Tuğba Gürbüz's Blog, page 34
August 29, 2022
Özge Bahar Sunar ile söyleşi*
Özge Bahar Sunar ile söyleşi: “ Çocuklar oynasın diye yapılan oyun parkları bile yetişkin dünyasının bir uzantısı”
Özge Bahar Sunar üretken bir yazar. İlk kez 2017’de yayımlanan “Kirpi ve Sergi” ile okurlarla buluşan Sunar’ın yayımlanan kitap sayısı on üçü buldu. Kitapları Moğolca, Arapça, İngilizce, Çince, İspanyolca, İtalyanca, Katalanca, Korece, Tayvanca, Makedonca gibi farklı dillere çevrildi. “Anneannemin Fotoğrafları” adlı kitabı İngilizce, Çince, Rumence tiyatro oyunu olarak sergilendi. “Yağmur Adam ve En Güzel Dans” adlı kitabı Communication Arts 2019 Mükemmellik Ödülü ve IBBY Engelli çocuklar için öne çıkan kitaplar seçkisi ödüllerini kazandı. Sunar ile çocuk edebiyatına yaklaşımından, hikâyelerinin doğuşuna, yazma alışkanlıklarından resimli kitapların yayına hazırlanma süreci ve farklı dillere çevrilmeye geniş bir yelpazede konuştuk.
Yazmaya nasıl başladığını anlattığın metinde, sözlü anlatıdan yana zengin bir evde büyüdüğünü ve hayali arkadaşların olduğundan bahsediyor; bunların gerçekle hayal dünyası arasında bir köprü inşa etmene yol açtığını söylüyorsun. Sence yazar gerçekle hayal dünyası arasında köprü kuran kişi midir?
Evet bence yazar hayal kurabilen, kurduğu hayali detaylandırabilen, bunu da kelimeler aracılığıyla yaşadığımız dünyaya taşıyabilen kişidir. Hayal kurmak doğuştan gelen bir özelliğimiz olmasına rağmen gücü onu ne sıklıkta kullandığımızla ilgilidir. Anneannemin hayal gücünün çok yüksek olduğunu hatırlıyorum. Hemen her gün bir çocuğun duyunca heyecanlanacağı fantastik bir hikâye anlatırdı. Ben de kendi çapımda ona yetişmeye çalışır, bolca hayal kurar ve hayallerimi özgürce anlatırdım. Şimdi de aynı şeyi yapıyorum yalnız bu sefer hayal üzerinde epeyce çalışarak onu bir hikâyeye dönüştürüyorum.
Metinlerinde hep bir kendilik arayışı sezinliyorum. Bireyin özgürlüğü, özgünlüğü, seçim yapma gücü olduğunu anlatabilmek için ulaşabildiğin en küçük yaş okur grubuna seslenmek ister gibisin.
Evet derinlerde bir yerde bu tür bir çağrı yaptığım söylenebilir. İçinde büyüdüğümüz toplum, eğitim sistemimiz, bize sunulan yaşam alanları tek tip insan temeline dayanıyor. Elbette istisnalar vardır ama herkesin birbirine benzediği, aynı şeylere ihtiyaç duyup aynı şeylerden korktuğu toplulukları yönetmek çok daha kolaydır. Bu yüzden toplumsal uygulamalar hep bu tekdüzeliği destekler. Bunu aşmak için kişinin öncelikle kendi varlığının farkına varması, neleri isteyip neleri istemediğini bilmesi ve buna göre bir yaşam modeli talep etmesi gerektiğini düşünüyorum. Hikayelerimde özellikle bu konuyu vurgulamayı amaçlamasam da dert edindiğim şeyler bir şekilde metinlerime sızıyor.
Picture book dediğimiz resim ve yazının birbirini desteklediği, dengelediği, yazarın çizerin, çizerin yazarın önüne geçmediği bir alanda üretim yapıyorsun. Buradaki işbirliğini, çalışma şeklini merak eden okurlarımız olacaktır. Neler söylemek istersin?
Evet, dediğin gibi yazar ve çizerin birbirinin önüne geçmediği bir alanda emek veriyorum.Resimli kitaplar özelinde yazar, çizer ve editör işbirliğinin çok önemli olduğunu söyleyebilirim. Pek çok yayıneviyle, editörle ve çizerle çalışma şansı yakaladım. Genel olarak bu işbirliği metnin yayınevi tarafından kabulüyle başlıyor. Editörün çalışma şekline bağlı olarak bir yandan metin düzenlemeleri yapılırken diğer yandan hikâyeye uygun çizim arayışına giriliyor. Bu süreçte editörlerin yönlendirmesini değerli buluyorum. Çizerlerin portfolyolarını inceleyip ortak bir kararda buluştuktan sonra çizere teklif götürülüyor. Çizer de metni beğenir şartları kabul ederse çalışmalar hızlanıyor.
Çizim süreçlerinde çizerin sanatını icra etme tercihine saygı duymak gerektiğini düşünüyorum. Bazı çizerler yazarla yoğun iletişimde olmayı önemserken bazıları da bunu istemeyebilir. Her iki türlü de çok güzel sonuçlar aldığımız kitaplar oldu. Çizerin istediği ortam sağlandıktan sonra çizimler son haline geliyor ve basım aşamasına geçiliyor.
Nasıl yazıyorsun? Belli yazma alışkanlıkların var mı?
Yaklaşık beş senedir aktif olarak yazıyorum. Bu sürede pek çok değişik yazma rutini oluşturmaya çalıştım. Sabah çok erken saatlerde kalkıp yazdığım da oldu, gece yarısından sonra yazdığım da. Şu anda bulunduğum noktada şunu söyleyebilirim ki, duruma göre yazma sürecimi güncellemek, esnek olmak benim için en ideal yöntem.
Belli bir yazma rutininde ısrar ettiğim zamanlarda yazarlığımı anneliğimin önüne koymam gereken anlarla karşılaştım. Kısa sürede anladım ki bu tür bir ısrar benim karakterime uygun değil. Çocuklar hastayken ya da bana ihtiyaçları varken bilgisayarımın başına oturmak oldukça anlamsız. Artık bu tür durumlarda yapacaklarımı hızlıcaplanlıyor ve günün başka bir zamanında işimle ilgili alan açmaya çalışıyorum.
Biz bu röportajı yaparken çocuklar yaz tatillerinin son günlerini yaşıyor. Her an ihtiyaçların ve planların değiştiği yaz dönemi için kendime iki günde bir hikâye yazmak gibi bir hedef koymuştum. Bazen zorlayıcı olsa da iki günde bir hikâye yazabildiğimi gördüm. Bu sayede hikâyeyi iyi kötü diye fazlaca elemeden, bulabildiğim ilk zaman aralığında yazıp görevimi yapmanın rahatlığını yaşıyorum. Bu türden denemeler kendi sınırlarımı zorlayabilmek açısından da eğlenceli oluyor.
Yazar olarak nelerden, nerelerden besleniyorsun? Hangi sanat yapıtları ya da eylemler, gözlemler seni yazı masasına çağırıyor?
Fırsat bulduğum her an çocukları ve onlara bakım verenleri gözlemliyorum. Alışverişte, deniz kenarında ya da hava alanında uzaktan neler yaşadıklarını anlamaya çalışıyorum. Şunu fark ettim ki çocuklar oynasın diye yapılan oyun parkları bile yetişkin dünyasının bir uzantısı. Hiçbir şeyi çocuk odaklı yapmıyoruz. Şehrin arta kalan alanlarına göstermelik parklar konduruyor, ulaşım araçlarını yetişkinlerin konforuna göre tasarlıyor, çocukları her anlamda yetişkin yaşamınaayak uydurmaya zorluyoruz. Bunları gözlemlemek, çocukların farkında olmadan yaşamak zorunda kaldığı zorlukları görmek, son günlerde beni yazı masasına en çok çeken şeylerden biri.
Bunun dışında sanatın her dalından beslenmeye çalışıyorum. Orkestra müziğini çok seviyorum ve uzun yıllar her hafta konserlerine katıldım. Ancak pandemiyle beraber bu alışkanlığımız sekteye uğradı. Bir de artık benim için vazgeçilmez olan yürüyüşler var. Gürültü kirliliğinden uzak, doğada kendi başıma yaptığım yürüyüşler sadece yazma isteğimi değil yaşama şevkimi de artırıyor.
Yazmaya gönül veren her kişi günün birinde yalnızca okuyup yazacağı, kendine ait sürelerin uzadığı bir yaşam diliyor kendine. Sen bu alana kavuşmuş bir yazarsın. Evden, mesai kavramı olmaksızın çalışan bir kadın olmak nasıl bir deneyim?
Buradaki kilit sözcüğün “kadın” olduğunu belirtmek gerek. İşimden istifa ettiğimde sadece kendime ve yazmaya ayıracağım kocaman bir vaktimin olduğunu düşünmüştüm. Oysa çocukluğumdan beri toplum tarafından iyi bir eş, iyi bir anne, iyi bir ev kadını olmak için eğitildiğimi unutmuşum. Evde kalmak demenin daha fazla ev işi yapmak, daha sağlıklı yemekler hazırlamak ve çocuklara daha fazla “kaliteli” zaman ayırmak olmadığı düşüncesiyle uzun süre savaştım. İstifa ettiğimde oğlum çok küçüktü ve evde bir anne dururken neden anaokuluna gitmek zorunda olduğunu soruyordu. O zamanlar bu soruya verecek cevap bulmakta zorlandığım için devamlı vicdan azabı çekiyor, çocuğu okula ya geç götürüyor ya da vaktinden çok önce alıyordum. Aynı şey evle ilgili diğer konular için de geçerliydi.
Çevremde evden çalışan bir kadın olmaması ve çocuklar için yazmanın fazlaca kolaya alınması hatta gerçek bir iş olarak görülmemesi de cabası. Çocuklar için hikayeler yazmak basit bir iş olarak görülüyor, haliyle bir kadının onca saatini böyle önemsiz bir işte harcaması tuhaf karşılanıyordu. Bu sürecin en zor yanı önce kendimi sonra çevremi eğitmek oldu. Gerçi eğitimin halen devam ettiğini söyleyebilirim.
Sonuç olarak evden mesai saatleri olmaksızın çalışan bir erkek/baba yazar olsaydım eminim yazmaya çok daha fazla zaman ayırabilirdim. Yine de bazı şeylerin iyiye gidişini görmek mutluluk veriyor.
Çocuklar İçin Felsefe alanında eğitim aldın. Bu yolculuğun çocuklar için yazdığın metinlere katkısı oldu mu?
Evetyaptığım işe fazlaca katkı sağladığını düşündüğüm bir eğitimdi. Zaten felsefeye her zaman ilgim vardı, bu eğitim sayesinde daha da derinleştiğini hissettim.
Çocuklar için hikayeler yazmanın büyük bir sorumluluk olduğunu her zaman söylüyorum. Herhangi bir düşünce kalıbı dayatmadan, çocuğa üstten bakmadan, görünüşte basit ama üstüne düşününce derinleşen bir hikâye yaratmak kolay değil. Çocuğun okuduğu hikâyeyle ister istemez düşüncelere dalmasını, ben olsam ne yapardım diye sorgulamasını dolayısıyla kendini tanımasını çok kıymetli buluyorum. Bu yüzden hikayelerimde felsefi bir kapı aralamaya dikkat ediyorum.
Kitapların farklı dillere çevriliyor. Bu sayede, yazdıkların farklı coğrafyalarda, kültürlerde yeniden hayat buluyor. Yabancı yayıncılarından, okurlardan gelen tepkileri merak ediyorum. Bunları değerlendirme, Türkiye’deki okuma alışkanlıkları, beğenileri ile kıyaslama, yorumlama şansın oldu mu?
Kitaplarımı farklı dillerde görmek beni en çok mutlu eden şeylerden biri. Yabancı yayıncılarla ajanslar aracılığıyla iletişim kuruyorum. Bazen hikâyede ya da çizimde kendi kültürlerine göre değiştirmek istedikleri kısımlar olabiliyor. Bunlar genellikle makul istekler oluyor ve orta noktada uzlaşabiliyoruz. Yabancı okurlarım genellikle ebeveynlerinin sosyal medya hesaplarından bana ulaşıyor. Gelen yorumlara çok seviniyorum, özellikle unutamadığım İspanya’da öğrenme güçlüğü çeken bir çocuk okurumun kitabım hakkında çektiği videoydu. Çok sevinmiş ve duygulanmıştım.
Bir de kitap sitelerindeki yorumlar var. İngilizce yayınlanan kitaplarım hakkında dünyanın pek çok yerinden gelen yorumları okuma şansım oluyor. Yine de bir karşılaştırma yapabilecek kadar istatistik yapmadığımı söylemeliyim.
Çocuk edebiyatından önce bir bilim kurgu romanı taslağı denemen var. Önümüzdeki yıllarda çocuk edebiyatının yanı sıra yetişkinler için de hikâyeler yazma planın var mı?
Şimdilik öyle bir planım yok ancak zaman ne gösterir bilemem. Bilgisayarımda ilk gençlik kuşağına yönelik yarım kalmış bilim kurgu taslaklarım var. Belki onlara hız kazandırabilirim.* Bu söyleşi ilk kez 25/08/2022 tarihinde Parşömen Sanal Fanzin'de yayımlanmıştır.
August 26, 2022
Nazlanma hakkı üzerine
Çalışmadığım halde günüm çok verimsizdi. Deniz'in uyanmasını beklemekle geçti sabah. Öğlene doğru uyandı, kahvaltı yaptı. Ben de temizliğe giriştim. Salonda duran iki sandığı çekince Sani'nin altına sakladığı hazineleri de buldum. Kabuklu fındık taneleri (üç dört tane kadar), jelatine sarılı anasonlu şeker (mavi parlak ve yuvarlak hem de ağızda taşıması kolay), azı dişi şeklinde yeşil bir silgi (kullanılmaktan bacakları kısalmış), tavus kuşu tüyleri parçaları (sandığın arkasında vazo içinde duran tüylerle oynamayı, onları perişan etmeyi seviyor) ve nadide parça ölü bir çekirge. (bunu Deniz'e söyleme konusunda tereddütlüydüm ama sonunda ağzımdaki baklayı sakladım.)
Çekirgeyi söylediğimde Deniz'in iğreneceğini düşünmüştüm. Oysa o hüzünle karışık bir kabullenmeyle "Sana bizi sevmiyor demiştim," dedi. Açıklayayım. Deniz'in Sani ile ilgili bazı şüpheleri var. Netflix'te yayımlanan Kediler Hakkında Her Şey adlı belgeselde Carl adlı kediye yapılan sosyal deneylerin (ismine karşılık verme, mama-oyuncak-sahip üçlüsünden sahibi seçmek vb.) hepsinden Sani sınıfta kaldı. Deniz hükmünü verdi. Sani, Carl gibi sahibini sevmiyor. Çekirgeyi de yatağımıza taşımak yerine sandık altına gizlediğine göre, Deniz haklı olabilir. Sarı oğlan ya bizi sevmiyor ya da biraz obur. İyimserliği elden bırakmamaktan yanayım. Çocukluğuna ve oburluğuna veriyorum.
Soğuk bir şeyler içme isteğim, Sani'nin oburluğunu doğruladı işte. Buzdolabının kapağını kapadığım anda arkamda bitiverdi tüy yumağı, elimdeki içecek kutusuna meyletti. Şeker senin için iyi değil, dedim, süte razı ettim. Az sonra bıyıklarını yalaya yalaya gelir, klavyenin üzerine kurulur, şansım varsa, sırtını dayar ekranın arkasına. Her ne yaparsa kabul ne de olsa bugün ameliyattan çıktı. Biraz naz hakkıdır.
August 22, 2022
Ortaya karışık
Ortaya karışık bir yazı olacak bu. Başlığından belli. Dağınık, bölük pörçük, ilgisiz, zihnin kendisi gibi. Bu dağınıklığı birbirine bağlamak için uğraş vermeyeceğim. Zihnimin kurgucu yanını göreve çağırmayacağım. Saçacağım ortalığa boncuk taneleri gibi yuvarlanacaklar, zemine yayılacaklar, kimi gizli köşelerde yitip gidecek.
Ayın 22'si. Sıcaktan ve yazdan artık bıktığım, sonbaharın gelmesini özlediğim günler yakın. Bu yaz hızlı geçiyor, ne olduğunu anlamadan yitip gidiyor. Ne doğru dürüst dilenebildim ne de tatil yapabildim gibi geliyor. Yapılacaklar listesi çok yavaş kısalırken hayat üzerine yenilerini boca ediyor. Bir şeyleri bitirmek için hep geniş zamanların doğmasını bekliyorum galiba. O geniş zamanlar her an elimin altında değil. Yaz geceleri uzun, öyle çokça dışarı çıktığımdan değil; oturduğum için, bir şeyler yazdığım için (malum kitap yazma ayı) geç yatıyorum. Yaz günleri alarm kurmayı sevmediğimden kendiliğimden uyanınca measi öncesi resmi işleri halledebilmek için zaman kalmıyor. Bir boş gün belirmesini bekliyorum.
Çoğu zaman zihnim şikayetname yazan bir yapay zeka gibi çalışıyor. Birbiri üzerine yığılıyor küçük, önemsiz şeyler. Çocuklar söylenenleri değil, davranışları taklit edermiş. Küçük bir pesimist geliyor arkamdan. İmdat! Acilen bir şeyleri değiştirmeli. Öyle sözde değil, özde. Şükretmenin, iyi şeyleri listelemenin gücünden fayda umabilirim belki.
Bu birinci bölüm. (Hayat kısa. Yaşadığımız anların ayrıntıları siliniyor. Duyguların izi kalıyor. Duyguları da günün çoğunluğunda neye baktığımız belirliyor. Öyleyse gün içinde iyi güzel anları belirleme, kendine hatırlatma, minnet ve şükran duyma anları tanımalı kişi kendine. Al bakalım hiç hesapta yokken, kıssadan hisse)
*
Dün Deniz'le Netflix'te yayımlanan "Kedilerin Aklından Neler Geçiyor" adlı belgeseli izlemeye koyulmuştuk ki, arkadaşları seslendi. Tam bir kedi psikoloğu söz alacaktı. Biz kedilerin sevimlilikleri karşısında ayy çok tatlı diyecek, Sani'nin iç dünyasını biraz daha yakından tanıyacaktık. Belgesel cepte. Bir ara izleyeceğiz. Çocukların dışarı çıkmadığı, "Anne sıkıldım" anlarından birinde. Potansiyel ben sıkılacağım anlarından biriyle karşı karşıya olduğum için, bu ay yazmak çoğunlukla iç dökmek olduğu için, yazmamakla fazlaca bir şey kaybetmeyeceğim için hazır fırsat varken bir şeyler izle dedim, kendime. Bir önceki gece Zeytin Ağacı'nın 8 bölümünü peş peşe izlememişim gibi.
Aradım, taradım, Haldun Dormen'in tiyatrocu geçmişini anlatan "Yaparsın Şekerim"de karar kıldım. Uzunca bir belgesel. Hepsini izleyemedim. Bununla beraber izlediğim kadarı bile Haldun Dormen'in tiyatro tutkusunu, yetkinliğini, Türk Tiyatrosu'na getirdiği yenilikleri, eşitlikçi yaklaşımını görebildim. Bir devre tanıklık etmek, işini tutkuyla, layığıyla, en iyisi için çabalayarak yapmanın ne olduğunu görmek için izleyin. İzleyeceğiniz dostluk, rakiplerine sahne açma cömertliği, gençlerin yolunu açmak (hem de ne açmak) karşısında neydik ne olduk diye hayıflanmamak mümkün değil.
Bu ikinci bölüm. (Yazdığım parçaları birbirine bağlama gibi bir niyetim yoktu ama bir dizi, iki de belgesel tavsiye etmişim. Yukarı çık şimdi. Aç parantez. Zihni çöpe çevirmemek için, şükretmenin gücünden, hayatındaki iyilikleri listelemenin, görmenin lütfundan dem vur)
*
Sıra geldi varan üç'ü yazmaya. Bak yine aklımda tek düşünce kırıntısı dahi yok ama yazı bir kez şekillenmeye başladı mı, bir tavsiye daha vermeye gidiyor kendiliğinden. Bu defa müzikle ilgili olsun diyor komutayı ele alan zihin Ne de olsa kurmacabiyografiler bir edebiyat bloğu, yazmakla, kitaplarla ilgili. Müziğin anıları çağıran bir yanı olduğunu iyi biliyoruz, insanı neşelendiren, hüzünlendiren yanını. O halde sizde anısı olan bir şarkıyı açın, mümkünse eskilerden olsun, ilk gençlik yıllarından, dinleyin, kendinizi şarkının içine bırakın. İçinizden geliyorsa eşlik edin şarkıya, söyleyin, dans edin. Şarkının, anıların sizi kucaklamasına izin verin, anıları, duyguları çağırmasına ve hemen akabinde geçin boş sayfanın karşısına. Saatinizi altı, on ya da on beş dakikaya kurun. Düşünmeden, çala kalem yazın. Daldan dala atlayın. Hiç ara vermeyin. Duraksamayın. Kelimeleri birbiri ardına dizin. Dökün eteğinizdeki taşları. Bazı yazılar sadece ağırlıkları atmak için yazılır.
Bu da üçüncü bölüm (Bir yazı alıştırması. Yazmak istediğiniz, nereden başlayacağınızı bilemediğiniz, aman yazacağım da ne olacak dediğiniz zamanlarda kerelerce kullanabilirsiniz)
Madem akıl verdim. Ben seçmeliyim eskilerden bir şarkı, anısı olan bir şarkı. Sizde bir anı uyandırıyorsa, benzer yollardan, şarkıların içinden geçmişsek eğer bir selam vermeyi unutmayın. (İçinizden geliyorsa elbette)
August 19, 2022
Yineleme, yazılama ve inançlar
Bugün ayın 19'u. Kitap yazma ayının on dokuzuncu günü. Ayrıca bey kişisinin de doğum günü. (Konumuz o değil, yazmak) Şu sıra her gün yazma işi epeyce sallantıda. (Yaz sıcağında her gün 1667 kelime niye yazmak ister ki insan) Buna karşın 20 bin kelimeyi aştığımı biliyorum. Kesin sayı için günlerdir elimi süremediğim bilgisayarımı açmam gerek. Yoğunluğa, gidiş gelişlere karşın bu kadarını yazabilmem bile büyük başarı ve takdire şayan. Aferin bana! (Takdiri dışarıda aramamalı insan)
Çoğunlukla düşüncelerimi yazarken buluyorum kendimi. Yineleyen düşüncelere bakmak içimi sıkıyor ne yalan söyleyeyim. Geviş getirdiğimi fark ediyorum. Aynı ikilemler, aynı yapılacaklar listesi, aynı hisler, aynı düşünceler... Monotonluğun ta kendisi! (Buradan yaratıcı bir eylem çıkmaz a dostlar, bakış açısını değiştirmeli kişi ilkin) Yaka silkiyorum aynılıktan. Bu ay en keyifle yazdığım şey, kitap kapaklarına bakarak ne gördüğümü yazmak oldu. (Bir gün, peş peşe iki kapak yazdım sadece) Bu sayede birbirini tekrar eden, geviş getirmek diye tabir ettiğim düşüncelerden sıyrıldım. İçeri hiç duygu, düşünce taşımadan ne gördüğümü yazdım, yazabildim, adeta kelimelerle resmettim. Yazmak da gördüğün, göstermek istediğin manzarayı kelimelerle resmetme çabası değil mi zaten? (Bu bir soru değil bence, tespit, iyi biliyorsun)
*
İki paragrafın ardından verilen zorunlu es sebebiyle yazının nereye gitmekte olduğunu, istediğini hatırlamakta zorlanıyorum şimdi. Hep öyledir zaten, masaya otuz dakika önce bir saat sonra oturmak fark yaratır. Asla aynı şeyi yazamaz insan. İspatı mümkün değil ama öyle işte, biliyorum, biliyoruz. Sır değil, şaşırtıcı hiç değil. Yazmak, zihinsel bir eylem ve zihnin içi gökyüzü gibi. Duygular, düşünceler bulutlar gibi gelir, geçer, kararır, açılır. Ve her defasında hem aynı hem farklı bir göğe bakar insan.
Arkada Pinhani çalıyor. Beni Sen İnandır. Severim bu şarkıyı, pek sık dinlemesem de severim. En çok "Küçükken çok inanmıştım/Eğer çok istersen/Her şey mümkün /İnanmak zor değil"
Neyin mümkün olduğunu hatırlamak istiyorsunuz bu şarkıyı dinlerken? Ya da küçükken inandığınız şeylerden hangilerini bıraktınız? Oyuna davet. İcap etmek isterseniz yorumlarda buluşuruz.
August 16, 2022
Köy Mezarlığı
Eskiden mezarlıklardan çok korkardım. Bana telafi edilemez, yerine konamaz bir acıyı, donma halini hatırlatırdı her an. Küçücük bedenimle ne yapacağımı bilemediğimden inkar etmeyi, yok saymayı tercih ederdim. Babamı kaybedene kadar Ordu'ya gelemem de ondan belki kim bilir. Şimdi amcamın mezarının kenarına oturmuş bu satırları yazıyorum. En güzel yerlere saklamışız oysa onları. Babam, Alper, amcam, babaannem, dedem, Pembe babaanne yan yana, servilerin altında. Kuş seslerine, top oynayan çocuk sesleri karışıyor. Komşu evlerden birbirine sesleniyor kadınlar. Kavrulmuş soğan, sarımsak kokusu yükseliyor mutfaklardan. Hayat devam ediyor. Ziyaret edildiği sürece unutulmazmış ölüler. Ne şanslılar ki, hep bir Alaybeyoğlu geliyor geriden. Toprağına ve köyüne bağlı. Babamın üzerini otlar sarmış. Boğar gibi sarmaşıklar kuşatmış. Çıplak ellerimle yoldum her birini. Araya bir de ısırgan girmiş galiba. Avcumdaki yangı çok da mühim değil. Ebeveynle çatışmak da büyümenin bir parçası neticede.
August 1, 2022
Yazı maratonu başlıyor
Bugün 1 Ağustos. Sanal Yazıevi takipçileri için bir kez daha kitap yazma ayı başlıyor. Kendimi Sanal Yazıevi'nden mezun edeli epey oluyor ama bu kitap yazma ayına katılmama engel değil. 31 günlük bir maraton. Gizem ile üçüncü yılımız yazı müttefikliğinde. 2020 ve 2021 yazında aylık 50 bin kelime hedefini tamamladık, birbirimizi yazmak için dürttük, heyecanımızı paylaştık, tamamlanan kelimelerle sevindik. Yaz tatili, yol hali demeden her gün ısrarla o sayfanın başına geçtik. Kah alıştırma yaptık kah içimizi döktük. Bu yıl da müttefikliğimiz devam ediyor.
Bu yıl biraz isteksiz gibiyim. Sebebini söyleyeceğim. Geçen yıl deftere yazmıştım. Deftere yazmanın bazı avantajları var. Bilgisayar, elektrik gereksinimi yok. Yazdığın kelimeleri kaydedememek, yanlışlıkla silmek yok. Her nereye gidersen atıyorsun çantana, çıkarıyorsun her boşlukta, yazıyorsun. Bununla beraber yazdıkların çoğunlukla iç dökme yazıları gibi kalıyor. Giderek hızlanan, bozulan el yazını sökmek, onun içinden işe yarar bir şey seçmek güçleşiyor. Bana hissettirdiği bu en azından. Hal böyleyken 50 bin kelime yazdım da ne oldu düşüncesi giderek güçleniyor. İsteksizliğim bundan. Öte yandan biliyorum ki, yazın en sıcak, en kurak zamanı, okumanın mevsimi daha çok, yazmanın daha az. Çünkü sıcaklar insanı dışarıya çağırıyor parklara, deniz kenarlarına, tatil beldelerine... Dolayısıyla bu kendi haline bıraksan verimsiz geçecek bir zaman dilimini bir çeşit meydan okumaya çevirmek, sonbahara hazırlık oluyor. Belki doğrudan kitaplaşacak satırlar çıkmıyor bu ay ama bir tür bahçeyi hazırlama işlevi görüyor. Seni yazının içinde tutuyor. Canını sıkan, kafanı meşgul eden meselelerin bir bir içinden sökülmesine olanak sağlıyor. Tam da bu yüzden istekliyim. Her gün 1667 kelime yazmak önemli değil, elimden geldiğince yazayım, işime yarayacak şekilde yazayım desem, verimim düşecek biliyorum. Hem yüz üstü bırakmak istemediğim bir müttefikim var. Kendime olduğu kadar ona da verilmiş sözüm var. O halde zihnime üşüşen kelimelerin ne işe yarayacağını düşünmeden çıkarmalıyım içimden. Yazma işini en çok bahçeciliğe, yazarı bahçıvana benzetiyorum galiba, yazarken metaforlar hep oradan geliyor. Örneğin iki cümle önce şu geçti aklımdan. Tohum toprağa düşerken acaba çatlayacak mıyım, köklenecek miyim diye düşünmez. Toprakla buluşan her tohum da filiz vermez ama hepsinin dökülmesi gerekir toprağa, ürün alabilmek için.
Biliyorum bu yıl da kendimi tekrar edeceğim yer yer. Belki bunları fark edip yeni bir bakış açısıyla bakmayı deneyeceğim. Bol bol altı dakika yazıları yazacağım muhtemelen. Listeler yapacağım. Metaforlar, benzetmeler arayacağım. Suyun başını bunca tuttuktan sonraysa ihtimal ki yeni öyküler yazacağım. Bekleyişimi kolaylaştıracak kim bilir. Belki ay bitiminde güzel bir haber alacağım. Belki kitap yazma ayı uğuru devam edecek. Bir kitap belirecek ağır usul, önümüzdeki yıl için.
Yola çıkmadan yolun ne getireceğini kim bilebilir.
July 30, 2022
İki Kıyı
İki Kıyı, Fatma Nuran Avcı'nın ikinci öykü kitabı.
Fatma Nuran Avcı, öyküseverlerin, dergi okurlarının yakından tanıdığı bir isim. Adını Yaşar Kemal Öykü Yarışması'nda birincilik alan Son Cevizlik (Notabene Yayınları 2018) adlı öyküden alan ilk kitabının ardından bu kez bağımsız kitap yayımlatmayı seçmiş. KDY (Kitapyurdu Doğrudan Yayıncılık) yazarlara doğrudan kitap yayımlatma imkânı sağlayan bir sistem. Kitaplar doğrudan kitapyurdu sitesinden satılıyor ve talebe göre basılıyor. Bu sayede depolama, baskı maliyetleri düşüyor, yazar kitabına, okur da daha uygun fiyattan kitabına kavuşuyor. Avcı'nın literaedebiyatta yayımlanan söyleşisinde dediği gibi: "Yazmanın, üretmenin önüne geçmemeli hiçbir şey."
Kitap iki bölümden oluşuyor. Çantalar ve Taşınmazlar
Çantalar bölümünde yer alan beş öykü birbirine bağlı, birbirini tamamlayan öyküler. Her öykü, öykü kişisinin adını başlık olarak taşıyor ve o kahramanın ağzından öykü anlatılıyor. Öyküleri birbiri ardına okudukça bilgimiz, bilincimiz genişliyor, elbette öykü kişilerinin gösterdiği ölçüde. Her bir öyküde taşınan çanta, hayat karşısında taşıdığımız yüklerin metaforu bir nevi. Ne de olsa hiçbirimiz alabildiğine hafif, geçmişten, ailemizden, çevremizden azade değiliz. Onlarla biçimleniyor, onlardan miras aldıklarımızı sırtımıza yük ediyoruz. Görünmez çantaların ağırlığının altında eziliyoruz, kendi kıyımızda çırpınıp duruyoruz. İşte Avcı, tam da bu çırpınış anlarından sesleniyor okura. Kahramanların kimi bıçkın, kimi yorgun, kimi yaralı, kimi çaresiz.
Taşınmazlar bölümünde ise daha çok mekân içlerinden sesleniyor okurlara. Daha çok kadınların ve çocukların dünyasına bakıyoruz. Fiziksel ve duygusal şiddetin ardından onlardan geriye ne kaldıysa artık ona... Erkin ezdiği, kamusal alandan ev içlerine itilmiş, sıkıştırılmış kadınlar ve çocuklar çoğunlukta. Ancak oradan çıkıp babasının (otoritenin, iktidarın) karşısına çıkıp hesap soranlar da var. Öykülerde ekseriyetle bilinçakışı kullanılmış. Alabildiğine doğal. Fatma Nuran Avcı'nın kendinden büyük kuşaklara dair gözlem yeteneği, onların dünyasını aktarma becerisi yüksek. Hızlı bilinç akışı içinde kaybolmasına izin verilmemesi gereken, anlatıyı parlatan yerel deyişler var, kadına ait bir dil. Kaçırmamak için biraz ağırdan almalı. Farklı biçimsel arayışlar da mevcut. Tomris Uyar'ın karşılıksız diyalog adını verdiği türe dair iki başarılı öykü var örneğin. Emek verilmiş, özenilmiş bir öykü kitabı İki Kıyı. Kadri kıymeti bilinsin, okurunu bulsun, dilerim.
July 29, 2022
Pelin ve Küçük Dostu Karamel üzerine söyleşi*
Meryem Ermeydan ile Parşömen Sanal Fanzin'de yayımlanan söyleşi:
“Yazar olarak bir niyetimiz de çocuklara iyi edebiyattan haz alma tohumları ekmek”
İki öykü kitabının ardından ilk çocuk kitabın Pelin ve Küçük Dostu Karamel geçen yıl çıktı. Yine bir öykü dosyası. Bu kez çocuklar için. Kitapta ilk dikkatimi çeken unsur, dilin kullanımı oldu. Kitabın sıkmayan, okuru tökezletmeyen yalın, akıcı, sade bir dili var. Bunun senin öykücülüğünle bir ilgisi var mı?
Bunun benim yazarlık tutumumla ilgisi var daha çok. Yalın, akıcı, sade bir dil kullanmak, okurun metinle akıp gitmesini sağlamak benim için olmazsa olmaz, en başat unsur. Dolayısıyla çocuklar için yazarken de bunu gözettim. Çünkü çocuk ve gençlik edebiyatı yazarı olarak bir niyetimiz de çocuklara okuma, yazma, iyi edebiyattan haz alma tohumları ekmek. Onları okudukları metinden koparan,tökezleten, akışı bozanbir dille bunu sağlamak mümkün değil. Yalın ve sade bir dil derken okuru hafife alan, yaşı ve deneyimi az olduğu için anlamayacağını varsayan, basit, düzayak bir anlatı dilinden bahsetmiyorum elbette.
Öykü yazarısın. Kısa yazıyorsun, öz yazıyorsun. Seçtiğin kelimelerle adeta nokta atışı yapıyorsun. Buna rağmen ilk çocuk kitabı olarak picturebook yerine daha uzun bir metinle okur karşısına çıktın. Bu bilinçli bir seçim miydi? Kendiliğinden mi gelişti?
Doğru, hep öykü yazıyorum ve kısa yazıyorum. Hemen her defasında yepyeni dünyalar kuruyor, farklı kahramanların hayatlarından kesitlere bakıyorum. Bir yandan da daha uzun hikâyeler yazmak istiyorum, çocuk ve ilk gençlik romanlarına dair kimi fikirleri kafamda gezdiriyorum. Buna karşın uzunyazmaktan imtina eden, yaşam koşullarımı daha uzun yazmanın önünde engel olarak gören bir yanım var. Bir kez Pelin ve ailesi ortaya çıkınca, onları farklı zamanlarda, farklı uyaranlar karşısında hayal etmeye başladım. Herhangi bir beklentiye girmeden motif çıkarır gibi Pelin ve ailesinin hayatından üç, dört aylık bir kesite ve oradan seçilmiş anlara baktım. Bu parçalı yapıyı birbirine teyellemek sonraki aşamaydı. Bu amaçla kahramanların arzularını, hayallerini, ulaşmak istediklerini gözeterek öykülerin yerini değiştirdim, öyküler arasında bir bağ kurdum ve final hazzı yaratmaya çalıştım. Bu çalışma, uzun yazmaktan korkan ve onu erteleyen yanıma da iyi geldi doğrusu.
Kitabın çıkış noktası neydi? Sana tüm bu hikâyeleri yazdıran, asıl tetikleyiciden bahsedebilir misin?
Kitabın son öyküsü, bu dosya için yazdığım ilk öyküydü. Orada asıl niyetim, gerçekte olanla bireyin algıladığı arasındaki farkı, olaylar ve durumlar karşısında bizde uyanan kimi düşüncelerin, varsayımların, söylediklerimizin, söylemediklerimizin yol açabileceği karmaşayı ve iletişim kazalarını bir hikâye aracılığıyla göstermekti. Kar küresi ve uçan halı metaforlarınınanlamı güçlendireceği inancı ve Pelin’in yaşadığı deneyimin, bulduğu çözümün çocuk okurda da duygusal bir etki yaratması, dönüştürücü bir sonuç uyandırması umuduyla yazdım.
Çocuk edebiyatında özellikle ilköğretime yönelik kitaplarda yazarlar genellikle “ben” anlatıcıyı tercih ediyor. Senin bu dili seçmemen hikâyeleri daha etkileyici kılmış. Bu konuda neler söylemek istersin?
Hikâyeleri ilk kez yazdığımda “ben” anlatıcıyı tercih etmiştim. Ancak yazım aşamasını bitirip üzerinde çalışmaya başladığımda bu seçime ait kimi sorunlarla karşılaştım. Pelin hem iç dünyasını hem de olayların akışını aktaran kişi olduğunda, anlatının tutuklaştığını, kahramanın biteviye konuşan, dırdırcı bir karaktere büründüğünü fark ettim. Üçüncü tekil anlatıcıya geçmek, kahramanın iç dünyasından çıkarak onu dışarıdan izlemek, duygularıyla, düşünceleriyle, eylemleriyle araya mesafe koyarak yeniden yazmak anlatıyı rahatlattı ve hikâyeleri biçimlendirmek kolaylaştı.
Pelin ve Küçük Dostu Karameldeyimlerden ve atasözlerinden yana zengin bir kitap. Bunu pek çok açıdan kıymetli buluyorum. Çünkü dilin canlılığını, kültürel mirası aktarırken, etkili bir iletişime olanak sağlıyor. Bunun yanı sıra hedef kitlesi olan okurun müfredatında yer alan bir bilginin de pekişmesini sağlıyor.
Çocuklarla çalışan bir eğitimci olarak bunları senden duymak mutluluk verici. Yazarken özellikle deyimlerden ve atasözlerinden yana zengin bir dil kullanmak amacıyla yola çıkmadım açıkçası. Yazar olarak amacımız bir hikâye aktarmak ve bu hikâyeyi ileteceğimiz okurun ilgisini, dikkatini metinde toplamak neticede. Bunun için elimizde yalnızca kelimeler var. Dili olabildiğince canlı ve leziz tutmak için deyimleri, atasözleri, sahici diyalogları, betimlemeleri, benzetmeleri, metaforları kullanıyoruz. Bunu okuduğumuz kitaplardan, bizi besleyen yazarlardan öğrendik, farkına bile varmadan. Bir yazar adayının, genç yazarın yazın dilini öğrenmesi, çocukların ana dilini öğrenmesinden farksız bu anlamda. Nasıl kendimizi yalnızca teorik kitaplarla beslemiyor, üzerimize kuramsal bilgiyi boca etmiyorsak çocuklara da öyle yaklaşmalıyız kanımca. Dili, dildeki zenginliği listelerle, sözlüklerle, müfredatın bir parçası olarak öğretmek yerine hikâyeleri kullanmak, onların farkına varmadan bu kalıpları içselleştirmesine ve dile geçirmesine de olanak sağlayacaktır.
Kitabın geneline baktığımızda büyük olaylar, çatışmalar yok. Kalp ritmini yormayan bir kitap. Sakin sakin okuyoruz, gözlemliyoruz, gündelik hayatın içinde olması muhtemel olaylara bakıyoruz. Hatta biz de tanık olmuşuz gibi yaşıyoruz. Sen ne düşünüyorsun? Çocuk kitaplarında büyük olaylar, şaşırtmacalar şart mı?
Okurumuz olan çocuklar, televizyon, akıllı telefonlar, tablet, internet içine doğdu. İzledikleri animasyonlar, çizgi filmler, oynadıkları oyunlar, hepsi özünde bir hikâye sunuyor ve beğenilerini biçimlendiriyor. Ekrandan zahmetsizce tüm duyularına hitap eden hikâyeleri takip etmek varken kitap okumanın daha çok emek gerektirdiği ortada. Bu emeği gösteren çocuğu küçümsemeyelim yeter. Çocukların da mizah, macera, sıkı dostluklar içermesi, yetişkinleri ya da zalimleri alt etmesi, az çok mutlu sonla bitmesi gibi birtakım beklentileri var. Ancak ne büyük olay ne de şaşırtmaca… En önemlisi kurulan dünyanın samimiyetine, sahiciliğine inandırmak, “meğerse, aslında, bir de baktım düşmüş” gibi kolaycılıklara kaçmamak.
Kitapta diş hekimliğiyle ilgili de bir öykü var. Ağız ve diş sağlığıyla ilgili kurgu ya da kurgu dışı yazmaya devam edecek misin? Bu doğrultuda planların var mı?
Sırf diş hekimi olduğum için kurmacanın içine ağız diş sağlığı eğitimini, doğruyu yanlışı sokmayı ya da kurgu dışı bir metinle bunu aktarmayı düşünmedim açıkçası ancak toplumda çok yaygın olan diş hekimi korkusuna değinmeden de edemedim. Bunun için Pelin’i annesiyle diş kliniğine gitmekten çekinen, randevu annesi için alınsa da sıranın kendisine gelmesinden korkan, kaçmaya yeltenen haliyle gösterdim. Bu vesileylekorku ve cesaret kavramlarına bakmak istedim. Bilirsiniz insanlar en çok bilmediği şeylerden korkar. Öyküye serpiştirilen ayrıntılar,diş hekimi ziyareti öncesi çocuğu, bu deneyime hazırlayıp rahatlatırken bir yetişkinin kolaylaştırıcılığında “Cesaret nedir? Cesur olmamak hiçbir şeyden korkmamak mıdır? Peki Pelin cesur mudur?” gibi sorulara yanıt arayacakları sohbet alanları oluşturmak da pekâlâ mümkün.
Pelin hayal dünyası zengin bir çocuk. Dışarı çıkmak ya da oynamak için annesini beklerken can sıkıntısını gidermek için kendi çözümlerini de buluyor.
Haklısın.Günümüz çocukları bizim çocukluğumuza göre büyük bir bolluk içerisinde. Oyuncaklar, yaratıcılıklarını ortaya çıkartabilecek türlü sanat malzemeleri, eğlence vaat eden ekranlar… Buna karşın çok daha fazla “can sıkıntısı” çekiyorlar. Biz yetişkinler de oradan kendi çabalarıyla çıkmalarına fırsat tanımıyoruz çoğu zaman. Onların can sıkıntısına çözülmesi gereken bir problemmiş gibi yaklaşıyor, derhal öneriler sunuyoruz. Sessizlik,hiçbir şey yapmamak korkulacak, çekinilecek bir şey değil oysa. Tam tersi çocuk ya da yetişkin hepimizin sessizliğe, yavaşlamaya, kendimizi duymaya, hayal kurmaya, düşünmeye ihtiyacımız var. Bu sayede aslında ne istediğimizi bulabilir, yaratıcılığımızı geliştirebilir, içinden çıkmak istediğimiz durumlara dair çözüm yolları keşfedebiliriz. “Söz gümüşse sükût altındır,” diyenler yanılmıyordu.
Kitabı bitirdiğimde devamı gelecek gibi hissettim. Devamı var mı?
Öykücülükten gelen bir alışkanlıkla finali çok net dillendirmeyip sezdirmekle yetindim galiba. Bu da okurda sonrasına dair merak uyandırdı. Bu merak bana da bulaşmış olacak ki Pelin ve ailesini yeni hayatları içerisinde düşlemeye ve kaleme almaya devam ettim. Yeni öyküleri yazarken ilk kitapta Pelin’i hep ev, araba, diş kliniği gibi dar mekânlarda var ettiğimi fark ettim. Pandemi ve bize koyduğu sınırların etkisi olsa gerek. Yeni dosyada Pelin’i daha çok dışarıda ve akranlarıyla göreceğimizi söyleyebilirim. Böylece klasik tezgâhta ne var sorusuna da yanıt vermiş oldum.
* Bu söyleşi 28/07/2022 tarihinde Parşömen Sanal Fanzin'de yayımlanmıştır.
July 28, 2022
Erkan Acar ile söyleşi
Dentalhaber'de Erkan Acar ile diş hekimliği ve öykü yazarlığım üzerine yaptığımız söyleşi
"Üretkenliği belli koşullara bağlamıyorum"
Marmara Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi (İngilizce) 2000 mezunusunuz. Bu fakülteyi tercih etmenizin özel bir sebebi var mı?
Lise sıralarında meslek seçimi yaparken çok bilinçli bir tutum sergilemek kolay değil. Anadolu Lisesi’nde okuyordum, sayısalcıydım. Mühendislik ve ileri matematik bana göre değildi.Sağlık sektörünü kendime daha yakın buluyordum. İstanbul, İzmir ya da Ankara dışında bir şehirde okumak istemiyordum. Bu üç şehirdeki Tıp Fakülteleriyle Eczacılık Fakülteleri arasında geniş sayılabilecek bir aralık vardı.Araya Diş Hekimliği Fakülteleri’ni sıralamaya karar verdim. Marmara Üniversitesi İngilizce eğitim verdiği için diş hekimliği tercihlerim arasında ilk sırada yer alıyordu. Oraya yerleştim ve okumaya başladım. Neticede her seçim, başka bir hayatın ihtimalini ortadan kaldırıyor. Ve bizi edebiyatın, sinemanın çok sevdiği kader mi tesadüf mü meselesine getiriyor.
Çocukluğunuzda sizi muayene eden ilk dişhekimini hatırlıyor musunuz? İlk nerede dişhekimine gittiniz? O zamanların zihninizde bıraktığı izleri bugünün muayenehane ve dişhekimleri ile karşılaştırabiliyor musunuz?
İlk kez Çanakkale’de dokuz, on yaşlarındayken diş hekimine gittim. Ümit Bey, tedavilerim sırasında bana karşı sakin ve sabırlıydı. O günlerde diş hekimleri hastalarına kesin bir randevu saati vermiyordu. Bekleme odasından hastalar sırayla çağrılıyordu. Öğle saatlerinde gidip cesaretimi toplayamadığım için sıramı başkalarına verdiğim kalmış en çok aklımda, bir de çürüktemizlenirken çıkan koku ve ağızda bıraktığı nahoş tat. Uzun ve sıkıntılı işlemler görmem gerekmedi. Bununla beraber bir kez diş hekimi koltuğuna oturmak ve dolgu yaptırmak zorunda kalmak ağız bakımıma gösterdiğim ihtimamı arttırdı.
Öykü yazmaya ilk ne zaman başladınız?
Öykü türüyle 2006 yılında katıldığım bir yaratıcı yazarlık atölyesinde tanıştım. Öykü türü kısa sürede okunup irdelenmeye olanak sağladığı için bu tür atölyelerde sıklıkla ders materyali olarak ele alınıyor. İlk yazdıklarım, elbette öykü olmaktan uzak, bir fikri, olayı, düşünceyi anlatan, aktaran, olay örgüsü de ihtiva ettiği için öyküymüş sandığım metinlerdi. Öykünün kıvrak dilini, yoğunluğunu kavramak zaman alıyor. Her beceri gibi bol tekrarla ediniliyorve türün iyi örneklerini okudukça ve yazdıkça gelişiyor. O yüzden ilk örneklerle yayımlanmak arasında hayli zaman var.
Kitaplarınızı kaleme alış hikayelerini sırasıyla anlatır mısınız?
Yazının acemilerinin hikâyeleri pek çok ortaklık taşır. Hemen hepsi iyi bir okurdur en başta. Okudukları gibi metinlerin yazarları olmak hevesiyle çıkmışlardır bu yola. Kimsenin bundan haberi olmadığı gibi, bir ürün çıkarmaları da beklenmez. Yazmak denilen hevesin marifetidir tüm bu çaba. Dolayısıyla kitap yazacağım fikrinden çok yazmak, biriktirmek, yazdıkça daha iyisini kotardığını görmek ve dergilere, yarışmalara yollamakla başlıyor süreç. Ürünlerinizin yayımlanması kendiliğinden bir sonraki aşamaya taşıyor. Eldeki işe yarar metinler birleşiyor, aralarında bir tür duygudaşlık olanlar seçiliyor ve diziliyor.
Eserlerinizin almış olduğunuz ödüller var mı?
Kitaplarım yayımlanmadan önce farklı öykü yarışmalarına katıldım ve öykü seçkilerinde yer aldım. Bunlardan birisi de Ankara Diş Hekimleri Odası’nın 2014 yılında düzenlediği 1. Öykü Ödülü Yarışmasıydı. “Ütopya: Benim De Bir Hayalim Var” teması üzerine yazdığım öykünün Ayla Kutlu, Özcan Karabulut, Aysu Erden tarafından okunması, seçkiye alınması heyecan verici olduğu kadar yazmaya devam etmem konusunda da teşvik ediciydi. Ödüllerin yazara sağladığı en büyük motivasyon da bu olsa gerek.
Muayene ve tedavi ettiğiniz bir çocuğun veya yetişkinin öykü kurgusuna katkı sağladığı oldu mu?
Meslek gereği elbette ilginç hayat hikâyeleriyle karşılıyorum. Bununla beraber bir olayı ya da kahramanı sırf ilginç bulduğum için yazmak hem etik değil hem de benim öykü anlayışımdan uzak. Bana göre öykü “geçerken gördüğüm şey”. Dolayısıyla olay örgüsünün daha silik olduğu, bir kahramanın başarılarla dolu büyük değişim öyküleri yerine bir anın, kesitin içinden seslenen durum öyküleri yazıyorum. Bunun için büyük şaşırtmalar, sürprizli sonlar peşinde değilim. Sözün özü doğrudan bir hastamdan ya da yakınından yola çıkarak yazmadım. Yazarken zihnin gerisinden farkına varmadan çağırdığımız anlar, duygular, mimikler kimlerden mürekkep bilmek mümkün değil.
Yazma ortamınız daha çok neresidir? Kurgularken, yazarken veya not alırken muayenehaneyi de kullandığınız olur mu?
Okurken ya da notlarımı alırken çok kaprisli değilim. Vapurda, uçakta, çay bahçesinde, evde her yerde okuyabilir, notlarımı alabilirim ancak iş öyküyü yazma aşamasına gelince daha sakin, odaklanabileceğim bir ortama ihtiyaç duyuyorum. Son altı yıldır kendime ait bir odam var. Çoğunlukla orada yazıyorum.
Öykü kitaplarınız “Lodos Çarpması” ve “Kendisiymiş Gibi”de kentli insanın sorunlarına dikkat çekiyorsunuz? Mesleğinizin kentli insanı gözlemenizde yardımcı olan yanları var mı?
Muayenehanelerde mesleğini icra eden diş hekimleri olarak farklı insanlarla karşılaşıyor, normalde belki de hiç karşılaşmayacağımız insanlarla tanışıyor, konuşuyoruz. Onların ağrılarını dindiriyor, estetik ve fonksiyonel beklentilerini karşılamaya çalışıyor, korkularına, heyecanlarına, mutluluklarına, hayal kırıklıklarına tanık oluyoruz. Bellek hepsini kaydediyor elbette ancak bizde kalıcı bir deneyime dönüşmesi için bir duyguya dönüşmüş olması gerek. Bunu sağlayan şey de birbirimize anlattığımız hikâyeler. Onları dinlemeye zaman ayırabildiğimiz oranda aramızdaki bağ derinleşiyor. Ve hikâyeler belki de bu bağların bende bıraktığı izlerden doğuyor.
“Pelin ve Küçük Dostu Karamel” (2021) adlı çocuk öykü kitabınız var. Bir röportajınızda “Çocuklar için yazmak benim için keyifli ve de öğretici bir süreçti. Dolayısıyla bu alanın emekçisi olmaya devam edeceğim,” diyorsunuz. Çoğu meslektaşınız uzmanlık alanı olarak çocuk dişhekimliğini zor buluyor pek tavsiye etmiyor. Çocuk edebiyatı ile uğraşmanın onlarla ilişkilerinizde kolaylık sağlayan bir yanı var mı?
Çocuklarla çalışmanın zorlu yanı korkmaları. İşin tuhaf yanı bu korku çoğu zaman onların kişisel deneyiminden kaynaklanmıyor. Üst kuşaklara aitler. Diş hekimine gitme sıklığının düşük olması,ekonomik sebeplerle gecikmesi, ileri safhalarda hekime başvurulması gibi durumlar, aile bireylerinde şiddetli bir ağrı ve deneyime dönüşünce ciddi bir dişçi fobisi de oluşuyor. Koruyucu önleyici tedavilerin bir sağlık politikası olarak sunulmaması, ekonomik sebeplerle geciken tedaviler, kamudan diş hekimliği hizmeti almanın giderek zorlaşması bu korkuların daha da derinleşmesine, kuşaktan kuşağa aktarılmasına, köklenmesine sebep oluyor. Bu döngüyü ancak ailelere yönelik ağız diş sağlığı eğitimleriyle, erken yaşlarda başlayan düzenli takipler ve koruyucu tedavilerle kırmak, çocukların güvenini kazanmak pekâlâ mümkün. Çocuklar kendilerine dürüst ve açık davranıldığında çalışması keyifli müttefiklere dönüşüyor ve neşelerini de bulaştırıyorlar.
Ayrıca çocuk dünyasına daha bütüncül bakabilmek Çocuk Gelişimi önlisans programı ve Çocuklar İçin Felsefe Eğitmenliği Eğitiminiz sürüyormuş. Neden bu eğitimleri almaya başladınız?
Bu eğitimleri almaktaki temel amacım, çocuk ve gençlik edebiyatı alanında üretirken yaslandığım art alanı genişletmek, kalemimi güçlendirmekti.
Bir yandan oda genel sekreterliği, diğer yandan muayenehane, bir yanda kızınız, diğer yanda edebiyat uğraşınız. Yazmak için okumaya vakit ayırmak da lazım. Peki nasıl vakit buluyorsunuz, zor olmuyor mu?
Araştırmalar insan beyninin aynı anda birçok işi birden etkin olarak yapmadığını, bir işten diğerine geçerken az ya da çok bir çaba gerektiğini ortaya koysa da çağ bize multitask olmayı dayatıyor. Muayenehane hekimliği de bundan azade değil. Orada da dikkatim, eylemlerim sorularla, telefonlarla, kapıdan gelen yeni hastalarla, tedarikçilerle, teknisyenlerle bölünüyor. Buna hatırı sayılır oda iç yazışma trafiği eklendi. Üretkenliği belli koşulları sağlamış olmaya bağlamıyorum. Öyle olsaydı kızımın büyümesini, emekli olmayı, daha geniş bir eve çıkmayı bekler dururdum. Neticede hayat seçimlerden, önceliklerini belirlemekten ibaret. Okumaya, yazmaya zaman ayırabilmek için uykudan, televizyon izlemekten, siber aylaklıktan feragat etmek, ev işleri için saçını süpürge etmemek yetiyor. Küçük bir şehirde yaşamak, evle işin birbirine çok yakın olması da büyük avantaj elbette.
July 26, 2022
Siesta, güç ve doğa üzerine
Sıcakları görünce çalışma saatlerimi yeniden düzenlemeyi, gün ortasına bir siesta koymayı hayal ettim, yalan yok. Şöyle ara versem iki saat. Yüzsem, gelsem. Ne güzel olurdu. Aklıma Midilli tatili gelmiş olmalı. Ayvalık'tan tekneyle Midilli'ye gitmiştim yıllar evvel, o zaman euro ucuz, bir frappe Çanakkale'de belediye çay bahçesinde Türk kahvesi içmeye bedel gerçekten. İlk kez Yunanistan'a ayak basacağım. Kalıp kalacağımız bir gece iki gün nihayetinde. Vize formaliteleri gözümü korkutmuş olmalı. Kapıda vizeye razıyım. Deniz iki yaşında ya var ya yok. Puseti benden başka kimse itsin istemiyor. Tekneden inerken Yunan denizciler el atınca yaygarayı koparıyor. Ne ağlamak, ne ağlamak. Sınırda bir kadın bir çocuk... Hâlimize acımış olmalı ki yetkililer, kapıda vize işlemi için ilk biz alınıyoruz. Deniz hâlâ iç çekiyor. Hop dışarıdayız. Sanki Bostancı'dan adalara vardık. Ablam yeşil pasaportuyla ayrı bir yerden çoktan geçip günübirlik ada turunda yerini almış. Bize düşen kent merkezinde aylaklık. Dolanıyoruz etrafta. Deniz uyuyor kimi zaman pusetin içinde. Şansıma Turkcell de çekiyor kıyıda. Bir iki arkadaşımla konuşuyorum. Sütlü frappe içiyorum, Deniz ise köpürtülmüş süt. Yeniden ayaklandığımızda kepenkler iniyor art arda. Mobilet kontaktları açılıyor. Kadınlar, erkekler ayaklarında parmak arası sahil yolunu tutuyor. Bir adada minik bir çocukla yapacak daha iyi bir şey yok. Merkeze yakın küçük bir sahil buluyor, yüzüyoruz. Deniz ve ben, siesta zamanında, bir küçük koyda, taşlı bir sahilde. Onda bez mayo var daha. Su Ayvalık'tan daha iyi. Atıyoruz kendimizi suya. Kızım ilk kez yurt dışında. O günün anısı düşüyor bu sabaha. Bir de siesta hayali. Sahi işe yüzme molası vermek yalnızca adalara mı özgü?
Dün gece Deniz ile ne yapacağımızı bilemedik. Film izleyelim bari, dedik. İklim Avıları adlı Netflix'te oynayan bir belgeselde karar kıldık. Küresel iklim krizinden etkilenen yirmi bir çocuğun Amerikan hükümetine karşı açtığı dava beni en çok iki yerden vurdu. Birincisi davanın görülmesi için dahi beş yıl uğraştıkları yıldırıcı süreç. İkincisi küresel iklim değişikliğinin etkilerinin 70li yıllardan itibaren çok net bilinmesi... İklim ve iktidar çarpıştığında tepedekiler seçimi iktidardan yana kullanıyor. Yazık. Benzer bir karşıtlık Borgen Power&Glory dizisinde de var. Grönland'da bulunan petrol rezervi, iklim, iktidar, uluslararası çıkarlar... Kaliteli bir yapım. Hiç kuşkusuz. İktidarı, çıkarını, bazen de yalnızca mevcut olanı korumak için neler yapar insan? Neleri kaçırır, ıskalar? Ne gibi ödünler verir? İyi çatışmalar, derinlikli karakterler, arkada çetin Grönland doğası... İnsanın doğa karşısındaki zayıflığını hatırlamasında fayda var. Ve buzullar ne de görkemli. Görebilsem keşke. Bugün ilk kez, çalışma odamda, pencere önüne yerleştirdiğimi duyurduğum masamda yazıyorum bu satırları. Hareketsizlikten yorgun ve ağrılı bedenim gerinmek istiyor. Uzatıyorum kollarımı yukarıya, sırtımı geriye iterken başım yükseliyor. Tülün ardından görünüyor iki beyaz araba kıç kıça, bir moloz yığını ve uzak ağaçlar. Günün hangi saatinde okuyacağınızı bilemem elbette ama bu anda saat henüz dokuz bile değil. O halde GÜNAYDIN!
Tuğba Gürbüz's Blog
- Tuğba Gürbüz's profile
- 1 follower

