Tuğba Gürbüz's Blog, page 31

December 10, 2022

Benimle mektuplaşmak ister misin?

Geçen gün mektup okuma gününde mektup yazmak yaklaşık beş, on dakikamı aldı. Düşünmeden, editlemeden, içimden nasıl akıyorsa öyle paylaştım mektubu. Heyecanla bekledim gelecek yanıtları. Beni mektup alma gününde mektupsuz bırakmadığınız için teşekkür ederim. 

Mektup edebiyatı diye bir tür var, biliyorsunuz. (Yıllar önce Ayfer Tunç ve Murat Gülsoy Diyaloglar'da mektup edebiyatından örneklere dair sohbet etmiş, sağ olsunlar bizi de bu sohbete dahil etmişlerdi. O güne dair notlar şurada, Diyaloglar'a dair kitap ise . Türünün güzel örneklerine ulaşabilmek için belki göz atarsınız diye paylaştım.) Mektup bir kere çok samimi bir dil kurmaya olanak sağlıyor. Tamamen içeriden kendisini açıyor yazar. Mektup yazanı da, alanı da sağaltıyor çoğu kez. Ben dilinden akan yalnızca samimiyet değil, son derece öznel düşünceler, deneyimler akıyor yazarın kaleminin ucundan. Yazdığın anda yalnız olmak, kendini yazının akışına bırakmak, zihnini sansürlememek, karşıdakinin araya girme ihtimali olmayışı bu akıcılığı sonuna kadar koruyor. Bölünmeyen zihin şelaler gibi akıyor, berrak bir su birikiyor okurun ayaklarının ucunda. Berrak ama derin. Yazarın kaleminin kuvvetine bağlı olarak tabi. Bu yüzden mektup yazmak, ben, ben diye konuşmak başlı başına bir monolog olabilecekken okur kendini bu deneyime bırakıyor. Yazılan anla okunan anın biricikliği ve birbirinden kopukluğu, sağladığı mesafe sayesinde hiç de narsizme kaçmıyor ben, ben diye konuşmak. Okur da bölünmeden katılıyor bu deneyime. Duyduğuna cevap yetiştirmek telaşına kapılmıyor. Sözünü iletmek telaşına. Zihninde kuşlar gibi havalanan, başka başka yerlere konan düşüncelere bakıyor ve ardından konuşuyor. Çoğu zaman birbirine karşılık olarak gönderilen iki mektubun bambaşka yerlere değinmesi, buna rağmen sırıtmaması, her iki tarafı memnun etmesi bundan kaynaklı bence. Velhasıl yılı bitirirken mektuplar yazın, kendinize, sevdiklerinize, postacılar taşımasa da olur, eposta da görür aynı işi, hem de bir çırpıda varır karşı tarafa. 

Bunca mektup demişken, mektup yazma hayalim dürttü için için. Çocuklara ve/ya yetişkinlere ayda bir, cüzi bir ücret karşılığı mektup (elektronik veya matbu) yazmak, kendimden, yazdığım kitaplardan, yeni projelerimden, yaşadığım şehirden, şehrin tarihi ve kültürel dokusundan, geçmişinden satırlar iletmek istiyorum. Bunu bir edebi metni ele aldığım titizlikle yazacağımdan hiç kuşkunuz olmasın. Uzunca zamandır hayalini kurduğum bu proje özgün değil elbette. Dünyanın her yerinde yazarlar bu türden mektuplar yazarak o günlerde merceğine takılanları, okuduklarını, izlediklerini paylaşıyor, kimisi ücretsiz, kimisi de ücret karşılığı. Beni bugüne kadar durduran (bir arkadaşıma da izah ettiğim gibi) şey, sosyal medyanın sonsuz sayıda atölye çağrılarıyla dolu olması. Hesabımı ayaklı bir reklam panosuna çevirmekten çekiniyorum, hay bir ses eksiktin intibası yaratmaktan da keza. Bununla beraber pek çok kaynaktan okuyarak, araştırarak yaratacağım içeriğe vereceğim emeğin karşılığını almaya bir yazar olarak ihtiyaç duyuyorum. Malum iş yazmak ve kitaplar olunca emeği en kolay gözden çıkarılan kesim yazarlar oluyor. Kütüphanelere ve İnstagram annelerine ücretsiz kitap göndermesi, eşe dosta kitap hediye etmesi, yayıncılık sektörü krizde olduğu için teliften feragat etmesi beklenen nedense hep yazar oluyor. Hemen hemen hiçbirimiz yalnızca yazarak geçinemiyoruz. Hepimiz üretkenliği belli koşullara bağlamadan başka hayati zevklerden ödün vererek okuyoruz, yazıyoruz, zira yazmanın kendisini bir ödül olarak görüyoruz, yayımlanmaktan azade yazıp çiziyoruz. Yine de yazar olarak verdiğimiz emeğin karşılığını almak da istiyoruz haliyle. Bu da yazar olarak kabulgörmenin yolu ve çok temel bir ihtiyaç. Yazdıklarımın sizde nasıl duyulduğunu çok merak ediyorum. Yılbaşında hayata geçirmeyi planladığım mektup projelerim hakkında yorum yazarsanız sevinirim. 

Bu kadar mektup dedikten sonra dinlemeniz için bir de şarkı bırakıyorum buraya. 




 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on December 10, 2022 01:41

December 7, 2022

Öylesine bir mektup

Sevgili okur, Bugün mektup yazma günüymüş. İlk kez duyuyorum. Doğruluğunu kontrol dahi etmeden hemen bu satırlara yazmaya giriştim. Bir mektup yazmaya ihtiyacım varmış demek ki. Belki senin de bir mektup okumaya ihtiyacın vardır. Mektup almak, en nihayetinden nasıl olduğunu merak eden en az bir kişinin varlığına işarettir ve iki kişi tek olmaktan daima kalabalıktır. Sen nasıl hissediyorsun bilmiyorum. Ben bu aralar biraz yorgun hissediyorum. Geceleri çoğunlukla erken yatıyorum. Bedenim yatağa giriyor ama onu gün içinde yeterince çalıştırmadığımdan ötürü (eller, beyin ve diğer iç organlar, beş duyu yeterli gelmiyor) uykuya geçmekte zorlanıyorum. Uyumadan önce kulaklıkları takıp podcast dinleme gibi bir huy edindim. Kulağımda birilerinin sözleri uykuya dalıyorum. Kaçıncı dakikada inan hiç bilmiyorum. O yüzden aynı podcastleri bir daha bir daha dinliyorum bazen. Podcast dediğime bakma, bu bazen bir Youtube videosu oluyor, çoğunlukla Youtube videosu oluyor. Spotify veya storytel üyeliğim yok çünkü. Bebekken uyumak için insan sesine ihtiyaç duyarmışım. Bunu fark eden annem yanıma radyo açıp odadan çıkmaya başlamış. Radyo sesini yanımda birilerinin varlığına yorup uyurmuşum. İnsan yedisinde neyse yetmişinde odur deyişine örnek sayılır belki de ne dersin? Bebeklerin ve küçük çocukların yanında insan sesi istemesinde şaşılacak yan yok. Uykuya geçmek, hayatı askıya almak bir nevi. Sen uykudayken herkesin başka bir yere çekilip eğlenmeye devam edeceği bilgisiyle pek de başa çıkamıyor çocuklar. Kızım örneğin. Hiç hoşlanmazdı geceleri uykuya geçmekten. Biraz dillenince o uyuduktan sonra bizim ne yapacağımızı sorar olmuştu. Belki de az önceki yargım tamamen kızımı izlemekten kaynaklı, kaynağını kişisel bir deneyimden alan bir yargı. Yargılarımız, düşüncelerimiz böyle şekilleniyor muhtemelen. Kişisel deneyimlerimizden çıkarımlarda bulunuyoruz ve inançlar geliştiriyoruz. Bazen öyle keskin ve kuvvetli oluyor ki bu inançlar, başka şeyler görmeye, duymaya hiç de açık olmuyoruz. Bazen dünyanın en büyük mucizesi iki insanın birbirini doğru anlaması olabilir diye düşünüyorum. Çok girdili bir veri sisteminde aslında ne olduğunu gerçekte kim bilebilir. Yazarken zihnim hayli hızlandı. Yeni paragraflara geçtiğimde, anla ki zihnime yeni, yepyeni bir düşünce üşüştü ve dile gelmek istiyor. Dolayısıyla bir öncekiyle bağını kurmadan, yazdıklarım üzerinde düzelti yapmadan devam edeceğim. Bu çağrışımların beni taşıyacağı yerleri merak da ederek. Bu açıklama üzerine devam ediyorum. Sosyal medya zoom toplantısı fotoğraflarıyla dolu. Herkes, ilgisini çeken eğitimlere çevrimiçi ulaşabilmenin keyfini sürüyor. Çok da güzel eğitimler var, doğruya doğru. Pandemi döneminde ben de katıldım kimilerine. Kimisine bayıldım, kimisinde (adetim olmadığı halde) dersleri ektim. Şimdi hiç ilgimi çekmiyor. Zooma doydum. Ekranlarda buluşmak, yüz yüze konuşmanın, buluşmanın yerini almıyor. Kolaylığı büyük avantaj elbette, yadsınamaz ama biraz da beni rahat bırakmak gerek, sanki. Sen çevrimiçi eğitimler, seminerler, sohbetler hakkında ne düşünüyorsun? Bu aralar feci dişimi sıkıyorum. Şu anda bu satırları yazarken dişlerimi birbirine kenetlediğimi fark edince hafif araladım ve araya dilimi soktum. Farkına varayım diye. Ne bileyim stresliyim demek ki. Hepimiz stresliyiz. Geçenlerde eyt ile emekliliğini bekleyen devlet memuru bir arkadaşımız, bize geldi. Yakınlarda yaptığı bir Ortadoğu seyahatinin üzerindeki etkisini anlattı. Bey kişisi dalga geçti epey. Sözleri fazlasıyla romantik, aşırı anlam çıkarmacı görünüyordu çünkü. O anda arkadaşımı etkileyen şeyi kavramaya yaklaştığımı hissettim. Çalıştığı kurumda (on yıl olmuş tayinle geleli) yaşadığı ikiyüzlülükler, hasta yakını olarak geçirdiği uzun yıllar ve kayıp sonrası yaşadığı yasın onu hırpaladığı, yaşama coşkusunu azalttığı muhakkak. Bitmesi için gün sayarak yapılan bir iş (neticede hayatımızın merkezini iş ve oradaki insanlar kaplıyor) için ne kadar keyifle çıkılır o yataktan? Ne kadar neşeyle işe gitmeye hazırlanır insan? Oysa oradaki rutini durdurup bedenen ve zihnen uzaklaştığında her gün yeni bir potansiyel demek. Canının istediği gibi hareket etmek demek. İnsan çoğu zaman kendini başkalarıyla karşılaştırıyor, kıskançlık ya da hasetten değil. Kendi gençliğini hatırlayıp yapmak istedikleri için önünde koca bir ömür varken hayal ettiklerinin ne kadarını gerçekleştirebildiğine bakıyor. Kendi potansiyelini ne ölçüde hayata geçirebildiğini ölçüyor. Orada bir uyumsuzluk görürse derin bir hayal kırıklığı yaşıyor. Arkadaşımdan bahsetmiyorum artık fark etmişsinizdir. Genel bir insanlık halinden bahsediyorum. İşte o sebeple her zaman bulunduğun yerden uzaklaşmak, tatile gitmek insana potansiyelini gerçekleştirebilecekmiş gibi güç veriyor, bir ivme, ateşlenme... O ruh hali içindeyken gün batımı yalnızca gün batımı olmuyor. Kendini hayatın akışına bırakmak, yaşadıklarının olumlu deneyimlere dönüşmesi başlı başına bir mucizeymiş gibi geliyor. Her şeyin zamanlaması mükemmel, her karşılaşma büyülü... Bilmem anlatabildim mi? Yazdıklarım sende bir yerlere dokunabildi mi? Eşzamanlılık ilkesini bilirsiniz. Bir şeyi gerçekten isterseniz, bu yönde adım atarsanız, sanki her şey yolunuzu açmak ister gibi sıralanır. İşte öyle bir şey... Diyeceğim o ki, bu mektup elinize bir eşzamanlılık örneği olarak geçtiyse, okurken yüzünüzde bir gülümsemeye yol açtıysa, selam vermeyi ihmal etmeyin. Ne de olsa bugün mektup yazma günü. Bir yorum bir mektup yerine geçebilir pekala. Sevgilerimle. 




 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on December 07, 2022 02:08

December 6, 2022

Bir keşif hikâyesi: Benim Adım Mavi*

 

Çocuk edebiyatı ürünleri doğrudan eğitim aracı değildir hiç kuşkusuz. Bununla beraber hikâyelerin çocuk üzerindeki etkisi yadsınamaz. Edebi metinler ve buna eşlik eden görseller, bir nevi ayna işlevi görür. Çocuk, yalnızca kahramanın yolculuğuna eşlik etmekle kalmaz; onun yaşadığı çatışmalar, içinden geçtiği zor durumlar, olası çözümler ile de yakından bağ kurar. Bu sayede zor duygularla yüzleşme, kendini tanıma, hatta ötekini anlama, empati geliştirme becerileri artar. Çok daha evrensel, hümanist bir dünyaya açılan yolda ilerleme fırsatı bulur. Bu, günümüzde çocukların özellikle edinmesi gereken bir erdemdir. Çünkü savaşlar, iklim mülteciliği gibi sebeplerle doğudan batıya göç sürmekte, artarak devam edeceği de açıkça görülmektedir. Bu durumun olası sonuçlarını kestirmek zor değildir.

Dili, ten rengi, etnik kökeni nedeniyle kendisini dışlanmış hisseden, yeni dâhil olduğu topluma entegre olmakta zorlanan çocuklar ile ön yargıları nedeniyle onları birer düşman olarak niteleyecek çocukların giderek daha çok karşı karşıya kalacağı ortadadır. Çocuk edebiyatı, okul öncesi dönemden itibaren bu konuyu ele almaktadır. Bu tip kitapların ortak izleği, farklılığı nedeniyle dışlanan, onlar gibi görünmeye çabalamaktan yorgun düşen, topluluktan ayrılmak zorunda kalan, yeni bir yer arayışına girişen, yolun sonunda farklılıklarıyla bir arada yaşamayı başarmış bir topluluğa dâhil olan, mutluluğu yakalayan kahramanlardır.

Mutluluk bir kez yakalanacak ve sonsuza dek sürecek bir final değildir elbette. Hayat bilinmezlikleriyle, inişleriyle, çıkışlarıyla sonsuz sayıda duygu vaat eder bize. Ancak bir topluluğa ait hissedememek, kabul görmemek telafisi hayli zor durumlardır ve bireyi çevreleyen şartlar ne olursa olsun mutluluğu yakalayabilmek pek de kolay değildir. Oysa, biz, hepimiz, başta kendimiz olmak üzere çocuklarımızın, sevdiklerimizin hayatın zorlukları karşısında bir hacıyatmaz direncinde olmasını arzu ederiz. Bunu kavratmaya yönelik her edebi eser dolaylı bir öğrenim aracı olarak görür, arkadaşlarımıza, ebeveynlere,  çocuklarla çalışan tanıdıklarımıza önermek isteriz.

O kitaplardan birinin sayfalarını çevirdim geçtiğimiz günlerde, İtalyan sanatçı Irene Guglielmi’nin yarattığı Benim Adım Mavi kitabını. Guglielmi hikâyesini kelimelerce hapsetmemiş. Resimler aracılığıyla her inceleyenin kendi hikâyesini yazabileceği, yeni anlamlara açık bir sessiz kitap yaratmış.

Kendini mavi hisseden herkese adanan kitap, sarı siyah arılarla dolu bir dünyada mavi bir arı olmanın zorluklarına değiniyor. Farklı görünmenin, dışlanmanın mavi arı üzerindeki etkisini, onun diğerleri gibi görünme çabasını, sarı-siyah kalma çabasının beyhudeliğini, yola çıkma cesaretini, bu sayede başkalarına benzeme ihtiyacını ortadan kaldırmasını, kendiliğini kabullenişini anlatıyor, tek bir sözcüğe ihtiyaç duymadan.

Kitabın sonunda yer alan “Anlatının Gizli Yollarında başlıklı yazıda Walter Foschesato sessiz kitapların bu gücüne şöyle değiniyor:

“Sessiz kitaplar, sözcüklerin koşullandırmalarından ve zorunluluklarından uzak oldukları için doğası gereği değişkendir. Bazen tarif edilemezler ve hatta kendi içlerinde çelişkilidirler. Bize bir hikâye anlatır gibi görünebilirler ama daha sonra büyük bir heyecanla şunu fark ederiz: Sessiz kitaplar, ortada bir fikir olmadan, bazı meseleleri açığa vurarak bize bir şeyler “öğretmek” isterler.

Öte yandan bize sıradan bir şekilde günlük yaşamdan bahsederler. Sonra bizi fantastik olanın topraklarına götürürler ya da gerçeklik ile hayal arasında rahatça hareket ederek büyülü gerçekliğin kapılarını açarlar. Tanımlamaya yönelik her türlü bağlayıcı girişimden çabucak kaçarlar ve konuşulmayan, askıya alınan, belirsiz olanın alanında kalmayı tercih ederler. Sessiz kitaplarla ilgili tek bir kesinlik vardır, o da anlatmanın önceliği ve zevkidir. Sessiz kitaplar son derece büyük zenginliklere sahiptir. Sayfalar arasında yavaşça ilerlerken içlerinde tıpkı bir matruşkadaki gibi birçok başka hikâye barındırdığını keşfederiz.”

Bu keşfe katılın. Hikâyesini kâğıt üzerinde değişmez, sabit kelimelere hapsetmeyen kitabı çocukların önüne koyun ve her birinden yükselen seslere kulak verin. Bizden farklı olan renklerin güzelliğini keşfetmek için ihtiyaç duyduğumuz en önemli unsur dinlemek ne de olsa.



                                                                                                                               

Benim Adım Mavi

Irene Guglielmi

Timaş Çocuk

* Bu yazı ilk kez 5 Aralık 2022 tarihinde Parşömen Sanal Fanzin'de yayımlanmıştır. 

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on December 06, 2022 00:12

December 3, 2022

Aralık, hastalık ve kitaplar

Mevsim diziliminin ilkbahar, yaz, sonbahar yaz şeklinde ilerlemesini tercih ederdim. Anlayacağınız üzere hiç de kış insanı değilim. Saat 7.30'da karanlıkta kalkmanın, kahvaltı hazırlarken lambaları yakmak zorunda kalmanın, ıslanmanın, çamurlanmanın, üşümenin, kat kat giyinmenin sevilesi bir yanı yok. 

Kışın tek güzel yanı, yeni yılı karşılamak üzere süslenen aralık ayı. Çocukluğumdan beri severim yıl başlarını. Kış manzaralı simli kartpostalları, ışıl vitrinleri, parlak paket kâğıtlarına sarılmış hediye kutularını, simleri, karları, kurdeleleri, yeni yıla dair hayaller kurmayı... 

2022 bitmek üzere. Son otuz gün. İlk günü yaşıyoruz işte. Gerisi yokuş aşağı. Kızımın sınıfında yılbaşı çekilişi yapacaklar bugün. Diğer şubeler yapmış. Kim kime çıkmış biliyor, öyle bir heyecan, kıpır kıpır olma hâli. Büyüme heyecanları. Yeni yıla, kutlamalara duyulan coşku... 

Yılın son ayı gelir de yıl sonu bilançoları ortaya saçılmaz mı hiç? Okuduğum kitapların listesini yapmak istiyorum her yıl ama takip edemiyorum. Bu yıl yapabilir miyim, bilmem. Niyetine dahi girmiyorum. Benim yapamadığımı dijital platformlar yapıyor. Youtube yılın dökümünü göndermiş örneğin. Bu yıl 11619 dakika geçirmişim burada. 131 sanatçıdan, 304 parça dinlemişim. En çok Cem Adrian (1101 dk), Jehan Barbur (983 dk), İndila (848 dk) eşlik etmiş bana. Döne döne Derniere Dans, Lost On You ve İnsan İnsan dinlemişiz hastalarımla. 

                                                                                  *

Kızımın okulunda kusma ve ishalle seyreden viral bir hastalık seyrediyor bu aralar. Dün okula göndermedim. Kesintisiz üç gün izolasyon yayılımı azalatır düşüncesiyle. Ben de evde olacaktım hazır. Bir gün aylaklık yapalım, dedik. Kahvaltının ardından saat on sularında dışarı çıktık. İş yerindekilerin yeni yıl hediyelerini aldık. Kızım, sınıf çekilişinde çektiği arkadaşına armağan aldı. Toplamda üç mağaza dolaştık bunun için. Bankaya uğradık. Dardanel'in fast food markası I Love Fish'e gittik, bir şeyler atıştırdık. Yolda karşılaştığım bir arkadaşımla Meydani'ye gidip salep içtik. PTT kargoya gidip bir arkadaşıma kitap yolladık. Markete gittik. Tedi'den yeni yıl manzaralı metal kutular aldık. Eve vardığımızda günü yarılamış, cüzdanı boşaltmıştık. Antredeki dolaba el atmak istiyordum ne zamandır. Orayı düzenledim. Bir çamaşır sepeti ıvır zıvır çalışma odasında sedirin üzerinde şimdi. Hafta sonu onları ortadan kaldırır, çalışma odasındaki şifonyeri de elden geçirirsem daha ne isterim. Belki kendi giysi dolabımı düzenlemek, hemen değil. Sonraki haftaların hedefi. 

                                                                                   *

İnstagramda kitap fotoğrafları paylaşan, on binlerce takipçisi olan hesaplardan zaman zaman onların tanımıyla söylemem gerekirse "işbirliği" mesajları alıyorum. Üstü kapalı konuştukları için tam olarak ne karşılığı bu "hizmeti" sunduklarını bilemiyorum. Kitap gönderimi, ücret belki. Kitapların raflara çıkmasının, haklarında yazılan bir değerlendirme yazıların, söyleşilerin bile etkisi bunca uçucuyken, İnstagram hesap sahiplerinin kendilerine duydukları güven hayli şaşırtıcı. Kitabın fotoğrafının 2-3 bin beğeni almasının yazara ne gibi bir faydası, doyumu olabilir? Neden yazarın buna balıklama dalmak isteyeceği düşünülür? Benim bakış açım belli. Bugün bir hesaba daha yazdığım gibi, ücret ya da kitap gönderimi karşılığı kitaplarımın tanıtılmasını desteklemiyorum. Kendiliğinden paylaşan, hakkında sevdim, çok güzel dışında üç, beş samimi cümle yazan okura rastlamak mutluluk kaynağı elbette. İtirazım yok. Bununla beraber, yazan insanlar için en büyük haz kaynağı, sürdürüyor olmanın sebebi yazmanın kendisine duyulan haz. Yoksa yaşamak varken bunca yalnızlığa niye katlansın insan. 

 




 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on December 03, 2022 03:22

November 30, 2022

Müzmin erteleyicinin yapılacaklar listesi

Zaman zaman müzmin erteleyici olabilirim ama tembel asla!

Bu ayın ortalarından itibaren bloğa yazma sıklığımı güncellemek üzerine düşünceler geçti aklımdan. Sekiz yıl önce verdiğim söz bugün niye beni hâlâ bağlasın, dedim. Ama sonra önemli olanın yazma alışkanlığını yitirmemek olduğu geldi hatırıma. Şu sıralar, yazar tıkanıklığı demeyeyim tam olarak öyle değil ama biraz zamansızlıktan, biraz hevessizlikten yazı masasına pek geçmiyorum. Evdeki laptopta birtakım sıkıntılar olması da cabası. Gece yazmaları da bitince hepten öteledim yazmayı. Hâl böyleyken yeni bir öykü taslağı vs yok elimde. Üzerinde çalıştığım bir dosya da yok. Temizledim oraları kendimce. Attığım taşlara yanıt gelmesini bekliyorum ama işte ekonomik koşullar, ülkede okurdan çok yazar olması vs. vs. duymak istediğim yanıt umduğum hızda gelmiyor. Madalya gibi göğsüme takmaya devam ediyorum ret cevaplarını. Her bir ret yanıtında jüriye değiştir diyorum kendi kendime. Hop başka bir yayınevine. Her şeyin bir zamanı var, derler. Şimdi bekleme, dinlenme, kafa toplama, ertelediklerimi bir bir toparlama zamanı. Evde girişilecek birkaç dolap car örneğin. Bir şifoniyer, bir dolap, yer bulamadıklarımı tıktığım depo gibiler. İçleri derlenecek toplanacak, ayıklanacak. Yeni kitaplar da yığıldı. Okunacak, verilecek. Kayıp olanlar bulunur belki. Sırra kadem basmış bir çocuk kitabı var örneğin. Değişelim mi? İlk öykünün ardından sıra gelemedi diğerlerine. Girdiği delikten çıkar belki de, okurum kalanını. 

                                                                                  *

Bu aralar yalnızca yazmak değil ertelediklerim. İzlemek istediğim filmler de var örneğin, daha sık yürümek, daha sık arkadaşlarımla buluşmak, sahibine iletilmesi gereken kimi emanetler... Bir yerden başlamalı. Yarın belki kargoya giderim. Yarından da yakın belki bir film izlerim. Örneğin Yüzücüler. Savaş nedeniyle Suriye'den kaçıp mülteci kampına yolu düşen iki kardeşin olmipiyatlara uzanan hikâyesi. Etkileyici olduğu kesin.

                                                                                  *

Yarın 1 Aralık. Yılın son ayı. Listeler zamanı, biraz muhasebe, biraz hesaplaşma... Evi yeni yıla hazırlamak gerek. Süsler, müsler... Sani'nin süsleri ve yapma ağacı affetmeyeceği kesin. Kavga kopmasın diye belki iş yerini süslerim bu yıl, ev yerine. Ya da Deniz'in odasına kurarız ağacı. İçeriye giriş Deniz'in iznine tabi ne de olsa... 





 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on November 30, 2022 06:49

Özgünlük dediğimizde

Edebiyatla uğraşan hemen herkes günümüz edebiyatının en büyük eksiğinin, eleştiri kültüründeki noksanlık olduğunu söylüyor. Hak bilir bir eleştiri yerine hâkim olan, ahbapçılık. "Sen beni kolla, ben seni," anlayışı. İnstagramda dolanan herhangi bir gerekçeye dayanmayan "Çok sevdimmmm" şakşakçılığı.

Bu saptamayı bir fırsat gibi gören kimileri de buralar daha dutluktu zamanlarından kaptıkları dijital köşelerinden kendini eleştirmen sayıyor. Arka kapaktan aparttıkları söyleşi sorularıyla ya da tıpkıbasım sorularla pek bir çalışkan görünüme bürünüyor, bir metni beğenmesin hele, üslupsuz, birkaç basmakalıp olumsuz cümle sıralayarak kendini hakyemez eleştirmen sayıyor. 

Bana bu satırları yazdıran bir çocuk kitabının isminin bir başka kült çocuk kitabını andırdığına dair bir ileti ve ortaya atılan taklitçilik iması. Kitabı okumadım. Yazarını tanımam. Üretimini bilmem. Bununla beraber özellikle çocuk edebiyatında özgün konu diye bir şey olmadığı da ortada. Ne yazarsak yazalım Polti'nin 36 dramatik durumundan birine giriyor. Böyle bakınca şimdiye dek yazılmamış, işlenmemiş tema diye bir şey söz konusu olamaz. Bir yazarı diğerinden ayıran şey konu seçimi değil, üslubu. Özgünlük, dediğimiz de tam olarak bu. Yazar, en şaşırtıcı konunun, temanın peşine düşen kişi değildir.  Okuru, daha önce defalarca anlatılmış bir konuyu bir de kendi çerçevesinden, kendi bireysel seçimleriyle var ettiği metni okumaya davet eden kişidir. Dolayısıyla yalnızca kitap ismine, konu seçimine bakarak bir yazarı taklitçilikle, özgün olmamakla suçlamak yersiz. Ayrıca adına metinlerarası dediğimiz koskoca bir alan var. Onu ne yapacağız?

Yine de taklit konusu benim de kafamı kurcalıyor zaman zaman. Epeyce okur kitlesi olan kimi çocuk edebiyatı yazarlarının dünyadaki örneklerini çok andıran kitaplarını gördüğümde, intihal ve benzer temayı kendi üslubunca yazmak arasındaki sınırın çok da kesin olmadığını düşünüyorum. Bu meseleler de yazarın kendisiyle hesaplaşacağı yerler neticede. Bunca dil, bunca kitap varken, hangi metin hangi metnin ya da bir başka sanat yapıtının koynundan doğuyor, kim bilebilir. 

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on November 30, 2022 01:58

November 29, 2022

Uçuran ve Değiştiren Hayaller

Selen Aydın'ın yazdığı, Sadi Güran'ın resimlediği Sıkıntıdan Patlayan Kasaba bir çırpıda okunuyor. Belirgin bir olay örgüsü, giriş, gelişme sonucu ve aksamadan akıp giden kurgusu olan bir kitap. Çocuklara göre, çocuklar için basitliği in ardına saklanmadan, görsellere güvenmeden derli toplu bir hikâye anlatıyor. Dili temiz, akıcı. Benzetmeler yerli yerinde. Kahramanların isimleri hem orijinal hem de onları canlandırmada pek etkin.

Olimpik anlatıcı Bayan Tepedenbakan'ı anlatarak giriyor hikâyeye. Adı kibrinden gelmiyor. Kasabaya tepeden bakan deniz fenerinde yaşıyor hepsi bu. Herkese, her şeye bakmak ufkunu, göğsünü ferahlatıp fersah fersah açtığından olsa gerek Bayan Tepedenbakan'ı öyle rutinlerle boğulmuş, kısıtlanmış değil, kasabalıların aksine. Kasabanın iyi niyetli, tek tek işini iyi yapan ama hayallerini, meraklarını yitirmiş, haliyle iyiliğin koluna sıkıcıyı sımsıkı takan bireylerinden yavaş yavaş uzaklaşmış. Kasabaya gidişi zaruri ihtiyaçları gider ekle sınırlı. Yine böyle bir ziyarette kasabalıların baam, paat, poof diye bir bir patlayınca teşhisi koyar. Kasabalılar sıkıntıdan, hayallerini ve meraklarını yitirmekten patlıyordur. Çare bellidir. Onların merak duygusunu gıdıklayacak, yeni heyecanlar duymalarını sağlayacaktır. Bu uğurda en büyük müttefiki Bay Sormageç'in tatil için kasabaya gelen torunu Bulut'tur. İki kafadarın planı tıkır tıkır işleyecek, hikâyenin başında bize olağanaltı diye tanımlanan kasaba olağanüstülüğe terfi edecektir.

Sıkıntıdan Patlayan Kasaba gündelik rutinlere, can sıkıntısına, hayal kurmanın, merak duygusunu yitirmenin üzerimizdeki etkilerini hatırlatıyor. Hayat bazen buz tutmaya yüz tutmuş bir göle benzer. Hareket etmezseniz her şey donayazar. Formül belli: hayallerini, heveslerini, merakını paylaşabileceğin dostlar. Kim demişti hatırlamıyorum. Hepimiz çevremizdeki en sık görüştüğümüz altı kişinin ortalamasıymışız. Gayet makul. 

Birlikte değişeceğiniz, gelişeceğiniz dostlarınız eksilmesin. 


 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on November 29, 2022 11:20

Birtakım haberler ve öneriler

Maskesiz ilk kış hepimizi yerden yere vuracak gibi.Geçen hafta sonunun yoğunluğu ve yorgunluğu pazar akşam saatlerinde boğazıma bir sızı olup yerleşti. Yeterince dinlenenemediğim, uyuyamadığım, mola veremediğim için hâlen öksürüyorum, yutkunurken zorlanıyorum. Boğazıma yapışmış bir şey var sanki söküp atamıyorum. Bitki çayları, zencefil bal arkadaşım oldu. Gece deliksiz bir uyku umuduyla yatağa gidiyorum. Saat bir gibi öksürerek uyanıyorum. Su iç, bitki çayı iç, gargara yap, yat sağa, dön sola geçiyor geceler. 
                                                                               *Kedili hayat güzel gidiyor. Birbirimizin dilini daha iyi anlıyoruz artık. Sessiz meleğim dışarı çıkma isteğini dile getiriyor, susadığını, karnının zil çaldığını, başka yemek istediğini, oynamak istediğini... Masaj vaadiyle çağrıldığında o çok da gelmeye meraklı olmadığı kucağa hop diye yayılıyor. Henüz anlamadığı eve av getiremeyeceği.                                                                                *Hastaların çalma listemi beğeniyor. Yıllar içinde dinlediğim şarkılardan oluşan bir Youtube listesi. Zaman zaman Youtube kendi önerilerini de alıyor içeri. Onlardan biri. Döne döne dinliyorum.


                                                                              *Dün akşam oda merkezinde Onur Bütün ile "Neden Feminst Okumalar Yapıyoruz?" sorusunun ardına düştük. Sorunun odağında kalamadık. Küçük de bir grup olunca laf lafı açtı. Zihin nereye, biz oraya, samimi bir sohbet oldu. Dün akşamki sohbetten cebimize kalan bir belgesel önerisi. Bilimde Cinsiyet Eşitsizliği Netflix'ten erişim mümkün. Henüz izleme fırsatı bulamadım doğal olarak ama ben de önermiş olayım. Elden ele yaymaya devam!                                                                              *Bir film önerisi daha. Yine Netflix'ten erişim mümkün. "Power of Dog""Görmediğin şey gerçek değildir." Filmin önemli repliklerinden biri. Görmek, görmezden gelmek, üzerini örtmek, görme ve algılama biçimleri üzerine bir film. Kurmacada hiçbir şey rastgele orada değildir sözünü doğrulayan bir film. Eylemi, lafı çok bol değil. Öykücünün sözcük tutumluluğu gibi. Hiçbir ayrıntı orada öylesine, rastgele konmuş değil. Yönetmenin yol boyu verdiği tüm ayrıntılar izleyiciyi finale hazırlıyor. Gevezeliğe, açıklama yapmaya lüzum görmeden izleyicisine güvenen yönetmenden alacağımız dersler var, biz öykü yazarları için. Final hazırlığı yapma becerilerini arttırmak için izlenebilir, izlensin. Pastoral manzara da cabası. 



 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on November 29, 2022 04:24

November 28, 2022

Ortaya karışık

Bu aralar ne okuduğumun farkındayım, ne de yazdığımın. Hiçbir şey okumuyormuşum gibi geliyor. Pek az yazıyorum ondan eminim. Neredeyse. 

Dişlerimi sıkıyorum, hâlâ. Yakında kıracağım, korkarım. (Yaşasın kötü dublaj Türkçesi)

Elimde üç bitmiş dosya var. Üç yayımlanmış kitaptan sonra hâlâ hangi yayıncıya göndersem, acaba basılır mı kaygısı taşımak, sürecin çok yavaş ilerlemesi yazma motivasyonunu düşürüyor. Kesin bilgi. 

Lizbon'da bir akşam yemeği dönüşünde bindiğimiz taksi şoförünün bize aşırı ilgi göstermesi, biz Portekizce o İngilizce bilmediği halde diyaloğa girme çabasını kaygıyla izledim. Yazar olan benim, hayatı gözlemlemesi, her kesimden insanla iletişime geçmesi gereken belki de ama benim olayım daha çok izlemek. Şoför yanı kişisi ağzını doldura doldura sohbet etti. Yarı İspanyolca yarı beden dili anlaştı. Şoför otel önünde tarifeyi gece tarifesine çevirip para üstüne şarap almak için el koymaya çalışınca sinir oldu. Ben de tüm bu sempatik olma çabasının sebebini anlayabildim. Taksi ve döviz bozdurmak yurt dışında en kolay çarpan iki alan. 

Züleyha Ersingün'ün yazdığı, Müjde Başkale'nin resimlediği Kırmızıkedi Çocuk 'tan yayımlanan Lori'nin Masalı'nı çok sevdim. İşte sebepleri:

İnsana kendisini iyi hissettiren, yatıştıran, sarıp sarmalayan bir yanı var. 

Büyük meseleler hakkında usul usul konuşuyor. Okula başlamanın zorlukları gibi, ana dilde eğitim gibi, hastalık ve ölüm gibi.

Kadim kent Mardin'de geçiyor. Yerel bir hikâye, yerel ayrıntılarla dolu ama konusu bir o kadar da evrensel. Her yaştan, her kültüre uygun. 

Nesillerarası iletişim ön planda. 

Böyle maddeleyince epey eksik kalmış duygularımı, düşüncelerimi aktarmak, farkındayım ama kitabı özetlemek de istemiyorum. Son zamanlarda okuduğum en güzel Türkçe resimli kitap diyeyim siz anlayın ya da meraklanıp okuyun.

Büyük Dostum Anıl Basalı'nın yazdığı bir kitap. Timaş Yayınları tarafından yayımlanmış.

İlk baskı 40 bin. İmrendim doğrusu. Kitap Büyükada sokaklarında geçiyor. Kitabın kahramanı Atlas on yaşında. Aynı bahçeyi paylaştıkları Pasaknaz Teyze'yle yakınlaşmanın onu bir kitapsever yapmaya, komşularla didişen aksi bir ihtiyar  yerine dost olmaya teşvik etmeye çalışıyor. Kendisine yedi günlük bir süre tanıyor. Her gün hem Pasaknaz Teyze'ye karşı bir hamle yapıyor hem de ona bir mektup yazıyor. Yedi günün sonunda Pasaknaz Teyze'nin kalbini yumuşatmayı başardığı gibi onun kitaplara olan düşmanlığının sebebini de öğreniyor. Kitap burada bitmiyor. O yaz Atlas'ın ailesiyle adadan taşındığını, mektupları verecek zaman bulamadığını öğreniyoruz. On beş yıl sonraki büyük kavuşmada Atlas mektupları sahibine teslim ediyor. Kitabın bana göre durağan yapısı da burada bir kırılma yaşıyor ve duygu yüklü bir finalle bitiyor. Kitabın sonunda hikâyenin yazarın kısmen gerçeklikten doğduğunu öğreniyoruz. Pasaknaz Teyze zıpçıktı bir kahraman. Yaptığı sulu şakalar ve aksiyonu bol olmasına karşın Atlas'ın onu kitapsever yapma arzusu bana çok gerçekçi gelmedi. Kimi kelime seçimleri de kulağımı tırmaladı. Anlık, anlık seçim, bir anlık... "Birdenbire, ansızın, kendiliğinden," gibi pek çok seçenek varken "anlık" kelimesine fazlaca tutunmasaymış keşke diye düşündüm. 

Bir anlam bütünlüğü olmasa da, konular dağınık ve alakasız da olsa bir ileti boyutunda buradaki sessizliğimi bozmayı, iki çocuk kitabı hakkında konuşmayı başarabildim. 




 

 

 


 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on November 28, 2022 05:20

November 26, 2022

İnsana bakma sanatı

Toplumsal, yakıcı meseleler yazar için ateşten gömlek. 

Çoğu zaman aradaki nesnel mesafeyi koruyamadıklarını, metnin için gazete kupürlerine yaraşır türden bilgiler yerleştirdiklerini, dilin olgunluğuna (aksi durumlarda çok elbette) rağmen anlatımcı tutumdan kurtulamadıklarını görüyorum. 

Yaşananlara itiraz edeceğiz elbette, göreceğiz, isyan da edeceğiz ama açıklayıcı notlar yazarak değil. Bizi son etkileyen toplumsal olayın acısının gölgesinde yazarak değil. 

Bu tür metinlerin belli bir yaşın üstündeki solcu teyze ve amcalar tarafından beğenileceği, alkışlanacağı kesin. Ama siyasi ve toplumsal yaraları birbirimize şikâyet edip türbine el sallamadan edebiyat yapmak mümkün. İnsana çok daha evrensel bir yerden bakmak mümkün. 

                                                                             *

Bugün okuldaki "Yaratıcı Yazarlık Kulübü"ne giremeyen, öğretmeni tarafından hevesi kaçırılmış, annesinden kendisine yaratıcı yazarlık atölyesi bulmasını isteyen bir çocukla tanışacağım. Hayatın hayalini kurduklarımızı kendiliğinden önümüze çıkarmasında umutlu bir yan var. Heyecanlı ve meraktayım. Kafamda kimi fikirler olsa da doğaçlama gelişecek çoğunlukla. Çocukları (çünkü bir de arkadaş buldu yanına) gözlemleyip gereğinde sönümlenen ilgilerini de gözeterek yürütmem gerektiğinin farkındayım. Temennim, keyifli bir deneyim olmasından yana. Yoksa onlara yazma tekniği öğretecek değilim. Olsa olsa heves bulaştırmak, iyi kitaplardan zevk almalarını sağlamak... Biraz da elimize kalem alıp çalakalem yazmak, bir teknik olmaksızın  yazmak, yazarak saçmalamak.... Yazmaya cüret etmek beraberce. Başka gözeteceğimiz şeyler de olacak elbette. Örneğin başkalarının metinlerini olgunca dinleme, içindeki iyi şeyleri bulma, gösterme, daha iyiye birlikte varma nezaketini gösterme kültürü oluşturmak. Duygular hakkında, metnin duyurduğu duygular, sezgiler, düşünceler hakkında konuşmak. Ne de olsa edebiyat, insana, onun duygularına, düşüncelerine, hayatı kavrayışına bakma sanatı. 

 

                                     



 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on November 26, 2022 04:44

Tuğba Gürbüz's Blog

Tuğba Gürbüz
Tuğba Gürbüz isn't a Goodreads Author (yet), but they do have a blog, so here are some recent posts imported from their feed.
Follow Tuğba Gürbüz's blog with rss.