşılaşmaya, diyaloğa tanık oluyoruz. Bu bölümden sonra bile hâlâ bilmediklerimiz, asla emin olamayacaklarımız kalıyor. İşin içinde insan faktörü olunca 2+2 her zaman 4 etmiyor ne de olsa... 

Son olarak ele aldığı konuyu cesurca işliyor.

Bu yazı da fazlaca spoiler vermeden bitiyor. 

Kar 

Yazar John Banville 

Çevirmen Levent Göktem 

Sia Kitap roman 















 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on March 20, 2022 12:12

March 13, 2022

Çocuk kitabı yazmanın püf noktaları

 Arama motoruna ".... nasıl  yapılır?" ile başlayan bir soru cümlesi yazmanın ve önünüze gelen yanıtlar arasında size gerçekten fayda sağlayanlarının peşine düşmek, dijital çağın olmazsa olmazı. Bilgiyi toplama yerimiz artık çoğunlukla internete kaydığı için, dil de biliyorsanız ana dilinizde ulaşacağınız sonuçlardan farklı, işe yarar şeyler bulmanız olası. 

Can sıkıntısıyla yazdığım "How to write picture book" sorusuna cevap arayan bir makaleden bulup çıkardıklarımı sizin için özetleyeceğim. Yazının orjinaline buradan ulaşabilirsiniz. 

John Matthew Fox yazar, editör ve eğitmen. 2006 yılından beri yazdığı Bookfox adlı blog daha iyi yazmak isteyenlere yönelik pek çok içerikle dolu. Diliniz olanak veriyorsa sitenin içinde gezinmeyi ve ilham almayı ihmal etmeyin. Bu çeviri bittiğinde ben de kendime orada mola alma fırsatları tanıyacağım. 

İşe harika bir fikir bularak başlayın

Muhtemelen bir fikriniz vardır ancak onu çok daha rafine bir hâle getirin. İnternette bu konuda yazılmış kitapları aratın. Özetlerini okuyun. Sizin kitabınızın basılmış kitaplardan ne gibi bir farkı olacak? Yazmaya koyulmadan önce çok zamanınızı almayacak bu araştırmaya ve kitabınızı rakiplerinden ayıracak farklılığı bulmaya zaman ayırın. Bu konuda daha önce yazılmış olması kötü bir şey değildir. Okurların bu konuya ilgi duyduğunu gösterir. Nasıl fark yaratacağınızı düşünün. Kahramanınızın farklı olabilir. Hitap edeceğiniz yaş grubu farklı olabilir. 

Ana karakterinizi geliştirin 

En iyi çocuk kitaplarının kahramanlarının hepsi bir şekilde tuhaftır. Komik bir alışkanlığı vardır. Değişik görünürler. Diğerlerinden farklı konuşurlar. 

Kahramanlarınız başkalarının tamamen aynısı olmasın. Ayırt edici bir özelliği olmayan kahramanınız varsa bu durum sizi endişelendirsin. Kahramanınızı ortaya çıkarmak için sorular sorun. Yanıtlar arayın. 

Doğru uzunlukta yazın 

Yazacağınız yaş grubuna uygun kelime sayısında bir metin ortaya çıkarın. Eğer resimli bir kitap yazıyorsanız kelime sayınız 1000 kelimenin altında olmalı. 

Yaş gruplarına göre kelime uzunlukları ise şöyle: 

0- 200 kelime 0-3 yaş board book

200- 500 kelime 2-5 yaş early picture book

500- 800 3-7 yaş resimli kitap 

600- 1000 kelime 4- 8 yaş geç older picture book

3 bin - 10 bin kelime 5- 10 yaş chapter book

10 bin- 30 bin kelime 7- 12 yaş middle grade

Hikâyenin içine hızlı girin

Pek çok yayımlanmamış kitap çok yavaş ilerlediği için çocuğun (ve ebeveynin) dikkatini çekmez. Eğer hikâyeniz sirke katılan bir çocuk hakkındaysa birinci veya ikinci sayfada sirke girmiş olmalı. 

Zemin hazırlamak için arka planda çocuğun hayatını ya da hikâyenin hangi mevsimde geçtiğini anlatmayın. Sirk bir an evvel şehre gelsin ve çocuk bir palyaço, ip cambazı veya aslan terbiyecisi olsun. Çocuk kitabı yazarken hikâyenizi yazmak için az yeriniz var. Zaman kaybetmeyin. 

Ana problemi çözün 

Her kahramanın bir problemi vardır. Bu bir gizem, kişi ya da bir çatışma olabilir. Bu problem, tüm kitap boyunca kahramanın neyle mücadele edeceğini belirler. Kitabın büyük bölümü kahramanın bu problemi çözene kadar karşılaşacağı engellerdir. 

Yazmaya yeni başlayan yazarların bu konuda yaptığı ana hatalar şu şekildedir:

Kahramanın problemi çok hızlı çözmesi

Kahraman problemi çözene kadar gerçekten uğraşmalı, en az üç kez (daha büyük çocuklar için daha da fazla, beş kez) başarısızlığa uğramalıdır. 

Çok sayıda engel olmaması 

Kahraman tek bir engelle karşılaşıp onu çözmeye uğraşmamalı. Önüne tek engel çıkartıp hop diye çözüme kavuşturmayın. Örneğin kahraman bir uzay gemisi yapıp uçuracaksa, parçaları kaybetsin, annesi yemeğe çağırsın, arkadaşı bunun işe yaramayacağını söylesin, yağmur yağsın vs. 

Kahramanın problemin çözümünü yeterince önemsememesi 

Bu büyük bir sorun olmalı. Çocuk ölüm kalım meselesi gibi hissetmeli, sorun bir kayıp düğme olsa bile. Kahraman bunun büyük bir sorun olduğunu hissettiği sürece okur da öyle hissedecektir. 

Tekrarları kullanın

Çocuklar tekrarı sever. Ebeveynler tekrarları sever. Yayıncılar tekrarları sever. 

Çocuk kitaplarında kullanabileceğiniz üç çeşit tekrarlama yolu vardır:

Belli kelime ve kalıpların aynı sayfada tekrarı 

Belli kelime ve kalıpların kitabın genelinde tekrarı 

Hikâye yapısının tekrarı

Hikâyedeki unsurların, yapının tekrarı dil bazındaki tekrardan daha önemlidir. 

İllüstratörler için yazın 

Başarı için yazarken illüstratöre ne vereceğinizi de düşünün. İllüstratörler ilgi çekici görseller yaratmak ister. İyi illüstratörler kitabınızı radikal bir şekilde geliştirebilir ama onların verdiğiniz metinle çalıştığını unutmayın. Daha fazlasını sunun. 

Mekân olarak eğlenceli yerler düşünün. (Okul yerine onları yeşil bir binanın içine yerleştirin) 

Çizmesi komik karakterler düşünün. (Bir lemur çizmek, bir köpek çizmekten daha eğlencelidir)

İçeride olmaktansa dışarıya çıkartın. (Buğday tarlaları bir yakat odasından daha eğlencelidir)

İllüstratör için dışarıda çok daha fazla özgürlük vardır. Unutmayın yayıncı kitabınızı yalnızca sizin kelimelerinizden geliştirmiyor. Hikâye ve görsel arasında bir denge kuruyor. 

Hikâyeyi uzatmadan sonlandırın 

Hikâye bir kez bittiğinde (kedi bulundu, zorba özür diledi, iki kız yeniden arkadaş oldu) kitabı bitirmek için bir ya da iki sayfanız var. 

Hikâyenin bitip okur için gerilimin sonlanması onu okumaya teşvik eden şeyin bitmesi demek. O zaman onlara bir iyilik yapın ve kitabı mümkün olduğunca hızlı bitirin. 

Temelde tatmin edici bir son yaratmaya ve hikâyeyi bağlamaya çalışıyorsunuz. 

Benim en sevdiğim bitirme numarası komedyenlerin "yeniden çağırma-call back" dedikleri teknik. Gösteri başladığında yaptıkları bir şakaya gönderme yaparak bitirmek. 

Bunu çocuk kitaplarında da yapmak mümkün. Kitabın ilk beş, altı sayfasında görünen ve kaybolan bir ayrıntı yeniden belirebilir. 

Başlık seçin 

Yazarların çoğu kitaplarının ismini yazmaya başladıklarında bilmez. Geçici bir başlık bulun. Hikâye bittiğinde çarpıcı ve doğru olanı bulana kadar onu sayısız kez güncellemekten çekinmeyin. Başlık seçerken kelimelerin ilk harflerinin aynı olması gibi dil tekrarından faydalanabilirsiniz. Kitabın içeriğini açıklayan bir başlıktan kaçının. Başlığınıza enerji verin. Başlığınız bir eylem içerebilir. Gizemden faydalanın. Başlık okura içeride neyle karşılacağını tamamen söylüyor mu, merak mı yaratıyor? Koymayı düşündüğünüz başlığı arama motorunda arayın. Başlığınız daha önceden kullanılmış mı? Kontrol edin. Başlığınız kullanıldıysa bunu hâlâ yeniden kullanabilirsiniz. Başlıkların telif hakkı yoktur. Ama sizin kitabınızı diğerinden ayırmak güç olacağı için en iyi fikir değildir. Başlığınızı çocuklar ve yetişkinler üzerinde sınayın. İlgilerini çekiyor mu bakın. 

Yenileme stratejisi: yazdıklarınızın üzerinden geçin 

Pek çok yayımlanmamış kitap lafı uzatır. Eğer yayıncı ve editörle konuşabilseydiniz size lafı fazla uzattığınızı, bunun reddedilme sebeplerinden birisi olduğunu söyleyebilirdi. 

Hikâyenizi tekrar okurken kendinize "eğer burayı atarsam hikâyem hâlâ anlamlı mı?" diye sorun. Hikâye o kısım olmadan da anlamlıysa o kısmı silip atmaktan çekinmeyin. 

Bir editör nasıl bulunur

Yazmayı bitirdikten sonra bir editörle çalışın. Yazdığınız şeyi sevdiğinizi ve değiştirmek istemediğinizi biliyorum ama metninizi çok daha iyi hâle getirecek pek çok yol vardır. Bir editörle çalışmak size bu imkânı verecektir. İki tip editör vardır. Birincisi içerik editörü. İçerik editörleri hikâyenin tamamına bakar. Olay örgüsü, karakterler, diyaloglar, geliştirilmesi gereken ne varsa... Sonra bir redaktörle çalışmanız gerekir. Redaktör dili metninizi dil bilgisi, üslup ve gerekli diğer ayrıntılar üzerinden değerlendirir. 

Bir illüstratör nasıl bulunur

Bu yazımın ardından gelen en önemli aşamadır. İyi bir resimli kitap için iyi bir illüstratöre ihtiyaç vardır. İllüstratör ne kadar uzun çalışırsa ortaya o kadar iyi bir işi çıkar. 

Not: Son iki maddede ABD'inde bu işlerin hangi kurumlar aracılığıyla yürüdüğüne dair ayrıntılar var. Türkiye'de metin bir yayınevi tarafından kabul edildiğinde editöryel çalışma ve illüstrasyon işi yayınevi tarafından yürütüldüğü için daha fazla ayrıntı vermeye gereksinim duymadım. 


 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on March 13, 2022 06:24

March 9, 2022

Kişilikler Tek Bir Kalıba Sığmaz*

 



Her kız çocuğu bir gün erkeklerin egemen olduğu bir dünyada yaşadığını ve oğlanlarla eşit muameleye tabi tutulmadıklarını fark eder. Bunda bir yanlışlık, eşitsizlik olduğunu anlar.

İnsanlığın başlangıcı kadar eski bir hikâyeye dayanır bu eşitsizlik. Ailesini vahşi hayvanların saldırısından koruyan, avlanan, bunun için de güçlü ve cesur olması gereken erkekler, tarih değiştiğinde kamusal alanda söz sahibi olurken, kadınlar özel alana, evin içine mahkûm edilip neslin devamını sağlamaya, bebeklerin, çocukların, yaşlıların bakımını üstlenmeye, evi çekip çevirmeye, herkesi beslemeye devam etmiştir.

Bu asırlar öncesine ait bir düzendir. Toplum değişmiştir. Öyleyse bu eşitsizlik neden devam etmektedir? Kız çocuğu anlamak ister. En temel soru bellidir: “Dünyada yaşlılar, gençler, çocuklar, kadınlar, erkekler, siyahlar, beyazlar, engelliler olduğu halde neden iş hayatında, eğitimde, siyasette, toplumsal yaşamda erkeklerin sözü daha fazla geçmektedir?” Bu soru bir kez sorulduğunda, hiçbir şey aynı kalmayacaktır. Yalnızca cinsiyetinden dolayı değersiz görülmeyi, ikinci sınıf kabul edilmeyi reddedenlerdir değişimi başlatan.

Değişim hiçbir zaman hızlı ve kolay değildi. Bugün çok olağan görünen okumak, meslek edinmek, çalışmak, oy kullanmak gibi hakların hiçbiri bize, toplumu yöneten erkekler tarafından bahşedilmedi. Bu hakları bizden önce yaşayan kadınların mücadelesi sayesinde kazandık. Zarif ve narin kafalarımızın öğrenmenin yükünü kaldıramayacağının düşünüldüğü günler geride kaldı. Politika gibi karmaşık bir şeyi anlayamayacağımız için,  değil yönetmek, oy verme hakkımızın olmadığı günler de keza öyle… Yine de yasaklar bitmiyor. Nasıl konuşacağımız, giyineceğimiz, yaşayacağımız konusunda uzun bir listesi var ellerinde muktedirlerin. Öfkemiz erkeklere değil, erkekliğe… O yüzden ihtiyacımız var birbirimizin hikâyelerini dinlemeye…

NotaBene Yayınları’ndan çıkan, Ana Romero’nun yazdığı, Valeria Gallo’nun resimlediği, Mehlika Sürhay’ın çevirdiği “Nosotras/ Nosotros” tam da bunu yapmaya talip bir kitap. Kızlar ve oğlanlar, onları yetiştiren anneler, babalar, öğretmenler, büyükanneler, büyükbabalar için yazılmış bu feminist hikâye adını İspanyolcada dişil ve eril çoğul işaret zamiri “biz”den alıyor.  Kitabın iki kapağı ve iki hikâyesi var. Nosotras’tan başladığınızda kadınların hikâyesini okuyorsunuz. Doğum yapan, yemek pişiren, herkesin bakımını üstlenen, dayanıklı olmak zorunda kalan, ev içlerine hapsedilen, okuma, oy verme, çalışma hakları olmayan, yasaklarla kısıtlanan kadınların hikâyeleri  yasaklara uymadıkları, kendi kişiliklerini korudukları bilgisiyle bitiyor. Nosotros’ta ise erkeklere biçilen toplumsal cinsiyet rollerini görüyoruz. Duygularını bastırmak, her daim güçlü ve cesur olmak zorunda kalan, ülkeleri yönetenler için savaşan, kadına özgü etiketler taşıyan tüm eylemlerden kaçınmaya zorlananerkeklerin de tıpkı kadınlar gibi yasaklara ve zorlamalara rağmen kişiliklerine sahip çıktıklarını, çünkü kişiliklerin tek bir kalıba sığmadığını, sığamayacağını görüyoruz.Böylece kadınların ve erkeklerin hikâyeleri birleşip aynı sokağa, meydana doğru akıyor.

Aynı sokak ya da meydan demem yersiz değil. Nosotras/ Nosotros’un boyutu genel kitaplardan hayli farklı. Eni dar, dikey boyuta sahip kitabın arka kapağı yok, bir arka kapak yazısı da… Onun yerine her iki yana açılıp ebatını dörde katlayarak okuru adeta bu mücadelelerin verildiği sokaklara, meydanlara taşıyan, kadınların ve erkeklerin birbirini anladığı, dinlediği, cinsiyet üzerinden baskı kurmadığı, ortak mücadele verdiği şenlikli, umutlu orta sayfası var. Güçlü bir de öğüdü:

“Kalıplar veya etiketler sadece araştırma yaparken işimizi kolaylaştırır. Oysa bizi gerçekten mutlu eden şeyler, fiillerdir ve isimlerdir, onlar bizim eylemlerimiz ve sevdiklerimizdir.”

* Bu yazı ilk kez 8 Mart 2022 tarihinde Parşömen Sanal Fanzin'de yayımlanmıştır. 

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on March 09, 2022 04:49

February 28, 2022

Yuva

Bin beş yüz parçalık bir yapboz tablo. Yaslandığı duvardan adama bakıyor. Tablonun camına yansıyor adamın öfkesi. 

"Duvarda leke kalmış," diyor adam. "Neden silmedin?" diye hesap soruyor. Tablo öfkenin kendisine yöneldiğini ancak o zaman anlıyor. Çakmak çakmak oluyor gözleri. Dikiyor bakışlarını adamın üzerine. Kaçırmıyor gözlerini. Öylece dimdik, göz değil iki kara oyuk karşısında. Şefkatten yoksun. Kadının geceler boyu acısını, üzüntüsünü, isyanını unutup oya gibi dizdiğini, bir araya getirdiğini, kendini iyileştirdiğini nereden bilecek o? Tablonun henüz tablo olmazdan önce bile kadını sarıp sarmaladığını, ana kucağı gibi sıcak tuttuğunu, uykudan önce içilen bir bardak ılık süt gibi rahatlattığını ne bilecek? Tek istediği tablo duvara hiç asılmamış gibi bulmak evi, aynı beyazlıkta... 

Kadın burada değil. Hattın öbür ucunda. Tablo ne dediğini duymuyor, bilmiyor ama tüm birleşme noktalarında hissediyor bu hesap sormanın yarattığı huzursuzluğu, rahatsızlığı. Şaşkın da üstelik. Bu adam bilmiyor mu? Olan olduysa bir kere, değiştiremeyeceğini... Yaşananların muhakkak bir iz bıraktığını. Tablo bıraktığı ize bakıyor. Sarı bir leke gibi parlıyor boşluğu kadının ve onun. On kat boya sürse kapanmayacak bir boşluğa baktığının farkında değil adam. Eline sünger alıp siliyor sarılığı. Ne kadar ovalasa ağarmıyor. 

Öfkeden deliye dönmüş tablo sakin şimdi. Hâlâ adama bakıyor, yaslandığı duvardan. Sahibini arıyor gözleri. Diğer eşyalarla birlikte yeni evine gideceği günü bekliyor. Duydu toplanırken. Bir giriş katıymış. Pembe zakkumlar açarmış pencerenin önünde ve kedilere yuvaymış balkonun hemen altı. 

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on February 28, 2022 12:46

Güneş vurmasın suya

Hava gri puslu. Bir bahar sabahı. İki, üç saate kalmadan güneşe kesecek. Şimdi bir bulut tarlası uzanıyor denizin üzerinde. Güneş damlaları henüz düşmesin diye hamak gibi gerili denizin üstünde. Deniz ısınmasın, çocuk uyanmasın. Şşşş çok yorgunlar. İçeride uyuyorlar. Mavi bir beşiğin içinde. Dalgalar, akıntılar beşiği sallıyor. Ve çocuk mışıl mışıl uyuyor, Göğsünde, koynunda anasının. Uyusun da büyüsün ninni, tıpış tıpış yürüsün ninni. Kolları güçsüz çocuğun, ciğerleri su dolu. Suyun altında nefes almayı henüz bilmiyor. Az sonra deniz kızları saracak etrafını. Nefesini üfleyecek biri ağzından içeri, diğeri anılarını silecek, ana karaya ait ne varsa yitip gidecek. Tüm o aşılan yollar, korkular, yükselen dalgalar, çığlıklar... Silmek zaman alıyor. O yüzden bulutlar sımsıkı el ele... Güneş ışınları suyun derinlerine inmesin. Çocuk ısınıp uyanmasın. Küçük balıklar neşeyle ve merakla sokulmasın. Önce solungaçları çıkmalı boynunun kenarından. Elleri, bacakları yüzgeçlere dönmeli, vücudu pullarla kaplanmalı. Daha vakit var. Biz, dışarıdakiler, üşüyelim biraz daha. 

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on February 28, 2022 12:22

Marteniçka, dilde kafiye ve diğer şeyler

Yarın 1 Mart. Balkanların güzelim geleneği marteniçkalar bileklere takılacak. İlk leylek görüldüğünde çıkarılıp çiçek açmış bir ağacın dalına bağlanacak. Kızımla marteniçka bileklikleri örmeye başladık. Hayli kolay. Yine de tüm sınıfa yetecek marteniçkayı hazırlamak için bu akşam biraz daha çalışmamız gerekecek. Sonrası iyilik, güzellik, umut. Marteniçkalar bileklere, güzel dilekler gönüllere... Marteniçkayla gelmezse dilenen sırada Hızırellez'in olduğu bilgisiyle. 
Kelimeleri devirmek, dili kafiyeli hâle getirmek ne sık başvurduğumuz bir oyun. İçerik zayıf olduğunda kulakta yaratacağı ahenkten güç kazanmaya çalışıyor belki de yazan kişi. Orada tekrarlayan ritmin içi boş olanın önüne geçmesi gayesiyle. Bazen bilerek, bazen bilmeden başvurduğumuz kestirme yollardan biri. Gece yarısına kadar bununla beraber yazacağım üç yazı kaldığı için bu küçük kusur, bu kolaycılık affedilir diye umuyorum. Üstelik üzerine düşünülecek dilsel bir mesele de var şimdi. 
Konu yazmak ve yayımlanmaya gelince meselelerin ardı arkası kesilmiyor. Bir tanıdığım örneğin, bana yayınevi açtıklarını, bundan böyle kitaplarımı basmaya talip olduklarını, dahası kitaplarımı indirimli basabileceklerini söyledi. Sosyal medyadan da satarız, dedi. Zamanım dardı. Kitapları bastırmak için para ödemediğimi, üzerine de telif aldığımı söyledim. Tanıdığa bastırmak, sosyal medya yoluyla sattırmak, çevresi olan biri için birkaç haftada bin kitabı elden satmak, dağıtmak hiç sorun olmayacaktır. Ve fakat benim talip olduğum şey bu değil. Yazanlar arasında hangi yayınevlerinin parayla kitap bastığı, hangilerinin yayın kurulu onayıyla bastığı elbette biliniyor. Derdim eşe dosta hatıra kitap bırakmak olmadığına göre hangi yoldan sapmadan yürüyeceğim de belli. Yazdıklarını paylaşmak, bir kitap bütünlüğünde görmek sabır işi. Bu yazı  dilerim bir yerlerde sabrını yitiren, onları bir matbaadan öte olmayan bir tabela yayınevine doğru çekilenlerin önüne çıkar ve kendisine yeniden yazmak, gözden geçirmek için cesaret ve ilham verir. 
Yolun başında yayımlanmak yazar adayı için hem muğlak hem de sürekli kulak kabarttığı bir alan. İşittikleri arasında neler var? "Her yer atölye oldu. Her atölyeye giden yazıyor. Yayınevleri dosyalarla dolup taşıyor." Sonra kimi editörler çıkıp gelen dosyalarda rastlanan yaygın hataları sıralıyor: "bitmemiş dosyalar", "yeniden okunmamış dosyalar". İş çocuk edebiyatına geldiğinde buna "eğitsellik, didaktiklik" ekleniyor. Yazar adayı için bunların hepsi oldukça kapalı ve kafa karıştırıcı. Özellikle de didaktik metin konusu. Sorular daha da çoğalıyor. "Bir metni didaktik olmaktan uzak tutan şeyler nedir? Editör dostu metinler nasıl olur, nasıl yazılır?" Yazar adayı bu kez bu sorulara yanıt bulmak için atölyelere gidiyor. Sıklıkla da kafasındaki soruya tatminkar bir yanıt bulamıyor. Dolaylı bir genellemeye varıyor sonra. "Tanıdık yoksa kitap yayımlatmak çok zor." Bu soruların yanıtını biliyorum. Az sonraaaa! Klişe biliyorum ama editör dostu metin yazmak, yazdığınızın gerçek niteliğini bilmek ancak ve  ancak iyi metinleri okuyarak geliştirebileceğiniz bir beceri. Yazdığınız türün iyi örneklerini okudukça, onlara yakından baktıkça, oralardaki yaratıcılığı, özgünlüğü, kurgudaki başarıyı gördükçe anlıyorsunuz neden dışarıda bırakıldığınızı. Edebiyatta kanon diye bir şey vardır, olacaktır ancak dışarıda tutulmayı yalnızca bu kanona bağlı olmamaya bağlamak tehlikeli ve kendini kandırmayı sağlayan bir şey. O yüzden yazdıklarınıza âşık olmayın.  Yakınlarınızdan gelen alkışlar gözlerinizi bağlamasın. En yakındakiler genellikle bambaşka şeyleri takdir ederler. Örneğin iş hayatınızı sürüdürür, bir ailenin sorumluluğunu taşırken yazmaya vakit ayırabilmenizi ya da ilerleyen yaşınıza rağmen edebiyatla yakın ilişkinizi, belki ilk kez kurup çaba göstermenizi. Ama sıklıkla metnin gerçek içeriğine gelmez bu alkışlar. Çabanıza, harcadığınız emeğe, yürüdüğünüz yola düzülen övgülerle yayınevlerinin sessizliği arasındaki tezat keskinse, yazdıklarınızı bir kenara kaldırın ve yepyeni bir şey yazın. Çalışın. Ve kendinize gerçek yazı müttefikleri bulun. O zaman işler umduğunuz gibi ilerleyebilir. 





 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on February 28, 2022 04:11

February 27, 2022

Kim av, kim avcı...

Şubatın kısa çektiğini unuttum. Blogtaki eksik yayınları tamamlamak için önümde yaklaşık on dört saat var. Bu da her dört saatte bir buradan bir ileti yazıp paylaşmak demek... Blog yazılarını e-posta yoluyla alanların önüne sıkça düşeceğim anlaşılan. O zaman sabah kahvemi yudumlarken yazdığım bu ileti sizin de sabah kahvenize yetişsin. 

Geçen haftayı pek çokları gibi Netflix'te yayımlanan "İnventing Anna" dizisiyle geçirdim. Gerçeğe dayalı bir kurmaca. Kendisini Alman bir ailenin zengin varisi gibi tanıtan Rus asıllı Anna Soraokin NewYork'a gider. Anna Dewey ismiyle sosyetede boy gösterir. Herkes onu miras fonunda 40 milyon avrosu olan genç bir kadın olarak tanır. Anna Devey Vakfı aracılığıyla eşi benzeri olmayan bir sanat kompleksi kurmak istemektedir. Bunun için fon ve kredi bulmaya çalışmaktadır. Pahalı zevkleri vardır. Sanata, modaya, yemeye, içmeye dair incelikli bir zevki olduğundan girdiği ortamlarda parıldar. Kendine has bir çekim gücü de vardır. Sahte çeklerden bozdurduğu 100lük banknotları bahşiş olarak dağıtır, etrafındakilerden borç alır, geri ödemez, pahalı otellerde kalır kredi kartları çalışmaz. Bu şaşaalı hayat birkaç otelin şikayetiyle çöker. Dava süreci başlar. Hakkındaki dolandırıcılık ve dolandırıcılığa teşebbüs iddialarından suçlu bulunur ve hapis cezası alınır. Mahkeme sürecinde itibarını yitiren bir gazeteci onun hikâyesiyle ilgilenir. Bir dedektif gibi hikâyenin eksik parçalarının izini sürer ve kapsamlı bir makale yazar. Makale ve Anna'nın mahkemelerde giydiği tasarım kıyafetler ilgi toplar. Anna Devey'in arzu ettiği ün bu mudur bilinmez ama hikâyesi ağızdan ağıza yayılır. Netflix dizisiyle popülerliğinin daha da arttığı muhakkak. 

Dizi gerçek bir olaya dayanan kurmaca bir yapıt. Mahkemenin henüz başladığı sırada davanın gazeteci kadının radarına girmesiyle başlayıp olayın şahitlerine ulaşma, derinleşme çabasıyla sürüyor. Biz de bu şahitlikler aracılığıyla Anna'nın hikâyesini yavaş yavaş öğreniyoruz. Ortada gerçek bir fonun olduğunu gösteren elle tutulur bir belge olmamasına karşın saati binlerce dolar olan avukatla çalışması, yaşadığı şaşalı hayat, hayalleri, ona ulaşmaktaki ısrarı, tutkusu, inancı, gerçeği gizlemesi, her seferinde bir yolunu bulup sıyrılmaya çalışması... Tüm bunlar izleyiciye tatminkar, sürükleyici bir seyir deneyimi sunuyor. Merak, şaşkınlık, anlama ihtiyacı hepsi dimdik ayakta. Henüz tanışmamış olanlara tavsiye edeyim. 

Anna Sorokin'in hikâyesi üzerine Tinder Avcısı'nı eşzamanlı olarak izledim. Tinder uygulamasında kendisini bir elmas şirketinin varisi olarak gösterip  kadınlardan on binlerce dolar para toplayan adamın hikâyesi de hayli ilginç. Kadınları lüks restoranlara, yurt dışı tatillere götürüp onlara âşık olduğunu söylüyor. Kısa sürede birlikte yaşamayı vaat ediyor ve kadın ikisinin birlikte yaşayacağı evi seçerken kötü adamların peşinde olduğu, kredi kartını kullanamayacağını, nakit paraya ihtiyacı olduğunu söyleyerek para sızdırıyor. Birinden aldığı parayı öbürüne harcayarak bir çeşit saadet zinciri yaratıyor. Hikâye iki, üç kadının şikayeti üzerine patlıyor ve uluslararası boyutu ortaya çıkıyor. Bu kadınlardan en çok foyası ortaya çıktıktan sonra esas oğlanın yakalanmasını sağlayan, adamdan tasarım kıyafetlerini toplayıp satacağını söyleyen kadını sevdim. Bu satışlardan elde ettiği para, kaptırdığından hayli düşük olsa da bir nevi eşitlenmeyi sağladığı için onu da kurban olmaktan çıkartmıştır diye düşünüyorum. Ne derler intikam soğuk yenen bir yemektir. 

Kolay yoldan para elde etme, şatafatlı bir yaşantı sürme arzusu herkesin içinde var mıdır? Bir zafiyet midir? Bu konuda ahkam kesmek istemem ama birisi sizin gözünüzü harcadığı para, sağladığı şatafatla boyuyorsa, devamının gelmesi için ona çekinmeden istediğini veriyorsanız orada av ile avcı da biraz karışmış demektir. Ava giderken avlanmamak için aman dikkat! Beyaz atlı prenslere karnımız tok. Başkalarının masalının prensesi olmaktansa kendi hikâyenin kahramanı olmak yeğdir. 

* Kimdi giden kimdi kalan sözlerinde devşirme başlığın şarkısıyla baş başa bırakayım sizi.




 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on February 27, 2022 23:41

Tuğba Gürbüz's Blog

Tuğba Gürbüz
Tuğba Gürbüz isn't a Goodreads Author (yet), but they do have a blog, so here are some recent posts imported from their feed.
Follow Tuğba Gürbüz's blog with rss.