Tuğba Gürbüz's Blog, page 42
October 29, 2021
Takdir üzerine
Ev işlerini pek de bayılarak yaptığım söylenemez. Mesai, ev işleri, annelik arasında mekik dokumak zaman zaman yorucu hâle geliyor. Aralarından en sevmediklerini savsaklamak geliyor insanın içinden. Bana öyle oluyor en azından. Eskiden yemek pişirmekle bir zorum yoktu ama bu aralar pek de ayıla bayıla yapmadığımın farkındayım. O yüzden haftada en azından bir akşam daha geniş zamanlarda, keyifle yemek pişirmeyi, yeni tarifler denemeyi deniyorum. Bir çeşit flört.
Bu tariflere basit tatlılar da ekliyorum. İşte dünyanın en pratik mozaik pastası tarifi:
Bir kutu kremayı kaynatmadan ısıt. İçine iki paket bitter çikolata kat. Sıcağıyla erimesi için karıştır. İki paket Eti burçak bisküviyi karşımın içine küçük parçalar halinde kır. Varsa fındık ve ceviz parçaları da koyabilirsin. Tüm malzemeyi karıştır. Yağlı kâğıt üzerine dök ve şekil vererek buzluğa kaldır.
Bugün yaklaşık iki saat ayırarak yemek pişirdim. Eh bu özenden, aile de nasiplenmeliydi. Annemi de yemeğe çağırdım. Onu ne zaman yemeğe çağırsam, sofrada önüne yemek konmasından duyduğu memnuniyeti cömertçe gösteriyor. İçi boş bir iltifat gibi gelmiyor sözleri. Spesifik olarak neyi sevdiğini, neyin onun için özel olduğunu söylüyor. Ee ne var bunda sofranıza oturan kimseler nezaketle teşekkür eder zaten, bundan doğal ne olabilir ki diyebilirsiniz. Emin olmadan önce düşünün, sofranıza oturduğu, evinize misafir geldiği halde sizi gücendirenleri, çocuğunuzu üzenleri, teşekkür etmek yerine kendini övenleri, gece boyu silindir gibi üzerinizden geçenleri, enerjinizi emenleri aklınıza getirin bir bir. Sonra da takdiri, övgüyü kendisine saklamayanları, bir armağan gibi sunanları, ya da kusur aramak yerine bir sofrayı paylaşmanın iyimserliğini üzerinde taşıyanları, gözleri mutlulukla, neşeyle parlayanları... Hangisini ağırlamak istersiniz?
Vedalaşmayı Bilmek
En az dört yazıyı ayın son birkaç gününe bırakmak alışkanlığa döndü bu aralar. Tembellik değil esasında. Hiç yazmıyor değilim. Hatta öykü dosyamı bitirdiğimi söyleyebilirim. Geçen sene bu zamanlar ufak ufak elimi açarak başladığım yolun sonuna bir kez daha gelebilmenin haklı gururu bir madalya gibi göğsümde. Bir fikir bulmak, öyküyü nasıl yazacağını düşünmek, yazmak, okumak, aksayan yanları görmek, düzeltmek kısımları yazmanın en heyecanlı yanları, bir balonun içine üflemek gibi, büyüyor, büyüyor. Sonrasını kestirmek daha güç. Patlayacak mı, elden ele havalanacak mı, ömrü ne kadar olacak, okurunu bulacak mı? Cevapları bizde değil. Henüz gelmemiş bir zamana dair yanıtlar bunlar. Yazmak eyleminin dışında. Bununla beraber yazmak, en nihayetinde yayımlatma isteğini de çağırıyor yanı başına. Yazan kişi, emeğini görünür kılmak istiyor, hikâyeleri okunsun, birilerinin kalbine dokunsun, belleğinde yer etsin istiyor. Yayımlatmak, yazmak kadar kolay ve keyifli değil. Engebeler, engeller mevcut. Heyecanlı bekleyişlerle, tuhaf telaşlarla dolu. Asla emin olamadığın bir yolda yürümek gibi bir şey. Bir tür konforsuz alan; kafanın içinde onlarca sesin konuştuğu, yükseldiği, alçaldığı gri bir alan... Kapının ne içi, ne dışı, hem içi, hem dışı, öyle bir yerdeyim ben de. İç seslerim yüksek. Kimi zaman gür, kimi zaman cılız bu sesler türlü türlü şeyler diyor bana. Bir öncekinin önüne geçtin diyebiliyorum örneğin. İşin en rahatlatıcı yanı da bu olsa gerek. Çünkü, daha iyi yazmak, ufuk çizgisi gibi önümüzde, ona doğru yürüdükçe, uzaklaşıyor. Mesafenin kapanması asla mümkün değil. Bir nevi Zeno paradoksu gibi. Bunun yanı sıra geçtiğimiz seferlerde işlerin rast gitmesi, fazlaca beklememek bu defa da öyle olacağı anlamına gelmez biliyorum. Ekonomik kriz, artan döviz kurları, kâğıda gelen fahiş zam... Yayıncıyla genç yazar ve yazar adaylarının arasındaki mesafeyi arttırmasından da korkmuyor değilim. Neyse ki çok satan, hep satan kitaplar var. Bu sayede hikâyelerimizi basılı bir kitap formunda görmek mümkün oluyor. Dilerim 2022 bu sevinci yaşayabilirim.
Kimi yazarlar ellerindeki dosyalarla zor vedalaşıyor. Ben onlardan değilim. Yeniden yazmanın bir sonu olduğunun farkındayım. Her metin yeniden yazılabilir. Emanet ettiğiniz her okurdan gelen bir yorum bir yerlerini söküp yeniden yaratmak anlamına gelebilir. Orada unutulmaması gereken nokta, kim için yazdığının farkında olmak galiba. Hepimiz öncelikle kendimiz için yazıyoruz. Dışarıda, binlerce farklı okur var: farklı yaşama alışkanlıklarına sahip, farklı okuma kültürlerinden gelen, farklı yaşam görüşleri olan. Her birini memnun etmek, tatmin etmek mümkün değil. Her yazarın müttefiki olması gerektiğine inandığım halde, yayımlanmadan önce çok fazla kişiden görüş sormayı, her birince onaylanmayı beklemeyi doğru bulmuyorum. Yazan kişi, metinlerini okurluğuna güvendiği, inandığı kimselerle paylaşabilir elbette ama bu kişilerin bir sınırı olmalı. Serseri kurşun gibi elden ele sektirmemeli. Yazıyı daha üst seviyelere taşımak isteğinde, çalışma azminde eleştirilecek hiçbir yan yok. Bununla beraber sürekli çırak kalmak istemekte, her bir cümle için el almak, onay almak arzusunda ters bir şeyler var. Yolu, sayıları giderek artan atölyelerden, bire bir çalışmalardan geçen yazar, kendi sesini hep bir başkasının akort etmesine muhtaç hâle düşmemeli, kendini mezun etmeyi de bilmeli. Aksi, mükemmellik yanılsaması içinde bir tür bağımlılığa, ızdıraba dönüşebilir. Ustanın da çırağın da vedalaşmayı bileni makbuldür.
October 18, 2021
Nasıl Yazıyorlar? (31)
Yazarların okuma alışkanlıkları okurun ilgisini çeken bir konu Sevdiğim, sevmediğim, okuduğum, okumadığım tüm yazarların söyleşilerinde yazım, üretim aşamasına dair söylediklerini iştahla, ilgiyle okuyorum. Kurmacabiyografiler, web günlüğüm olduğuna göre, yeri geldikçe buraya da not düşebilirim.
İşte otuz birincisi: Özge Bahar Sunar
Yürüyerek yazıyorum
Yürüyorum. Takip edenler bunu zaten biliyorduk diyebilir. Olsun yine de aklıma ilk gelen ve beni en çok besleyen şeyin yabanda tek başıma yaptığım yürüyüşler olduğunu bir kere daha söylemeliyim. Bu yürüyüşlerin hem hikâye üretmek hem de yazdığım hikâyelerdeki düğümleri çözmek için çok büyük fayda sağladığını biliyorum. Düşündüğüm her şey bir kitaba dönüşmüyor tabii ama düşünsel alıştırma yapmış oluyorum. Bir vücut kasını çalıştırmak gibi! Bu sayede gündelik hayatta başka şeylerle uğraşırken bile kafamın içinde hikâye parçacıkları oluşup duruyor. Temiz havanın, doğanın öngörülemezliğinin ve kendimle baş başa kalmanın da besleyici tarafları var. Bu saydıklarım için illaki dağ tepe yürümek de gerekmiyor, yazdığım ilk hikâyeler köye taşınmadan önceydi ve o zamanlar da yürüyordum. Kendime sakince bir güzergâh çizmiştim. Şimdilerde yine şehirdeyim ve bir çocuk parkının etrafındaki yürüyüş parkurunda yürüyorum. Aslında yürümeye zamanım varsa her yere yürüyerek gitmeye çalışıyorum. Zaman ve mekân değişiyor, değişmeyen şey yürümek. Bazen hızlı, bazen yavaş. Bazen değneğimle, bazen değneksiz. Bazen bir köpeğin yoldaşlığıyla, bazen yalnız. Bazen bilinmez bir yola, bazen pazara.
Çocuklara bakarak yazıyorum
Çocuklara daha yakından bakıyorum, gözlemliyorum, konuşmalarına kulak kabartıyorum ve farklılıklarını yakalamaya çalışıyorum. Aslında bunu yaptığımın farkında bile değildim. Çocukları severim ve onlarla vakit geçirmek her zaman hoşuma gider. Özgünlükleri, dili kullanış biçimleri eşsizdir, olayları yorumlayışlarını dinlemeye bayılırım. Özellikle sözcüklerle ilişkileri çok eğlencelidir.
Geçen gün arabada Erkin Koray'dan Esterabim çalıyor, bildiğimiz kadarına eşlik ediyoruz. "Böyle bir yar istemem, istesem de istemem... Esterabim, esterabim!" Bu esterabim ne demek acaba diye konuşmaya başladık ki Ateş sözcüğü anlamamamıza oldukça şaşırmış bir şekilde "Anlamayacak ne var, Estar Abisine söylüyor işte!" dedi. Arkadaşımın kızı servisteki ablanın kendisini çok sevdiğini, hatta doğum gününü jandarmaya yazdığını söylemiş. Jandarma ne mi? Ajanda! Çok eğlenceli değil mi? Düşününce örnekler öyle çok ki; uzun süre bizi bir şeye ikna etmek için "ekmek kural çarpısı" deyip durdu. Ekmek kuran çarpsın demek istiyor. Artık kendince yorumladığı kelimeleri kaybettik, büyüdü ve bütün kelimeler tanıdık. Son kaybettiğimiz kelimesi "bilgiyasar"dı, ondan bir önceki "vüduc". "O çorabı giymeyeceğim, benim vüducum!"
Her gün şaşıracak bir şeyler görüyorum. Sabahtan akşama oynadığı, arada üç saat jimnastiğe gittiği bir günün akşamında artık oynayacak enerjisi kalmamıştır diye düşünmüştüm. Yemekte enfes bir boncuk makarna vardı. Yemeği yavaş yiyişini yorgunluğuna verdik, sonra fark ettik ki özenle çatalın her bir ucuna makarnaları teker teker geçiriyor ve öyle yiyor! Oyun her yerde ve her zaman, yorgunluk buna bahane olamaz!
Hayvanlarla ilişkilerinden de çok şey öğrendim. Bitlerini öldürmek için saçlarını özel bir şampuanla yıkayacağız dediğimizde "Onları öldüremezsiniz! Buna asla izin vermem!" diyerek epey ağlamıştı.
Çocukluk çağı altın çağ, kalıpların işlemediği, özgünlüğün tepe noktası. Çocukları seyrederken hem yaşam sevincim artıyor hem de onların nelerden hoşlandığı hakkındaki bilgilerim yenileniyor. Benim çocuğum yok, üstelik etrafımda çocuk da görmüyorum diyenler varsa kendi çocuklukları ne güne duruyor diyorum.
Çocuk kitaplarının değiştirme gücüne inandığım için yazıyorum
Nitelikli çocuk kitapları dünyayı değiştirebilecek güçtedir. Yazmamı sağlayan temel motivasyonum işte bu! Girdiğim ortamlarda ne iş yaptığımı soruyorlar. Çocuklar için hikâyeler yazıyorum, diyorum. Bunun gerçek bir iş olmadığını düşünen öyle çok kişi var ki! "Peki gerçek işiniz nedir?" Çocuklar için yazmak benim için gerçek bir iş, yoğun bir mesai ve büyük sorumluluk. Eğer çocuk kitapları yazmak istiyor ama bunu pek de mühim bir iş olarak görmüyorsanız ya düşüncelerinizi gözden geçirin ya da bu sevdadan vazgeçin derim. Çünkü ezkaza bir hikâyeniz çocuk kitabına dönüşmüş olsa bile bu size bir doyum vermeyecektir. Arayışınız devam edecektir. Yazma sürecindeki duygularımdan sonra bahsedeceğim ama şu kadarını söyleyeyim hiç de şenlikli bir süreç değil. O hikâyenin -kendi potansiyelimde- olabilecek en iyi hâlini bulmak zorundayım çünkü o hikâyeyi küçük bir çocuk okuyacak/dinleyecek. Ve eğer onu etkilerse yeniden ve yeniden okuyacak. Belki onlarca kez belki ezberleyene kadar! Bu az bir şey mi? Bunun önemsiz olma ihtimali var mı? Ve o hikâyeden bir parçayı alıp büyütecek. Belki de o parça videodaki beş milimetrelik minicik bir dominonun, bir metreden uzun yaklaşık elli kiloluk dominoyu devirmesinde oynadığı rolü oynayacak. Bunun sorumluluğunu düşünebiliyor musunuz? Yazarken bile ellerim terledi. İşte bununla yaşıyor, bununla yazıyorum. Sözlerimi Aziz Nesin'den bir alıntıyla bitiriyorum: "Adı unutulmuş bir küçük ülkenin, adı duyulmamış en değersiz yazarı bile, kendi gücü içinde bütün dünyayı değiştirmek, yeniden yapmak çabası içinde değilse, yazık onun harcadığı mürekkebe, kâğıda, yazık o yazıları okumak için okurların boşa giden zamanlarına..." Mum Hala adlı güncesinden.
Okuyarak yazıyorum
Okuyarak! Kulağınıza çok da ilginç gelmedi değil mi? Başta bana da böylesine temel bir şeyi yazmak tuhaf geldi. Ancak bu seriyi hazırlarken bir kere daha anladım ki bizi hedeflerimize götüren şeyler belki de pek farkında olmadan geliştirdiğimiz alışkanlıklardır. Gerçi o hedefler biz adım attıkça yer değiştiriyor ama bu başka bir yazının konusu. Çocuk kitapları özelinde düşününce yaklaşık on iki senedir her gün yüksek sesle birkaç kitap okuduğumu fark ettim. Çocukların evde kaldıkları günler ya da fuar dönüşü gibi olağandan fazla kitap aldığımız zamanlarda bu rakam artıyor. Bir şeyi her gün yapmak, onun için zaman ayırmak kaçınılmaz olarak dönüşüm sağlıyor. Aradaki bağ kuvvetleniyor. O şeye karşı alıcılar açılıyor, merak artıyor. Özellikle yüksek sesle okumanın, yazma üslubu oluşturmak için de çok önemli olduğunu düşünüyorum. Okul öncesinde çocuklar kitabı okumaktan çok dinliyor, sadece içerik değil biçimsel anlamda göze ve kulağa hoş gelmesi bu bakımdan önemli. Kafiyeli metinler, sözcük tekrarları, değilen duyguların fonetik yansıması... Bazı kitapları onlarca kez okutuyorlar, neden? Pek çok şeyin yanında o kitabı dinlemeyi sevdikleri için, güzel bir müzik parçası gibi. Üstelik nitelikli kitapların defalarca okunması bu kitapların başarısını oluşturan öğelerin içselleştirilmesini sağlıyor. Buna moda bir söyleyişle organik öğrenme diyebiliriz. Eğer yanınızda eleştirilerini özgürce yapan çocuklar varsa öğrenme daha anlamlı oluyor. Elbette yazmak için çocuk edebiyatının yanında farklı türleri de okumak gerek. Benim edebi haz aldığım metinler genellikle bilim kurgu romanları ama nitelikli bir kitap bulduysam türü ne olursa olsun okumaya çalışıyorum. Farklı türler farklı bağlantılar oluşturuyor. Son olarak okunmayı bekleyen kitaplarla ilgili bir tüyo verip yazımı bitiriyorum; birkaç yıldır halihazırda okuduğum kitabı gece yastığımın altına koyup uyuyorum. Özellikle kalın kitapları bitirmek için etkili bir yöntem olduğunu söyleyebilirim.
* Bu yazı yazarın izniyle sosyal medya hesabından alınmıştır.
October 15, 2021
Hem büyüklere hem küçüklere...
Servet Duygu Ceritoğlu sosyal medya hesabında "Pelin ve Küçük Dostu Karamel"e yer vermiş.
Tuğba Gürbüz'ün kaleminden Haziran 2021'de yayımlanan "Pelin ve Küçük Dostu Karamel" hem küçüklere hem de büyüklere.
Çok akıcı, eğlendirici, öğretici, çocuklara ve büyüklere göre bir kitap gerçekten.
Her sayfasını yüzümde gülümsemeyle okudum. Pelin'in düşüncelerine bayıldım. Hatta sesli güldüğüm yerler oldu.
Çocuklar ve aileleri için yaratıcılık konusunda fikirler veriyor. Çok kolay okunuyor. Yalnız çok çabuk bitiyor.
Kahramanımız Pelin'in yaşamında hiçbir elektronik eşyanın söz konusu olmaması, atasözleri ve deyimlerin tam yerinde öğretici bir şekilde kullanılması şahane. Kendi kendine oyunlar yaratması, ne kadar istemese de günlüğüne yazması ve sonraki hisleri muhteşemdi.
Ve Kar Küresi... Nasıl da güzel bir yaklaşım (derslerimde kullanabilir miyim). Günümüz Mindfulness çalışmasının sadelikle anlatımını anımsattı bana ve çocuklara nasıl anlatılabileceğini.
Pelin'in kendini, düşüncelerini, ihtiyaçlarını ifade etmesinin Pelin için kolaylaştırıcı olduğunu anlatması, çok kalbime dokundu.
Pelin'in maceralarının detaylarını vermiyorum ve kesinlikle devamını bekliyorum.
October 9, 2021
Tüm büyümek istemeyenlere...
Kitap Pusulam sosyal medya hesabında Pelin ve Küçük Dostu Karamel hakkındaki düşüncelerini paylaşmış:
Sizi çocuklar için yepyeni bir öykü kitabı ile tanıştırmak istiyorum. Yetişkinler için okuduğum çoğu öykü kitabından üst sıralarda yerini aldığını da belirtmeden geçmek istemiyorum tanıtıma.
Babası gemilerde, annesi turizm acentesinde çalışan, canı çok kolay sıkılan bir kız Pelin. Canı çok kolay sıkılıyor dediysek hemen icabına bakıyor merak etmeyin. Dayısını çok seviyor. Sahiplenmek istediği köpeği anneannesine kaptırıyor. Ama olsun, artık anneannesine gitmek için bir nedeni daha oluyor.
Pelin ve Küçük Dostu Karamel kitabında birbirinden güzel beş öykü bulunuyor. 3. sınıf çocuklarımıza gönül rahatlığıyla ve kesinlikle önerdiğim bir kitap. Ama her zaman dediğim gibi çocuk kitaplarının biz büyüklere iyi gelen yanları olduğu da muhakkak. Eminim siz de benim gibi çok seveceksiniz bu kitabı, çünkü sımsıcak.
Pelin ve Küçük Dostu Karamel, tertemiz dili, kuvvetli hayal gücü, bol ve yerinde deyimleri ve şahane çizimleriyle harika bir öykü kitabı olmuş.
8 yaş üzeri tüm büyümek istemeyen gönüllere tavsiye olunur.
October 1, 2021
Balkon
Balkonda oturmayı çok seviyorum. Çocukluktan kalma bir alışkanlık. Çiçeklerin arasında özenli sofralar, denize, bahçeye bakmalarla dolu geçen yıllar bana balkonda oturmayı, balkona özenmeyi öğretti. Şimdi yeni evimde çok daha büyük bir balkonum olacak. Hevesle bekliyorum; sereceğim örtüleri, okuyacağım kitapları, içeceğim kahveleri, ağırlayacağım misafirleri, vazodan eksik etmeyeceğim çiçekleri. Küçük bahçede ortancalar, iri papatyalar yetiştirmeyi hayal ediyorum tıpkı zamanında annemin yaptığı gibi. Anneden kıza geçen bir alışkanlık olsun bu. Vazoya koymak için çiçek kesmeler, balkona oturup uzaklara bakmalar, mis gibi kokan kahveler, sohbetler... Deniz en çok bir kedinin hayalini kuruyor. Bakalım onu ne yapacağız? Nasıl yapacağız? Bir kediye yer açacak kadar geniş bir yüreğim var mı hâlâ emin olamıyorum. Bunu da zamana bırakayım. Her şeyin cevabını da bilemem ya. Hem ne diyor Birgitte: "Varsayımsal sorulara cevap vermiyorum." Oysa varsayımla, bir hayalle başlıyor pek çok şey. Kendine dair hayal ettiklerin olmasa değişimin gelmeyeceği aşikar. Varsayım her zaman kötü değil demek ki. Peki ya ile başlayan kimi sorular olmasa hep aynı yerde buluruz kendimizi. Peki ya'larımızın eksik olmadığı günler diliyorum o halde.
"Peki ya?" sorusu bana okuduğum bir kitabı anımsatıyor. Hikaye Dehası. Sola Unitas Yayınları'ndan çıkan kitabın yazarı Lisa Cron bir yazar koçu. Bu kitabı da nereden başlayacaklarını ya da yazdıklarıyla ne yapacaklarını bilmeyen, çalıştığı metnin içinde sıkışıp kalan yazar ve yazar adayları için yazmış. Doğaçlama ve taslak oluşturmanın ötesinde bir yere geçerek üzerinde çalıştığınız metni geliştirmenin yollarını göstermek için. Kitap hayli iddialı. Arka kapak yazısında "bir fikrin ilk ışıltısından roman yaratma ve küçük bir fikirden büyük bir taslağa dönüştürme yolculuğuna dair detayları adım adım anlatıyor," şeklinde tanıtılıyor. İddianın büyüklüğü karşısında kuşkuya kapılmamalı. Ne de olsa hepimiz hikâye anlatıcı bireylerin torunlarıyız. Hatırlayalım ne demişti Ursula K. Le Guin:
"Tarihte tekerleği kullanmamış büyük toplumlar vardır ancak hikâye anlatmamış hiçbir toplum yoktur."
O halde bize bırakılan kültürel mirasın varisi olduğumuza inanalım, kurulalım balkonlarımıza, masalarımıza, kahve fincanlarımızla, su bardaklarımızla, kitaplarımızla, defterlerimizle ve yazalım.
Ekimin birinde, ne ektiğinize dikkat edin. Benimki belli. Yazın yolculuğumu sürdürmek. Eğer sizin de hayaliniz buysa yazma ve yaratma cesaretiniz bol olsun.
September 30, 2021
Nasıl yazıyorlar? (30)
Yazarların okuma alışkanlıkları okurun ilgisini çeken bir konu Sevdiğim, sevmediğim, okuduğum, okumadığım tüm yazarların söyleşilerinde yazım, üretim aşamasına dair söylediklerini iştahla, ilgiyle okuyorum. Kurmacabiyografiler, web günlüğüm olduğuna göre, yeri geldikçe buraya da not düşebilirim.
İşte otuzuncusu: Murat Gülsoy
Çalışmak için masanın başına oturduğumda yanıma büyük bir bardak su veya çay alırım. Eskiden kahve de içerdim ama şimdilerde çay daha iyi arkadaşlık ediyor. Müzik de oluyor çoğu zaman. (Ama hep aynı müzikler... Bir tür klasik koşullanma örneği.) Bir de notlarımın olduğu defter. Eğer yeni bir metne başlayacaksam her şey biraz daha zor olurdu eskiden. İlk cümlelerin, yazılacak metnin tüm dokusunu belirlediği gibi bir saplantım vardı. Bu nedenle de gerilirdim. Aklımdaki hikâyeyi anlatmak için oturduğum masanın başından tek satır yazmadan kalktığım olurdu. O giriş kısmını, ilk cümleleri düşünürken hikâye zihnimde eskir, değerini kaybeder, artık ilgimi çekmez bir hale gelirdi. Bunu aşmak için daha az karmaşık bir teknik denemeye karar verdim: Yazmaya balıklama dalıyorum. Boş bir sayfa açıyorum bilgisayarda ve hemen başlıyorum. İlk cümleyi falan beklemeden. Bazen yazdıklarımın tamamını silip baştan başlıyorum. Bazen hiçbir şey yazmamış olarak kapatıyorum bilgisayarı. Bazen de aynı metnin birden çok giriş dosyası oluşuyor: Ama çoğu zaman, o eşik atlandıktan sonra su bardakları hızla boşalıyor (bunu söylemek utanç verici ama mademki biz bizeyiz), küllükler doluyor, yazı üremeye başlıyor. Bazen beni bile hayrete düşürüyor planladığım, tasarladığım, kurallarını belirlediğim yazının içindeki dünyanın benden bağımsız bir gerçeklik kazanmaya başlaması... Bir süre sonra yazdığımın ayırdında olmadan, tek tek sözcükleri, cümleleri düşünmeden kendiliğinden yazı akmaya başlıyor. Bu, yazmanın en zevkli ânıdır.
Bir başka yazıya başlama ânı: daha önceden başladığım bir metni sürdürmek için bilgisayarın başına geçtiğim zamanlar... Çoğu metni bir oturumda yazmam. Günlere, aylara, bazen de yıllara yayılırlar. Kendiliğinden olan bir şey. Belirli bir yöntem izlemiyorum zamanlama konusunda. Bir metnin bitişi çoğu zaman kendini belli ediyor zaten. Bu ara aşamalarda yazmaya başlamak yeni bir metne girişmekten daha kolay oluyor. Çünkü önce nerede kalmış olduğumu hatırlamak ve metnin dünyasına girebilmek için o âna kadar yazdıklarımı baştan sona okuyorum, düzeltiyorum, değişiklikler yapıyorum. Eğer yazdığım çok uzun bir metinse ve sadece bir gün ara vermişsem bir önceki oturumda yazdıklarımı okuyorum. Bir bölüm bittikten sonra tüm yazdığım bölümleri okuyorum. Bu bazen tüm bir çalışma zamanını kaplayabiliyor.
Bu bilgisayar başında geçen yazma anları akşamüzeri dört sularında başlayıp gecenin ilerleyen saatlerine kadar sürebiliyor. Duruma göre değişiyor. Sonra gün bitiyor. Uykusuz kalmaktan nefret ettiğim için erkenden (gece yarısı) yatağıma girdiğimde başucumda o gece okuyacağım kitaplar oluyor. Eğer gündüz karmaşık kurmaca bir metin üzerinde uğraştıysam asla başka bir kurmaca metin okumuyorum; parça parça okuyabileceğim deneme ve inceleme kitapları ya da ansiklopedi ciltleri alıyorum yanıma. Bir de yukarıda çokça anlattığım defterimi. Çünkü en güzel düşünceler bu yatmadan önceki okuma anlarında geliyor aklıma. Onları da heyecanla not ediyorum. ...
Kaynak: Büyü Bozumu: Yaratıcı Yazarlık Kurmacanın Bilinen Sırları ve İhlal Edilebilir Kuralları Murat Gülsoy Can Yayınları Deneme
Kayıp kelimelerin peşinde...
Bilgisayarda yazmanın bazı dezavantajları da var. Bir metni yanlışlıkla silmek örneğin. Ana fikir, kimi cümleler aklında kalsa da asla aynı şekilde yeniden yazamayacağını bilmek, kayıp metni bir yanıyla kusursuz yapıyor. Asla ulaşamayacağın söz diziminin tüm çağrışımlarından yoksun buluyorsun kendini bir anda. Az evvel yazdığım, içime sinen bir altı dakikasını kaybetmenin hüznü bana bu satırları yazdıran. Nasıl olduğunu anlamadan kelimelerimin buharlaşmasının sebep olduğu şaşkınlık... A noktasından B noktasına bir şekilde vardırdığım kısacık bir metin. Altı dakika içinde yazdığım. Bir altı dakika da imla hatalarını düzeltmek, tutarlılığı sağlamak için uğraştığım. Toplamda on iki dakikada bir şaheser çıkaramayacağım aşikar. Bilinçaltımdan çıkan kavramları, fikri, metaforu, benzetmeyi unutmadım, unutmayacağım. Aklımda. Yeniden yazmayı deneyebilirim ama ne derler bilirsiniz kaçan balık büyük olur.
Madem altı dakika yazımı kaybettim. Ve buraya, iki ileti daha girmeliyim, ay ekime dönmeden, böyle parçalı parçalı yazarım ben de. Kelimelerin ve çağrıştırdıklarının peşine düşerek. Bilinçakışıyla bir öykü yazmayı denemek istiyorum. Aklıma gelen her şeyi, her çağrışımı yazdığımda bilinçakışı olmayacağının, görünenin aksine zorluğunun pekala farkındayım. Bakalım rastgele savrulmuş, karışık, iç monoloğun hâkim olduğu bir metin yerine tastamam bir öyküye varabilecek miyim? Arka fonda Jehan Barbur'un "Kendine Zaman Ver" şarkısının çalması pek manidar. "Biraz uzaklaşınca anlaşılır eksiklikler/ Biraz yakınlaşınca görülür fazlalıklar" Yazmak çabası da böyle işte. Uzaklaşmak, yaklaşmak, yeniden yeniden bakmak, kaybolan ve henüz açığa çıkmayan kelimelerin peşinde dolanıp durmak... Ve kendine zaman vermek...
September 29, 2021
Görebilmek
Günün kelimesi. Gizem verdi. Her gün bir altı dakikası yazalım, dedi. Yazmaya başlamak için bir eşik oluşturması, kapı açması için. O kapının ardına geçmek için ve ilerlemek için. Bazen bir anahtar gerekiyor çünkü ilerlemek, yürümek yol almak için.
Açılması gereken kapılar, aşılması gereken eşlikler hep orada, bir yerlerde duruyor, görülmeyi, duyulmayı bekliyor. Hep aynı yerlere bakmak, aynı yolları yürümek, aynı işaretlere bakmak bizi kör ediyor. Bu yüzden başkalarına muhtacız. Yolumuzu, nerede olduğumuzu anlamak ve anlamlandırmak için.
Deniz bir kardeş istediğinde, "Yakın arkadaş senin seçtiğin kardeştir," demiştim. O gün, günü kurtarmak için öylesine söylediğim bir şey değildi bu. Hâlâ aynı şeyi düşünüyorum. Yakın arkadaş, kendimizin seçtiği kardeştir, en iyi yoldaştır. Sana seni heyecanlandıran şeyleri gösteren, ışık olan, ayna olan, bize kendimizi, geleceğimizi bildirendir, omzuna başımızı koyup teselli edendir, her şey bittiğinde elimizde kalandır belki de. Emek vermeye değer olanı gördürendir.
Görebilmek bana Körlük kitabını anımsatıyor. İlk okuduğumda çok etkilendiğimi hatırlıyorum. Filmini de seyretmiş, uyarlamaya da bayılmıştım. Bu hevesle Saramago külliyatını oluşturmak istedim, eksik bırakmaksızın. Yitik Adanın Öyküsü'nü okudum. Görmek, İstanbul yollarında unutuldu gitti. Okunmuş olan hevesle, hayranlıkla okundu. Ama o evre geçip gitmiş gibi. Saramago okuru olmaya hazır hissetmiyorum, eskisi gibi. Onun o kendine has dili, grameri görebilmemi zorlaştırıyor. Çünkü daha açık seçik olanı görmeye yakınım bugünlerde. O yüzden en iyi yoldaşım çocuk kitapları bu ara. Ya sen bugünlerde neler görüyorsun? Ya da nelere sırt çeviriyor, görmezden gelmek istiyorsun?
September 28, 2021
Rastgele...
Dün yeniden küçük okuma kulübü toplantılarımız başladı.
Pandeminin en büyük nimeti her türlü kültür, sanat hatta bedenle ilgili sportif çalışmaların çevrimiçi ortama taşınması, normal şartlarda ulaşamayacağımız hocalarla çalışma, seminerleri, sunumları dinleme fırsatına kavuşmamız oldu. Hem de bir yerden bir yere yetişme, çocuğu nereye bırakacağım derdi olmaksızın. Evde kal günlerinde yoğun katıldığımız çevrimiçi etkinlikler eski tadı vermiyor, kabul edelim. Yine de uzakları yakın kılması, benzer zevkler etrafında toplanan bireyleri bir araya toplaması ve yeni arkadaşlıkların filizlenmesine el vermeleri sebebiyle paha biçilmez ve de bu yönüyle artık hayatlarımızda kalıcı.
Geçen sene bu zamanlar elimde eski, işe yaramaz dediğim taslaklar hariç hiç öykü yoktu. Bu işe yaramaz taslakların ikisini Beliz Hoca'nın "Artık Yazıyoruz" modülünde yeniden yazdığımda ve metinlerin düzayak anlatımdan çıkıp nereye geldiğini (elbette kendi sınırları dahilinde bir gelişmeden bahsediyor burada yazar) gördüğümde, eski, bildik, bir oturuşta yazıp teknik düzeltmeleri yapmakla yetindiğimde ne büyük imkânları kaçırdığımı gördüm. Yazının yalnızca yazılmadığını, çalışıldığını fark ettim. Bir seferde çıkması bazen kendiliğinden gerçekleşen kendi çapında küçük bir mucize ancak yazarsak ve yazıyorsak yazın hayatımızı bu türden mucize anlarının bize gelmesini bekleyerek geçiremeyiz kanımca. Bu tür mucizeler de yazarken, çokça yazarken geliyor üstelik. Defter tuttuğum dönemlerde bu çalakalem yazıların içinden arada bir iyi bir öykü çıktığına ben de rastgelmişimdir. Ama bu rastgeleliğin ardında yazılan elli, altmış... yüz sayfa olmasa, etekteki taşlar dökülmese, o öykünün birdenbire filizlenmeyeceğini de iyi biliyorum. Hayatta hiçbir şey birdenbire olmuyor, keza yazıda da öyle.
Dün yeniden küçük okuma toplantılarımız başladı.
Bu toplantılar başladığında elimde yalnızca iki bitmiş öykü vardı. Bugünse sekiz. Umudum, bu sonbahar, kış okumalarının dört öykünün daha doğuşuna el vermesi... İlk yorumları yapmak, yeniden çalışmak, yazmak. Ne derler bilirsiniz, hayat biz plan yaparken başımıza gelen şeylerdir. O zaman denize açılan balıkçılara söylenen temenniyle başlatalım ve bitirelim bu yazıyı. Rastgele...
Tuğba Gürbüz's Blog
- Tuğba Gürbüz's profile
- 1 follower

