Gürsel Korat's Blog, page 9

April 29, 2016

April 19, 2016

"GÖZLERİ VARDIR GÖRMEZLER, KULAKLARI VARDIR İŞİTMEZLER"




Gürsel Korat'ın yeni romanı "Unutkan Ayna", 1915'e, tüm bakışların Anadolu'ya çevrildiği Ermeni Tehciri yıllarına götürüyor okuru.
ERAY AKerayak@cumhuriyet.com.tr 

- Tarih, edebiyata nasıl bir alan açıyor sizce? Konusunu tarihten alan romanlar yazan biri olarak bu konudaki düşüncelerinizi merak ediyorum. Aynı şekilde romandaki tarihselliğin nasıl bir kurgu malzemesine dönüştüğünü ve bu bağlamda gerçek ile kurgunun nerede başlayıp nerede bittiğini...
Tarihin edebiyata açtığı alan sezgidir. Bilgiyi ya mantıkla ya da sezerek kavrarız. Mantıkla kavramak bilime, sezerek kavramak sanata yakışır. Roman sezgiler ve heyecanlar boyutundan gelen bilme biçimini okura taşır. Özneldir. Oysa tarih kavramlarla ve önermelerle kurulan, heyecana kapalı, nesnel bilgidir.Tarihin öznesi tarihi olaylar olduğu için, öznesi insan olan edebiyatla tarih birbirine indirgenemez. Öznel yargılarla tarih tezi yazılamadığı gibi, açıklama cümleleri kurularak da roman yazılamaz. Oysa bizim tarih romancılığımızda birkaç istisna dışında tarihçilik tavrı yaygındır; roman bir sanatsal yapıttan çok, bilgilendirme ve öğretme aracı olarak görülür. Buna kesin olarak karşıyım. Yazar seçtiği konuyla zaten yeterince kendini gösterir, anlattığı şeyin içinde de görünüp akıl öğretirse bu zırvalık olur. 
-Bundan Unutkan Ayna’nın tezli bir roman olmadığı mı anlaşılmalı?
Evet. Yazarın siyasetçi ya da ideolog haline geldiği  tavırdan hoşlanmam. Bir edebi yapıtın bütününde anlam gizlidir, anlamını göstere göstere konuşan yapıt roman değil propaganda metnidir. Sanat siyasal ideolojileri, dinleri, sınıfları aşarak dinlerin, ideolojilerin ve sınıfsal aidiyetlerin yapamadığı şeyi yapar: herkesin duygu dünyasına işler. Bunu yapabilen de yalnızca odur. Yazı ahlâkı bunu bilmeyi gerektirir. İnsan ve insanlık hakkında yeni bir bilgi içermeyen yapıtlar bu yüzden, -Kundera’nın o müthiş ifadesiyle- ahlak dışı sayılır.
-Romanda gerçek nerde başlar nerde biter, demiştik.
Roman tarihteki olayların ne olduğunu anlatmak, doğrusunu göstermek gibi şeylerle çok dolaylı ilgilenir. Çünkü uydurmaktır işi. Fakat tarihi olayları değil, kurmacayı uydurur. Nasıl bir hikaye anlatılacak, kimler çatışmanın odağı olarak seçilecek, bu olaylar hangi düğümler atılarak ilerleyecek, buna benzer sorular edebidir ve yazarın soruları bunlardır.
"GERÇEK KİŞİLERE KARŞI BİR SORUMLULUĞUM YOK"
- Yeni romanınız Unutkan Ayna önemli bir tarihsel kırılmayı ele alıyor: Ermeni Tehciri'ni. Ermeni Tehciri bağlamında tartışmak istediğiniz kavramın ise "zaman" olduğunu düşünüyorum. Zamanın unuttukları ve unutturdukları... Ne dersiniz? Ayna da bu noktada önemli bir imge olarak karşımıza çıkıyor.
Başımıza gelen olaylar çok kısa bir zamanda, kozmik zaman dilimlerinde gerçekleşir. Yaşamın uzun yıllar alan kesitleri değerlidir ama günün her bir parçası da çok değerlidir. Zaman öyle anlarda belleğe yazılır; herkesin gülümsediği yahut öldüğü zaman parçası kısa bir andan ibarettir. Bu düşünceyi dondurup genişlettim. Zaman meselesi hakkında daha fazla şey söylemeyeyim ki okurun kitaba baktığında göreceği şeyi gevezelik ederek anlatmış olmayayım.
- İlk soruyu da düşünerek: Unutkan Ayna'nın gerçek ve kurgu uzantılarından bahsedebilir misiniz?
Romanı sürükleyen kişiler arasında hiçbir gerçek kişi yok. Uzaktan sözü edilen tarihi kişiler gerçek: Talat Paşa, Enver Paşa, Resneli Niyazi, Ankara Valisi Hasan Mazhar Bey... Yozgat ve Kayseri olayları ve bazı Ermeni isimleri gerçek: Nazaret Dağavaryan, Krikor Zöhrab gibi.Bu, şu demek: Bu romanda her şey kurmaca. Gerçek kişilere karşı bir sorumluluğum yok, çünkü onları romana hiç katmadım. Oysa hakikat nedir sorusu önünde hem ahlaki hem de vicdani bir sorumluluk altındayım.
- Kahramanlarınız da sanki "gerçeklik" ve "hakikat" arasındaki farkı vurguluyor. "Dünyanın gerçekleri" ile "insanın hakikatleri" nasıl ayrışıyor Unutkan Ayna'da?
Siyasal atmosfer ve olaylar dünyanın gerçekleridir; buna sıkı bir biçimde uymaya çalıştım. İnsan hakikatleri ise “başına bir felaket gelmiş insanlar ve onların çevresindeki diğerleri”nin mücadelesidir.
- Bir coğrafyanın yazarısınız aynı zamanda: Kapdokya'nın. Unutkan Ayna da o toprağın romanı. Kapadokya, yazdıklarınızda önemli bir yer tutuyor. Bir anlamda edebi başkentiniz. Oradan bakıyorsunuz dünyaya. Nasıl bir önem taşıyor bu topraklar sizde? Dahası edebiyatınıza nasıl etki ediyor?
Kapadokya’yı yazarken  kendi içimde dolaşıyorum. Orayı anlatırken ölümsüzlüğü sınamak kadar yanıltıcı bir duyguyla göneniyorum. Kapadokya’nın ışığı, dokusu, kokusu, dili, tarihi, evleri, bulutları, otları, kayaları, yolları, bu dünyanın hiçbir yerinde hissetmediğim bir “ben’e dönüş” yaratır içimde. Kanımca yazar, kendi bedeninde ve ruhunda tüm insanlığı sınar; bunu yapıyorum evet ama kendi bedenimi, aklımı ve düşlerimi de Kapadokya’da sınıyorum. Bunu yapabildiğim tek yer orasıdır.
"TARİH TEKERRÜR EDER DİYENLERDEN DEĞİLİM"
- Tehcir üzerine konuşmak istiyorum biraz da. Halkın arasındaki tehcir anlayışını detaylandırıyorsunuz romanda. Ana eksende ise fırsatçılığın, vurgunculuğun karşısına koyduğunu insaf üzerinden yürüyor hikâye. Bu bağlamda da şu soruyu soruyorsunuz bize: "Acılar üstüne kurulmuş bir mutluluk olur mu? Ya ölüler üstüne kurulmuş bir yaşam?" Ben de size sorayım...
Olur mu?
- Tehcir bağlamında Unutkan Ayna'nın tartışmak istediği en önemli konulardan biri de devlet fikri şüphesiz ve bunun en güzel yansıması olarak Miralay Ziya Bey var karşımızda. Devlet sırrı, vatana ihanet, teşkilat gibi kavramlar onun üzerinden konuşuyor romanda. Devlet aklının nasıl çalıştığını mı göstermek istiyorsunuz bize Ziya Bey'le? "Bu devletin hiç mi suçu yok lan!" diyen kahramanlarınızdan Yuvanis'i nereye koymak gerekir peki Miralay Ziya varken?
Benim anlattığım hiçbir karakter yazarın bakış açısından suçlu ya da suçsuz olarak yaftalanmaz. Herkesin öyküsünü kendi açısından anlamlı bir bütün oluşturacak biçimde, meslekleri ve geçmiş öyküleriyle birleştirerek anlatmayı seçtim; herkes kendince haklı ve doğru kişidir bu romanda. Yazar bir kamera gibi davranmalıdır. Nasıl ki film izlerken kamerayı unutursak, yazıda da –özellikle böyle bir tarafı tutma riski olan romanlarda- anlatıcıyı yazarı unutacak biçimde kurmamız gerekir.
- Devlet demişken... Bu kavramlar ışığında, yaşananların bugünkülere benzediğini de görüyoruz sanki. Tarih bir şekilde tekerrür ediyor ve siz nasıl olur da tarihle ilgilenmezsiniz değil mi?
Ben “tarih tekerrür eder” diyenlerden değilim. Diyalektik olarak dönemlerin birbiri üzerine kapandığını düşünürüm. Tehcir konusundaki devlet aklını da azınlıkları ve solu yok etme stratejisi açısından tekrar eden değil, süreklilik gösteren bir şey olarak görüyorum.
"ÖZGÜRLÜK, ZİHİN HAPİSHANELERİNDEN KURTULMAYI GEREKTİRİR"
- Miralay Ziya'dan devam edelim... "Ziya bir Hıristiyanın Türkçe konuşmasını ve Türkçe yazmasını görmek bile istemiyordu: Ona göre Türkçe konuşan herkes Müslüman olmalıydı," diyor anlatıcı. Nasıl oluşmuş böyle bir zihniyet Ziya'da? Bunun tarihsel altyapısı nasıl gelişmiş?
Türk İslam sentezinin İttihatçılıktan gelen bir düşünce olduğu çok açık. İttihat ve Terakki’nin merkez komite üyesi Ömer Seyfettin gibileri özcüydü, doğuştan gelen din ve ırk terennüm ettiler, daha ne olsun? Ayrıca genç Türkiye Cumhuriyeti de azınlıklardan kurtulup neredeyse sadece Müslümanlardan oluşan bir devlet kurdu, Aleviliği “medenileştirmek” (sünnileştirmek) istedi, Müslümanlığı reforma uğratacağını sanarak da bugünkü fundamentalist çığırın temelini attı.
-Buna karşın, tam da Ziya'ya cevap verir gibi derin bir kültür ağı kurulmuş romanda. Türküler, atasözleri, ağıtlar... Bu bağlamda nasıl bir Anadolu ki anlattığınız romanda Miralay Ziya, Trakya'dan gelip kendini sürgün saydığı bu topraklarda Hristiyan ve Müslüman arasındaki farkın belirsizliğine şaşırıyor?
Romanda Nevşehir’deki Rumların ve Ermenilerin Turkofon (Türkçe anadilli) olduğunu anımsattım. Örnek okura bir iki ipucu bıraktım. Dileyen o izleri sürer. Ermenilerin Armenofon olduğu Yozgat köyleri de vardı o zamanlar; Ermenice konuşuyor diye de kimse onlara yabancı gözüyle bakmazdı.  Başka dilden konuşmak bugün bazılarına “ecnebilik” ve hattta “hainlik” gibi görülüyor. (Nedense?) O zamanlar bu insanlara doğal gelirdi ve kimse de aldırmazdı. Demek ki bilinç biçimlendirilen bir şeydir. Özgürlük gerçekten de zihnin hapishanelerinden kurtulmayı gerektirir. Ben bu zihin hapishanelerimizi ürpererek hissettim romanı yazarken.
-Nedir bunlar?
Tarihi yeniden yazmak ve olayları buna göre anlatmak. Örneğin Çanakkale Savaşlarına katılan gayrı müslimler şehitlik edebiyatımızda yok. Ermeni partileri ve Ermeni dili ihanetle eşdeğer. Rum korkak ve kalleş. Hıristiyanlar “bizden” değiller ve yabancılar hesabına çalışıyorlar... Böyle şeyler söyleyince her şey doğruymuş gibi davranılıyor. Oysa bunlar propaganda yoluyla kamuya mal edilmiş önyargılar.
"HİÇBİR ŞEY OLMAMIŞ GİBİ DAVRANAMAYIZ"
- Kahramanlarınızdan devam edersek... Memet ve Kirkor'a gelmek isterim. Tümden bir siyasetin çöküşü gibiler adeta; öylesine kardeş, iç içe...
Bugün Türkiye’deki Ermenileri Ermenistanlı, Rumları Yunanistanlı “ecnebiler” olarak gören, onları düşman bellediği için arkadaşlık ne kelime, gıyabında onlara düşman olan kollektif bilinçdışına bunu söylemek inandırıcı bir şey gibi görünmüyor. Kalpleri mühürlenmek deyimini ben bunlar için kullanıyorum. Bu ülkede radikal Müslümanlar ve ırkçılar doğrular karşısında Kur’anın o ifadesine uygun davranırlar: Gözleri vardır görmezler, kulakları vardır işitmezler. Kalpleri mühürlenmiştir.
- Yaşanan günlerin tüm karanlığına rağmen renkli karakterler var romanınızda...
Yaşam öyle bir yer değil midir? Herkesin aynı bungunlukla dolduğu, herkesin herkese benzediği ve aynı şeyi konuştuğu bir roman yazmak düşmanımın başına bile gelsin istemem.
- Kadınlık ve o dönemde kadınların, özellikler Ermeni kadınların yaşadıkları da romanın aklımıza kazımak istedikleri arasında. "Olan kadına olur zaten," diyor ya zaten anlatıcı da... Nedir kadına olan? Dün ve bugün...
Hepimiz bu olayları geçmişte rahatça anlatabilirken zamanla susmayı öğrenmiş bir toplumun parçasıyız. Oysa herkes konuşmaya başlasa sağda solda tanıdığı birilerinin Ermeni kızı olduğunu bildiği görülecektir. Ben bütün sülalesi Yozgatlı olan bir kişiyim, bu hikayelere yabancı değilim. İşte bu nedenle anlatmam gerektiğinin de farkındayım. Bu ülkede azınlıklardan biri bu konuyu anlatmaya başladığı zaman gerçeği söyleyen değil de devleti kötüleyen kişiler gibi gösterilir. Fakat tam tersine Ermenilere bir kötülük yapmış olanların çocukları olarak, (Türk ve Sünni aileden gelme Yozgatlı biri olarak!) konuştuğumuzda birden yüzler değişiyor, sağdan soldan çekiştiriliyoruz: “Tamam” deniyor, “bunlar doğru ama bizi başkalarına anlatma! Kol kırılsın yen içinde kalsın.”“Hayır” demeliyiz; iğfal edilmiş bir kadın bile olsa, yalnızca bir kadın için bile konuşmaya değer. Fakat bu öyle böyle bir sayı değil, yüzbinlerce kadın, bir o kadar çocuk ve adamdan söz ediyoruz. Hiçbir şey olmamış gibi davranamayız. 
- Anlatım üzerine de düşünen bir yazarsınız aynı zamanda. Yine Doğdu Tanyıldızı, bu bağlamda özel bir yerde duruyor halihazırda. Unutkan Ayna'da nasıl bir anlatım yaratmaya çalıştınız? Okuyanlar görecek ama sizden de dinlesek...
Bu romanda özellikle duyu organlarını öne çıkaran bir dil seçtim. Bir de gün içindeki zamanın parçalara ayrılışını. Fakat Yine Doğdu Tanyıldızı gibi bir üslup romanı değil bu.
- Kahramanlarınız tehcirden kaçış için bir yol arıyor doğal olarak. Bu yolu unutmamak için de bir bellek taşına ihtiyaç duyuyorlar. Çok zengin bir imge olarak öne çıkıyor küçücük bir sahneyle de olsa bellek taşı. İhtiyacımız olan şey de bu sanırım. Ne dersiniz? Unutmamak için Unutkan Ayna gibi bellek taşlarına ihtiyacımız var.
“Elbette” diyor, susuyorum.
- "İyi roman, başka varlıkları, durumları, olayları anlamak ve anlatmak içindir," diyorsunuz bir yazınızda. Unutkan Ayna'da anlatmak istediklerinizi okuyacaklar muhakkak ve her okur da kendi meşrebince anlayacak okuduğundan. Fakat merak ettiğim şu: Siz neyi anlamak için yazdınız Unutkan Ayna'yı?
Bir örnekle yanıt vermeye çalışayım. Bir şiir yazıyoruz diyelim. İçinizde şiirin sezgisi var, bazı sözcükleri de var ama henüz kendisi yok. Yazdıkça çok etkili bir şey ortaya çıkıyor ve şiirin duygusunu inşa ediyoruz. Başta gözlerimiz parlayarak heyecanla kurduğumuz şiiri artık ağlayarak okuyoruz. Ağlayarak. Niye? Çünkü yazıncaya kadar fark etmediğiniz şeyler birden önümüzde belirmiştir.Ben neyi anlamak için yazdım, ne bileyim. Yazar her şeyi bilerek yazan kişi olsaydı o edebiyata katlanmak zor olurdu. Yazdım ve anladım bir şeyler. Benim anladığımı belki başkaları anlamayacaktır. Başkalarının anladıklarını da ben anlamıyorumdur. Hatta romanda söz ettiğim şeylere hiç düşünmediğim anlamları verenler çok olur, bunda da öyle olacaktır. Ama şu kadarını söyleyeyim, bu romanda insanlığın vicdanına değen bir şey var, herkes nasıl anlarsa anlar bilemem ama o vicdanı ruhunda hissetsin, bu bana yeter.
Cumhuriyet Kitap, 14 Nisan 2016


http://gurselkorat@blogspot.com
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on April 19, 2016 12:24

April 13, 2016

UNUTKAN AYNA


Geciktiren aynalardan Borges söz etmişti. Ben unutkan aynalardan söz edeceğim.Öyle bir unutuş ki, her şey gözümüzün önüne gelecek. Ben öyle yapacağım öykümü.Gerçi "yaptım" demem daha doğru artık.Önce sözleri yazdım, yazdığım sözleri söyledim, sonra bir daha yazdım. Zaman geçti, yazdıklarımı beğenmedim, yeniden yazdım. Düşündüm, bir daha yazdım. Bunun bir sonu olduğunu bilsem daha da yazardım.Metni tamamladığımda şunu anladım: Büyüklerimden öğrendiğim dili içimde döndüre döndüre yazıyorum ben. Bir de dinlediğim öyküleri kılcal damarlarına kadar ayırıyorum. Annemin anlattığı şeyleri görsem bu kadar derinden anlatamazdım.
Görmediklerimi, bildiğim yerlerde yazdım. Hindistan'da üç yıl esir kampında tutulan, savaş gazisi dedemin lakabı "Delisolak"tır. Onun solak torunu olarak yazdım. Yozgatlı akrabalarımdan, eşden dosttan dinlediklerimi düşündüm, Çandır'ın kuzeyindeki İğdeli'de gördüğüm okul binasının önünde bunları anımsadım, sonra satırla adam kesilen kanlı pınarların başında, söğütlerin dibinde oturdum, öyle yazdım. Develi'de dağları aşarak, Felahiye'de ırmak sularına bakıp coşarak, Erkilet'te Erciyes'e bakıp şaşarak yazdım.Nefes nefese koştum yazdıklarımın peşinden. Anlattıklarımın hepsinin acısını çektim, sevincini kendimden ekledim.Unutkan Ayna'yı eline alanlar da anlatıcının yaptığı gibi koşup duracaklar; onları ne etkiler bilinmez ama dilerim atın boyunduğuna astığım fener gözlerini kamaştırır.Geciktiren aynalar birbirini izleyen, eş zamanlı hareket edemeyen görüntüleri aklımıza getirdiği için çok heyecan vericiydi. Unutkan aynalar, bir görüntünün kaynağından çok uzaklarda ve çok sonraki zamanlarda belirmesi anlamına geldiği için heyecan verir mi bilmem ama benim zaman konusunda söylediğim sözün sırlanmış halidir.
Bu romanımda zamanın aklımı kurcalama biçiminin ne olduğunu, bir soran olursa, böyle açıklayabilirim.

http://gurselkorat@blogspot.com
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on April 13, 2016 14:25

April 7, 2016

Yazar ve Metin




Yazar “hayatını romana koyan” değil, başkalarında kendini arayandır; yazar, tüm insanlığı bedeninde, aklında ve eylemlerinde sınayandır. İyi roman, başka varlıkları, durumları, olayları anlamak ve anlatmak içindir; “yazarı anlatmak” için yazılan şey olsa olsa psikolojiye malzeme olur. İyi romanda koca koca hayatlar anlatılsa bile, okuyucu “bunları niye okuyorum, bana ne bu kişilerin hayatından” demez; tam tersine orada kendini bulur ve yazanı da anlatılanı da unutup o roman boyunca bir yerlerde dolaşan kendini görür. İyi romanlarda okura yer vardır. İyi romanlarda, karakterlerin doluştuğu bir masaya, okur için ayrılmış, boş bir sandalye konulur. İyi okur da zaten başkasını dinleyip acınmak için değil, kendine ayrılmış bir sandalyeye oturup olaylara katılmak için gelir. Doğrusu bu sandalye, okuduğuna her an ihanet edecek, kitabı fırlatıp atacak okurun bile hakkıdır.

K-24'teki bu yazıya şu linkten ulaşabilirsiniz:
http://t24.com.tr/k24/yazi/yazar-ve-m...
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on April 07, 2016 02:56

February 27, 2016

Göreme'ye Övgü





Uçhisar'dan Göreme'ye bakış.
Göreme’ye tepelerden bakarken insanın içine yerleşen şaşırtıcı sevincin nedeni benzersiz bir doğa önünde olduğunu sezmek fakat bunun ne olduğunu henüz çözmemiş olmaktır.Göreme’ye -yine benzersiz bir doğa parçası olan- Uçhisar’dan kıvrıla kıvrıla inen yoldan bakmalı. Aşağıda bir yerde dünyada benzeri olmayan o kasaba durur: Sivri sivri “dam”ları, kayadan oyma evleri ve kayalık bir kaosun içindeki benzerlikleriyle Göreme peysajı büyüleyicidir. Zamanım varsa ben hep bir yolunu bulup bu baktığım yerlerden yürüyerek Göreme’ye doğru inerim. Bu yürüyüş beni Vasıl Deresi’ne götürür ve sessiz doğanın kucağına bırakır. Kulağımı işgal eden bütün seslerin dışına çıktığımı her defasında şaşarak fark ederim.
Durmuş Kadir Bazilikası
Yürüyüş yapmak yerine Uçhisar yönünden gelip doğrudan Göreme’ye inersem, kasabaya girer girmez koca koca binalar büyüklüğündeki peribacaları karşıma çıkar. Bunların bazısı kilise olarak oyulmuştur, Aziz Hieron şapeli gibi. Bazıları da evdir, Hieron’un karşısındaki bir iki ev örneğin. Bunların fazla benzeri yoktur, oturup incelemeli. Yürür, toprak yoldan aşağılara doğru inerim. Çünkü buradaki kiliseler müze programında yeralanlar dışındadır ve Durmuş Kadir’in bağındaki kilisenin dünyada tek olduğunu bilirim. Durmuş Kadir Bazilikası ortadaki kürsüsüyle, mezar nişleriyle mimari bakımdan başka bir örneği olmayan tekil bir yapıdır. Herkes bilmediği halde viran haldedir; aslında herkes bilmesinden çok korkarım. Göreme’nin ortasında Roma Çağı’na ait bir kaya mezarı görülür, bu da Göreme’nin tarihsel bakımdan bu bölgenin hem çok eski hem de kalabalık bir yer olduğunu gösterir. Bunu Zemi Deresi’ndeki, Açık Hava Müzesi’ndeki ve Kılıçlar Vadisi’ndeki yerleşimleri de göz önüne alarak rahatça söyleyebiliriz. Göreme Kapadokya’nın incisidir, midyenin kapanıp da tam ortasında özenle koruduğu mücevher gibi.Göreme’de akşam vaktinde ortalık karardıktan sonra Uçhisar yönüne bakarak akşamı ederim. Özellikle beklerim bunu: Çünkü Uçhisar, yukarıda ışıklar içinde uçan bir uzay gemisi gibi görünür. Bu yanılsamayı, Uçhisar’ın alt tarafındaki vadilerin karanlığı yaratır. Göreme çukurda olduğu için bütün kaya oluşumları devasadır. Çünkü erozyon doğayı aşındırdıkça kaya oluşumlarının “uçları” değil, gövdeleri açığa çıkmıştır. Bu da Göreme’nin eşsiz dokusunun nedenidir. Göreme Açık Hava Müzesi benzersiz kilise resimlerinin merkezidir. Tarihseverler buradaki iki kiliseyi özellikle tanır: Tokalı ve Karanlık Kiliseler. Tokalı Kilise bu bölgenin en yüksek sanatsal unsurlarını barındıran karma bir yapıdır, buna ise inci gibi işlenmiş ama karma sanatsal özellikler içermeyen Karanlık Kilise eşlik eder. Bütün Ortodoks kilise bezeme sanatını bu iki kilisedeki unsurlarla açıklamak mümkündür.                        Vasıl Deresi Uçhisar'dan başlar, Göreme'ye kadar iner.
Göreme’de Zemi Deresi’nde yürüyüş yapanlar doğanın şaka yapar gibi, Yunan çağı fallus maketlerini andıran, en az ellişer metrelik dikitler oluşturduğunu görecektir. Bu da Göreme’deki peribacası oluşumlarının farklarına işaret eder. Göreme bölgesi toplam olarak çok çeşitli, çok eski yapıların bileşkesidir. Bunlar, en eski çağlardan başlayarak on dokuzuncu yüzyıla kadar oyula oyula şimdiki halini almıştır. Buradaki tarih, yontma taş çağından bu yana üst üste binen katmanlar halinde açıklanır. Kaya oyukları erken çağlarda kaya mezar, sonraki çağlarda keşiş hücresi, daha sonraki çağlarda ev ve kilise olarak çeşitlenmiştir. Bu bölgedeki kiliselerin çokluğu manastır yaşamının odağı olmasından gelir.  Bu bilinmezse adım başı kilise yapmanın mantığı anlaşılmaz. Buradaki kiliseler birer okul dersliği gibi düşünülmelidir.Göreme’de güneş batmadan veya sabah erken saatlerde yaptığım yürüyüşler hep Avanos yönüne doğrudur; oradan Güllüdere’ye girer ve doğanın kucağında kaybolurum. Şunu asla unutmam: Orada kayboldukça kendi içimdeki bir şeylerle karşılaşırım. Her yolculuk içe doğru da yapılır çünkü.

OKURA NOT: Bu Göreme anımsayışının nedenini merak edenler, yakında yeni romanım Unutkan Ayna'da Nevşehir-Uçhisar arasındaki dünyayı derinden yaşayacaklar. Onları romanı okumadan önce olayın asıl mekânlarından birine götürmek istedim. Mart ayı içinde Unutkan Ayna, 1915 yılını anımsayarak geliyor.http://gurselkorat@blogspot.com
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on February 27, 2016 06:05

January 31, 2016

Yazar ve Okur Üzerine Düşünceler

J. Waterhouse, The Sorceress
Bütün edebi yapıtlar ilk yazıldıklarında önce çöplüğe düşer. Ne kadar albenili olursa olsun, ne kadar satarsa satsın, ne kadar beğenilirse beğenilsin bütün edebi yapıtlar önce çöplük malıdır. Zaman denen çöp toplayıcısı gelmeden, o çöplükten iyi mallar seçilip antikacıya gidemez. Her edebi yapıt o çöplükte başkalarıyla sıkış tepiş halde derin bir yalnızlık yaşar; zamanı bekler, çilesini doldurur. Zaman, çöpten iyileri seçerken, bazı iyi parçaları da kasıtlı olarak orada bırakır; örneğin Monte Kristo gibi parlak cilalı bir eseri oradan almaz ki, çöplüktekiler neyin ileriye gidebileceğini daha iyi görsünler. Kendini parlak raflarda çöplükten uzak sanan kibir budalalarına da yine zaman dersini verir; çöplükte bile kalamayıp geri dönüşüm tanklarına girerler. Fakat ne yazık ki yazarı yaşarken çöplükten çıkmaya fırsat bulamamış, yazarı öldükten sonra değeri anlaşılıp müzeye kaldırılmış yapıtların ahı da, hiçbir şeye kâr etmez. O ah, yazarın seçtiği yalnızlık cehenneminin yankısız duvarları arasında yazarla birlikte unutulur gider. Yaşam adaletsiz bir yerdir.
Büyük edebi yapıtları okurken hayran olan okurun, yazarın ahını işitmesi için dâhi olması beklenir. Eh, bu da en azından iyi edebiyatın niçin seyrek okur bulduğunun açıklaması sayılır.Yazının devamı K-24'tedir, aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz.http://t24.com.tr/k24/yazi/yazar-ve-o...
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on January 31, 2016 10:25

January 30, 2016

Fotoğrafçının Ölümü





Fotoğraf sanatçısı arkadaşım Cüneyt Oğuztüzün’ün öldüğünü öğrendim, çok üzüldüm.  Atlas’ta serbest gazetecilik yaptığım sıralarda işim gereği pek çok değerli fotoğrafçıyla çalıştım fakat Doğa Fotoğrafçılığı kavramı nedir, Cüneyt’i tanıyıncaya kadar pek de fark etmediğimi zaman içinde anladım.Onu Muş-Bingöl arasındaki buz kesmiş yaylalarda fotoğraf makinesiyle beklerken gördüğüm haliyle düşünüyorum. Muş Güney Dağları’na çıkmıştık, hatta bir demiryolunda kilometrelerce yürüyüp tünel karşımıza çıkınca korkmuştuk. Çünkü bir metreden fazla kar vardı ve tünelde hayvanlar olabilirdi.Bütün fotoğrafçılar hayata dikkatle bakar. Bu nedenle özellikle sahne sanatlarına özgü bir görüş üstünlükleri vardır. Sinema ya da tiyatro onlar için doğada ham haliyle bulunur; onların gözü bu hali derleyip toparlar, bir estetik çerçeveye oturtur. İşte fotoğrafçı, yönetmen, oyuncu ya da ressam gözünde ortaya çıkan hayat böyle bir dönüşümün ürünüdür.Yazı sanatlarıyla ve müzikle uğraşanlar için durum biraz değişiktir; onlar her türlü görüntüyü içimize aktarırlar ki bu yazının konusu değiller.

Cüneyt Oğuztüzün,  Van Güroymak 2002
2002 yılının Aralık ayında Cüneyt’le Muş’u birlikte çalışırken, Van Güroymak yakınlarında, Nemrut Dağı eteklerinde sıcak su göletleri olduğunu işitmiştik. Cüneyt’le Muş’tan yola çıkıp uzun bir yolculuktan sonra buraya gelmiş ve volkanizmanın neden olduğu bu göletlere gitmiştik. Köylüler göletlere mandalarını getirip bekliyor, insanlar atlarıyla suya dalıyor, çocuklar suda yüzüyordu. Ortalık çat ayazdı, fakat havuza girenler sanki hamama girmiş gibi şenleniyor, kışın donukluğu yazın cıvıltısıyla iç içe geçiyordu.
Bir başka gündü, odun kesmeye giden köylülerin ilginç macerasını işittik, onları bulmak için yola çıktık. Gideceğimiz yer Muş Güney Dağları’nın eteklerinde şimdi adını unuttuğum bir köydü.
Cüneyt Oğuztüzün Muş Güney Dağları, 2002

Köye akşam vaktinde geldik, kahvede bir çay içip mihmandarımızın sözünü ettiği odun kesmeye gidecek köylüleri aradık. Sabah buluşmak üzere sözleşip ayrıldık. Ertesi sabah, daha gün doğmadan köylüler hazırdı, bizi bekliyordu. Uzaylı gibi giyinmişliğimiz onlara abartılı geldi, çünkü adamlar -20 derecede ceket ve pantolonla dolaşıyor, lastik ayakkabılar giyiyorlardı. Kızakları yüklendiler, baltaları ipleri kuşandılar ve  hep birlikte iki bin iki yüz metre yükseklikteki meşe ormanına doğru tırmanmaya başladık.  Yaklaşık bin yüz metrelik bu tırmanış sırasında yavaş yavaş üstümüzdekileri çıkarmaya başladığımızı ve başımızdan buharlar yükseldiğini şaşarak görecektik. Kesile kesile bir avuç kalmış meşe ormanı balta vuruşlarıyla inlerken beyazlıklar altında dinlenen doğayı gözledik, bu yaşam tarzına şaştık. Odunlar kesildi, kızaklara yüklendi. Üç saatte tırmandığımız dağdan, kayarak, odun yüklü kızaklarla on dakikada inmenin beklentisi köylüleri çocuklaştırmışa benziyordu. Gerçi Cüneyt’le ben kızaklara binmedik, iyi ki böyle yapmışız çünkü binseydik ta aşağılarda, bitmek bilmeyen bağrışlarla kızak üstünde yol alan, kırlangıç neşesiyle kayıp giden o insanların büyüleyici görüntüsünü görmeyecektik.

http://gurselkorat@blogspot.com
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on January 30, 2016 03:46

January 21, 2016

Edebiyatımızda Bizans İmgesi


Bizans kavramı 17. yüzyıla ait bir sınıflamadır, Tıpkı “Rum Sultanlığı”nın tarihçiler tarafından “Anadolu Selçuklu Devleti” olarak sınıflanması gibi. Zaman içinde Anadolu Selçuklu Devleti adı öyle kökleşti ki, “Rum Sultanı” sözünü işitenler “nasıl yani” diyorlar,“bunlar Rum muydu?”Rûm’un “Romalı” anlamına geldiğini anlatmak yetmiyor; sözcüğün tarihsel anlamı tamamen kaybolmuş, yirminci yüzyıla ait o korkunç nefret ve ötekileştirme ile yer değiştirmiş.Bunda siyasetçileri anladık ama edebiyatımızın da büyük kusuru vardır.

Yazının tamamı K-24'te şu link üzerinden okunabilir:

http://t24.com.tr/k24/yazi/edebiyatim...http://gurselkorat@blogspot.com
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on January 21, 2016 13:41

January 7, 2016

Unutmadığım Roman Karakterleri

J.Waterhouse, 1913

Biraz önce gördüğümüz bir nesnenin bile tüm ayrıntılarıyla zihnimizde canlandırılamayacağını hepimiz biliriz. Öykü ya da roman okuduktan sonra da pek çok insan romanın çok güzel olduğunu düşünür ama zaman içinde o yapıtı büyük ölçüde unuttuğunu hissedip tedirgin olur. Okuduğum bir romandan söz edilirken anımsamadığım bir ayrıntıyı bana soran kişilere yanıt vermekte zorlanır ve utanırım, çünkü okuduğumu bildiğim bir yapıtı okumamışım gibi bir hava doğar.Bunları eskiden daha çok önemserdim, ama zamanla anladım ki, edebiyat yapıtı bellekte kalmasa da, insanın duygu ve düşünce dünyasını zenginleştirerek kişilikte yer ediyor. Edebiyat, başkalarının ne yaptığını bilmek için değil, “kendimizi bilmek için” varlık buluyor. Sokrates’in “kendini bil” sözü belki çok değişik anlamlar içinde yorumlanabilir, ama edebiyatta bu anlamda ele alınınca etkileyici olduğu sanırım pek de yadsınamaz.İnsan belleğinin estetik yaşantıyı bütünüyle “depolayamadığı” halde, edebi hazzın nasıl olup da bu “eksik bellekte” varlığını sürdürdüğünü bu yoldan açıklayabiliyorum işte: Edebiyat olaylarla değil, bizde uyandırdığı estetik hazla ruhumuzda yer eder. Bu nedenle bir yapıtı “başında ne olmuş”, “sonunda kime ne olmuş” diyerek okuyanların estetik hazzı bulmaları olanaksızdır. Böyle yazılan ve böyle okunan kitaplar edebiyat yaşantısı içinde değerlendirilemez. Estetik kapsam, olayların akışıyla değil, bu akış içindeki düşünce ve duygu akışının veriliş biçimiyle sınırlarını belli eder.Estetik kapsam içinde gördüğüm roman ve öykü kitaplarını listelemeye kalksam çok uzun ve gereksiz bir liste doğar. Üstelik bu kapsamdaki romanların unutulmaz kahramanları olmayabilir.Üstelik bu durum sevmediğim halde iyi anlatılmış roman kahramanları olduğunu düşünmeme engel değil. Körleşme dahiyâne bir romandır ama ben Prof. Kien’i sevmem. Laclos’nun Tehlikeli İlişkiler adlı romanındaki Vikont de Valmont ile Markiz Merteuil’ü sevmek için bir neden yok, ama iyi anlatıldıklarından kuşku duyabilir miyiz? Gregor Samsa’nın edebiyat tarihinde nasıl olağanüstü derecede önemli ve farklı bir örnek olduğunu bilirim; ancak sevemem: Çünkü insan boyutunda bir böcek, bana tiksinti verici görünür. Tembelliğin, yeryüzündeki en unutulmaz karakteri olsa da Oblomov sevilebilir mi? Ben Suç ve Ceza’nın Raskolnikov’unu ve hatta “Budala” Lev Nikolayeviç Mışkin’i bile sevdiğimi söyleyemem. Bu iki büyük roman karakteri benim için büyük bir topoğrafya haritası gibidir, “tüm insanlığı onların yüzlerinde okurum” ama onlara seven değil anlayan gözlerle baktığımı da hissederim.Bir romanın veya roman kahramanının önemli olması başka, onu ruhumuz ışıtan yönleriyle sevmek başkadır. Umberto Eco’nun bir tane bile sevimli, içimizi ısıtan kahramanı olduğunu düşünmüyorum, ama hiç duraksamadan önemli romanlar yazdığını da söylüyorum.Ben pek çok roman kahramanını yalnızca iyi yazıldıklarını düşündüğüm için değil, kişisel dünyamda karşılıklarını bulduğum için unutamadım. Bu kahramanlar sayesinde ruhsal deneyimlerim arttı, kendimi daha insanlaşmış hissettim. Edebiyatın dilsel, kültürel etkilerinin yanı sıra duygusal ve ahlaki katkıları olduğunu bu kahramanları tanıdıkça fark ettim. Bu nedenle her iyi yazarın en az bir tane unutulmaz kahramanı olması gerektiği sonucuna vardığımı saklamayacağım.Şimdi unutamadığım kahramanların neden bana unutulmaz göründüğünü biraz kurcalamak istiyorum.
Escher, Montecelio
Larissa Fyodorovna, yalın insanlığına kocaman bir sevgiyi sığdırdığı için bana unutulmaz görünür. Yaşamıma girmiş gerçek insanlardan biri gibidir, içimde yüzü canlanır: Kederli, özverili ve yalındır. Bir de kayıplar listesindedir, gidip dönmemiştir. (B.Pasternak, Doktor Jivago)Aleksi Zorba, tüm bedensel etkinlikleriyle domuz gibi sağlıklı olduğunu hissettiren kişileri aklıma getirir. Bu adamlardan yayılan yaşam zevkini, çelebiliği ve dostluğu severim ben. Zorba tam öyle bir kişidir ve çok güzel betimlenmiştir. Onun gibi ölen bir insan olmak isterdim. Hele, böyle bir kahraman yaratmak ne büyük bir mutluluktur! (N. Kazancakis, Zorba)İnce Memed’in renksiz ve sönük duruşunu severim; gözlerinde çakan kıvılcım onun duygu dünyasının keskinliğini ve derinliğini gösterir. İnce Memed, sanki İç Anadolulu insanın damıtılmış bir özeti gibi durur. (Y. Kemal, İnce Memed)Maria, kırpılmış saçları, gerilla giysileri içinde belki de pek fazla bir şey söyleyemediği için inanılmaz derece çekici haldedir. Kim böyle bir kadınla tanışır da aşık olmaz? Kim bu örselenmiş ruhun, örselenmemiş iyiliğine tutulmaz? Bir roman kahramanı olarak yaşamaya devam eden bu kadın, başkasına aşık olduğunu bildiğim bir ölümsüzdür, biz ölümlülerle bir alıp veremediği yoktur. (E. Hemingway, Çanlar Kimin İçin Çalıyor)Aksinya’yı, yıkıma alıştığımız bir romanda ölümüyle yıkım yaratabilen bir kahraman olduğu için unutamam. Hele, Gregor’un, bıçağıyla ona mezar kazma sahnesi! Düşündükçe tıkanırım. (Şolohov, Durgun Don)Therese Defargue’ı devrim karşıtlarının listesini örgü örerek bir tutanak haline getirebildiği için unutamam. (C. Dickens, İki Şehrin Hikayesi)Goriot Baba’yı kızlarını ölesiye sevdiği, ne yaparlarsa yapsınlar onlara karşılıksız bir sevgiyle bağlı olduğu için unutmamışımdır. Çok dokunaklı bir hali vardır ve insanda o an tüm insanlığa aşkla bağlanacak kadar büyük bir vicdan duygusu uyandırır. (Balzac, Goriot Baba)İhtiyar bunak Don Kişot’u, sığır sürüsüne bile silahşörler gibi bakmasındaki saflıktan, bu saf bakışta duraksama olmayışından ötürü severim. Köylü kızı Dulcinea’yı bir prenses haline getiren bunaklığı bana gönül yüceliği ile budalalığın ikiz kardeş olduğunu düşündürtür. Cinfikirlilik, hacıyatmazlık, fasulyeden nem kaparlık gibi kavramlar Don Kişot’la bağdaştırılabilir mi? İyiliği kimden öğreniriz, bizi hep yanıltanlardan mı, kendisi yanılanlardan mı? (Cervantes, Don Kişot)Memur Goladkin’i, yalnızca edebiyat dünyasının ilk şizofreni ve paranoyağı olduğu için değil, bana Dostoyeski’nin yazarlık çapını öğrettiği için severim. (Dostoyevski, Öteki)Tutku ve nefret ikilisi arasında sıkışan madame de Renal’i, aşkın entrikacılığını simgelediği için unutamam. (Stendhal, Kırmızı ve Siyah)Mihail ve Adrien’i yoksulluğun en alt basamağında dururken, insanlık sevgisinin en yükseğinde durdukları için severim. (P. Istrati, Arkadaş)Rose of Sharon’ı, sefaletin son noktasında, bir ahıra girdiği anda ölmek üzere bir adam gördüğü ve onu emzirerek yaşama döndürebildiği için unutmam. (J. Steinbeck, Gazap Üzümleri)Yalnızca Kaptan Ahab değil, doğallığı ve aykırı olandaki güzelliği, inanılmaz gücüne karşılık şiddete eğilimli olmayışı nedeniyle, Queequeg de bana çok etkileyici görünmüştür. Moby Dick’i içerdiği olağanüstü malumatfuruşluğundan ötürü unutamam. Melville’in her olayı tarihsel bir ad, bir benzetme bularak öyküleyişini pek beğenirim: “Konstanstin’in banyosu kadar kocaman” veya “Keyhüsrev’in ordusu gibi” biçimindeki tanımlamalar, çok derin bir tarih ve din kültürü sahibi bir yazarı işaret eder. (Melville, Moby Dick)Süleyman Kargı’yı, dilimizin en kurmaca karakteri, toplumsal ruhumuzun en ironik yansıması olarak düşünürüm. Çünkü King Solomon Speare kadar bizden uzak, Salman Kargu kadar bizdendir. Bir hayal karakteridir, ne duyguları ne kişiliği bellidir; ama yazarın, dili kurcalayarak ortaya çıkarttığı bu karakterin toplumsallığı unutulmazdır. (Oğuz Atay, Tutunamayanlar)Anna Karenina’yı kötü bir evliliğin arkasından gelen tutkulu aşkı, kocasına ihaneti veya çektiği acıları nedeniyle değil, bu acıları yaşamadaki yürekliliği ile unutulmaz bulurum. Aslında bana Aleksey Aleksandroviç Karenin de aldatılan koca olarak değil, toplumsal zorunluluklarla çevrelenmiş bir insan olarak çok ilginç gelir; karısına karşı gösterdiği olgunluk, yalnızca çevreyi dikkate alan bir ödlekliği değil, aynı zamanda bir ruh yüceliğini de yanında taşır. Anna, aşkı geç bulup onu savunmak konusunda canla başla direndiği için trajik bir kahramandır. Kuşatılmış bir ruhun isyanıdır, çekilmezdir, hastalıklıdır ve bu haliyle aşkın karakteristik temsilcisidir. İnsanda acıma veya hayranlıktan çok, endişe uyandırır. (Tolstoy, Anna Karenina)Smerdyakov, hayırsız bir babanın hem gayri meşru çocuğu hem de uşağıdır, olumsuz bir kahramandır ama insanın içini çok acıtır. Baba katlini, psikolojiyi ve hatta polisiyeyi koca bir insanlık dramıyla iç içe geçiren büyük yazarın sanki alter egosu gibi duran Smerdyakov, unutulmaz bir kişiliktir. (Dostoyevski, Karamazov Kardeşler)Lucien du Rupembre, yazar olmanın neye mal olduğunu gösteren büyük bir ahlaki dersin kahramanıdır. Kalemini ve onurunu satmanın, maddi sefaletten çok nasıl bir ruh sefaletine yol açtığını Rupembre olmadan düşünmek büyük eksiklik olurdu. Balzac’ın bu dev kahramanının, her türlü hoyratlıktan sonra beş parasız kalıp, ölen sevgilisini mezara gömebilmek için, onun ölüsü başında, nakaratı “gülelim, içelim, aldırma ötesine!” olan şarkı sözleri yazıp satmak zorunda kalışı unutulmazdır. Rupembre, en çok yazarların -okurların değil- kesinlikle yazarların el kitabı, aşai rabbani duası, yol haritası olması gereken bir romanın kahramanıdır. Rupembre’yi tanıyıp, üzerinde düşünmemiş bir yazar -okur değil- henüz yazarlığın o soyut çileli okuluna adım atmamış sayılmalıdır. (Balzac, Sönmüş Hayaller)
Gürsel Korat, Kristal Bahçe, 2003
 





http://gurselkorat@blogspot.com
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on January 07, 2016 17:23

December 29, 2015

Tarih ve Roman

Kandilli, Adile Sultan Sarayı
Tarihsel olayların bilinmeyen yanlarını açığa çıkarmak mı, yoksa tarihsel bir zemin üzerinde, estetiğin olanakları içinde, insani hakikatle yüzleşmek mi? Roman yazarının niteliği bunlardan hangisini seçtiğine bakınca anlaşılır. Romancının bu konudaki seçimi onu ya iktidar söylemine ya da her türlü iktidardan bağımsız olmaya ihtiyaç duyan estetiğin diline götürecektir.Konusu “geçmiş zaman” olan kurmacada sanatı öne çıkarmak ve tarih tezi öne sürmemek romancıya, estetiğe boş verip “tarih bildirisi” yazmak ise ideologa işaret eder. Şüphesiz bu iki tutum da politiktir ve birbirine taban tabana karşıttır. Hatta daha ileri giderek şunu söyleyeyim, tarih zemini üzerinde insanla ve estetikle uğraşanlar özgürlükten; tez öne sürenler despotizmden yana tercihlerini kullananlardır.
Devamı K-24 Her ŞEY sekmesindedir.http://t24.com.tr/k24/yazi/tarih-ve-r...
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on December 29, 2015 08:32

Gürsel Korat's Blog

Gürsel Korat
Gürsel Korat isn't a Goodreads Author (yet), but they do have a blog, so here are some recent posts imported from their feed.
Follow Gürsel Korat's blog with rss.