Tuğba Gürbüz's Blog, page 37
April 30, 2022
Şiirden çıktım yola
Fikirler, deneyimler...
Ayın bitmesine sayılı saatler kala eski taslakları gözden geçiriyorum. Neredeyse bitmiş, üzerinde ufak tefek düzeltmeler yaparak yayımlanmaya hazır hâle getirilecek birkaç yazı bulurum umuduyla. Bitmiş kimi öykülerin ilk nüvelerine, listelere rastlıyorum. Birkaç öykü irdeleme yazısı var, yol alması gerek daha, bitmeden paylaşmaya kıyamıyorum. Yeni, yeni boş sayfalar açıyorum önüme. Hızlı hızlı şu anda ne yaptığımı yazıyorum işte.
Bir blog yazısı fikri bulmak bir öykü fikri bulmaya benziyor kimi yönlerden. Şu anda yazılan blog yazısı bu anın birebir anlatımı iken gerçek hayattan çekilen öykü böyle sası, yaşanan ânın anlatımından ibaret kalmamalı. "Gerçek hayattan bir öykü fikri nasıl çekilir, nasıl yazılır?" sorusuna güzel bir yanıtı var Ursula K Le Guin'in.
Alıntı Zihinde Bir Dalga kitabından. Baştan sona henüz okumadığım ama hangi sayfasını açsam, hoşuma giden, etkilendiğim düşüncelerden oluşan tam bir başucu kitabı.
"Fikirlerin geldiği yer, deneyimdir. Ama öykü olup bitenin aynası değildir. Kurmaca hayal gücü tarafından tecrübe edilmiş, dönüştürülmüş, başkalaşıma uğratılmış deneyimdir. Hakikat olguyu içerir ama zamanda ve uzamda onunla sınırlı değildir. Sanattaki hakikat, taklit değil reenkarnasyondur."
Şu sıra beynim tamamen boşalmış gibi, yeni öykü fikirlerine kapalı. Bir hakikate, olguya bakmaktan uzak. Beni yazı masasına çağıran kendi kişisel deneyimlerim değil çoğunlukla. Bir başka yazarın zihninden süzülen reenkarnasyonlara bakarak yazıyorum. Arkasındaki hakikati, olguyu hiç bilmeden.
Fikir Uçuşmaları
Hayat hepimizin üzerine geliyor son zamanlarda. Sık sık kendimi dişlerimi sıkarken buluyorum. Gündüz vakti. Dişlerimin arasında kendiliğinden kalması gereken boşluk sıfırlanıyor, dişler tepe tepeye biniyor, yanak kaslarım geriliyor. Dişlerimi aralamaya çalıştıkça tam tersi kenetlendiğini hissediyorum. Zorluklar karşısında dile getirilen "Sık dişini" deyimi işte buradan geliyor ama siz sıkmayın dişinizi. Fark ettiğiniz anda aralayın ağzınızı. Derin bir iki nefes alıp verin. Yüz kaslarınızı yumuşatacak hareketler yapın.
Ne zaman gerginlik tipi baş ağrısı, fibromiyalji ya da diş sıkma, gıcırdatma gibi stres temelli rahatsızlıklardan bahsedilse, kadın arkadaşlarım "Sen de al bir antidepresan. Ben çocuk doğduğundan beri kullanıyorum," diyor. Kadının karşılıksız emeği çenesine, kaslarına gerilim olarak birikiyor anlaşılan.
*
Gençlik yaş konusunda zalim. Henüz yirmili yaşlara varmamış yeni yetme bir diş hekimliği fakültesi öğrencisi iken kendime bir çalışma ömrü biçmiş, bu işin yirmi yıldan fazla yapılmayacağına kanaat getirmiştim. Henüz bir çocukken 2000 yılında yirmi dört yaşında kocaman bir kadın olacağımı ön gördüğüm gibi. Yirmi dört yaşında kendimi kocaman bir kadın gibi hissetmediğim gibi mesleğin yirmi ikinci yılında da kendimi hiç de yolun sonunda hissetmiyorum. Tam tersi hâlâ genç, dinamik, deneyimli en iyi yıllar... Yani yanılmışım genç arkadaşım.
*
Bayram tatilini vesile edip şehir dışına çıkmayı düşünmüştük. Son dakikaya bıraktığımız ve havanın kapalı, sağanak yağışlı geçeceği bilgisiyle vazgeçtik. Böylece minik yavru kedimizi yalnız bırakıp arkaaşımıza emanet etmemiz gerekmeyecek. Kısa tatillerde şehirde turist olmak da güzel bir alternatif ayrıca. Yapamadıklarımızı yapmak, şehirde aylaklık etmek için dört gün. Güzel geçer umarım.
*
Dön dolaş aynı şarkıları dinliyorum. Hastalarımın yaş ortalaması da bana denk geldiğinden kendilerini evde, gençliklerinde hissediyorlar. Gençlik anılarını çağıran bir yanı var Ezginin Günlüğü'nün, Hüsnü Arkan'ın. O yıllardan kalma değil ama bu şarkının keşfi. Birkaç hafta önce dinledim ilk kez. Döne döne. Bakalım siz sevecek misiniz?
April 27, 2022
Aday Dosya, Yazar Adayı ve Yayınevleri Üzerine Son Derece Şahsi Notlar
Bazen tanıdığım insanlar, yakınları adına yayınevlerine dosya başvurusu, kitap yayımlatmak üzerine sorular soruyor. Kimisi bir tanıdık olmadan kitap bastırabileceğine inanmıyor, kimisi yolladığı dosyanın editörler tarafından çalınabileceğinden korkuyor. Kimisi ilk kitapların yalnızca parayla bastırılabileceğini düşünüyor.
Bolca aday dosya başvurusu yapmış, reddi onayından fazla, hali hazırda üç kitabı da yayımlanmış bir yazar olarak deneyimlerimi paylaşmaya karar verdim.
Önce ret alan dosyalarla başlayalım. Yazmaya yeni başladığınızda yazdıklarınız size harikulade görünebilir. Bayağı başı, ortası, sonu olan temiz bir dille yazdığınız metinleri bitmiş, yayımlanmaya hazır hâle gelmiş sanabilirsiniz. Çoğunlukla etrafınızdaki insanlar, yazdıklarınızı gerçek anlamda yorumlayacak ilgi, bilgi ya da dürüstlüğe sahip olmadığından hemen dergilere hikâye, yayınevlerine roman dosyası yollamak hevesine kapılabilirsiniz. Yarışmalar da size göz kırpıyordur. Bir keresinde son teslim tarihine birkaç hafta kala benim de yazmaya yeni başladığım dönemlerde bir arkadaşım bana yarışmaya katılmayı düşündüğü roman taslağını yollamıştı. Kabasını çıkardığını, ince işleri kalan sürede tamamlayacağına inandığı roman, gençlik yıllarında başından geçenleri anlattığı bir sinopsisten ibaretti. Yayınevlerinin yalnızca mevcut yazarlarıyla ya da tanıdıkları isimlerle ilerleyen yapıları olduğuna inanmadan önce reddedilen, beğenilmeyen dosyalarınızı yeniden okuyun. Gerçekten bitmiş mi? Anı anlatmaktan öteye geçebilmiş mi? Metin kendi potansiyeliniz dahilinde en iyi halde mi? Dosyayla işiniz sahiden bitti mi? Yoksa çalışmaktan, yeniden yazmaktan mı kaçıyorsunuz?
Doğru yayınevine yolladınız mı? Dosyanızı yolladığınız yayınevinin kitaplarını okudunuz mu? Nasıl kitaplar yayımladıklarını biliyor musunuz? Belki de yerli yazar basmayan bir yayınevine öykü, şiir basmayan bir yayınevine şiir dosyası yolluyorsunuz. Yayınevleri açısından yayın yelpazesini tanımayan bir yazar adayının hoş karşılanmayacağını hatırlatmaya bilmem gerek var mı?
Her sanat türü gibi yazmak da öğrenilebilir, geliştirilebilir bir meleke. Yazmaya gönül ve emek verdiğim sekiz, dokuz yıllık süreç içinde kendi metinlerim arasındaki farkı görüyorum. İlk başlarda yayınevlerine yollamaya cesaret ettiğim dosyaların ilk hâllerini de anımsıyorum. O metinler çöpe gitmedi elbette. Yeniden yazımla can buldu. Yeri gelmişken tüm yazarların "demlenme süreci" diye tabir ettiği şeyin, bir metni imla bozukluklarından, yazım hatalarından arındırmak olmadığını da hatırlayalım. Yeniden yazmak ya da demlenme dediğimiz şey, öykü özelinde konuşuyorsak şimdi yazmayı bitirdiğimize ve sonunda ne olacağını bildiğimize göre Edgar Allan Poe'nun öykü için olmazsa olmaz olarak gördüğü tek etkiyi yaratmaya yönelik olarak metnin başına geçmek ve metinde bu etkiyi yaratacak atmosferi yaratmayı sağlamak. Kelime seçiminden, metaforlara, olay örgüsü ve kurguyu sağlamlaştıracak ayrıntıları eklemeye kadar metne bu yönde hizmet edecek her şeye yeniden bakarak yazmaktan bahsediyorum. Bunu öğrenmenin en iyi yolu da, okumaya bayıldığımız yazarları, kısa öyküleri yeniden okumaktan geçiyor. Mümkünse kendinize okuma arkadaşları seçin. Metinleri ameliyat edilecek hastalar gibi sedyeye yatırın. Kesin, biçin, yorumlayın. Eğrisi, doğrusu yok. Hepiniz farklı ayrıntıları fark edecek, birbirinizin görüşünü keskinleştireceksiniz. Bir gün yazı masasına geçtiğinizde, yazdığınız metni yeniden okuduğunuzda bu konuştuklarınız aklınıza gelecek ve metindeki aksaklığı çok daha rahat fark edip, minicik bir hamleyle düzelteceksiniz. Tüm bunlar edebiyat yolculuğuna dair ve hayli zevkli.
Yazarlık becerileri kendiliğinden gelişmez. İyi okurluk, iyi yazarlığın olmazsa olmazı. Yeni bir şey söylemediğimin farkındayım ama en önemli tavsiye bu. Kalem oynatmak istediğiniz türün iyi örneklerini okuyun. Başka türleri de okuyun. Yazmak için kendinizi eve kapatmayın. Gezmek için, arkadaşlarınızla buluşmak için, sosyalleşmek için kendinize yeterince zaman ayırın. Pandemi döneminde ben bunu hayli ihmal etmiş olabilirim ama ne derler bilirsiniz: "Hocanın dediğini yap, yaptığını yapma." Yazmak için yaşamaktan zaman çalmayın velhasıl. Kendinizi yazmak için zorlamayın. Yazarken sizi şaşırtan tüm ayrıntılar yaşayıp belleğinizin arkasına ittiğiniz anıların içinden kopup geliyor ne de olsa.
Dergiler işin mutfağı, derler. Ciddiye alın. Kitap eleştirileri yazın. Yazarlarla söyleşiler yapın. Nitelikli, incelikli sorular hazırlayın. Kitabın arka kapağından devşirdiğiniz sorularla karşısına çıkmayın yazarın. Ya da iki kitabı arasındaki farkı onun anlatmasını beklemeyin. Siz fark ettiğiniz, yakaladığınız ayrıntıları sorun ona. Çoğumuz yazmakla geçimimizi sağlamıyoruz, şan şöhret de kazanmıyoruz. Yazmaktan zevk aldığımız için, heyecan duyduğumuz için yazıyoruz. Bizim harcadığımız emeğe benzer emek verilmiş bir söyleşi karşısında sevinmememiz, işbirliği içine girmememiz pek mümkün değil. Dijital çağda yazarlara ulaşmak, söyleşi yapmak çok da zor değil. Yazdıkça, edebiyata emek verdikçe, bu tür yazılarla kaleminizi sınadıkça kendi yolunuzu da açacaksınız üstelik.
Yayınevlerine aday dosya yollamadan önce tek hikâyeyle katılabileceğiniz yarışmalar olduğunu unutmayın. Yarışmalar kendinizi sınamak için güzel fırsatlar sunar. Yarışmalar konusunda da seçici olun elbette. Jürisinde kimler var bakın. İçinize sinen yarışmalara gönderin. Hikâyelerini okumaktan hoşlandığınız yazarlar tarafından okunmak, beğenilmek, kayda değer metinler yazmaya başladığınızı görmek sizi devam etmek için yüreklendirecektir.
Atölyeler... Hepimiz kendi bilgi ve becerilerimizi arttırmak için birtakım eğitimlere gidiyoruz. Çoğu meslek için bu mecburi üstelik. Yazmak becerileriniz için de bu seçenekten elbette faydalanabilirsiniz. Atölyelerin çoğunda okuma ve yazma ödevleri verilir. Bu yolla metin analizleri yapmanız, bir metni etkileyici kılan unsurları görmeniz, kendi yazma sürecinize katmanız amaçlanır. Dolayısıyla atölye yürütücünüzü iyi seçin. Atölyeleri bir tür usta çırak ilişkisi olarak göreceksek, ustanızın ustalığından, size iyi geleceğinden emin olmaya çalışın. Atölyeden verim almak için okumak ve yazmak için hevesiniz ve zamanınız var mı bir bakın.
Nihayet yayımlanmaya hazır bir dosyanız varsa öncelikle tebrik ediyorum. Bir dosya üzerinde çalışma sabrınız olduğuna göre yayımlatma konusunda da aynı sabrı gösterin. Evet, dönem kötü. Ekonomik kriz, artan kâğıt, mürekkep masrafları, dağıtım şirketleri problemleri... Her sektörün kendine has sıkıntıları var ve hiçbir sektör için işler güllük gülistanlık olmayacak. Buna rağmen hem yayıncılık sektörü hem de diğer sektörler pandemi, kriz demeden işlerine devam ediyor. Yayımlanmak için daha çok beklemeniz gerekebilir. Yayınevleri satışı yüksek kitaplara yönelip ilk kitapları ertelemeye devam edebilir. Bunları umursamayın. Yazmaya devam edin. Böylece bir atımlık kurşununuz olmadığını önce kendinize, sonra olur da bir yayıneviyle bağlantıya geçerseniz onlara göstermiş olursunuz.
Yazmaya başlayan herkesin hayali, kapağında adının yazdığı, sayfalarını çevirebileceği bir kitap. Hayli anlaşılır bir hayal ve arzu. Bunu biraz daha erken elde etmek için cebinizden para harcamaya kalkmayın. Krizi, artan maliyetleri göstererek sizi ilk kitapların yalnızca parayla basıldığına inandırmaya çalışan yayınevlerine itibar etmeyin. Yayıncıların işinin, yeni yazar keşfetmek, kitap basmak ve dağıtmak olduğunu aklınızdan çıkarmayın. Aday dosya başvurunuz kabul edildiğinde kalbiniz çarpacak, ayaklarınız yerden kesilecek. O mutlulukla neye evet, neye hayır dediğinizin farkına varın. Özgün bir eser yarattığınız için alacağınız telif, dişinizin kovuğunu doldurmaz ama sembolik değeri paha biçilmez. Kurumsal bir yayınevi size yalnızca telif vermez. Aynı zamanda size editöryel hizmet sunarak metninizi potansiyeliniz dahilinde en iyi hâle getirmenizi sağlar ki bu da çok öğretici bir süreçtir. Bunu kendinizden esirgemeyin. İyi bir metin er ya da geç yayıncısını bulacaktır. Eh yazmak denen yolculuğun her aşaması sabretmekten geçiyor. Yolunuz açık olsun.
April 26, 2022
Sevginin Bağladıkları: Mucizeli Hayvanlar Kulübü
Tropik ormanların derinlerinde yaşayan Altın kurbağa (BufoPeriglenes) son kez 1989 yılında görülmüş ve bilim insanları tarafından neslinin tükendiği açıklanmış. Hakkında pek de fazla bilgi sahibi olmadığımız bu tür, asıl ününü neslinin tükenme sebebine borçlu. Çünkü Altın kurbağa resmi kayıtlara iklim değişikliğine bağlı nedenlerle “soyu tükendi” olarak geçen ilk tür. O günden bugüne pek çok tür,orman yangınları, kuraklık, su kaynaklarının kuruması, doğal yaşam ortamlarının kaybı gibi nedenlerleortadan kalktı ya da nesli tükenme tehdidi altında yaşamlarını sürdürüyor.
Yeryüzünde insanın açıkça hüküm sürdüğü bir dönemde yaşıyoruz. Her şeyin bir ismi olduğu gibi bu dönemin de bir ismi var, Antroposen Çağı (İnsan Çağı). Yeni bir jeolojik dönem olarak görülen ve insanlığın dünyaya olan etkisinin en üst düzeylere çıkışını ifade eden bu çağın başlangıcı insan nüfusunun ve tüketim alışkanlıklarının aniden hızlandığı 1950li yıllara dayandırılıyor. Bu dönem aynı zamanda alüminyum, beton, plastik gibi materyallerin yaygınlaştığı dönem.
Gündelik hayatımızı kolaylaştıran bu materyallerin tüketim boyutunu zihinlerde canlandırabilmek için bazı rakamları paylaşmak istiyorum. Bilim insanları, insan yapımı nesnelerin ağırlığının dünyadaki tüm canlıların toplam ağırlığını aştığını, insan yapımı nesnelerin tahmini ağırlığının bir teratona (bir trilyon ton) ulaştığını söylüyor. Her insan için her hafta kendi vücut ağırlığı kadar nesne üretiliyor. İnsan yapımı ürünler dünyayı istila ederken yeryüzündeki canlıların ağırlığı orman yangınları, kuraklık, doğal ortamların kaybı gibi nedenlerle giderek azalıyor.
İnsanlığın bu seçimlerinin gelecek nesil üzerinde sonuçları var elbette. Atmosferdeki sıcaklık artışı 1,5 derecenin altında tutulamadığı takdirde bugün ilköğretim sıralarında oturan bir çocuk, yetişkin olduğunda kendi büyükanne ve büyükbabasına nazaran hayatı boyunca iki kat fazla orman yangını, iki kat fazla tropik fırtına, üç kat fazla sel olayı, otuz altı kat fazla sıcak dalgası, beş kat fazla kuraklık, dört kat fazla tarımsal ürün kıtlığı yaşayacak. Yaşam koşullarını güçleştirecek pek çok tehditle karşı karşıya kalacak. Bugün bölgesel savaşlar ve çatışmalar nedeniyle yaşanan zorunlu göçlerin iklim krizi sebebiyle de yaşanabildiğine tanıklık edecek. Belki kendisi de bir iklim mültecisi olacak. Yaşadığı bölgenindeniz suları altında kalması, kuraklık ya da kıtlık gibi nedenlerle yurdunu terk eden, daha iyi yaşam koşulları için yer değiştirip duranlar arasında yer alacak.2030 yılına gelene kadar atmosferdeki sıcaklık artışının azalma eğiliminde olmasını, 2050’ye kadar karbon nötr bir ekonomiye geçmeyi başaramazsak çocukları ve gençleri bekleyen gelecek maalesef bu.
Hâl böyleyken her seviyedeki okul müfredatında küresel iklim krizinden, nesli tükenen hayvanlara, biyoçeşitlilikten temiz enerjiye pek çok konu ele alınıyor. Bugünün çocukları, yarının yetişkinleri ve karar alıcıları olacağına göre anlaşılır bir yaklaşım. Belli ki çok da elzem ancak yeterli değil. Bugünün çocuklarının yetişkin olup “dünyayı kurtaran kahramanlar”a dönüşmesini bekleyecek zamanımız kalmadığı gibi bizi değiştirenin veriler, rakamlar değil hikâyeler olduğunu iyi biliyoruz.Davranışlarımızı, alışkanlıklarımızı değiştirmek için istatistik bilgilerin ötesini görmemiz gerekiyor. Eylemlerimizin sonuçlarının etkilediği insanların hikâyelerine karşı kayıtsız kalamıyoruz. Ancak o zaman konforumuzdan vazgeçiyoruz. Bizi pasiflikten kurtaran şey, bizimle benzer sorunları yaşayan insanların çözüm bulma çabaları oluyor. Değişim ve dönüşüm buralarda başlıyor. İşte bu yüzden okul müfredatlarının yanı sıra çocuklar ve gençler için iyi yazılmış kurmaca hikâyelere ihtiyacımız var. Yayıncılık sektörü de bu ihtiyacın ve talebin farkında olsa gerek. Çünkü piyasadaküresel iklim krizinin farklı ayaklarını ele alan, insanın hırsı nedeniyle yol açtığı çevresel yıkımlardan, iklim mültecilerine, nesli tükenme tehdidi altındaki canlılardan, çevre etiğine çok geniş bir yelpazede ürün çeşitliliğiyle karşı karşıyayız. Ayşegül Çelik’in yazdığı Mucizeli Hayvanlar Kulübü’nü bu geniş kategorinin içine sokmak mümkün.
Hikâye bundan tam on beş yıl, sekiz ay, iki gün önce başlıyor. Kalabalık bir şehirde, kalabalık bir sitede yaşayan ve birbirini tanımayan beş çocuk, ailelerinin okuldan sonra ders çalışsınlar diye sitenin kullanılmayan toplantı odasından devşirdiği çocuk kulübünde buluşuyor. Kısa sürede çocukların ortak yanının hayvan sevgisi olduğu ortaya çıkıyor. Böylece çocuk kulübü içinde gizli bir hayvanlar kulübü doğuyor. Kulüp üyelerinin derdi, yetişkinlerin belirlediği sıkıcı kuralları esnetmek, eğlenmek ve hayvan taklidi yapmaktan ibaret olsa da çocukların kurduğu ve ismi “Hayvan Kulübü” olan bir organizasyonun varlığı, yardıma ihtiyaç duyan yaban hayvanlarının kulağına kadar gidiyor. Yardım istemek için uzun bir yolculuğu göze alan hayvanların, binbir umutla çaldıkları kapının ardında şaşkın, korku dolu çocuklar var yalnızca. Ağızlarından dökülen ise “Biz daha çocuğuz. Size yardım edemeyiz.” Hayvanların arasında beliren umutsuzluk ve hayal kırıklığı size de sirayet etmesin hemen. Tam on beş yıl, sekiz ay, iki gün önce gerçekleşen bu hikâyeyi dinlememizin hem sebebi var, hem de vaadi. Hayvanlar Kulübü’nün nasıl Mucizeli Hayvanlar Kulübü’ne döndüğünü öğreneceksiniz daha. İhtiyaç duyduğunuz bilgi sayfaların arasında. Bu bilgi kimi zaman hüzün verse de kitap boyunca ekseriyetle göreceğiniz, bilginin onları aydınlanmaya, seçim yapmaya, sorumluluk almaya teşvik ettiği olacak. Çocuklar büyüdükçe, bilgi ve becerileri arttıkça, hayvanlara duydukları sevgiden, onları koruma arzusundan doğan seçimlerinin kazanımlarını göreceksiniz bir bir. Sizi bilmem ama yazarın bu seçimi, benim hoşuma gitti doğrusu.
Çevre sorunlarıyla ilgili pek çok çocuk kitabında, yetişkinler kendi aymazlıkları içinde konforlarından, iktidarlarından ödün vermez iken, onları sarsmak, dünyayı kurtarmak çocuklara kalıyor. Çocuklara kendi paylarının pek az olduğu kocaman bir sorun bıraktığımız yetmezmiş gibi bizim yerimize harekete geçmeye davet eden satırların arkasında ne yatıyor tam olarak bilemem. Belki çaresizlik, belki umutsuzluk, belki de “Güç de sizsiniz, gelecek de, umut da” diyen bir iç ses. Kim bilir… Ama ne zaman bugün, burada eylemliliğin sadece çocuktan beklendiği bir örneğe rastlasam ikircikli düşünceler içerisine giriyorum. Bu yüzden önce sevginin, sonra dinleyip anlamanın, ardından sorumluluğun gelmesi, çocuklara yaşlarının çok ötesinde bir sorumluluk ve görev atfetmemesi bana doğru çizilmiş bir çerçeve gibi göründü. Henüz hayvanları sevme ve onların hikâyelerini dinleyip anlama çağındaki okurlara kulüp üyeleri şöyle sesleniyor:
“Bütün çocukların hayvanlar için yapabileceği bir şeyler mutlaka vardır. İnanın, biz yaptık, siz de yapabilirsiniz.”
* Bu yazı ilk kez 21 Nisan 2022 tarihinde Parşömen Sanal Fanzin'de yayımlanmıştır.
Fotoğrafın hikâyesi: Temenni
Yıkım bitti. Hafriyat kalktı. Garip bir çağda yaşıyoruz. Dünya üstündeki insan yapımı nesnelerin tüm canlıların ağırlığını aştığı, her birimiz için her hafta kilomuzca nesne üretilen bir çağda. Hafriyatın ne kadarı dönüşüyor, yeniden kullanılıyor bilmiyorum. Yıkılan her bina çöp gibi gözden ırak bir yere yığılıyor belki de...
Yapı yükselene kadar önümüz bir süre daha açık, ev içi aydınlık ve ışıklı kalacak... Merkezdeki evler gözün boşluk ihtiyacını gideremiyor. Yine de şanslıyız askeriyeye zimmetli üç, beş servinin üzerine kuşlar konup kalkıyor hâlâ. Yine de gökyüzüne doğru ucu açılmış kalem gibi yükselmesin daha fazla diye düşünmeden duramıyorum. Bodur meyve ağaçları tercih edelim apartman aralarında. Her yere çam, servi kondurmak yerine. Sokaktaki çocuğun, kuşun, arının ağzı tatlansın diye. Bu da böyle bir temenni işte.April 25, 2022
Melis Sena Yılmaz ile söyleşi
“Aşağİstanbul”genç bir yazarın ilk romanı. Çok taze bir kitap. Öncelikle tebrik ediyorum.
Kitabın okurla buluşması bir sonuç. Öncesinde her yazar için sabırlı ve uzun bir hazırlanma süreci yatıyor. İştahlı okumalar, okudukların gibi yazma hevesi, ilk taslaklar, dergilerde ürünlerin yayımlanması ile başlayan ve yıllara yayılan bir süreçten bahsediyoruz. Sizin yazma yolculuğunuz nasıl başladı, gelişti?
Çok teşekkür ederim. İnsan okuduklarından çok etkileniyor; özellikle de kitaplarla büyürseniz bu etki kendini daha çok belli ediyor. Yazmayla ilgilenen herkesin değişik hikayeleri vardır sanırım. Ben ilkokul ikinci sınıfta şiirlerimi yazdığım Barbie’li defteri hala saklarım mesela. Tabii bu yazma alışkanlığımı disiplinli bir düzene oturttuğumda üniversitenin son yıllarındaydım. O noktada Ray Bradbury, Michale Ende gibi beni etkileyen birçok fantastik edebiyat yazarıyla tanışmıştım. Hem çocuklar hem de yetişkinler için kısa öyküler yazıyordum.
Genelde edebiyatın-özelde çocuk edebiyatı üzerinden konuşursak- ele aldığı konular hem evrensel hem de bir son kullanma tarihi yok. Gizli dünyalar, büyülü yolculuklar, beklenmedik tehlikeler, kaybolmak, yeni güçler kazanmak… Hepsi orada duruyor ve farklı bir yorumla yeniden yazılmayı bekliyor. Sizi kendi farklı yorumunuzu yazmak üzere dürten tetikleyiciler neydi?
Çocuk edebiyatı küçüklüğümden beri benim için bazen sığınak bazen ayna görevi gördü. Kayboluşların, gizli dünya keşiflerinin, hepsinin gerçek hayatla paralelliği var. Aşağİstanbul şehrini düşlemek hikâyenin başlangıç noktasıydı; fakat onun öncesinde çocuk edebiyatının kendi üzerimdeki dönüştürücülüğünün, iyileştirici gücünün farkındaydım. Bir çocuk tiyatrosunda senaristlik yapıp onların oyundan ne kadar zevk aldığını gözlerimle görmek kesinlikle dönüm noktalarından biriydi. Onlar için yazmayı ne kadar çok istediğimi ve bu işi ne kadar ciddiye almam gerektiği benim için daha açık hâle geldi.
Aşağistanbuladıyla yaratılan gerçeküstü ögelerle bezeli bir başka İstanbul ister istemez aşağısı yukarısı gibi bir kıyaslamayı da beraberinde getiriyor. Yukarıda kaybedilenler mi çağırdı Aşağistanbul’u diye düşünmeden edemedim. Siz bu konuda neler söylemek istersiniz?
Bu şekilde yorumlanmaya çok açık bir metin sahiden. Ben Bursa'da da doğup büyüdüğüm için İstanbul’da çocuk olmak nasıl bir deneyim, açıkçası onu merak ediyordum.“Aşağİstanbul”u yazarken çocukların özgürce dolaşabildiği, korkmadan maceralara atılabildiği bir şehrin hayalini kurdum. Öyle ki Zeynep karanlık çöktüğünde de gezebilecek, tanımadığı insanlarla konuşacak ve bir şehri tek başına tanımaya çalışacaktı. İstanbul ya da bir başka büyük şehirde bu çok mümkün değil. İlkokuldayken evimle okulun arası yakın mesafe olmasına rağmen trafikten dolayı kendi başıma gitmem yasaktı örneğin. Aşağİstanbul başından beri, İstanbul'un büyüsünü kaybetmeden bir çocuğa özgürlük alanı verebilmemi mümkün kıldı.
“Aşağİstanbul” ana kahramanı ve anlatıcısı Zeynep’in dedektif olan babası Murat Dingin’in kaybolmasıyla başlıyor. Temponun düşmediği bir kovalamacayla devam ediyor. Belli ki olay örgüsü üzerine iyi çalışılmış. Bir metni inşa etmeye olay örgüsüyle mi başlarsınız?
“Aşağİstanbul”bu konuda benim için bir istisna oldu diyebilirim. Sokaklarda yürürken İstanbul’un altındaki, çoğu kimseden gizli o fantastik şehri hayal ederek, mekân tasviriyle başladım.Bir hikâyenin ortaya çıkıp çıkmayacağından dahi emin değildim.
Birinci tekil şahıs anlatıcı kullanıldığı için kamera hep Zeynep’in elinde. Biz de okur olarak olanı biteni hep onun omuz seviyesinden izliyoruz. Kesintisiz bir tanıklık var. O ne kadarını biliyorsa biz de o kadarını biliyoruz. Bu seçim, merak duygusunu diri tutarken okuru da aynı yere sıkıştırarak onun görüş alanını kahramanınki kadar daraltıyor. Bu tercih sayfaları çevirme hevesi ve final hazzı arasındaki dengeyi tutturmak açısından size çalışma zorluğu yarattı mı?
Birinci tekil şahıs bakış açısının okurun karakterle özdeşleşmesine büyük katkı sağladığını düşünüyorum. En başından itibaren olayları bir çocuğun gözünden anlatmak istediğimi biliyordum. Olay örgüsünü bu karardan sonra kurmuş olduğum için zorluk yaşamadım.
Yazmaya yeni başlayanlar için yayımlanma kriterleri, dosya başvuruları çok muğlak ve merak edilen bir alan. Eminim merak edenler vardır. Genç bir yazar adayının, aday dosya ile Günışığı Kitaplığı gibi çocuk ve gençlik edebiyatında öncü bir yayınevinin kapısını çalması ve yazarları arasına katılması arasında neler yaşandı? Size neler kattı?
Günışığı Kitaplığı benim çocukluğumun yayınevi, ilk kitabımın Günışığı'ndan çıkması o yüzden çok değerli. Öğreticiliğinin yanı sıra, sevgili Müren Beykan, çocukken bayıldığım kitapların editörü olduğu için başlı başına onunla çalışma fırsatı heyecan vericiydi. Müren Hanım ve Merve Çanak ile yoğun çalıştığımız bir düzelti dönemi başladı. “Aşağİstanbul”u okurlarının karşısına en güzel şekliyle, en duru Türkçe’yle çıkarabilmek için çabaladık. Bu uğraşla geçen aylar hem dil kullanımı hem de sözcük ekonomisi açısından benim için ufuk açıcıydı.
* Bu söyleşi ilk kez 14 Nisan 2022 tarihinde oggito'da yayımlanmıştır.
April 14, 2022
Barış cam gibi bir şey, kırılgan
1800’lü yılların sonunda Japonya’dan Amerika’ya gelen ilk göçmenler şeker kamışı plantasyonlarında ve çiftliklerde çalışmaya başladı. Japon asıllı çiftçiler 1900’lü yıllardan itibaren kendi topraklarını satın almaya ve kiralamaya başlayınca yerel çiftçiler tepki göstermeye başladı. 1913’te Japon çiftçilerin toprak alması, 1924’te ise Japonya’dan göç yasaklandı. Amerikalı Japonlar kendi kültür ve geleneklerini yaşattıkları topluluklar halinde yaşamaya başladılar. Çok çalıştılar, büyük çiftlikler kurdular, çocuklarını okuttular ve toplumun bir parçası oldular. Pearl Harbor baskınına kadar Japon isimleri ve görünümleri bir daha düşman imgesine dönüşmedi.
Pearl Harbor baskını 2. Dünya Savaşı’nın seyrini değiştirdi. Japon İmparatorluk Birlikleri’nin 7 Aralık 1941’de gerçekleştirdiği hava baskını neticesinde Amerika savaşa girdi ve Japon asıllı Amerikalıların huzuru bir kez daha kaçtı. Medya, ülkeye bağlılıklarını sorgulayan makaleler yazdı. Topluluk liderleri tutuklandı. En kötüsü ağırlıklı olarak Japon asıllıların yaşadığı batı kıyılarının askeri alan ilan edilmesi ve buralarda kimin yaşayıp kimin yaşamayacağına ordunun karar vermesiydi. Amerikan Ordusu Batı Bölgesi Savunma Konseyi bu yetkiyle 1942 yılının mart ayından eylül ayına kadar 100 binden fazla Japon asıllıyı toplama kamplarına gönderdi. Bu rakamın 70 bin kadarı Amerikan vatandaşıydı, en az yarısı ise çocuk. O sırada Amerikan ordusunun içinde ülkeye olan bağlılıklarını göstermek isteyen 30 bin kadar Amerikalı Japon asker vardı ve çoğunun ailesi toplama kamplarındaydı.
Savaş ilk toplama kampının açılmasından üç yıl sonra bitti. Kamp sakinleri ellerinde tren biletleriyle salıverildiklerinde çoğunun geri dönecek bir evi yoktu. Yaşam mücadelesine sıfırdan başlamaları gerekti. Devlet yaptığı haksızlığı 1988’de kabul etti ve sağ kalanlardan, ölenlerin aile üyelerinden özür diledi. Sayısı onu bulan toplama kamplarının çoğu yıkıldı. İlk açılan toplama kampı Manzanar ise Amerikan sivil özgürlüklerinin kırılganlığını hatırlatmak için Milli Tarih Alanı olarak korunuyor. Ziyaretçiler orada dolaşabiliyor, toplama kampı sakinlerinin fotoğraflarına bakabiliyor ve yazdıklarını okuyabiliyor. Bu tarihi gerçeğe dayanarak yazılan Rüzgâra Bırakılan Dilekler de benzer bir tanıklığı kurmaca bir hikâye üzerinden, etkileyici bir dille aktarıyor.
Lois Sepahban’ın yazdığı, Ezel Dağlar Ergüden’in İngilizce aslından çevirdiği Beyaz Balina Yayınları tarafından yayımlanan kitap, gerçekte de ilk tahliye edilenlerin yaşadığı Bainbridge adası sahilinde başlıyor. Hikâyenin kahramanı ve anlatıcısı Manami, dedesi ve çok sevdiği köpeği Yujiin ile kumsalda dolaşırken askeri gemileri görüyor. O güne değin Japon isimleri ve görünümlerine karşın sıradan Amerikan vatandaşlarıyken tehdit unsuruna dönüşüp evlerini terk etmek zorunda kalacakları gerçeğini kavramaya çalışıyor. Ebeveynlerinin yeniden başlamak için gerekenleri dört bavulun içine sığdırma çabasını, suskunluklarını izliyor. Köpeği Yujiin’i papaz Rob’a emanet edeceklerini ancak tahliye günü öğrenen küçük kız bir yolunu bulup onu paltosunun içine saklıyor ve onu feribota sokmayı başarıyor. Anakaraya vardıklarında işler umduğu gibi gitmiyor. Askerler Yujiin’e el koyuyor. Zahmetli bir tren yolculuğunun ardından aile Manzanar’a vardığında Manami’ninyalnızca köpeğini değil kelimelerini de yitirdiği anlaşılıyor. Köpeğini kaybettiği gerçeğini kabullenmek öyle kolay değil. Yujiin bir hayalet gibi zihninde, anılarında dolaşıyor. Manami duygusal olarak bu kayıpla başa çıkmaya başlarken aileler de Manzanar denilen dikenli tellerle çevrili, nöbetçi kulelerinin dikildiği, katranla boyalı barakalardan ibaret bir tür hapishaneyi işbirliğiyle bir köy hâline getirmeye çabalıyor. Erkekler yeni gelecekler için barakalar, okul çağındaki çocuklar için derslikler inşa ediyor. Kadınlar ise gelenekleri sürdürmek, kurak, verimsiz toprakta yanlarında getirdikleri tohumlardan ürün yetiştirmek, barakaları geçici yuvalara dönüştürmek için çabalıyor. Manami de bu çabadan kendine düşen payı alıyor. Yas tutmanın bir süreç olduğunu, sevginin, dayanışmanın, emeğin en iyi ilaç olduğunu öğreniyor. Kendisine inanan, iyiliğini gözeten, şefkatli öğretmeni sayesinde konuşmadan paylaşmanın yollarını buluyor, nihayetinde gücünün farkına varıyor.
Manami’nin ağzından anlatılan on bölümlük roman mart ayında başlıyor, aralık ayında ailenin diğer adalılarla bir başka toplama kampına tahliye edilmesiyle bitiyor. Tahliye esnasında bir başka kayıp tehditiyle karşılaşan Manami, askerlere karşı koyarak, aylar süren sessizliğini bozuyor. Böylece okur, anlatılan hikâyenin ağırlığına karşın, umutlu bir yerde Manami’yle vedalaşıyor. Geriye tüm o insanların yeniden başlama azmi, cesareti kalıyor.
Kitabın kapağını kapatıp hikâye evreninden uzaklaşınca umut da siliniyor azar azar. Çünkü savaş can yakmaya devam ediyor. Canlı yayınlarda başka şehirlerin üzerine bombalar yağıyor şimdi. Kentler dümdüz ediliyor. Kadınlar, çocuklar sürgün. Geri dönecek evleri yok. Barış cam gibi bir şey, kırılgan. Edebiyatın bu kırılganlığın içerisinden konuşmasının mazisi eski. İlyada’dan, Odisea’dan beri yazarlar, ozanlar binlerce metin aracılığıyla savaşın kazananı olmadığını göstermek için dil döküyor. Rüzgâra Bırakılan Dilekler de onlardan biri. Savaşları kahramanlık hikâyeleri yerine sebep olduğu kayıplar, yıkımlar, kıyımlar ile anlatalım ki barışın kıymeti çıksın ortaya. İşte bu yüzden Rüzgâra Bırakılan Dilekler’’i ve tüm savaş karşıtı hikâyeleri dinlemenin tam zamanı, hep zamanı…
* Bu yazı ilk kez 7 Nisan 2022 tarihinde Parşömen Sanal Fanzin'de yayımlanmıştır.
Konu hakkında daha ayrıntılı bilgi almak isteyen okurlar için dijital kaynaklar:
Bainbridge Island Japanese American Community: BIJAC www.bijac.org
Densho: The Japanese American Legacy Project (2. Dünya Savaşı sırasında sürgün edilen Amerikalı Japonların sözlü tarih anlatımlarının dijital arşivi www.densho.org
National Park Service “Manzanar National Historic Site” www.nps.gov
March 31, 2022
Bahara doğru
Ayın son günü geldi çattı. Leylek görmeye gidemediğimizden mütevellit marteniçkalar bileklerimizde. Bu adetlerin çıktığı dönemlerde yaşam alanları bu kadar betona kesmediğinden doğa, leylek görmek zor iş olmasa gerek. Şimdi ayrı bir mesai, çaba gerektiriyor. Öyle başını göğe kaldırmakla bitmiyor. Hem kim kaybetmiş de ben bulayım başı göğe kaldırıp uzun uzun bekleyecek zamanı. Güneş görmeden kapalı mekânlarda çalışıyorum. Doktora son gittiğimde bol bol güneş alın, dedi örneğin. Kendini de kattı işin içine. Siz de bizim gibi kapalı yerlerde çalışıyorsunuz, dedi. Doktorları dinlemeli.
Neyse ayarladım işi gücü. Yarın güneş almaya çıkacağım. Çocukların sınavları başladı. Bugün matematik sınavı var. Pazartesiye kadar mola. Kutlamaya değer bir gün. Kızları okuldan alıp sahile gideceğiz işte. Top oynayıp koşturacağız ortalıkta. İlkokullara çıkan ikindi kahvaltısında gözleri kalmış. Pişi yapamam ama mozaik pasta yapacağım. Kendime de kot almalıyım, kadifelerden kurtulup. Yapacak iş çok. Mevsim geçişleri kolay değil. Uyumlanmak çaba istiyor. Gözlerimin kızartısı, seri hapşuruklar da azaldı. Bu yıl da yırttım galiba bahar alerjisi denen illetten.
Köye gidip leylek mi görelim, sahilde zaman mı geçirelim ikilemini çözdü Deniz. Mart devrilince 1 Nisan günü marteniçkaları çıkarıp çiçeklenmiş ağaca iliştirmek caizmiş meğer. Çiçeklenmiş ağaç bulmaya kaldı iş. Şehirde hâlâ rastlıyoruz. Nesli tükenmedi daha. Buluruz elbet. Koskoca sahil. Olmadı apartmanın bahçesi var. Yan binadaki erik de pek heybetli. Sabah sarktım pencereden. Kızın arkasından bakıyorum. O tarafta çiçekli ağaç yok. İki binanın arasına sıkışmış fıstık çamı anca. Çocuklar da bahara uyuyor bu ara. Huyları pek terelelli. "Benimle hiç kibar konuşmuyorsun anne," dedi biri. Dinlemek istediğimden değil. Kulak misafirliği. Annenin sesi alçak, çocuk ısrarcı. Çocuklara karşı kibar olmak gerek. En kolay onlara karşı nezaketimizi yitiriyoruz nedense. Bir de kendimize. Akılda tutayım bunu. Lazım olur.
Dün editörüm aradı. Öykülerimden birinde geçen bir hayvanın adını sordu. Akşam telaşı içindeydik ikimiz de. Neydi o, orni, bir hayvan vardı, dedi. "Ornitorenk mi?" derken yanıt bulundu. Ben yazmadım, dedim. Ben bu kelimeyi ilk kez senin öykünde duydum, Yemin ederim ama ispatlayamam, dedi. Gülüştük. Yazmadığıma eminim ama ısrar etmedim. Editörleri kırmamak gerek. Onlar da gün ışığı görmeden çalışıyor. Ornitorenk ismini duymuşluğum var ama neye benzediğini kat'a bilmiyordum. Evdekilere sordum. Ornitorenk nasıl bir hayvan diye. Hemen bildiler. Gogıl sağolsun eksikleri söyledi. Sürüngenden memeliye geçişin ilk örneklerinden sevimli bir hayvanmış. Yavruları yumurtadan çıkıyor, ama memeli. Meme ucu da yok allah sizi inandırsın ama süt veriyor. Yavrular meme derisinden akan kesintisiz sütü yalayarak karınlarını doyuruyor. Memelilere göre vücut sıcaklığı yaklaşık yedi derece düşük. Gaga gibi görünen bir ağzı, kunduz gibi bir kuyruğu var. İyi bir de yüzücü. Tek delikliler diye anılmasının sebebi cinsel organ, idrar yolu ve boşaltım sistemi kloak denen tek bir delikte toplanması. Fen, matematik mezunu olup diş hekimliği eğitimi almama rağmen biyoloji bilgim eksikli gedikli. Canlıların hayatta kalmak, yaşadıkları doğaya uyum sağlamak için gösterdikleri çaba muhteşem. Kıssadan hisse de lazım bunca kelimenin ardına. Karanlığı bilimle fethetmek için "Evrim Ağacı" izleyin. Hisseyse hisse işte!
* Bu şahane görseli şuradan aldım.
Zamanı var daha ama neşeli bir Hıdırellez şarkısı çekti canım. Sizden de esirgemeyeyim.
March 28, 2022
Küp içindekini sızdırır*
Kekeme Hamlet 10 yaş üstü okur için yazılmış bir ilk gençlik romanı. Yüzeyde liseye yeni başlayan, kekemeliği nedeniyle dışlanmaktan korkan, tiyatroyu çok seven, en büyük hayali sahneye çıkmak olan bir çocuğun kendi içindeki güçlü çatışmaları ailesi, yeni sıra arkadaşı Turgut ve adaşı Hikmet öğretmenin de yardımıyla yendiğini gösteren bir iyileşme, büyüme hikâyesi. Bu hikâye aynı zamanda olağandan farklı görünenlerin maruz kaldıkları alaycılığı gösterirken, sanatın duygulara hitap eden, birbirini anlamayı kolaylaştıran, iyileştirici yönüne de vurgu yapıyor. Doğrudan Oğuz Atay’ın Tehlikeli Oyunlar ve William Shakespeare’in Hamlet’iyle bağ kuran romanı, yazarı Doğukan İşler ile metinlerarasılık ve yeniden yazım üzerinden konuştuk.
Kekeme Hamlet on yaş üstü her okurla farklı seviyede konuşabilen bir metin. İçine bunca edebi oyunu sığdırdığı halde asıl hikâye dışlanmaktan korkan, içinde güçlü çatışmalar yaşayan bir çocuğun aile, arkadaşlık ve sevgi sayesinde hayallerine kavuşması hikâyesi. Hikâye nasıl doğdu, gelişti?
Romanın asıl çıkış noktası, “ilk gençlik” diyebileceğimiz hedef yaş grubuna hitap edecek kitapların büyük bir çoğunluğunun çeviri eserler oluşu ve birkaç yazar dışında, edebiyatla gerçekten ilgili kalemlerin bu hedef yaştaki okurlar için pek de bir şey yazmamasıydı. Çocuk-genç kitapları editörü olarak çevremdeki birçok yazar dostuma, gençlik romanları yazmalarını tavsiye ediyor veya onlarla beraber yürütebileceğimiz projeler sunuyordum. Maalesef, edebi anlamda, çocuk ve gençlik yazını pek ciddiye alınmıyor, birçok “ciddi yazar” tarafından. Fakat sonrasında, neden nitelikli kitaplar okumuyor çocuklar-gençler, hep kötü veya çeviri romanlar, wattpad kitapları okunuyor vs. diye de yakınıyoruz… Baktım ki çevremdeki pek çok yazar yanaşmıyor, ben neden oturup bir şeyler yazmaya gayret etmeyeyim diye düşündüm ve ortaya nihayetinde Kekeme Hamlet çıktı. Biraz kendi ilk gençliğimdeki tiyatrocu olma hayallerim, biraz engeller, biraz umut, biraz metinler arasında gezinen kalemim, hem özelde hem de mesleki anlamda biriktirdiklerimle umarım ki güzel bir roman çıkmıştır ortaya.
Roman Tehlikeli Oyunlar’dan bir epigrafla başlıyor. Daha ilk sayfada Oğuz Atay’ın roman ve hikâye kahramanları gibi entelektüel, dilin doğru kullanımına önem veren, aksi örneklerde hemen bir parantez açarak içeriye doğrusunu yazan bir ben anlatıcıyla karşılaşıyoruz. Okurken benim aklıma kimi Oğuz Atay hikâyeleri de geldi. Bir de sizden duyalım. Hikmet Altay’ın nam-ı diğer Kekeme Hamlet’in yüzeyini kazısak altından hangi kurmaca karakterler çıkar?
Oğuz Atay her anlamda en çok etkilendiğim, bile isteye taklit etmekten ve hatta parodisini yapmaktan da çekinmediğim bir yazar. Gurur duyarım, mutlu olurum. Tehlikeli Oyunlar da döne döne ve çok özel anlamlarda, sürekli olarak okuduğum tek roman. Elbette hem duygu anlamında, hem de teknik anlamda ilhamını daima içimde taşıdığım Oğuz Atay ve onun kurmacaları, yazdığım metinlerde belli belirsiz hep gezinmekte. Hikmet Benol karakterinin de Hamlet’ten mülhem yanlarının oldukça fazla olduğunu, biraz altını eşeleyince zaten rahatlıkla görüyoruz zaten. Biraz Hamlet, biraz Hikmet Benol, biraz Selim Işık… Hatta belki biraz da kurmaca birer karakter olarak zihnimde ayrıca yaşayan Oğuz Atay ve Doğukan İşler’den doğan bir Hikmet Altay (nam-ı diğer Kekeme Hamlet) var karşımızda.
Kekeme büyükbaba karakteri anlatıda kilit bir yer tutuyor. Hamlet oyunundaki bir gelen bir kaybolan ve gerçeği ifşa eden kralın hayaleti gibi bir büyükbaba bu. Evin içinde sessiz. Odasının kapısı hep kilitli. Nadiren görünüyor ama Hikmet’in kafasındaki soruların yanıtları da onda. Kilitli kapıların merakı diri tutan, gerilimi sürdüren bir yanı da var doğrusu. Yazarken bütün bunları baştan tasarlayıp planlayarak mı yol aldınız?
Küp içindekini sızdırır, derler. Edebi metinlerle, yazarla, karakterle dolu bir oyun bahçesi gibi zihnim. Ne kadar tasarlarsam tasarlayayım, klavyenin başına geçip tuşlara basmaya başlayınca, parmak uçlarınızdan sızanlara çoğu zaman siz de şaşırıyorsunuz. Elbette muhteşem bir yazarım, dahi çocuğum anlamında söylemiyorum bunları. Ne kadar tasarlarsanız tasarlayın, belki bir saat önce yazmaya başlasanız bambaşka olacak bir metin çıkabiliyor ortaya. Her an, yeni bir yazar yaratılıyor, sanki. Büyükbaba karakterini, Joseph Campbell’ın meşhur Kahramanın Sonsuz Yolculuğu eserinde modellediği aşamalardan biri olarak, bir “rehber” olarak tasarladım. Hikmet’e “büyülü nesne”yi sunacak kişi. Biraz farklı olarak, belki, ikisi de birbirine rehber oluyorlar aslında nihayetinde.
Romanı tek kelimeyle tanımlamam gerekseydi “oyun”u seçerdim. Kurgu oyunlarla dolu. Hikmet’in oyun izlemeyi sevmesi, romanın içinde sahnelenen oyun, Hikmet’in düşlerinde kurulan oyun, yazarın metne çağırdığı roman ve hikâye kişileriyle kurduğu oyun… Oyun içinde oyun kurmak metnin önemli bir meselesi gibi görünüyor. Siz bu konuda neler söylemek istersiniz?
Frithjof Schuon’un çok güzel bir tanımı vardır: “Kâinat, rüyalarla örülü bir rüyadır.” der. Elbette bu havalı bir söz gibi dursa da mânâ olarak durup belki de asırlarca düşünülmesi gereken bir hakikatin özeti… Oyun kavramını, “rüya” kavramıyla eşdeğer görüyorum çoğu kez. Neyin tetiklediğini pek de kestiremediğimiz, neye gebe olduğundan gafil olduğumuz bir “an”da yaşıyoruz nihayetinde; ama geçmişe takılıp kalarak, gelecekten endişe duyarak, “an” oyunları icat ediyoruz sürekli kendimize. Yani, geçmiş hülyası ve gelecek düşlerinden ördüğümüz bir rüya (bir oyun) oluveriyor hayat. Bu oyunlardan sıyrılabilmenin, bu oyunların karşısında bir nebze de olsa durabilmenin bir yolunun da oyunlara karşı başka başka oyunlar kurabilmekten, bu oyunları da biraz ironi ile güçlendirmekten geçtiğini düşünüyorum. Ciddiye aldığımız değil, ciddiyetle oynadığımız oyunlar kurabilmekten. Rüyalarımızı, gördüğümüz anda tevil edebilmekten…
Her sanatçı kendisinden önce üretilen sanat yapıtlarıyla konuşur. Okuyabildiklerinin, ulaşabildiklerinin içinden geçerek ilerler, üretir. Siz bu bağı saklama gereği duymadan, edebiyat tarihine geçmiş iki büyük eserle bayağı doğrudan konuşan bir roman oluşturmuşsunuz. Arkaya böyle iki güçlü metin alarak yazı masasına oturmanın yazarken size sağladığı avantaj ve dezavantajlardan bahsedebilir misiniz?
Eğer ortaya özgün bir eser koyma iddiamı gerçekleştirdiysem, beslendiğim ya da bağ kurduğum eserleri saklamaya gerek duymam. Bu da oyunun bir parçası aslında: Çok güzel oynanmış, kaleme alınmış iki eserden-oyundan yepyeni bir eser-oyun yapabilme oyunu. İşin avantajlı tarafı, aslında yazar ve okur olarak kendinizi bir sınavdan geçirebilmeniz, terazinin diğer kefesine gerçek ağırlıklar koyup kendinizi tartmanız oluyor, diyebilirim. Böylece, hem bu eserlerin hakkını veren hem henüz okumamış okura bu eserleri işaret eden bir metnin ortaya çıkması (yani, sadece bir köprü olması hasebiyle) bile işe yarar bir şey yazmış olarak kabul ediyorsunuz kendinizi. Dezavantajı var mıdır, bilemem. Kötü bir taklit, kötü bir parodi, karikatür kalabilir tabii metniniz. Terazinin aynı kefesinde, ağırlıkların altında ezilebilir. Umarım ezilmemiştir Kekeme Hamlet.
Lisans eğitiminiz sinema televizyon ve Türk Dili ve Edebiyatı üzerine. Uzun yıllardır da yayıncılık sektöründe çalışıyorsunuz. Editörlük ve çocuklar, gençler, yetişkinler için yazmak el ele gidiyor. Tüm bunlar birbirini nasıl besliyor? Nerelerde ayrışıyor?
Elbette hem eğitimim, hem mesleki görgüm ve birikimlerim, hem yazarlığım, hem okurluğum; hepsi birbirine mündemiç aslına bakarsanız. Bir ecza dolabı gibi düşünürsek, hepsi ilaç benim için ama hangi durumda, hangi dozlarda kullanılması gerektiğini bildiğim ilaçlar. Editörlük yaparken, yazarlığımı ne kadar ortaya koymalıyım ya da yazarken kendime ne dozda editörlük yapmalıyım, bunları ayrıştırıp dozajlarını ayarlayabiliyorum sanırım. Ya da bir çocuk öyküsü yazarken, belki daha rahat olduğum yetişkin öykü dilimi nasıl dizginlemeliyim… Elbette sınırların birbirine karıştığı, yanlış ilaç ve dozajların şifa yerine hastalık verdiği de oluyordur. Yazar, okur ve editör dostlarımın fikirlerine danışmak, cümlelerimin başka gözlerde ve gönüllerde oluşturduğu hissiyatı öğrenmek de ayrıca çok önemlidir benim için.
Yayıncılık faaliyetleri yazmaya ne ölçüde izin veriyor? Bu aralar üzerinde çalıştığınız bir dosya var mı? Okurla ne zaman buluşacak?
Yazmak için kimseden izin almamak gerekir, yayıncı da olsanız başka bir meslekte de, hele ki kendinizden. Çöpe gideceğini bilerek de olsa, birkaç satır da olsa, her gün yazmalı bir yazar. Sadece seçtiğim değil, kaderim olduğuna da neredeyse emin olduğum bir şey benim için yazmak. Ben de bilgisayarımın ya da defterlerimin başına oturacak vakit bulamazsam bile, zihnimde yazmaya hep devam etmeye çalışıyorum. Üzerinde çalıştığım dosyalar ise hiç tükenmiyor. Yetişkin tarafında da çocuk-gençlik alanında da dosyalarım epeyce birikti. “Okul öncesi” diye tanımladığımız 3+ yaş grubu için yazdığım bir öykü var en ön sırada, resimlenmesi de tamamlandı, baskıya gitmeyi bekliyor, bakalım ne zaman yayımlanacak… Kekeme Hamletbittiğinden beri düşündüğüm, Hikmet’in arkadaşı Turgut’un hikâyesi ise zihnimde çoktan yazıldı, kâğıda dökülmeyi bekliyor.
* Bu söyleşi ilk kez 24 Mart 2022 tarihinde Parşömen Sanal Fanzin'de yayımlanmıştır.
Tuğba Gürbüz's Blog
- Tuğba Gürbüz's profile
- 1 follower

