Tuğba Gürbüz's Blog, page 35

July 26, 2022

Küçük şeylerle yetinebilmek

İnstagram'da takip ettiğim Dr. Ayşegül Çoruhlu "Neden küçük şeylerle mutlu olamıyoruz?" diye bir soru atmış ortaya. Sebebini de dopamin duyarsızlığına bağlamış. Sabahları yataktan çıkmak, heves etmek, harekete geçmek için bir şey lazım, güçlü bir şey, bir ödül. Bu ödülü unutmamak, kim uğraşacak şimdi dememek için vücudumuz birtakım hormonlar salgılıyor. Dopamin de onlardan biri. Böylece inançlarımız, hayallerimiz doğrultusunda emek veriyor, uğraşıyor ve ödülü kazanınca seviniyoruz. Ayşegül Çoruhlu söz konusu iletide dijital dünyada aldığımız like'ların, yorumların, artan takipçilerin dopamin düzeyini yüksek tuttuğunu, buna karşın eskisine nazaran daha tatminsiz olduğumuzu, küçük şeylerle yetinemediğimizi söylüyor ve bu tabloyu da henüz literatüre girmemesine karşın dopamin yetersizliğine bağlıyor. Üç günlük dijital detoksa gireceğini söylüyor. 

Bu anlatılanlar eminim hemen hepinizin gözünde kimi sahneler yaratmıştır. Benim aklıma ilk gelen tedavileri bitiren çocuklara taktığım gülen yüz stickerları oldu. Kimisi hemen mutlu oluyor, yüzü gülüyor; kimiyse ödülün küçüklüğü karşısında hayal kırıklığına uğruyor, başka, daha büyük bir şey talep ediyor; kimiyse bir taneyle yetinmiyor, az sonra elinden, alnından düşecek, yapışkanı geçecek bir ufacık nesneden onlarca istiyor. Kimseyi kınamak değil derdim, ödül meselesinin, motivasyon kaybının çok küçük yaşlara kadar düştüğünü göstermek için bu örneği verdim. 

Benzerini ben de yaşıyorum elbette. Örneğin eskiden beğendiğim, tabiri caizse "ne döktürdüm be" dediğim blog yazılarımı sosyal medyada paylaşıyor, güne karışıyordum. Buna rağmen aklımın bir köşeciği gelecek tepkileri, sayılacak beğenileri, etkileşimleri merak ediyordu. Bu yüzden de elim sık sık telefona, bilgisayara gidiyordu. Bunu aşmak için sayısız kere hesaplarımı dondurdum. Ödülü orada aramamak, yazmanın en büyük ödülünün yazmak eyleminin kendisi olduğunu kavramayı sağlıyor. Yine de yazar olmak için en az bir okur şart. Bloğa yazıp paylaşıyorum, kitaplarım satışta. Evet dışarıda bir yerlerde okurlar var. Bazen ben uyurken eposta yazıyorlar, bazen bloğun altına bir yorum. İşte o anlarda gerçekten mutlu oluyorum, içim hevesle doluyor. Bu yüzden bugün bu yazıyı okuyan herkesi sevdikleri, etkilendikleri bir bloğun altına yorum yazmaya, sevdikleri bir yazara ulaşmaya davet ediyorum. Ben öyle yapacağım. Dopamininiz bol, duyarlılığı çok olsun. Sağlıcakla... 


 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on July 26, 2022 02:20

July 23, 2022

Sabri Safiye ile söyleşi*

                         "Yazmak bir ilham rüzgârıyla tek seferde başlayıp biten bir süreç değil"



1.       “Tüylü Bir Uzaylı Macerası”Günışığı Kitaplığı’ndan yayımlanan ilk çocuk romanınız ancak ilk kitabınız değil. Öncesinde geçtiğimiz yıl Türkçe ve Arapça olmak üzere çift dilli basılan ve saha çalışmalarında kullanılan Aydaki Tavşanlar adlı çocuk kitabı var. Sizi bu kitabı yazmaya götüren süreç, yazım aşaması ve akabindeki tanıklıklarınızla başlamak istiyorum.

Çocuklar benim için her zaman çok ilgi çekici olmuştur. Bunu, hayatında ilk kez gördüğü bir şeye şaşırarak bakan bir turist gibi söylemiyorum. Aksine, kendiniz ve dünya hakkında şüpheye düştüğünüz her anda, kapısında bekleyerek size yol göstermesini umduğunuz bir bilgenin karşısında duyulan sonsuz merak duygusuyla söylüyorum. Onların düşünce şekli, zihin açıklıkları, hayal güçleri bana her zaman unuttuğum şeyleri hatırlatarak yol göstermiştir. Bu sayede içimdeki çocuğa giden patikaları tekrar tekrar keşfedebildiğime inanıyorum. Her çocuk, yetişkinler dünyasında ayak bağı olarak görülüp hızla geride bırakılmaya ve unutulmaya çalışılan, oysa bence insana dair en keyifli kısımları oluşturan özelliklerin not edildiği birer akıl defteri gibidir. Bu nedenle çocuklarla göz hizasında ilişki kurmaya çalışmak, çok eskiden beri oldukça sık başvurduğum bir yöntem. Fakat onlar için yazmam, tam tersine, son derece yeni bir şey. Beni yazmaya yönelten olgu, savaşın evlerinden, mahallelerinden, oyun oynadıkları sokaklardan, hatta ailelerinden koparıp, binbir acı ve korkuyla dört bir yana hoyratça savurduğu çocuklarla karşılaşmak oldu. Bu deneyim, benim için de korkutucuydu. Çünkü bir çocuğun içindeki umudun ve neşenin solup gittiğini apaçık görmek, hayal edebileceğiniz endişelerin en büyüğüdür. O zaman, onlarla eşit bir diyalog kurabilmek ve umutlarını, neşelerini tekrar canlandırabilmek için bir şeyler yapmak ihtiyacını derinden hissettim. Bunu öğütler vererek yapamayacağım çok açıktı. Bir insana “neşelen!” diyerek onu neşelendiremezsiniz. Ben de bir hikâye kurgulamaya ve onlarla böyle konuşmaya karar verdim. Yetişkinler için savaş çok farklı tartışmalara konu edilebilir, ediliyor da. Ama bir çocuk için ne anlamlar taşıyabileceğini anlamak, insanı derinden sarsıyor. Sevgili Claude Léon’un resimleriyle birlikte Arapça ve Türkçe olarak hikâye edilen “Aydaki Tavşanlar” kitabının fikri böyle doğdu. Öyküyü tamamen, savaşın acımasız rüzgarına kapılarak kendini bambaşka bir ülkede, farklı dilde konuşan yabancı insanlarla çevrilmiş halde bulan bir çocuğa, yepyeni başlangıçlar için ihtiyacı olan cesareti ve dayanışmayı ilham edebilmek kaygısıyla tasarladım. Öykünün yazımı, benim yazmayı adeta yeniden öğrendiğim bir süreç oldu. Hem kurguyu hem anlatımı daha iyi hale getirebilmek için epey ter döktüm. Fikri başından beri gönülden destekleyen ressam arkadaşım Claude da bence harika bir iş çıkardı. Kitabın yazılma amacı ve iki-dilli niteliği, onu şimdilik sahadaki sosyal çalışmalarda kullanılır kılsada elbette gelecekte tüm çocuklara ulaşabilmesini hayal ediyorum. Aydaki Tavşanlar benim için, yayınlanan ilk kitabım olmasının çok ötesinde bir anlam taşıyor. Ne yazık ki, kitabı okuyan çocuklardan geri dönüşler, sadece bu çalışmaları yürüten insanlar dolayımıyla olabiliyor. Onlar çocuklardan son derece olumlu tepkiler aldıklarını belirtiyorlar. Bu elbette sevindirici bir şey ve açıkçası beni de yeni öyküler, romanlar yazma konusunda cesaretlendirdi.

2.       Kariyerinize baktığımızda uzun yıllar sinema sektöründe çalıştığınızı, yönetmen yardımcılığı yaptığınızı, animasyon konusuna yoğunlaştığınızı görüyoruz. Bu deneyimler anlatım dilinize de yansımış hiç kuşkusuz ve “Tüylü Bir Uzaylı Macerası” sinematografisi yüksek bir kitaba dönüşmüş. Siz bu konuda neler söylemek istersiniz?

Doğru bir tespitte bulunmuşsunuz. Yıllarca film diliyle düşünmek, yazı dilime de etki etmiş gibi görünüyor. Açıkçası yazdıklarımı öncelikle görsel olarak, adeta üç boyutlu olarak hayal ediyorum. Olaylar, duygular ve düşünceler zihnimde daima bir zaman-mekân matrisi içinde şekilleniyorlar. Eğer metinde iki kişi konuşuyorsa, onların mimikleri, beden hareketleri, birbirlerine yansıttıkları enerji gözümde canlanıyor.  Sanki o anı yaşayıp seyrediyorum ve gördüklerimi anlatıyorum. Anlatının iç ritmi, zamanın yavaşlayıphızlanması, önceyesonraya uzanmalar, mekânlar arasındaki geçişler, kurgunun çizgisel yapısının bozularak sarmallaşması vb., bütün bunlar bana film alanındaki hem pratik hem teorik uğraşlarımdan kalan birikimler. Sanırım bu kişisel tarihçe, anlatımda sinematografik dediğimiz niteliği güçlendiriyor. Ama yine de altını çizerek belirtmek isterim ki, edebiyatın, bir film akışının anlatımından çok daha fazla bir şey olduğu fikrindeyim. Edebiyat, görselleştirmenin ve kurgunun ötesinde, sadece kelimelerin ve cümlelerin dünyasında var olabilen bir güce sahip. Bu gücün, tek anlamlılığın asla ifade edemeyeceği cevapsız sorular dünyasına açılabilmek gibi bir ayrıcalığı olduğunu düşünüyorum. Uzun lafın kısası, benim gözüm ve gönlüm, edebiyatın bu gizemli gücünü daha fazla kullanabilmekte. Bu anlamda daha yolun başında olduğumu düşünüyorum.



3.       “Tüylü Bir Uzaylı Macerası” iki koldan ilerleyen bir hikâye. Bir tarafta karlı bir günde okuldan çıkmış servis beklerken uzaylılarla karşılaşan dört çocuk, diğer tarafta kedili bir kadının iş yerinde kendisini ziyaretinin ardından rahatsızlanan başarılı ve çalışkan CEO ve ona neler olduğunu anlamaya çalışan patronu… Gerisi hızlı bir polisiye… Kayıp bir kedinin peşine düşen iki ayrı grup ve zamanla kıyasıya yarış okuru da hızla anlatının içine çekip alıyor. Bunca hız içinde akışı bozacak, okuru şüpheye düşürecek aksaklıkların doğmasını engellemek büyük bir çaba olsa gerek. Yazarken nelere dikkat ettiniz?

“Tüylü Bir Uzaylı Macerası”içinde yolumu kaybetmemek, çıkmaz sokaklara sapmamak, tökezleyip çuvallamamak için kullandığım iki yordam oldu. Öncelikle neyi hangi tonda anlatacağımı, yazmaya başlamadan önce bilmek için elimden gelen her şeyi yaptım. Yani bol bol düşündüm. Bu sayede anlatının dünyası henüz yazmaya başlamadan önce, ana hatlarıyla kurulmuş oldu. Yazma süreci, bu ilk tasarımda ister istemez bir dizi değişikliğe yol açıyor. Anlatı detay kazandıkça, tasarlanmış olan o ilk dünyanın ana caddelerinde bir dizi ara sokak çıkıyor karşınıza. Bazıları çok cazip olsa daçıkmaz olduklarını anlamak uzun sürmüyor. Bazıları ise sizi yepyeni dokularla tanıştırıp keyifli sürprizler yaratıyorlar. Bir de elbette, sokakları ve caddeleri öngörülemeyecek şekilde birbirine bağlayıveren pasajlar. Bu yolculuk tamamlandığında ikinci safha devreye girdi: Acımasız bir eleştirmen olarak yazdıklarımı okumak.  Okumak, değiştirmek, silmek, yeniden yazmak. Aksayan, tıkırdayan, iki yakası bir araya gelmeyen yerlere çözümler düşünmek, buluşlar yapmak. İtiraf edeyim, çalışmanın bu kısmı da, yani anlatıyı bir çömlek tornasındaki yumuşak kil gibi döndüre döndüre geliştirmek, pürüzsüzleştirmek, bana en az ilk yazma eylemi kadar keyif verdi. Demem o ki, benim için yazmak, bir ilham rüzgârıyla tek seferde başlayıp biten bir süreç değil. Daha çok, dönerek daireler, spiraller çizmeyi göze aldığınız, molalar verip soluklandığınız sürprizli bir keşif gezisi gibi.

4.       Hikâye de çok katmanlı diyebiliriz. Yüzeyde çocukların ilgisini çekecek bir polisiye kovalamaca, Jelibüs adında mekânları ışık hızında kat eden bir uzay aracı gibi ilgi çekici ayrıntılar varken altta seçim yapmak, seçimlerimizle yüzleşmek, hayvan deneyleri, insanları ayıran sınırlar ve milliyetler gibi meseleler dip suyu gibi usul usul akıyor. Kitap yayımlanalı kısa bir süre geçti ancak çocuk okurların yorumlarını merak ediyorum. Size gelen geri bildirimler nasıl? Çocuklar neye bakıyor, ne görüyor?

Belirtmeliyim ki, bu dip katmanları özel bir çabayla oluşturmadım. Kitabın temel fikri etrafında şekillenen karakterler ve olaylar, onların içinde yer aldığı dünya, bu katmanları kendiliğinden anlatıya taşıdı. Galiba kitaptaki bütün karakterler benden bazı parçalar taşıyor. Bu nedenle olsa gerek, benim dert edindiğim şeylere onlar da kayıtsız kalamadılar. Maalesef çok merak etmeme rağmen, kitabı okuyan çocuklardan henüz geri bildirim alamadım.  Hem kitabın yeni yayınlanmış olması, hem tatil dönemine denk gelmiş olmamız, çocuklarla buluşmak ve onların yorumlarını ve sorularını dinlemek için biraz daha sabretmemi gerektiriyor. Ama emin olun, bu bekleyiş benim için o kadar kolay bir şey değil. 😊

5.       Siz çocukken nasıl bir okurdunuz? Neleri okumaktan hoşlanırdınız?

Ben çocukken, en veciz ifadeyle, iştahlı bir okurdum. Neredeyse her hafta sonu kitapçıya gidip yeni bir kitap almayı ve onu yer gibi okuyup birkaç günde bitirmeyi iple çekerdim. Elbette benim çocukluğumda internet ve bilgisayar oyunları yoktu. Görsel-işitsel kültür ürünleri bu kadar bol, çeşitli ve kolay ulaşılabilir değildi. Bu nedenle, kitapların beni bu derecede cezbetmesine şaşırmamak gerek. İlgimi en fazla çeken kitaplar, ister bir ıssız adada, ister bir şatoda veya bir ormanda geçsin, kahramanları ister çocuklar, ister büyükler veya hayvanlar olsun, maceralı arkadaşlık kurgularıydı. “Tüylü Bir Uzaylı Macerası”nın da dört arkadaşın (aslında köpek Ramses’le birlikte beş arkadaş) başından geçen bir macera olması tesadüf sayılmamalı. Sanırım arkadaşlık ilişkileri ve özellikle çocukların önemli bir zorluğu aşmak için kafa kafaya vererek dayanışmaları en başından beri benim ilgimi çeken bir tema.

6.       Her yazar yazın hayatı boyunca hep aynı meseleyi yazar, derler. Sizin de bu temalara geri döneceğiniz ön kabulüyle tüm bu meseleler yazılmak için kendilerine yeni hikâyeler ve kahramanlar bulmaya başladı mı?

Sorunuzun net bir cevabı var: evet. Hatta bazıları yazıldı bile. Bazılarıysa henüz birer fikir olarak zihnin çömlekçi tornasında dönüp duruyor. Umuyorum, bir aksilik olmazsa, önümüzdeki aylardayeni bir kitap daha çocukların beğenisine sunulmuş olacak.

Güzel sorularınız ve bu keyifli sohbet imkânını sağladığınız için teşekkürler. 😊

* Bu söyleşi 21 Temmuz 2022 tarihinde Parşömen Sanal Fanzin'de yayımlanmıştır. 

 

 

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on July 23, 2022 01:38

July 8, 2022

Şablonun Dışı: Düşünmenin Hazzı*

 

Brigitte Labbe’nin yazdığı, Fransızca aslından Azade Aslan tarafından çevrilen Günışığı Kitaplığı tarafından yayımlanan Çıtır Çıtır Felsefe dizisinin iki kitabına yönelik sosyal medyada ve bazı basın organlarında başlatılan linç kampanyası, maalesef sonuç verdi. Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kurulu’nun 24.06.2022 Tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan kararıyla serinin yedi kitabı (Aşk ve Dostluk, Beden ve Akıl, Cesaret ve Korku, Diktatörlük ve Demokrasi, İyi ve Kötü, Küçükler ve Büyükler, Oğlanlar ve Kızlar) muzır ilan edilerek bu kitapların yalnızca 18 yaşından büyüklere poşet içinde satılmasına karar verildi.

Brigitte Labbe, çocukların eğitimine ve gelişimine sunduğu katkılardan dolayı 2019 yılında Fransa Eğitim Bakanlığı tarafından ülkenin en yüksek devlet nişanı olan Legion d’Honneur ile ödüllendirilirkenyarattığı Çıtır Çıtır Felsefe dizisinin ülkemizde muzır neşriyat kapsamına alınıp yalnızca 18 yaşından büyüklere satılmak üzere poşete sokulması kabul edilemez bir yanlıştır. Bu kitapların içerisinden bağlamından kopartılarak seçilen örnekler, çocukları yetişkinlerden gelebilecek suistimallere karşı uyarmayı, iyiyi kötüyü, doğruyu yanlışı genellemelerden kaçınarak aktarabilmeyi amaçlamaktadır. Tüm yabancılar kötü olmadığı gibi, tüm yakınlarımız da iyi değildir. Sarılmak güzeldir ama bazı sarılmalar bize kendimizi kötü hissettirebilir. Bunları, listelemek, çocuklara çarpım tablosunu ezberletir gibi öğretmek nafile bir çabadır. O halde öncelikli ve de kıymetli olan çocuklara düşüncenin kendisini bir filtre olarak kullandırtma becerisini kazandırabilmektir. Çıtır Çıtır Felsefe dizisinin amacı ve niyeti de tam olarak budur.

Çıtır Çıtır Felsefe dizisinin geneline baktığımızda, her bir kitabın çocuk ya da yetişkin tüm bireyleri düşünmeye davet ettiğini kolaylıkla fark ederiz. Serinin yaratıcısı Labbe, mutlak bir doğruya erişmenin ya da onu aktarmanın peşinde değildir. Aksine öğrenim hayatı boyunca bilgiyi öğretmenden hazır şekilde almaya alışmış çocukları (felsefenin ruhuna uyacak şekilde)  olanı biteni gözlemlemeye, her bir olayı kendi özgünlüğü içinde değerlendirmeye teşvik eder. Bu sayede birey,iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan, hoşa gideni gitmeyenden bir şablona oturtmaksızın düşünce yoluyla ayıracaktır.

Brigitte Labbe, günün birinde hiçbir anlam bulamadığı için ara verdiği internet satışı ve ticareti işinden ayrılıp Sorbonne’da Felsefe dersleri almaya başladığında bu diziyi yaratacağını, pek çok dile çevrileceğini, tüm dünyada sevileceğini bilemezdi hiçkuşkusuz. O derslerde ilk kez düşündüğünü fark eden Labbe, düşünme eyleminin kendisine karşı duyduğu hazzı, çocuklara da aktarabilmenin peşine düştü.  Yazdığı ilk kitap İyi ve Kötü bugün yirmi yaşında.

Serinin ilk kitabı İyi ve Kötü Fransa’da 2002 yılında, Türkiye’de ise 2006 yılında yayımlandı. Aradan geçen yirmi yılda kitap sayısı ve çevrildiği diller, buluştuğu okur sayısı giderek artıyor. Alınan bu yanlış karara karşın artmaya da devam edecek. Çünkü arkasında bilgi, deneyim ve sahicilik yatıyor. Brigitte Labbe yalnızca felsefi bir kavramı ele alıp ona dair örnekler vermiyor. Sahadan edindiği deneyimlerle hayata dair temel ve zor kavramları çocuklarla nasıl işleyeceğimize dair giderek genişleyen bir dağarı gerek katıldığı konferanslarda, gerekse kitaplarındacömertçe sunuyor. Bize de diziyi çocuklarla ve çocuklarla çalışan yetişkinlerle paylaşmak kalıyor. Zira dünya çocuklarının severek okuduğu, öğretmen ve ebeveynlerin rehber niteliğinde gördüğü bu seri iyi ve kötü, adalet ve haksızlık, gerçek ve yalan, güzellik ve çirkinlik, savaş ve barış, yaşam ve ölüm, beden ve akıl, şiddet ve şiddetsizlik gibi otuz iki kavramı ele alıyor. Her kitapta bir kavrama odaklanarak ona farklı açılardan bakıyor, gerçek yaşamdan yola çıkan örnek olaylarla hakkında konuşmayı mümkün kılıyor. Böylece çocuk, hap gibi kendisine aktarılan bilginin pasif alıcısı olmak yerine düşünmeyi, sorular sormayı, dinlemeyi öğreniyor. Bu sayede hoşgörülü ve zihni esnek yetişkinler olmaya giden kapılar da aralanıyor. İyi, kötü, doğru, yanlış dikte edilmediği, hayali düşmanlar yaratılmadığı takdirde farklılıklarla bir arada daha barışçıl bir dünyada yaşamak pekâla mümkün. Değişimi yaratan küçük adımlar, önyargılarından arınmış, karşısındakini anlamaya, dinlemeye, kabul etmeye gönlü olan bireylerden geleceğine göre serinin yazarı, danışmanı, dilimize kazandıran çevirmeni ve tüm yayınevi emekçilerine kalpten teşekkür ediyor, bu talihsiz olayla bile olsa Çıtır Çıtır Felsefe dizisini hatırlatmayı borç biliyorum.

* Bu yazı ilk kez 7/7/2022 tarihinde Parşömen Sanal Fanzin'de yayımlanmıştır.  

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on July 08, 2022 02:19

July 5, 2022

Mektup

Epeydir mektup yazmıyorum, ne kendime ne de bir başkasına. Oysa bir mektuba içini dökmenin, karşındaki alıcıyı bir anlığına unutup ruhunu sermenin yüreği ferahlatan bir yanı var. Şu sıra yüreğimi ferahlatmaya ihtiyacım var. Kenetlediğim dişler mi engel içimdekilerin dışarı saçılmasına, kendimden esirgediğim yazma zamanları mı? Yüreğimde tuhaf bir ağırlık var, bedenimde gerginlik. Beden mi ruhu takip ediyor, ruh mu bedeni emin değilim. Bedenimdeki ve ruhumdaki katılıktan şikayetçiyim. Hafif ağlamaklı. 

Epeydir mektup yazmıyorum, ne kendime ne de bir başkasına. O yüzden duymuyorum sesimi, içimde neler olup bittiğini, en içte, derinde yaşama dair ne istediğimi. Kulak vermeliyim belki de kendime. Bu kulak vermeler de bana rahatsızlık veriyor. Çünkü karar almam gerekiyormuş gibi hissediyorum. Olumsuz olanı engellemek için, bunların yeniden tekrarlanacağı yerlerden, işlerden kaçınmak gibi kararlar peşine düşüyor kolaycı yanım. Sonrası çözümsüzlük... 

Epeydir mektup yazmıyorum, ne kendime ne de bir başkasına. Ondandır belki yalnız ve yorgun hissedişim. Biriktirdiklerim yüzünden. Bir evi taşımanın ferahlığı nereye uçtu gitti. Daha üç gün önce buradaydılar, yoğun ve coşkulu. Duyguların geçiciliği işte... Beklersem gelirler geri gelecekler biliyorum, gelecekler ve gidecekler... 

                                                                                         *

Epeydir mektup almıyorum ne kendimden ne de bir başkasından. Posta kutumda sürpriz satırlar yok Geçmişteki benden bugüne seslenen bene dair bir ses yok. Yeni bir havadis yok. Her günkü düşüncelerimiz bir gün oncekinden oluşuyormuş, çoğunlukla. Yüzdesini de okumuştum bir yerlerde. Hatırlamıyorum. Sözün büyüsü tam olarak buradan kaynaklanıyor işte. Defterine, bloğuna yazdığın her söz, her hayal, zihninde yepyeni düşünceler yaratıyor. Her gün içeriye aldığın yeni, farklı bir düşünce ile otomatik pilotta yaşamaktan bir adım uzaklaşıp direksiyona geçiyoruz. Direksiyonda bizzat, fark ederek yol aldığımız müddetçe de tepkisellikten, sürüklenmekten uzak olacağız. Bunun için içeriyle dışarı arasında bağlantı kurmak şart. Mektuplar da iyi bir araç. Bu satırları yazmak üzere oturan ben ile yemek yemeye kalkacak ben arasında fark var. Yüreğimi sıkan eller biraz olsun aralandı. Kendine mektup yazmayı ihmal edenlere selam olsun. İçeriye kulak verme günüdür belki bugün. Bir dinleyin bakalım, neler diyecek?


 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on July 05, 2022 02:53

June 30, 2022

Yaz planları

Sıra geldi, günün ve ayın son yazısını kaleme almaya. Kalem lafın gelişi tabi. Blog yazılarını doğrudan bilgisayarda, taslağın içerisinde yazıyorum. 6 dk etiketli yazılar ise bütünüyle serbest yazı tekniğiyle yazılıyor. Kuruyorum saati. Başlıyorum tuşların üzerinde gezinmeye, durmadan düşünmeden, ne aptalca demeden yazmaya. Sonra okuyorum yazdıklarımı. Yazım hatalarını düzeltiyor, akışı bozan yerlere dokunuyor, bazen bir iki cümlenin yerini değiştiriyor yayınla butonuna basıyorum. Hepsi kayda geçiyor, güzel çirkin demeden, yalnızca yazma disiplinini korumak için. 

Bloğa düzenli yazmanın çok faydasını gördüm, görüyorum. Çoğu zaman sosyal medyada paylaşma gereği dahi duymuyorum. Çok kişiye ulaşması umurumda değil. Bazen henüz dört, beş kişinin okuduğu bir iletinin altında iki yorum buluyorum yalnızca dakikalar sonra. Yazmak denen eylemin güzelliği, internetin okura ulaşmaktaki hızı ve özgürlüğü karşısında neşeleniyorum. Gelen merhabalar karşısında içim minnetle doluyor. Küçük mutlulukları biriktirdiğim kumbarada bu okur selamları da yer tutuyor ve kesinlikle çocukların sarılmaları. Yarın üç, beş yeni çocuk okurla karşılaşır, sarılır, onlarla sohbet ederim diye umuyorum. Ne derler bilirsiniz, umut fakirin ekmeğidir. 

Bu yaz şiddetsiz iletişim, duygu farkındalığı, duygularla ilgili kitapları okumaya, üzerine düşünmeye, bunlarla bağlantılı içerikler üretmek gibi bir dürtü var içimde. Hadi hayırlısı. Kitaplığı yeniden dizerken pek çok okunmuş ve okunmamış kitap göz kırptı. Yeni okumalar, yeniden okumalar, üzerine düşünmekler, bakalım bir yaz nasıl geçer? Bu yaz nasıl geçer? Evin oradaki patikayı takip ederek boğazın sularına varmak ne kadar sürer? Bisikletle varabilir miyiz sahile? Bir challenge olarak her akşam gözüme gözüme batıyor yol. Yol ve getireceklerini yola çıkmadan kim bilebilir. Oda yönetimine girmek, beni biraz olsun kovuğumdan dışarı çıkardı. Pandemi koşullarının da bitmesinin etkisiyle yollara düşer oldum. Birkaç ay içinde ikinci kez Karadeniz yolu gözükecek. Batum'u da çok merak ediyorum. Deniz'in umuru değil. Köyde kuzen çocuklarıyla olmak yetecek ona. Arabasız olacağız bu yaz. Kanyona, şelaleye gitmek hayal. Oysa görecek ne çok güzel yer var ama fındık demek iş güç demek. İşe güce dalacağız o vakit. Sayılı gün hızla gelecek, geçecek. Eve varacağız yeniden.


 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on June 30, 2022 10:31

Yağıyor cümleler yağmur damlaları gibi

Şefkatli ebeveyn günlüklerine epeydir ara verdim. Bunun birkaç sebebi var. Öncelikle Deniz büyüdüğü için bu ayrıntıları paylaşmak kafamı karıştırmaya başladı. Tereddüt eder oldum. Mahremiyetini gözetmek için eski Deniz'le nasıl paylaşıyorum, onun geri bildirimi ne bölümlerini tamamen kaldırdım. Üzerine yazdığım ebeveynlik ipuçlarının bende uyandırdığı düşünceleri yazmakla yetiniyor(d)um. Çünkü bu asıl olarak benimle ilgili. Benim öğrenme, değişme yolculuğum. Sabrımın sınandığı zamanlar oluyor. Oralarda çuvallamamak, aynı tepkisellik çukuruna düşmemek, reaksiyonlarını kişisel almamak için anımsamaya, bu ipuçlarının içinde kalmaya, şefkatli olmayı bir mantra gibi içimden kerelerce geçirmeye ihtiyacım var. Kızım büyüyor. Bedenen değişiyor. Farklı estetik algıları, kaygıları yaşıyor. Büyümek denilen sancılı sürecin içinde yol alıyor. Bana güvenmesi için tutarlı, sakinleştirici otorite olma rolümü yeniden, yeniden çalışmam gerektiğini düşünüyorum bazen. Bazen de öyle dolu geliyor ki zihnim, kendim dolanıp kaybolmadan nasıl yardım ederim hiç bilemiyorum. Konuşurken hata yaptığımı fark ediyorum bazen. Küçük hatalar. Pirinç pilavı yerine bulgur diyorum örneğin. Ya da birine telefon açtığımda tam konuşmaya başlayacakken susup uzun bir es veriyor, bir dakika zihnim dağıldı kusura bakma diyerek yeniden başlıyorum söze. Bir kez konuşmaya başlayınca aynı, eski, mevcut zihinsel becerilerimin, kapasitemin içinden konuşuyorum ama o en baştaki tutulma hâli de korkutucu geliyor. Sanki az konuşmaktan, daha çok yazıp daha az sesimi duymaktan bilmiyorum. 

Dinlenmeye ihtiyacım var. Mola vermeye. Öyle uzaklar çağırmıyor beni. Burada mola vermek yetecek. O yüzden sabırsızlıkla bekliyorum yaklaşmakta olan bayram tatilini. Ağustosta fındık toplatma işi kızım ve bende. Dönüşte üç, dört gün izin verdim kendime. Burada dinlenmek ve denize girmek için. İnşallah kendimle kötü kişi olmam ve sözümü tutarım. 

Sanatçının Yolu'nda bahsi geçen, benim de zaman zaman yaptığım sabah sayfalarına döndü şu anda burası. Zihindeki tıkanıklıklar, kir pas akıyor. Hızla klavyenin üzerinde dolaşan parmak uçlarımdan dışarı dışarı. Seviyorum bu tıkırtı sesini. Bana yazabildiğimi, yazacağımı muştuluyor. Resimli çocuk aday dosyasına aldığım ret kamçıladı yeniden. Bu öğlen geldi mail. Üç beş satırdan ibaret. ugünkü ret yanıtını üç, beş yıl önce duysaydım daha çok incinirdim muhtemelen. Çok güzel kaleme aldığımı söyleyen yayınevi kitabımı basmayacaksa, kim basacak? Yayın programının doluluğu ifadesinin genelliğinin altında dile gelmemiş hangi düşünceler yatar kim bilebilir. Nazik olma isteği, ekonomik gerekçeler, kim bilir neler. Gönderilmiş postalara baktım sonra.  Nerelere, ne zaman yolladığımı bulmak için. İki, üç yere göndermekle yetinmişim meğer. Yeniden kolları sıvamalı ve yollamalı. Güzel haberler duyma umudunu korumalı.

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on June 30, 2022 10:08

Çalışmaya çalışırken

Zadie Smith çalışmak için internetsiz bir bilgisayar kullanın, derken blog yazarlarını kastetmiyordu hiç kuşkusuz. Evet, internet özellikle de sosyal medya bir zihin çelen, zaman çalan gibi çalışabilir ancak bir blog yazısı yazmak ve iletiyi paylaşmak için internet şart. Cuma günü evi taşıdığım saatlerde yalnızca kutuların içeri yığılmasıyla ilgiliyken internet, doğalgaz bağlantısı elbette aklımın ucuna dahi gelmedi. Ama şimdi evde eşyalar yerli yerine yerleşmiş, yazı masamı pencere önüne çekmiş, karşı yeşil tepelere bakarak yazma hayalleri kurarken yazmak için muayenehaneye geri dönmek pek de hoş olmadı. Sıcak, uğultu, yol gürültüsü, daha rahat kıyafetler içinde olma isteği, ayakkabılardan kurtulup taş zemine basma arzusu... Hepsi birer engel şimdi yazmamın önünde ama onları boş vermeye, ruhumu terbiye etmeye kararlıyım. Hele bunca tembellik etmişken, yazmak için bunca gecikmişken. 

O yüzden kilitliyorum herkesin ardından kapıyı, geçiyorum her gün oturduğum masaya. Geride kalana bakmak gibi bir şey bir yanıyla. Tüm çalışanlar gittikten sonra, olağan sesler, hareketler bittikten sonra geride kalan, boş bir sağlık kuruluşunda neler olur, nasıl sesler duyulur? Gün içinde hiç duymadığım bu kesintisiz uğultu da ne örneğin? Bu sorunun peşine düşmeyeceğim. Canım istemiyor. 

Yazmak için zihinde uçuşan onlarca mesele varken hiç dert değil doğrusu. Yarın düşüyor aklıma. Yaklaşmakta olan imza günü. Yapılacak işleri. Bir nevi diy(kendin yap) imza günü olduğu için kitap taşıma, isimlik, kalem gibi ayrıntıları unutmak istemiyorum. Stantta üç genç yardımcım olacak. Deniz ve arkadaşları. Kitapların satışıyla ilgilenecekler.  Geliri de onların. Bakalım nasıl bir tecrübe olacak, onlar ve de benim için. Fotoğraf da çekerler bakarsın. 

Haziran bitti. Ayağımı denize sokmuş değilim. Hiç bu kadar geciktiğim bir yıl olmamıştı. Taşınma işi tüm dengeleri bozdu. Parşömen'e yazacağım daha. Çocuk kitapları yazıları da aksadı eni konu. Hafta sonu yazlığın açılışını yapmalı belki de. Denize girer yüzerim de mayom hangi cehennemde? 


 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on June 30, 2022 09:39

June 29, 2022

Birtakım eksikler ve yenilikler...

İlk kez bir çamaşır kurutma makinesi aldım. Bu zamana değin çamaşır kurutma makinesi bana çok fuzuli bir beyaz eşya olarak görünmüş, bu kadar güneş alan memlekette ne gerek var vb düşüncelerle almayı aklımın ucuna dahi getirmemiştim. Birkaç ay önce taşınma arifesinde iki, üç arkadaşımdan çok olumlu bildirimler duyunca fikrimi değiştirdim. İşin pratikliği değildi aklımı çelen. Kurutma makinesinin filtresinden çıkan saç, toz ve iplikçik yumağı, çamaşırların hiç olmadığı kadar yumuşak olmasıydı. Velhasıl bir tane edindim, çamaşır makinesinin üzerine monte ettirdim, kullanıyorum. Her kurutmadan sonra (henüz üç kez kullandım) çıkan toz plakası inanılmaz. Gözlerimiz fal taşı gibi büyüdü dersem abartmış olmam. Deniz tüm kıyafetlerimizin, çarşaf, nevresimlerimizin yıkanıp kurutulmasının ne kadar süreceğini düşünüyor. Bugüne değin düpedüz pis gezdiğimizden emin. 

                                                                                *

Evde kedi mevzusu zor. Hem keyif veriyor hem de sorumluluğu, bakımı az buz iş değil. Tuvaleti örneğin. Kedi kumu temizlemek, kokmasın diye mücadele etmek, bataklık yanında elindeki sinek öldürücü spreyi havaya sıkmak gibi bir şey. (Teşbihte hata olmaz) Nafile çaba! Kedi tuvaletinin önüne bu amaç için üretilmiş paspastan aldık. Evet içi doluyor ama paspasın yanı sıra banyo zemini ve dahi yatak içleri kum partikülleriyle dolu. İnce kum güzel topaklanıyor ama minik patilerle etrafa dağılması da son derece kolay. Kokuyu içine hapsettiği iddia edilen tozlardan deneyeceğim. Eve dağılan kum taneciklerine bir çözüm öneren varsa duymak ve denemek isterim. 

                                                                                  *

Taşınmak yeni bir mekâna eşyaları yığmaktan ibaret değil. Nakil işlemleri, yeni abonelikler... Neyse ki çağrı merkezleri aracılığıyla işlem yapılıyor ve ben çağrı merkezlerini arayarak işlem yaptırmak konusunda hayli yol aldım. (Olgunlaşmak bu olsa gerek) Yarın internet nakli gerçekleşecek. Ev de yerleşti sayılır. Çıplak duvarlara tablolar asılacak. Ocak için doğalgaz aboneliği başvurusunu unutmuşum. (Küçük bir ayrıntı. Sallama çay neyimize yetmiyor. Buzdolabı ve bulaşık makinesi de henüz gelmedi zaten) Avizeleri taktırmak için elektrikçi lazım, bir de rustik led ampuller. Sonrası iyilik, güzellik. 





 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on June 29, 2022 06:24

June 27, 2022

Koliler arasında

Yorucu bir hafta ve hafta sonu geçirdim. Koliler arasında. 

Cuma günü nihayet taşındım. O gece ilk kez yeni evde uyudum. Sabaha karşı su sesine uyandım. Yatağımda doğrulup yağmur mu yağıyor diye kulak kabarttım önce. Sani'yi de kulaklarını dikmiş merakla bir bana bir dışarı bakar vaziyette bulunca, işin doğrusu neymiş bir bakalım, dedim. Ben önde, Sani arkada. Fıskiye çalışıyormuş. İyi haber. Demek ki, çimen tohumları atılmış, yakında yeşil yeşil açacaklar. Gerisin geri yattım ama içime de bir kurt düştü doğrusu, her fıskiye sesine böyle uyanacak mıyım, bahçe katı almakla fena mı ettim diye. 

Kuşkularım şimdilik yersiz çıktı. Pazar sabahı altı gibi kuş seslerine uyandım. Hava kapalı ve griydi. Yapacak çok iş vardı. Zira cumartesiyi boş tutmayı akıl edemediğimden koli açma, boşaltma işine tam anlamıyla girişememiştim. Bir evi boşaltmanın ve dahi yeniden dizmenin ne denli uzun ve ayrıntılı bir iş olduğunu unutmuşum. Mutfak, çocuk odası, çalışma odası, yatak odası hepsi dipsiz bir kuyuymuş meğer. 

Sani yeni eve çoktan alıştı. Eşyalar ve mekân değiştiğinden yeni yerler belirliyor kendine, uyumak ve oynamak için. Salonda bir koltuğu kendinin belledi şimdiden. Yabancı biri oturmaya görsün. Sırt kısmından tırmanıp hop diye atlıyor, kaçırıyor oturanı. Kuruluyor kalkandan boşalan yere. Uzun uzun bakıyor sonra, buranın hâkimi, efendisi benim dercesine. 

Deniz dün gece döndü tatilden. Taşınırken parçaları dağılan Hogwarts'ı tamir etmekle meşgul hâlâ. Sabah anneannesine gitmek yerine evde kalmak, legosunu tamamlamak istedi. Sonra kitaplığına el atacağını duyurdu. Öğlene kadar işlenecek evde. Çünkü o da iyi biliyor ve zevk alıyor kitapların arasında dolaşmaktan, onları kendi dilediğince dizmekten... Geldiğinde çalışma odasının kabasını bitirebilmiştim ancak. Kalan kısmı onunla yaptık. Ben daha sonuç odaklı çalışırken o oyunsu bir merak içindeydi. Aynı odanın içinde aynı amaç için çalışmak yeterliydi zaten. İki kitap diz, annenin anılarına dal... Eski fotoğraf albümlerine bak, fotoğraf altı yazıları oku, kıkırda.  Kızımın yardımıyla kitapların dizilmesi, kırtasiye malzemelerinin yerleşmesi bitti, gitti.... Akşama silip süpürmek, avizeyi takmak ve keyfini sürmek kaldı. 

Koridorda engelli atlama aşamasını geçtik. Geriye üç beş kozmetik, deterjan ve tekstil kolisi kaldı. Ee onları da açıp yerleştirecek kadar güçlüyüm.







 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on June 27, 2022 01:20

June 22, 2022

Hoş geldin yaz

21 Haziran, en uzun gün. 

Bir vaat gibi, milad gibi bekliyor takvimin ortasında. Gün ışığının tadını çıkaracağımız, ev içlerinden parklara, sahillere taşacağımız sarı sıcak günleri muştuluyor. 

21 Haziran, en uzun gün. 

İçinden iyimserlik taşıyor, yaz konserleri, buluşmalar, kalabalık sofralar, çıkılacak tatiller, gevşek zamanlar... 

Bir zamanlar sevdiğim biri, her 21 Haziran'da kış geliyor, derdi. Henüz denize dahi girmeden gamlı baykuş misali kışın geleceğini haber vermesine kızardım içten içe. Her yaza girerken söyleniveren bir espri gibi çıkıvermişti o yaz ağzından. Ertesi yaz, bir ertesi yaz, yeniden. O günlerde bu sözlerin gerisinde ne yattığını henüz kavrayamamış, dile getirememiştim. Şimdi bunca yıl sonra söyleyebilir miyim, emin değilim. Beni rahatsız edeni tarif edebilirim olsa olsa. Bugünden geriye baktığımda, hayata temkinli bakan yanının hiçbir koşulda elini bırakmamasından, boğazından ellerini çekmemesinden rahatsızlık duyduğumu söyleyebilirim pekala. Nafile telaşlarını bana nasıl bulaştırdığını, aslında mevcut olmayan tehlikelere karşın biteviye çabalarını, beni nasıl yorduğunu, ilişkiyi bitiren kasvetini, boğuculuğunu. Çünkü  iyi ve güvenilir olmak yetmez bazen. Bazen insan ferahlık ister eşyalar, nesneler ve özneler arasında. Fırtınaya karşı yürümek yerine bir yere çökmek ve geçmesini beklemek ister. O fırtınanın içinde sana güçlü ve dimdik durmanı salık edeni değil, seninle beraber yere oturup bekleyeni görmek ister. Duygulardan korkmayanı, her şeyi halletmeye çalışmayanı bulmak ister yanı başında. Ömür denilen yolculukta geride bıraktığımıza, kısalana bakanı değil, yaklaşmakta olanın, içinden geçilenin iyimserliğini, neşesini içinde taşıyanı, çoğaltanı bulmak ister. O yüzden bazı gidişlerin sebebi anlaşılmaz dışarıdan. Bazı gidişler hiç pişmanlık vermez. Bazı gidişler yerine konulanın, varılanın geçici kötülüğüyle kıyaslanamayacak kadar rahatlatıcıdır. Gamlı baykuşlar, bunu bilmez, bilemez. Kendileri gibi bir gamlı baykuşla aynı esprileri yineleyip giderler. Hafıza denilen dipsiz kuyu bazen hatırlatır bu ayrıntıları. Yeni kutlamalara vesile kılmak için. 

Öyleyse hoş geldin yaz... Hoş geldin sarı sıcaklar... Elveda bembeyaz kollar, bacaklar... 





 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on June 22, 2022 03:24

Tuğba Gürbüz's Blog

Tuğba Gürbüz
Tuğba Gürbüz isn't a Goodreads Author (yet), but they do have a blog, so here are some recent posts imported from their feed.
Follow Tuğba Gürbüz's blog with rss.