Tuğba Gürbüz's Blog, page 41
November 30, 2021
Fatih Erdoğan'dan Yazar Adaylarına Üç Tavsiye
1 Yazdığını okut
Arkadaşlarına okut. Eşine, sevgiline, annene, babana, kapıcının çocuklarına ve hatta kapıcının kendisine. Söyledikleri her şeyi not et, en ipe sapa gelmez bulduklarını bile. Sen okurken onları duraksatan, gülümseten, irkilten, tedirgin eden, mutlu eden, alınlarını kırıştıran, vb, her şey senin için önemlidir. Bir anahtar: Diyelim, sen okurken bir yerini anlamadıklarını söylediler ve sen de açıklamanı yapıp devam ettin. Buraya mim koy. Açıklaman yeterli gelirse onlar sana "Haaa, tamam, şimdi anladım diyeceklerdir. Ama bütün okurlarına tek tek açıklama yapamayacaksın ki! En iyisi açıklama gerektiren bulanıklığı ortadan kaldırmaktır.
2 Çocuklar seni aldatmasın
Yazdıklarını çocuklara okuturken, çok bildik bir klişeden kendini koru: "Ay çocuklar çok dürüstler! Çok içtenler!" Hayır, çocuklar da tıpkı yetişkinler gibi çoğu kez ne duymak istediğimizi anlarlar ve bir güzel yanıltırlar bizi. Hele o öyküyü dinledikten sonra dondurma yiyeceklerse ya da Playstation başına geri dönebileceklerse, bu süreci hızlandırmak için taktik cevaplar verirler, hatta yalan söylerler.
Çocuklardan hiç mi yararlanamayız? Tabi ki yararlanırız ama sadece olumsuz değerlendirmelerinden. Beğendiklerini söylerken değil, beğenmediklerini söylerken daha dürüsttürler. "Öykünü beğendim ve anladım!" diyorsa kuşku duy. Ama "Hiçbir şey anlamadım!" diyorsa öykünün başına otur, tabii yaş grubu hatası yapmadıysan.
3 Ayıkla
Metnini eline alıp "silkele", fazlalıklar dökülsün. Varsay ki uzun bir yola çıkacak metnin, bir zümrüdüankanın bacağına bağlanarak. Ve zümrüdüanla yalvarıyor sana: "Ne olur! Yalnızca gerekli olanlar kalsın, ötesini taşıtma bana..." Ayıkla. "Bu söylediğimi daha az sözcükle nasıl söylerim?" sorusunu sor kendine hep. Lafı dolandırma, yükleme, giydirme, süsleme, donatma, takılar takma... Neyse sözün onu söyle, fazlasını at. "Edebiyat yapmaya" çalışma! Söyleyecek sözü, anlatacak öyküsü olmayanların başvurduğu yoldur bu. (İyi) editörleri sıkar, (iyi bir yayınevinde) yayımlanma şansını da azaltır.
Kaynak: ilk hevesten imza gününe Çocuklar İçin Yazmak
Fatih Erdoğan
binbir kitap
deneme
Kendine teşekkür
Bugün kendine teşekkür etseydin, neler için teşekkür ederdin? Beş madde bulabilir miydin örneğin bir çırpıda, düşünmeden zahmetsiz.
Bugün kendine şefkat göstermek isteseydin, nereye sığınırdın, hangi eylemlere, hangi mekânlara, hangi insanlara? Hiç zahmetsizce çıkıp gidebilir miydin oralara? Bu teklif karşısında şaşakalır mıydın? Hiç düşünmediğini fark edip hüzünlenir miydin yoksa? Bu şarkıyı dinleyince sen nerelere gidiyorsun? Bir baksana...
November 28, 2021
ANLATIDA EV
Anlatıda Ev: Beliz Güçbilmez söyleşi notları
"Tarihi olan bir şeyin tarifi yoktur." Nietsche
İnsanın türdeşleriyle yaşadığı yer, somut anlamda ev, metaforik anlamda ülke, dil...
Evin kalabalıklığı, belli bir yaşa kadar canlı, sonra parçalanıyor, dağılıyor, türdeşlerimizi yitirdikçe yalnızlaşıyoruz.
Evler hep çoğuldur. Birey değildir. Benim çocukluk evim, annemin çocukluğunu özlediği ev, iç içe geçmiş kaplar gibi. Her ev geriye doğru, tarihsel olarak uzayıp gider. En tekil, çekirdek göründüğü yerde bir çoğulluk içerir. Geriye doğru açılır, derinlik perspektifi içerir. Böylece anlatıya yaklaşırız.
Anlatı, geriye doğru yürür, birbirinden beslenir ve yapılır.
Başlangıç noktası evdir. TS Eliot
Başlangıç meselesi çetrefilli meseledir. Başlangıç bir zaman mı mekân mı? Her ikisi de elbette. Mekân, insanla yaşar, insana ilişkindir, insanla başlar. Ev derken insanlı bir zaman ve mekân.
Yaradılış miti: ilklerle ilgilenir. Mitlerin ve ritüellerin içinde kendimizi evde hissederiz. Tekil insanın, tekil davranışları değil de, ta orada ilk kez yapılmış hali, burada tekrar edildiğinde, anlamlı hissedilir. Ev kişisel değil. Bu mitlerin tekrarı, aktarımı evde olma halini pekiştirir. Toplum da bu sayede ev olur. Mitlere uygun yaşamak, bireysel zaman, mitik zaman. Orada yapıldığı ilk halinde dönmek, bireyin anlatısı, mitik zamana, mitik anlatıya dayanır. Kültürler coğrafi, siyasi olarak ne kadar uzak olursa olsun, benzer mitler kurmuşlar, benzer yanıtlar vermişler. Bir zamanlar dünya büyük bir evdi. Ortak açıklamalar üretebilmiş bir dünya, parçalanıyor, bir evin içinden başka evler doğuyor.
Mekanın Poetikası: evi bir mevhum olarak alıp düşünce geliştiren bir kitap. Nurdan Gürbilek bunun üzerine çalışıyor. Ev meselesi etrafında dönüyor tüm yapıtları.
Mekan her şey birden olmasın diye, zaman da her şey bizim başımıza gelmesin diye vardır.
Aile evi, kuşaklar boyunca sahip olunan, büyük haneler, çok kuvvetli, çok geriye giden bir belleği var, büyüme romanları, buna dayanır, içinde büyüdüğü evde olup bitenleri de anlatır, Batı edebiyatı bunu çok bağrına basmıştır, çok işlenmiştir. Bireylerin tarihleri anlatılırken arka planda toplumsal tarih akıyor, her kuşak kendi zevkine göre yenilerken, tadilat yaparken toplumun değişimi de anlatılır. Çok iyi bir kabuk. Ev bize çok şey anlatır. Hangi sınıfa baktığımızı da anlatır.
Antik Yunan'da tiyatro sarayın önüne bakar, halkın karşısına bakan bir tiyatro, kapının önündeyiz hep. İç dünya ve ev içi yok. Dışsallıktan içeriye daha sonra, örneğin Shakespeare
Bu ev içleri, konuk odalarıyla göründü daha çok. Evin kamusallaştığı, çeşitli karşılaşmaların evlerde gerçekleştiği dönemlerin sosyalleşme alanları halinde gösterildi daha çok. Romanın çok sesli olması için çoklu toplanmaların yeri de olmalı. Duygu, siyaset dünyasını eve sığdıran evler, kendinden çok daha fazlası oluyor bu durumda ev.
Ev, sınıfsal özellikleri sunan bir unsurdu. Roman, evi nasıl betimlemesi gerektiğini bilir.
Anlatıya duyulan ihtiyaç:
Tarihin anlatısallığı geç uyandığımız bir konu. Lisede örneğin, tarih kitabının kim tarafından yazdığını bilmeyiz bunu merak etmeyiz, kimse bu konuya ilgimizi çekmez. Tarih geçmişle özdeş sayılır çünkü yazarına vurgu yapılmaksızın otoriter bir dille anlatır, biz de inanırız, resmi tarih böyle anlatılır. Bu onu anlatı, sorgulanabilir olmaktan kurtarır. Gayrişahsi ses tonu olduğu için şüphe yok, onun neyi dışarıda bıraktığından şüphe duymadık. Hiçbir tarihin orada olanı olduğu gibi anlatamayacağına dair ideolojik tartışma başlayınca, tarih anlatısına farklı gözle bakmaya başladık.
Anlatıya muhtacız çünkü:
Anlatı seçilerek anlatılır. Bazılarını içeride bırakırız, bazılarını dışarıda bırakırız. Hepimizin bir süzgeci var. Hayata ayna tutarak, orada ne varsa anlatamayız. İçine alacağımız öğeleri seçerek anlatırız. Hiçbir yeri, hiçbir şeyi gerçeğe müthiş bir sadakatle bakarak anlatmamız mümkün değil. Bir filtre var, bu filtre bazıları içeride, bazıları dışarıda bırakır, anlatım kurarken seçim yapmayı öğreniriz. Freud ce-e oyununu en mikro hikaye der, anne gelecek mi, geri gelecek mi, yeniden gidecek mi, örnek bu, hikaye bu. Zihnimiz buna çok yatkın. Evcilik oynarken başlıyor zihin kurmaya. Zihin kurmacaya çok aşina.
Anlatı evin kurucu unsurlarından biri midir? Anlatının bireysel hayatımızdaki yeri nedir?
Kişi kendini, kendinde tanıyamaz. Tanımak, içeride yapılan bir şey değil. Kendilik de dahil, kendimizi tanımak işi için başkalarına ihtiyacımız var. Hepimizin hayat gailesi var. Bir başkasından öğreneceğimiz bir bilgiye ihtiyacımız var her zaman. Bilgi tek başına elde edilemez, üzerine eklenir, başkalarıyla çoğalır. Kurmaca modern mittir. Mitolojide bir tür tanrısallık atfı vardır. Biz yokken tanrılar vardı. Onların yaşamadığı hiçbir şeyi biz yaşamış olamayız. Mitik insan buna inanırdı. Hayat, mitolojiyi taklit ederdi. Şimdi modern insanın kendine ait bir zamanı, bilinci var.
Metinlerin kendi zekası, iletmek istediği bir mesaj vardır, kendi işler, okurla arasında . Kurmaca okurken yazar burada ne demek istiyor diye sormak yanlış olur. Onun kurduğu evrenden yanıt ararsın. Hiçbir kurmaca kendi çağından büsbütün bağımsız olamaz, eskilerden bağımsız olamaz, yepyeni olamaz. Kurmaca insan zihnine benzer. Data üretip işleyecek bilgileri koyduğumuzda yapay zeka üretmeye devam eder. Zihin de böyle işliyor aslında. Ben okudum, öğrendim, içeri aldım, şimdi işliyorum, bunun nasıl çalıştığını da bilmiyorum.
Dünya küresiyle ilk karşılaşmak önemli bir andır, senin biricikliğinle, yeryüzü üzerindeki bir küçük nokta olmak arasındaki çelişki. Kurmaca bize bunu yapar. Bir kuşak romanını üç günde okuduğumda yaşayarak edinemeyeceğim bir tecrübeye, tanıklığa sahip oluyorum.
Ev, aileyi kurar. Kapının arkası, evin içinde yaşananların aile içinde kalması... Ülkenin içi, dışı... Çocuklara, halka söylenenler, saklananlar... Benzerlikleri var. Edebiyat çoğunlukla mikroiktidarları anlattı. Feminist edebiyatla, evin içi, sakınılanlar ifşa edildi, ediliyor. Aile şimdi çok daha sakatlayıcı, kısıtlayıcı olarak tarif ediliyor. Don Kişot bununla ilgilenmez. Bir evden yola çıkar ama evin içiyle ilgilenmez, o bir macera romanıdır. Ev, hep bir dönme fikrini taşır içinde. Bir gün dönebileceğimiz bir mekân olarak kurgulanmıştır. Uzun yolculuklardan eve dönmek fikri, Odessia, örneğiyle başlıyor. İçinden çıktığı ev, şimdi döneceği ev değil. Sen o evin içinden çıktığın kişi değilsin. Eve dönüş fikrinde hem bir geçmiş fikri var, hem de bir imkân olarak geleceğimde. Evden neden ayrıldığını unutma. Seni o evden uzaklaştıran fikir, düşünce neydi? Geri döndüğünde bu koşulu ortadan kaldırma ihtimali var mı? Kaçtın, biriktirdin, şimdi geri dön ve düzelt. Orayı yeniden düzeltmek için bir yol, imkân bu! Burası zihinsel olarak çok verimli bir yer.
Artık mültecilik fikri çok daha yaygın. Yerlilik, evinde olmak her an değişebilir şeyler.
Bir ada değildir, hiçbir insan, ana karanın parçasıdır.
Yazar kendi evini mi anlatmalı? Kendi evinden nasıl çıkar? Başkalarının evine nasıl girer?
En iyi bildiğini yazmak her zaman iyi bir fikir mi? Kendini anlatmak, kendi evini anlatmak aşılması gereken bir şey. İnsan kendini saçından tutarak nasıl ayağa kaldıramazsa, kendini tam olarak yazamaz. Kendinden çıkarak yazmak, kolunu biraz uzat başkalarının hikayelerini anlat, kalem senin elinde, o benzetmeleri ben yaptım, elime kalemi aldım, dünyada anlatacak en ilginç şey ben miyim? Emin misin? Evin için gözlemlemek... Bunları gözlem nesnesi olarak kabul edebilirsin. Ama bu gözlemi yaparken oraya bir soruyla gitmeliyim. Bakıp bakıp data işleyemem. Bunu nasıl anlatacağım, neyle işleyeceğim. Örneğin bir ayrılık anlatacağım, gara gidip vedalaşanları izliyorum. Sorum yoksa, bu gözlem benim ne işime yarar. Anlatacaklarımın işlevli olması için anlatacağım parçaları seçmem gerek. O yüzden soruyla gitmem gereken, hayata sorularla bakmam gerek.
Geçmişteki özlem duyulan ev de var olan değil, dil ile kurulan bir ev. Belki bir tür 'altın çağ'ın mekanını da temsil ediyor, bu anlamda muhafazakar ve baskılayıcı değil mi? Belki de özgürleştirici ev anlatısı evi tekinsiz olarak kurandır.Ev çok temel bir unsurdur. Aile ve evi olmazsa bir çocuk, başına neler gelebilir. Edebiyat bunu çok işlemiştir.
Celil Oker'den Yazar Adaylarına Tavsiyeler
Sakın ama sakın, bitmiş işinizi sıkı bir gözden geçirme, mesleki terimle "edit"işleminden geçirmeden üçüncü kişilerin dikkatine sunmayın.
Düzeltme işini asla ve asla daha bir yandan yazarken, iş bitmemişken yapmaya girişmeyin. Moralinizi bozmaktan başka bir işe yaramaz. Çalışmanızı sekteye uğratır, aynı cümle üzerinde gereksiz zaman harcamanıza yol açar, ilerlemenizi durdurur.
Yazdıklarınıza âşık olmayın. Gereksiz her şeyi gözünüzü kırpmadan atın gitsin. Öğrencilerimle deneyimlerim, her türlü yazının % 30- % 40 oranında kırpılmışının ilk halinden çok daha diri, dinamik, net ve zevkle okunan bir yazı haline dönüştüğünü gösterdi bana. Kulağınıza küpe olsun.
Yazarken de düzeltirken de bir yazım kılavuzuyla nikah kıyın. Asla bildiklerinize güvenmeyin. Açın bakın.
Ve yazdıklarınızı dünyanın kafasına atın. Utanmayın.
Dünya üzerinde hiç kimsenin kendisi için yazdığına inanmıyorum. Başkaları için yazarız. Paylaşmak için yazarız. Bunu sağlayabilmenin tek yolu, yazdıklarımızı dünyanın kafasına atmak ve geri dönüşünü beklemektir. Dünyaya güvenin. Dünya onun için yaptıklarımızı er ya da geç bize geri verir. Bugün olmazsa yarın.
* Bu tavsiyeler Celil Oker'in "Genç Yazarlar İçin Hikaye Anlatıcılığı Kılavuzu" adlı kitabından alınmıştır.
November 27, 2021
Kelebek Zihinli Çocuk
Kelebek Zihinli Çocuk Yeni bir aile kurmak, zorluklarla başa çıkmak, hataları telafi etmek, sorumluluk üstlenmek, empati ve dikkat eksikliği üzerine akıcı, maceralı bir roman. Mükemmel Elin ve Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu olan Jamie'nin bağımsız akan hikayeleri onların üvey kardeş olarak aynı çatı altında yaşamalarıyla devam ediyor. Anlatı ileriye doğru akıyor, her çocuk kendi hikâyesini "ben" diliyle anlatıyor. Bu sayede her iki kahramanın iç dünyası bize geçiyor. Mükemmel olursa anne ve babasının yeniden bir araya geleceğini uman Elin'in duygularını, düşüncelerini ta içeriden gördüğümüz için o baskıyı, Jamie'nin eve gelişiyle hayallerinin nasıl yıkıldığını görüyoruz. Aynı şekilde DEHB yaşayan bir bireyin iç dünyasını, kendisini dizginleyememesini, dışarıdan baş belası gibi görünürken içeride yaşanan kaosu ve doğru yaklaşımı da görüyoruz. Romanın ele aldığı zor konular yalnızca boşanma sonrası çocukların yaşadığı sıkıntılar, yeni kurulan aileler, zoraki üvey kardeşlik değil. Romanda sınıf ortamı, okulda yaşananlar da epey yer tuttuğu için akran zorbalığı, popülerlik meselesi, dışlanmak gibi meselelere de değinilmiş. Buradaki örnekler üzerinden doğruyu, yanlışı, seçenekleri görmek, çocuk okurun bu konular üzerine düşünmesine de vesile olacaktır. Çocuk edebiyatı zor konuları ele alıp bunu da akıcı, maceralı bir metnin içine yedirip sunduğunda genellikle iyi sonuçlar ortaya çıkıyor. Edebiyat da amacına ulaşıyor. Bize uzak görünen deneyimlere tanıklık ediyor, beceriksiz, sakar, ezik gibi etiketlerin ardında yatan güzellikleri, iyilikleri, oradan doğabilecek sonsuz potansiyeli görüyoruz. Okumak gibi pasif görünen bir eylem, bizde değişime yol açabiliyor, etrafımıza daha esnek bakabilme olanağı sağlıyor.
Kelebek Zihinli Çocuk Yazar Victoria Williamson Çevirmen Gizem Şakar Genç Timaş roman
Elin ve Jamie'nin zoraki üvey kardeşliğinin gerçek müttefikliğe dönüşmesinden öğreneceklerimiz var.
November 23, 2021
Astroloji, düşünceler ve nefes
Astrolojiye meraklı bir arkadaşım var. Geçenlerde bir yemekte bir araya geldiğimizde, astrolojinin fal olmadığını, yıldızların gökyüzündeki diziliminin bir anlamı olduğunu, bunun tekrarlanan ve bilimsel bir bilgi olduğunu söyledi. Tam olarak böyle söylemedi aslında. Ona yönelttiğim sorulardan edindiğim cevapları dizince ben böyle bir sonuca vardım. (Böylesi astrolojiyi hurafe gibi görenleri ikna etmek için daha geçer akçe çünkü.) O daha çok işin ispat kısmıyla ilgiliydi. Doğum haritasına bakarak geçmişte başımızdan geçen önemli olayları bize bir bir söyleyebileceğinden emindi. Keza ileriye dönük olarak konuşabileceğinden de. Astrolojiye olan düşkünlüğün en temel sebebi de bu olsa gerek, geleceği merak etmek. Oysa ne geçmişte ne gelecekte merak edilecek bir şey yok. Geçmiş orada, önemli dönüm noktalarını hatırlamanın, bunun astrolojiden kaynaklı demenin bir faydası yok. Gelecek ise olanca belirsizliğiyle önümüzde uzanıyor. Onu güzel kılan da biraz belirsiz olması aslında. Yine de tümden muğlak değil. Şimdiye değin olanlar bundan sonra olacakların da habercisi. Hayat yaklaşık olarak aynı döngülerle ilerliyor, inişlerle, çıkışlarla.
Burada hemen bir itiraz yapıştırıyor bir diğeri. "Geleceği bilmek kader çizgisini bozar o zaman." Buyur buradan yak demek ister gibi bakıyor. Arkasına yaslanıp sırıtıyor. Bu mevzunun uzamasından pek de hoşnut değil. Saçma bulduğu aşikar. Arkadaşım hazırlıklı. Geleceği bilmenin onu değiştirmeyeceğini söylüyor. Bilirsem gardımı alırım, diyor. Zihnimdeki çevirmen iş başında. Önemli dönüm noktalarını bilmek, buna zihnen hazırlanmak mümkün o halde. Eylemliğimiz sınırlı. Başımıza gelenler karşısında vereceğimiz reaksiyonları seçebiliriz yalnızca. İşte buna katılırım. Olayları değiştiremeyiz ama olaylara, durumlara, davranışlara vereceğimiz tepkileri seçebiliriz. Geleceğimizi de inşa eden bu seçimlerin toplamından başka bir şey değil, zaten. Ve bunu hep yapıyoruz, astroloji önümüze harita sunsun, sunmasın.
O akşam, bunu zihnimden geçirdiğim anda astrolojiye olan merakımı yitiriyorum. Bir olayı önceden bilmenin gereksizliği gün gibi ortada. Buna harcanacak emek, zaman kendi ilk yardım çantanı hazırlamaya harcanmalı bana kalırsa. Ruhuna pansuman yapma, olanı olduğu gibi kabul etme becerisi varsa insanın, yıldızların ona ne dediğini bilmeye gerçekten ihtiyacı var mı?
Bu aralar bu temel becerilerimi geliştirmeye çalışıyorum ben de. Kullandığım araç ise mindfulness. Mindfulness öğrenen bir aday öğretmenin eğitimi kapsamında sunduğu 8 haftalık staj eğitimine katılıyorum. Mindfulness giderek daha çok önümüze çıkan bir öğreti. Muhakkak duymuşsunuzdur. Doğunun yüzlerce yıllık öğretisi, batının bilimsel bilgisiyle kanıtlanınca giderek artan sayıda taraftar buluyor. Modern yaşamda sakin ve dikkatli kalmak kolay iş değil. Sürekli yoğun bilgi akışına, uyarana maruz kalıyoruz. Düşünceler arasında savrulmamak için ilave çaba gerekiyor.
Anlık, düşünmeden tepki vermeyi bırakmak, duygu durumumuzun farkına varmak için yavaşlama aletleri sunuyor bana göre mindfulness. Meditasyon yaparken zorlanıyorum. Otururken düşüncelerin peşinde kayboluyorum. Oram buram kaşınıyor. Hocamız bunun normal olduğunu söylüyor. Kaybolması için bir çaba harcamadan sadece fark etmek bile mindful bir davranış, bilinçli farkındalık hâli. Mindfulness zihni tamamen boşaltmayı hedeflemiyor zaten. Olanın farkına var, o düşünce balonuna tutunup ilerlemeden önce onu gördüğünü bil. Nefesine odaklan. Aralarda mola ver. Bu kadar basit bir bilgi ne işime yarayacak diye düşünmeden önce nefesinizi fark edin. Modern yaşam, ciğerlerimizin tam nefes alma kapasitesini dahi elimizden alıyor. Nefesimiz kısa ve kesik. Yoga ya da meditasyon uygulamaları esnasında derin nefes alıp verirken sık sık başım dönüyor. İçeri giren fazladan oksijen çarpıyor. Bir balonu şişirirken zorlanmama şaşmamalı.
November 22, 2021
Editör-yazar söyleşisi
Bu söyleşi ilk kez 12 Kasım 2021'de edebiyathaber'de yayımlanmıştır.
Tuğba Gürbüz’ün Kendisiymiş Gibi adlı ikinci öykü kitabında, editör ve yazar olarak içimize sinen, verimli olduğu kadar da keyifli bir çalışma gerçekleştirdik. 2015 yılında yine Notabene Yayınevi tarafından basılan Lodos Çarpması adlı öykü kitabından başlıyor aslında editör-yazar ilişkimiz. Edebiyat Haber’in yeni köşesi Editör-Yazar söyleşisi için sorularımı sevgili yazarımıza yöneltmek istiyorum.
“Gövdesi dimdik, yaprakları üzerinde ama suyu çekilmiş bir ağaç gibi kentli insan. Kendisiymiş gibi ama kendisi değil. Güçlükle ayakta durmaya çalışan, “olanca gücüyle kendini sıkmasa, bir gecede tüm iğne yapraklarını, kabuklarını yitirebilecek” denli titrek, iğreti, köksüz…” sözleriyle başlıyor Kendisiymiş Gibi. İlk öykü kitabın Lodos Çarpması’nda da, kentli insanın gerçeğine, sorunlarına, dünyasına yönelik ilgin dikkatimi çekmişti. Kentli insan, senin öykü dünyana nasıl giriyor? Kitaba adını da veren “kendisiymiş gibi” olma halini hangi bağlamda açıklıyorsun?
Söz konusu ağaç, yaşadığım apartmanın otoparkında yer alan bir çam ağacıydı. Arka bahçeyi otoparka çevirmek için beton dökülürken çevresinde yaşam payı bırakılmamış bu çam ağacının yıllar içinde sararıp solmasına, en sonunda kesilmesine tanıklık ettim. Öykülere ne zaman ve nasıl sızacağını bilemesem de kendisini besleyen topraktan yoksun kaldığı için kuruyan ağaç çok kuvvetli bir imgeydi benim için ve cepte duruyordu.
Cumhuriyet’in kurucu değerlerine hayran, saygılı bir aile içinde büyüdüm. Ailede babaannemin at üstünde köyden şehre geldiği de bir gecede çarşafını attığı da efsane gibi anlatılırdı. Şapka kanunu çıktığında fes taktığı için bir gece nezarethanede kalan dedemin ölene kadar başından şapka çıkarmadığı, “İçeri aldılar ama çok da nazik davrandılar,” demesi de yine duyduğum hikâyeler arasındaydı. Zamanla bu hikâyelere, ana dillerini çocuklarına aktarmayan Cumhuriyet’in ilk kuşak öğretmenlerinin büyüttüğü bireylerinkiler eklendi. Bu ailelerin hepsinin ortak özelliği Cumhuriyet’in kurucu değerlerine duydukları hayranlık, işaret ettiği yönde ilerleme, ilerletme arzusuydu bana kalırsa. Bu değerler sayesinde toplumsal dayatmaları aştık, özgürleştik, hak mücadelesi verdik, kendilik arayışına çıktık. Bununla beraber kırsalla, geçmiş kuşaklarla, onların deneyimleriyle, kültürüyle bağımızı yitirdik. Giderek otoriterleşen rejim, sokaklardan, ortak çatı altında kolektif çalışmalardan çekilmemize yol açınca, dayanışmadan, onun getirdiği umuttan, cesaretten yoksun kalınca bu ağaç imgesi de kendiliğinden gelip öyküye sızdı.
Öykü dilin de bana göre çoğunluktan ayrıksı ve bu yönüyle dikkat çekici. Günümüzün, epey revaçta olduğunu gözlemlediğimiz, neredeyse arabesk olarak nitelendirilebilecek melodramatik diline karşın, pek de duygusal olmayan bir dille yazıyorsun öykülerini. Lodos Çarpması’nda da öyleydi. Bunu bilinçli tercih ettiğini düşünüyorum. Bu konuda neler söylemek istersin?
İşsizlik, yoksulluk, yolsuzluk, çarpık kentleşme, zorunlu göçler, mültecilik, hak ihlalleri, çocuk istismarı, kadına şiddet, küresel iklim krizinin sonuçları... Saymakla bitmeyen felaket sağanağı altında yaşıyoruz. Okur olarak da, yazar olarak da, yurttaş olarak da kızgınız, öfkeliyiz, olana bitene kayıtsız kalamıyoruz. Edebiyatın bu ezilenlerin, kenara itilenlerin sesi olması gerektiğine inanıyoruz. Böylece “Sanat toplum içindir” şiarıyla kaleme alınmış yapıtlar yazılıyor, bunları dile getiren yazarların yakasına “meselesi olan yazar” rozeti takılıyor. Öfke güçlü bir yakıt ama tek başına yeterli değil. Bu yakıcı öfkeyle masanın başına geçildiğinde yazılanlar çoğu zaman o derdi göstermenin, sempati uyandırmanın, aynı tarafa bakmanın verdiği müttefiklik hâlinin ötesine geçmiyor, sası bir tat bırakıyor. Kimsenin dimağında bu tadı bırakmak istemiyorum. Bu da meseleyle olan mesafemi arttırmaktan, olayların içinden çıkmak için kendime zaman tanımaktan, melodrama dayanmak yerine duygusal olmayan bir dil tercih etmekten geçiyor.
Genellikle Batı’yı yazıyorsun, bu ülkenin Batısını ve özellikle kentleri. Kent, kendi üzerine kapanmış, nefes alamadığı gibi nefes aldırmıyor da; nefessizlik hali çırpınmaya dönüştükçe duygular da yerini boşluğa, boşlukta salınmaya bırakıyor. Kentlerdeinsanlar gibi duygularda “kendisiymiş gibi”. Anlattığın öykülerle mesafeni, bu “kendisiymiş gibi” olma mesafesine bağlıyorum. Haksız mıyım?
Haklısın ancak bu durum yazma esnasından çok yayımlanma sürecinde belirginleşti. Kendisiymiş Gibi, kitapta yer alan kısa öykülerden birisinin ismi. Sonradan kitaba adını verince dosyanın tamamını kapsayan, yazarken sezdiğim ama tam da tanımlamadığım mış gibi yaşamları, kendi içine kapanma, nefessizlik hâllerini daha belirgin ve vurucu kıldı.
Sözün burasında, ilk kitabının heyecanını yaşayan bir yazarın sabır ve emekle ördüğü yolda ilerleyerek beş yıl sonra ikinci öykü kitabını yayımlamasına gelmek istiyorum. Senin, yeni bir kitap yayımlama konusunda hiç acelen, telaşın olmadı. Ancak iki kitap arasında geçen süreçte aslında öyküyle ilgilendin hep, başka öykücüleri bolca okudun, onlarla röportajlar yaptın, eleştiri yazıları kaleme aldın. Genel olarak öyküye de emek verdin, bunu sevinç duyarak gözlemledim ve bence çok kıymetliydi. Kişisel yazma diyalektiğinden, o süreçten bahsetmek ister misin?
İlk kitap, yazarı için heyecan ve mutluluk kaynağı elbette. Ama bir yanıyla da haritada küçük bir nokta. Evet, dert edindiği meseleleri gösteriyor, eğrisiyle doğrusuyla okurla buluşturuyor ama en nihayetinde sadece başlangıç çizgisini işaret ediyor. Asıl iş oradan nereye doğru yürüyeceğimize karar vermekte. Amacımız, kendi potansiyelimiz dahilinde o günün koşullarında elimizden gelenin en iyisini yapmaksa, okuru olmaktan hoşnut olacağımız metinler yazmak en azından bunun için çabalamaksa, yazdığımız türe emek vermemek seçenek dahilinde değil zaten. Bu emeği kendimizden esirgemek ancak kısa süreli zaferler tattıracaktır. Dolayısıyla gayem, acele etmek yerine ilk kitabın üzerine çıkmaktı. Öncelikle Lodos Çarpması’nda neyi yaptığımı, neyi yapamadığımı özümsemem gerekiyordu. Bu, yolun başındaki bir yazar için çok da kolay bir süreç değil. İlkin size katkı sağlayacak çeşitlilikte ses duymuyorsunuz ve kendi imkânlarınızla yol almaya çalışıyorsunuz.
Yazdığımızdan çok daha fazlasını okuduğumuza ve okuyacağımıza göre gidip oralardan el almak, “Bugün olsa nasıl yazardım?” sorusuna yanıt aramak, yeniden yazmak geliştirici bulduğum, sık sık kapısını çaldığım temrinler oldu.
İki kitap arasında verilen ara yazarın kendini geliştirdiği değerli bir zaman dilimi ve vazgeçilmez. Tüm bunlara rağmen ilk yılların çok toz pembe geçmediğini, yazar tıkanıklığı yaşıyorum hissiyle boğulduğum zamanlar olduğunu da itiraf etmeliyim. Sonra edebiyata verilen mesainin ortaya bir kitap bütünlüğü çıkarmaktan ibaret olmadığını, röportajların, eleştiri yazılarının, hatta yalnızca okumanın, okuma notları tutmanın da edebiyat yolculuğuna dair olduğunu kavramak ve kabullenmek beni rahatlattı. Böylece öğrenci olma zevkini yaşayabildim.
Kente, toplumsal rollere, anneliğe, evliliğe, ilişkilere, hayata karşı anlam arayışı, genel olarak öykülerinde belirgin temalar. Kendisiymiş Gibi, aslında yabancılaşmayı kanıksamış hayatlarımıza belli bir mesafeden bakmaya davet eden, vurgulardan uzak bir kitap. Büyük harflerle konuşmuyorsun öykülerinde. Daha ince işlerin peşindesin sanki. Neler söylemek istersin?
Her yazar hayatı boyunca hep aynı temayı yazar derler hep. O meseleye sağından bakar, solundan bakar, etrafında dolaşır ama hep aynı manzaraya bakar. Benim de durumum farksız. İçinde yaşadığım, birey olarak etkilendiğim durumların, kimi zaman altında ezildiğim kimliklerin bendeki izdüşümünü yazıyorum. Okuyarak ve yazarak anlamaya çalışıyorum. Çünkü hikâyeler, tıpkı sosyoloji bilgisi gibi bizi kavramlar dünyasına çağırıyor, yalnızca bizi etkilediğini, bizim başımızdan geçtiğini sandığımız hâlleri tasnif etmemizi, bunun yalnızca bireysel deneyimler olmadığını gösteriyor. Kavramlar hakkında konuşurken sıklıkla sanat yapıtlarından referans almamız da bunu doğruluyor.
İki öykü kitabından sonra bu yıl, Sia Kitap’tan Pelin ve Küçük Dostu Karamel adlı çocuk kitabın yayımlandı. Öykülerden oluşan bir kitap. Yine öykü, bu kez çocuklar için. Çocuklar için öykü yazmak daha mı zor? Nasıl deneyimledin bu süreci?
Ben de pek çok yetişkin gibi çocuk edebiyatıyla bağını çocuklukta yitirmiş, ebeveyn olunca o dünyaya yeniden okur olarak adım atmış biriyim. Kızım ikinci sınıfa geçip okuması hızlanıp “Artık bana kitap okuma” diyene kadar her gece ona kitap okudum. Onunla beraber çocuk edebiyatını yeniden keşfettim. Bu yeni manzara çocukluğumda bıraktığımdan hayli farklı, çok daha renkli, çeşitli. Etrafı kurallarla, yetişkinlerle çevrili çocuklar iyi çocuk kitaplarının içinde doya doya nefes alıyor, eğleniyor, maceradan maceraya koşuyor. Bu dünyanın bir parçası olabilmek cazip bir hayaldi. Gerçekleştiği için mutluyum.
Bunun yanı sıra çocuklar için öyküler yazmak, alışık olduğumdan farklı çalışmamı gerektiren öğretici bir süreçti. Öyküyü âna sıkıştıran, kısa kesitler halinde okura sunan bir öykü anlayışım var. Bu biçim çocuklar için fazla muğlak ve dar. Dolayısıyla olay örgüsü üzerine daha çok düşündüğüm, zihnin içinden çıkıp olma hâlini daha çok gösterdiğim bir çalışma yürütmem gerekti. Bu sayede Pelin ve Küçük Dostu Karamel’de yer alan öyküler hem bağımsız hem de birbirinin elinden tutarak, birbirinin içinden geçerek, üzerinden yükselebildi. Kahramanlarımla daha uzun yol almak, onları farklı uyaranlar karşısında düşlemek, uzun yazmaktan kaçınan tarafıma iyi geldi. Orta ve uzun vadedeki sonuçlarını ben de merak ediyorum doğrusu.
Son olarak üzerinde çalıştığın yeni bir proje var mı? Ben de heyecan ve merakla bekliyorum.
Okurlardan Pelin ve Küçük Dostu Karamel’in yeni maceralarını merak ettiklerine dair yorumlar alıyorum. Kızımsa benden maceralı, komik ve deyimlerin daha az kullanıldığı (sanırım onun da Pelin gibi başı deyimlerle dertte) bir çocuk romanı bekliyor. Çocuklar için yazmak benim için keyifli ve de öğretici bir süreçti. Dolayısıyla bu alanın emekçisi olmaya devam edeceğim. Lisans eğitimim diş hekimliği üzerine. Sayısalcı olduğum için eğitimimde eksik kalan yanları telafi etmek, çocuk dünyasına daha bütüncül bakabilmek için yeniden öğrenci oldum. Çocuk Gelişimi önlisans programı ve Çocuklar İçin Felsefe Eğitmenliği Eğitimim sürüyor. Bir yandan öyküler yazarken diğer yandan kabımı doldurmaya devam ediyorum anlayacağınız.
November 7, 2021
Sonbahar çekilişi ya da kutlamaya davet
Her kasım bir sene daha buraya düzenli yazmanın, Kurmacabiyografiler'i bir yaş daha büyütmenin haklı gururunu taşıyorum. Kurmacabiyografiler'in doğuşu blogların altın çağının çok sonrasına denk geliyor. Bugünlerde bloglardan ziyade sosyal medya hesaplarının göz önünde olduğu hepimizce malum. Yine de benim gibi blog yazmaya direnenlerin sayısı hiç de az değil. Görselden çok yazıya yaslanmak, bir konuda uzun uzun, dilediğince yazmak, uzun yıllar önce yazıp bıraktığın bir yazının her daim ulaşılabilir olması, yeni okurlarını bulması bu işi sürdürmenin cazip yanlarından.
Bloglar, bir yayın kurulunun onayını almadan özgürce yazmanın ve paylaşmanın, yazarak elini açmanın, kişisel arşivini derli toplu tutmanın yeri olma özelliklerini de koruyor. Bu anlamda işime yaradığını söylemeliyim. Geçen sekiz yıl içinde nereden nereye geldiğimi, hangi konulara ilgi duyduğumu, nerelere emek verdiğimi, hangi düşünceler içinden geçip yürüdüğümü rahatlıkla görebiliyorum. Her istediğimde tavan arasına çıkmak, kutuları dağıtmak ve içlerine bakmak gibi bir şey, bu.
Kurmacabiyografiler interaktif etkileşimin yoğun sürdüğü bir yer değil. Buna karşın blog vesilesiyle tanıdığım, arkadaş olduğum, kolektif işler yürüttüğüm kimseler de yok değil. Çünkü bloglar sanal da olsa bir çatı sunuyor bize, içine girip altında sohbet ediyoruz, ayrı ayrı zamanlarda. Birbirimizden öğreniyor, orada bize sunulan bilgiyi düşsel bir anahtar gibi alıp açtığı kapıdan giriyor, bizi taşıdığı yerlere gidiyoruz. O yüzden bugün gidin sevdiğiniz, takip etmekten hoşlandığınız bir/ birkaç bloğun altına yorum yazın.
Bu yazının altına da yazın. Çünkü "bence blog" ya da "bence kurmacabiyografiler" diye başlayarak yorum yazanlar arasından çekiliş yapacağım ve sürpriz hediye yollayacağım. Kurmacabiyografiler'in yeni yaşını kutlamak ve paylaşmak için ayın 13'ü gece yarısına kadar yorumlarınızı bekliyorum.
Bunun için beni blogger ya da eposta üzerinden takip etmenize, en az üç arkadaşınızı etiketlemenize gerek yok. Bu çekilişten arkadaşlarım da yararlansın istiyorsanız paylaşmanızda elbette sakınca yok. Yorumlarınızı merakla bekliyorum. İyi şanslar.
October 31, 2021
İçinden Küçük Dostlar Geçen Kitap
Evrim Sayın'ın İlerihaber'de Pelin ve Küçük Dostu Karamel hakkında yazdığı değerlendirme yazısı:
Tuğba Gürbüz, diş hekimi. Ben onu çocuklar için bir araya geldiğimiz bir eğitimde tanıdım. Sakin ve şiirsel üslubu, sorgulayıcı yanıyla çok iyi bir arkadaş oldu Tuğba eğitim boyunca. Yazdıklarından bahsettiğinde aklıma düşmüştü, eğitim sonunda yeni kitabının minik okurlara sunulduğunu öğrendim.
"Pelin ve Küçük Dostu Karamel", Sia Kitap etiketiyle raflarda. Kitapta beş kısa öykü var ve hepsi Pelin'in çocukluk hallerine dair. Beş farklı hikayeden ziyade sanki uzun bir yolculuk öyküsü okudum. Bu yolculuk öyküsü ara ara sekteye uğruyor ama yolculuğa çıkmak, yolda olmak baki.
Pelin'i önce anne, babası ve dayısıyla anneannesine giderken okuyoruz. Anneanneye doğru yola çıkan bu küçük aile, yolda önce bir kaplumbağa ile karşılaşıyor. Arabayı durdurup kaplumbağayı akan trafiğin keşmekeşinden kurtarıyorlar ve yola devam ediyorlar. Bu karşılaşma Pelin için türlü maceranın ilki. Çok geçmeden Pelin'in dayısı kucağında tatlı, küçücük bir köpekle çıkageliyor. Yazarın deyişiyle Pelin'in "içinde havai fişekler patlıyor." O vakitten sonra dilediği tek şey, bu yavru köpeğin hayatına eşlik edebilmek. Hemen arkadaşlarının sahiplenmiş olduğu hayvanları hatırlıyor Pelin: su kaplumbağası, muhabbet kuşu, Japon balığı.
Gürbüz çocuklara iyi gelecek bazı değerleri didaktikliğe kapılmadan yedirmiş eserine. Bu çok kıymetli çünkü çocuk dendi mi peşi sıra gelen didaktiklik çocukları sıktığı gibi onların zihinlerini ve kalplerini hafife alıyor. Bu kandırmaca çoğu zaman tehlikeli çünkü çocuk, kendisi için hazırlanan yavan öğretinin genelde farkında. Farkında olduğu için de ilerlemek istemiyor, esere tam anlamıyla giremiyor. Kendini veremiyor, teslim olamıyor.
Karamel'in ve bizlerin kahramanı Pelin, az önce bahsettiğim didaktikliğe meydan okurcasına sık sık yetişkinlerin anlam veremediği hayatlarından yakınıyor. "Yetişkin olmak çok sıkıcı." diyerek sesli düşünüyor sürekli. Pelin, dünyayı çeşitli parkurlardan yapılmış bir oyun olarak görüyor çünkü. Parka gitmek istiyor, Karamel'le vakit geçirmek istiyor, yine park yine Karamel, tekrar park tekrar Karamel... Günler onun için hep böyle ilerlerken yetişkinlerin yetiştirmek zorunda olduğu yığınla iş, Pelin için dayanılmaz oluyor.
Yetişkinlerin sıkıcı hayatlarına rağmen sıkılmanın yararlarına değinmeden bitirmek istemedim. Pelin sıkıldıkça ya da annesini beklemek zorunda kaldığında onu birden oyun kurucu olarak görüyoruz. Pelin de beklediği ve sıkıldığı zamanlarda önce söylenirken sonra bir anda hayal dünyasıyla baş başa kalıyor. Salondaki eşyalardan bir orman kuruyor kendine, Karamel'le maceradan maceraya koşuyor bu ormanda. Sonra annesinin önerisiyle günlük tutuyor, annesinin günlüğünü de okuyorlar birlikte, onun çocukluğuna yolculuğa çıkıyorlar bu kez. Pelin, annesinin bir zamanlar çocuk olduğuna inanamıyor. Sıkılmasın diye önüne yapay dünyalardan kat üstüne kat çıkılan çocukların yanında Pelin; yalnız, sessiz, gözlemci ve yaratıcı.
Yetişkinlerin günlük tuttuğu, dinlenmek için kitap okuduğu, küçük dostların gözetildiği, yetişkinlerin kullandığı deyimleri Pelin'in hep gerçek anlamlarıyla kavradığı ama sonra üzerine uzunca düşündüğü bu kitabı çocuklarla birlikte okurken onların merkezde konumlandığı birçok sohbet başlatabilirsiniz. Tuğba Gürbüz belki Pelin'i başka maceralarda yeniden çıkarır karşımıza, kim bilir?
KÜNYE: Pelin ve Küçük Dostu Karamel, Tuğba Gürbüz, Sia Kitap, 2021, 62 sayfa.
Haftanın Sonu
1,5 günlük bayram tatilinin ardından bir gün çalışmak ve yeniden hafta sonu tatiline girmek iyi geldi. Dinlenmeye ihtiyacım varmış. Bazen, hiçbir yere gitmeden, yaşadığım şehirde kısa molalar, rutini kırmak konusunda yardımcı oluyor. Alışveriş, çarşı pazar işleri, yemek pişirmek, evin düzenini sağlamak için arkama motor takılmış gibi şuursuzca evin içinde ve dışında yalpalamak yerine sakin ve dikkatli yapmayı seviyorum. Bu odaklanma hâline, merkezimde kalma hissine ihtiyacım var çünkü. O yüzden kimileri için emeklilik çok göz korkutucu iken bana o kadar da korkunç gelmiyor. Zamanın bol olması ipi salınmış ağ gibi boşluğa düşeceğim anlamına gelmiyor. Tam tersine bedenime, ruhuma iyi bakmak için yeterince zamana sahip olmak, kendime sahip çıkmakla eşanlamlı benim için. Yine de ufukta erken bir emeklilik görünmediğine göre, bazı şeylere sahip çıkmak için emekliliği bekleyemem. Derhal sahip çıkmak istediğim şeylerin başında fiziksel aktivite geliyor. Bahanem bol. Ama haftada bir gün online de olsa bir hocayla beraber, onun gözetiminde yogaya başlamak bana iyi geldi. İçten gelen bir motivasyonla, mata geçmek mümkün elbette. Ama birine güvenmek, onun rehberliğinde yola çıkmak da çok konforlu. Sürdürmek istiyorum.
Kızımın ara sınavları başladı, benimkiler kapıda. Ara sınavlar öncesinde hemen her dersten quiz oldular. Bir tür seviye tespit, güçlü ve zayıf yanlarını görmek açısından bu deneme, hazırlık sınavlarını olumlu buluyorum. Deniz'in bunları sakince atlattığını görmek de beni rahatlatıyor. Okul ileri hep aynı. Sınavdan istediği notu almadığı için ağlayanlar, üzülenler, başarısına sevinenler... Bendeki "cool" hâl Deniz'de de mevcut. Onu pek telaşlı bir arkadaşının yanında sakince konuşurken gördüğümde fakülteden bir arkadaşım geldi aklıma. En heyecanlı finallere, sözlülere girerken bile sakinliğimi görmek onun için şaşırtıcıymış demek, yoksa "Senin kalbin hiç hızlı atmaz mı?" diye sormazdı. Bu ifadeyi olumlu yönünden aldım. Belki de soğuk, robot gibi bir etiket taşıyordu bilemem. Ama sükunetimi korumanın şimdiye değin bir zararını görmedim. Arkadaşımın bilmediği şey şu tabi, bu hep içinde rahat olduğum bir kalıp değil. Ben de İngiliz Kraliyet ailesinden değilim neticede. Her zaman ölçülü, mesafeli, sakin değilim. Ama sınav, ölçme, değerlendirme işleri benim için çok da kuvvetli bir uyaran değil. Çağrı merkezini arayarak herhangi bir işlem yaptırmak zorunda kalmak ya da daha önce deneyimlemediğim bir uygulamayı indirmek, güncellemek vs ise zaman zaman patolojik bir hâl alabiliyor. Yani bir insanı, kendisinde baskı yaratmayan bir ortamda gözlemlemek ya da tam tersi baskı yaratan bir ortamda gözlemlemek ve çıkarımlarda bulunmak eksik ve yetersiz. Yine de ilk izlenim diye bir şey var.
Kızımı voleybola bırakıp eve döndüğüm bu saatlerde, yalnız kalmanın, sessiz ortamın tadını çıkartıp bu satırları yazabildiğim için memnunum. Günün kalanının çok hızlı geçeceğine eminim olduğum için benden çıktığı haliyle bu yazıyı size emanet ediyorum. İyi pazarlar...
Not: İngiliz Kraliyet ailesi demişken Crown'un yeni sezonunu dört gözle bekleyen bir ben miyim?
Tuğba Gürbüz's Blog
- Tuğba Gürbüz's profile
- 1 follower

