Gürsel Korat's Blog, page 4

September 15, 2021

Hasanoğlan Köy Enstitüsü'nde Bir Gezinti


Arabayla zaman zaman keşif gezilerine çıkıyoruz. Tuğba beni buna alıştırdı. Keçiören’i gezmiş ve kaybolmuştuk bir kez. “Bir daha gelmeyeceğiz” demiştik, aynı şey “Tebessüm Şehri Pursaklar”da başımıza geldi. Doğrusu gülümsedik ama ne gülümseme! Bir şehre bakarak bundan daha acı biçimde gülümsediğimi anımsamıyorum. “Böyle şehircilik anlayışı mı olur, buraya da bir daha gelmeyeceğiz”deyip çekildik.

Oysa Elmadağ öyle değildi, pazarında alışveriş yaptık, ilçeyi biraz dolaştık, bağlarına gittik. Özellikle insanıyla konuşmanın değerli bir tarafı var, Anadolu taşrasının temel özelliklerini koruduğunu –halen durumun bu olduğunu- anlıyoruz. 

Dönüşte “Hasanoğlan’a bir girelim” dedik. John Dewey tarafından temelleri atılan, Stanbulisky’nin kuramını geliştirdiği, Makarenko’nun iş okulu’ndan esinlenen ve  Tonguç tarafından geliştirilen bu okulları görmek istedik.

Köy Enstitüleri köylüler tarafından yapılmış, karma eğitimin öne çıktığı, yalın ayak başı kabak gelinen bu yerden benzersiz bir eğitimci olarak mezun olunan bir yerdi. Altı üstü on yıl bile olmayan bir süre buralardan yetişen öğretmenler Türkiye’yi önemli ölçüde değiştirdi, köylere ekonomi öğrettiler, teknoloji götürdüler, oralarda vatandaşlık eğitimi yaptılar. Dünyaca önemli bu deneyim maalesef yerel küçük iktidarlar tarafından bitirildi. Köy Enstitüleri kapandı ama efsanesi kaldı. Çünkü bu okullarda okuyanlar Çeviri Bürosu’nun yayımladığı Antigone, Kral Lear veya Moliere sahneliyordu. Bu insanlar iş içinde eğitimi öğreniyor; öğretmenler, öğrenci merkezli bir eğitimin gereklerine uygun olarak öğrenci yetiştiriyordu. Köy Enstitülerinde yaşanan şey önemli bir zihniyet devrimiydi.

Hasanoğlan’da köy enstitüsünü kolayca bulamadık. Okulun kalıntılarının nerede olduğunu sora sora bulduğumuzda köy enstitüsünün yan tarafına yeni okulların yapıldığını ve  Fen Lisesi ile bitiştirildiğini gördük.  Fen Lisesi Müdürü gelenleri gezdirmek için birini görevlendiriyormuş,  kendi başımıza gezemezmişiz. "Zaten bütün müzelerde böyle olur" diye düşündük. Bizi gezdirmesi için birini aradık fakat kibarca bizimle ilgilenilmeyeceği söylendi. Anlaşılan o ki başkaları da ziyarete gitse ilgili kişi ortada görünmeyecek. Kısacası Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nün içini gezemedik, dışında bir tur attık. Pencerelerden içeride olanı biteni görmeye çalıştık. Cumhuriyet tarihimiz için bu kadar önemli bir yerin başıboş bırakılması içimizi acıttı.

Öğrencilerin eliyle yaptığı Hasanoğlan Köy Enstitüsü'nde laboratuarlar, işlikler ve derslikler  olduğu gibi duruyor; maalesef bazı yerler uyar mı uymaz mı düşünülmeden tadilat görmüş, yakında her yer korkunç bir biçimde restore edilebilir.

Orada fotoğraflar çektik, sahnede oturduk. Sahnenin bitişiğine park etmiş arabadan arabesk müzik yayılıyordu. Bu araba homurdandı, gezindi, çakıl taşları üzerinde spin attı ve ortadan kayboldu. 

Düşündüm: Burada ne umutlar yeşermişti, ne öğretmenler yetişmişti! Hangi mandolinler çalınmış, ne tiyatrolar oynanmıştı. Eskiden olan neydi, şimdi olana ne denmeliydi?


http://gurselkorat@blogspot.com
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on September 15, 2021 10:04

August 3, 2021

ANADOLU’NUN KAYIP TARİHİNDEN YANKILAR



Erendiz Atasü

  (Türk Romanında Bir Gezinti, s.125-139, Can Yayınları, Temmuz 2019)

 

Selçuklu Devletinin Moğol hegemonyası altına girip yıkıldığı yüzyıllardan, Anadolu tarihinin bu gölgeli bölümünden elimize ulaşmış belgeler ve söylenceler ile düş gücünü harmanlayan Gürsel Korat, dönemin yankılarını Kapadokya Üçlemesi üst adını verdiği üç romanla okura sunmaktadır: Zaman Yeli’’(1), Güvercine Ağıt (2) ve  Kalenderiye(3)

Gürsel Korat’ı güncel edebiyatımızda  benzersiz bir konuma taşıyan öge, onun anlattığı dönemin ruhunu yansıtan olay örgüleri ve kişiler yaratabilmesinden, zaman zaman şiirsel özellikler taşıyan yalın ve güzel dilinden öte, yaşam/ölüm, zaman, yaratıcılık, özgürlük, inanç/inançsızlık, cinsellik/cinsel perhiz gibi felsefi boyutları olan meseleleri, kadınların durumu gibi sosyal meseleleri, dil/yazı gibi entelektüel konuları, kurguya ustaca mal ederek, karakterlere ters düşmeden, metnin akıcılığını zedelemeden, enine boyuna tartışabilmesidir. Bir de, diller ve efsaneler bağlamındaki olağanüstü yaratıcılığı! Gürsel Korat, destanlar söyleyen bir eski zaman ozanına benzer. Kişiler yaratabildiği gibi efsane ve dil de yaratır, gerektiğinde. Edebiyatımızda sık rastlanan bir durum değildir her ikisi de: Ne destan söyleyen ozan kimliği, ne de tarihe değinen romanlarda ezeli ebedi sorunların enine boyuna tartışılması. Bir söyleşisinde, üçlünün ‘’Kalenderiye’’ adlı sonuncu yapıtına atıfta bulunarak şöyle der: 

‘’Zaman, mekân, akıl, cinsiyet, düş, aşk, vicdan, yalnızlık… Görüleceği gibi benim bir derdim yok, bir dertler zinciri taşıyorum. Bana ne yaptığımı sorarsanız işte taşıdığım bu dertleri zincir edip şıngır şıngır sürükleyerek dolaşan bir kalender olduğumu söylerim.’’(4)

Önemli olan, ‘’dertlerin’’ kurmacanın dokusuna sindirilmesindeki başarıdır.

Üçlünün ilk kitabı Zaman Yeli sağır bir ikona ressamıyla kör bir paralı askerin hikayesi olarak başlar ve yazarına sanat ve sanatçı psikolojisi üstüne, efsanelerin doğuşu üstüne derinlikli çözümlemeler yapma fırsatını tanır (5).

Üçlemenin diğer iki yapıtında da, tarihin esinlediği olay örgüsüyle iç içe geçmiş, yapıtın anlam katmanlarını zenginleştirip yoğunlaştıran  izleklere rastlarız. Güvercin’e Ağıt’da dil, yazı, kadın sorunu, cinsellik, kimlik değişimleri, zorba yönetimler, kurumlaşan dinlerin siyasi iktidarla iş birliği içinde ilke ve ülkülerine ihanet edişi ana izlekler arasındadır. Kalenderiye’de ise, özellikle, dil, yazı, yazının kalıcılığı ve kadın meselesi üstünde durulur.

Zaman Yeli tarihi bir geçeklik olan Moğol zulmüne, hayali bir mücadeleyle hep birlikte karşı koyan Kapadokya dayanışmasını anlatır. Gürsel Korat’ın yapıtlarında sık rastlayacağımız bir izlektir, hangi kökenden gelirse gelsin emekçi halkın birleşip zalime karşı durması.  Zaman Yeli’ndeki hayali direniş tarihsel gerçekliğe boyun eğip yenilgiyle bitecektir ama emekçi halkın köken farklarını bir kenara iten dayanışması gerçekçi bir ihtimal olarak okura kalacaktır.  

 

        Güvercine Ağıt

Güvercin’e Ağıt, bir anlamda Zaman Yeli’nin kaldığı yerden başlar. Zaman Yeli’nde üç Selçuklu yöneticisi tanımıştık: Haydar, Manuel, Vasili. Moğollara karşı savaşımda Vasili ölmüş; malını mülkünü, ailesini yitiren Haydar, berduş ya da -bakışa açısına göre değişir- gezgin bir derviş olmuş; iki taraflı oynayan Manuel, Haydar’ın karısını da sahiplenerek ayrıcalıklı hayatını sürdürmüştür. Zaman Yeli’nin sonunda Haydar bir kilisenin deprem yıkıntısında tefekkürdedir: Tanrıya ve insana inancını yitirmiştir. Bu romandan bize kalacak önemli bir imge, Haydar’ın yıkık duvarda bulduğu bir kabartma, tek başlı, çift vücutlu yılan kuyruklu aslan imgesidir.İsyan eden Kapadokya halkı bu imgede, Müslüman ve Hristiyan ahalinin ortak akılda birleşip birlikte savaşımının ifadesini bulurken, yenik ya da ermiş Haydar, yılan başlı kuyrukları enselerine yönelmiş aslan imgesinde insan denen  ve kendi kendini sokan varlığın simgelenişini görür. 

İşte Güvercine Ağıt’ta karşımıza çıkacak  Selçuklu yöneticisi Stavro (Selçuklu’da Hristiyanlara da devlet görevi verilmektedir) Haydar’ın torunudur. Haydar’ın karısına el koyan Manuel, kadının Haydar’dan olan çocuklarını yetiştirmiştir, yetiştirmesine de, dünyası başına yıkılan Haydar ortadan kaybolmadan önce, yaygın inanca göre öyle bir lanet savurmuştur ki, aile fertleri erken ölümlerle hayata veda etmektedirler. Aradan elli yıl geçmiş, yöneticilik sırası Stavro’ya gelmiştir ve  Stavro dedesinin lanetinden ürkmektedir.

Güvercine Ağıt’ta tarihin alaca bulaca çağlarında, Anadolu potasında çalkalanıp birbirine karışan, dönüşen halkların ve dillerin  alaşımı başarıyla verilmiştir; Türkmenler, Rumlar, Ermeniler, Kürtler, Tatarlar, bugünkü Türkiye ulusunun ataları… Bu atalar -deyim yerindeyse- hem sevişmekte hem dövüşmekte, hem dayanışmakta hem birbirinin gözünü oymaktadır. Romanda, halklar ve kültürler alaşımının içinden Stavro örneğindeki gibi kimi karakterler sivrilecektir.

Romanın kalabalık kadrosuna geçmeden önce,  bu yapıtı özel ve özgün kılan iki unsura değinmek isterim.


Dil ve Efsane

 

Dönemin dilleri konusunda Gürsel Korat’ın yaratıcılığı hayranlık vericidir. Günümüz yerel sözcüklerinden yola çıkarak, ve her halde epey araştırma yaparak dönemin dillerini sözcük hazneleri ve gramerleri ile birlikte yeniden oluşturmuştur. Bu açıdan dünya edebiyatında Tolkien’e rakip sayılır!

Gürsel Korat’ın hayranlık verici diğer bir başarısı, gerçek efsanelerden yola çıkarak  yarattığı deyim yerindeyse ‘’düşsel’’ efsanelerdir.  Tek başlı çift gövdeli, yılan kuyruklu ‘’Çiftaslan’’ imgesi ve simgesi ve buna yüklenen anlamlar! Levy Strauss ‘’Yaban Düşünce’’(çev.Tahsin Yücel,YKY) adlı ünlü eserinde dini ve din dışı efsanelerin çağlar boyunca yavaş yavaş, ‘’brikolaj’’ adını verdiği bir yöntemle oluştuklarını açıklar. Efsaneler onları önceleyen masalların, halk hikayelerinin  ve başka efsanelerin muhtelif parçalarının kitle muhayyilesinde birbirine eklemlenmesiyle belirmektedirler. Gürsel Korat eş yöntemi uygulayarak yaratır kendi efsanelerini: Hz Ali’nin lakabı olan ‘’Haydar’’(aslan) sözcüğünü alır, Hacı Bektaş’ın at yerine aslana  binmesine katar, Hacı Bektaş’ın kamçısı ‘’cabir’’i yılan yapar ve Anadolu’da yeşermiş Müslüman ve Hristiyan rafizi akımlara uygun düşecek bir efsane yaratır. Korat’ın muradı, zülme karşı, insanların kardeşliği ve eşitliği ilkesi uğruna ortak bir başkaldırıda birleşecek muhtelif halklara uyan bir simge bulmaktır. Gürsel Korat’ın  aslanı Kapadokya’nın her mağarasına yılan kuyruklu birer aslan yavrusu bırakacak ve gün gelince  bu aslanlar yılan kuyruklarıyla zalim istilacı Moğol’u boğacaklardır! (G.A, s.23)

Halk kültürümüzde, Hacı Bektaş Veli’ye dair yaygın bir efsane de onun Anadolu’ya ‘’güvercin donunda’’ yani güvercin suretinde inmesidir. Güvercin o dönemlerde de barış simgesi miydi, bilemiyorum. Gürsel Korat, ‘’güvercin’’ imgesini alır  ve onu kendi yarattığı efsanede Hacı Bektaş’ın kamçısının adıyla anılan Şeyh Cabiri’nin kabrindeki ağacın dallarından havalanan üç güvercine çevirir. Kanımca güvercinler üç semai dinin özünü, hümanist ilke ve ülkülerini temsil ederler. Romanın kurgusunda üç güvecin, Gürsel Korat’ın düşleminde, eşitlikçi komünal bir toplum kurma amacıyla isyan etmiş Anadolu halklarının üç önderiyle eşleşmektedir: Müslüman Haydar, Hristiyan Vasili ve İbrani kökenli Cabiri  (G.A, s.24). (
Güvercine Ağıt,  Haydar’ın torunu Stavro aracılığıyla olduğu kadar, bu üç isimle de Zaman Yeli’ne bağlanmaktadır.)

Aşiret-göçer uygarlığı yerini iş bölümünün ve özel mülkiyetin hakimiyetindeki şehir uygarlığına bırakırken, kapitalizmin sancılı doğumu yavaş yavaş gerçekleşirken, rafizi akımların insanlığın eşitliği ve kardeşliği ülküsü, en başta, kurumlaşmış dinin hışmına uğrayacak, din kurumu ve ülke yönetimi arasındaki sınıf egemenliğine dayanan iki yüzlü ittifak tarafından kan ve şiddetle ezilecektir, Gürsel Korat’ın romanında, tıpkı tarihin akışında olduğu gibi…  Güvercinlere veda…

 Böylece geliriz, halklar kolajı içinde sivrilen yönetici karakterlerine… 

 

Karakterler ve aracı oldukları önemli izlekler 


Yöneticiler Yukarıda sözü edilen Sivrihisar emiri Stavro , Kayseri emiri Mengüberdi, Başhisar emiri Muhyiddin’dir. Kötü yönetimin ‘’üç atlısı’’: Stavro, dedesi Haydar’ın lanetiyle ilgili karmaşa haline getirdiği saplantı ve korku yüzünden zalimleşecek, kan dökecek; Muhyiddin’in dur durak tanımayan hırsı sonunda kendi başını yiyecek; yürüyen kanlı iktidar mücadelesinde, Moğol uşağı Mengüberdi’yi, kılındığı efendiler kurtaramayacaktır. Üç yöneticinin ortak yanı, mal mülk, güç düşkünlükleridir. Para  ve mal uygarlığının doğuş sürecindeki bu üç adam, sınıflı toplum-iktidar ilişkisi ve iktidarın yozlaştırıcılığı üstüne tartışma imkanını yazara sunmaktadır. Ayrıca, Stavro’nun kişiliği incelenirken, ana sevgisi, baba nefreti ve bu nefretin ataerkil uygarlıktaki konumuna da değinilecektir.

Dinsel kişiler Kurumlaşmış dine karşı çıkanlar. Üç erkek ve bir kadın: Müslüman derviş Saruca Abdal, Rum Ortodoks papaz Mihail, Ermeni papaz Civan ve Müslüman derviş kadın Gülbeyaz (yazarımızdan Bektaşiliğe feministçe bir dokunuş) ve bir kurumlaşmış din temsilcisi, insani değerlerini tümden yitirmemiş Episkopos.

Rafizi akımların dinsel ve din dışı iktidar odaklarıyla derin çelişkisi, o dönemlerde henüz adı konmamış olan sınıf ayrımcılığına dayanır. Zenginler emir verip yaptırıyor, yoksullar ise sadece ‘’yapıyor’’ der, Mihail, asıl üretken unsurun kim olduğunu vurgulayarak (G.A, s.80). Yoksulluk acı bir maskedir, ona göre, bu maskeyi yırtıp atmak ancak insanlığın elindedir ve  insanlık bunu yapmalıdır; ‘’Tanrı insanları birbirlerini  ezsinler diye yaratmış olamaz!’’.  

Bu karakterler arasında enine boyuna en fazla işlenmiş olanı Saruca Abdal’dır. Yazarımız, eşitlikçi tutumlarını açıkça desteklediği Bektaşiliği ve diğer rafizi akımları ülküleştirmez, onlara da eleştirel bakmayı ihmal etmez. Saruca Abdal’ı incelerken, derviş diyargamlığındaki gizli kibri vurgulamadan geçmez (G.A,s. 25). Saruca Abdal,   Çiftaslan ayaklanmasının üç önderinden biri olan ve hayran olduğu  Haydar’ın şahsıyla karşılaşınca onu tanıyamayacak, onun panteist görüşlerini yadırgayacak ve aşağılayacaktır. Çünkü her şeyin doğrusunu bildiğine inanmıştır bir kez. (G.A,s.25) (Burada Leyla’yı görüp de tanıyamayan Mecnun’a bir gönderme yok mu?) Fakat, hayat ve ıstırap, Saruca Abdal’a gerçek alçakgönüllülüğü öğretecektir.

Kimi Rafizi akımlarda cinselliğin horlanması, erkek perhizkarlığının yüceltilmesi, bu tutumdaki gizli kadın düşmanlığı  yazarımızın rahip Mihail ve Saruca Abdal üzerinden eleştireceği bir başka konudur: Kendi kısır erkekliği içinde mağrur Saruca, cinselliğin doğal gücünü, güzelliğini, yaratıcılığını ve yokluğunun ıstırabını  deyim yerindeyse ‘’burnunu sürterek’’ kadın derviş Gülbeyaz’la birlikte hapsolduğu hücrede öğrenecektir.

Sanatçılar: Taş ustası Hayruddin Aka: Zaman Yeli’nin  güçlü unsuru olan sanat/sanatçı izleğinin ‘’Güvercine Ağıt’’a vurmuş gölgesi, bu romanda  Hayruddin Aka karakterinde, bu sanatkar ruhlu zanaatkarda cisimleşir. 

Emir Mengüberdi, ölmüş kızı için bir kümbet yaptırmaktadır. Taş süslemeleri Hayreddin Aka’nın eseridir. İslamiyetteki suret yasağının sanatçı ruhta yol açtığı bungunluk ve gerçek yaratıcılığın canı pahasına bir yolunu bulup engelleri aşması… Hayruddin Aka’nın uçan ‘’güvercin’’e verdiği simgesel anlam, bedenden ayrılıp özgürlüğe uçan ruhu temsil etmesidir. Düşüncesini resmedemez, yontulaştıramaz; o da başka bir yol dener. Giriş kapısının üstüne bir takım taş çıkıntılar yerleştirir; kapı doğuya bakmaktadır; tan sökümünde gün ışığı çıkıntılara vurduğunda, çıkıntıların gölgesi kapının üstünde ama çıkıntıların altındaki mermer yazıta düşmekte ve tünemiş  bir güvercinin gölgesi orada belirmektedir. Güneş hareket ettikçe, gölge taştan ayrılmakta, uçan bir güvercinin şeklini almakta ve nihayet iç kısımdaki lahde , genç kızın mezarına konmaktadır.  Ne kadar şiirsel… Güvecin gölgesi genç kızın ruhudur. Güneşin doğuş noktasına bağlı olarak bu ışık/gölge oyunu elbette her gün gerçekleşmez; sadece yılda iki kez meydana gelir; ilki genç kızın ölüm gününe isabet edecektir.  Taş ustamız aynı zamanda bir matematik ve astronomi bilginidir. Hayruddin Aka, yazıta kendi adını katmayı da ihmal etmemiştir. Mermer yazıta Nur suresinden bir ayet işlenmiştir: Türkçe meali :’’Allah dilediği kimseyi nuruna kavuşturur’’. Hayruddin, eserini hayran hayran seyrederken aniden kopar fırtına; düşen yıldırımla nura bulanmış olarak bu dünyaya veda eder, mutlu sanatçı…

Tüccarlar 13. Yüzyıl dünyasını belki savaşlar, istilalar kadar, ticaret ve tüccarlar da değiştiriyordu; bir kültürü diğerine taşıyan, bitiştiren, kaynaştıran ya da  Levy-Strauss’un efsanelerin oluşumu için kullandığı terimi ödünç alırsak, kültürel etkilerden bir brikolaj oluşmasını sağlayanlar, onlardı; seyahatin hiç yaygın olmadığı bir dünyada sürekli seyahat eden bu adamlar. ‘’Bilgelik yolculukta gizlidir’’(G.A, s.115) Gürsel Korat’ın onları ihmal etmesi düşünülemezdi: Endülüslü tüccar Fazıl ve İtalyan tüccar  Venedikli Mazzone. (Mazzone üçlünün son kitabı ‘’Kalenderiye’’ ile  ‘’Güvercine Ağıt’’ arasındaki somut kurgusal bağdır.)

Güvercin’e Ağıt’taki kişiler ve izlekler yukarıda serimlenenden ibaret değildir. Tahmin edileceği üzere, 200 küsur sayfalık bir metine biraz ağır gelmektedir bu içerik. Edebiyatta yoğunluk istenen bir şeydir, elbette; metinleri edebi kılan unsurlardan biridir, yoğunluk; ancak Güvercine Ağıt fazla yoğundur. Onu önceleyen Zaman Yeli’ndeki ve izleyen Kalenderiye’deki duruluk burada yoktur. Dört  bambaşka erkeğin (Saruca Abdal, Stavro , Muhyiddin, Civan) cinsel arzu ve arzunun doyumsuz kalışı kısır döngüsünde çektikleri ıstırap her halde, insan denen canlı türünün doğal yanının istisnasız her ferdi etkisi altına aldığını vurgulamak için tek tek anlatılmıştır; ancak gerek bir izlek olarak cinselliğin, gerek iktidarın yozlaştırıcılığı, muktedirin zalimleşmesi ve/veya acizleşmesi izleklerinin bir romanın tamamında incelenebilecek kapsamda olduklarını düşünürsek, gerçekten de bu düşünsel hacım, fazlaca ağırdır. 

Öte yandan ‘’Güvecine Ağıt’’yüksek nitelikli edebi buluşlarla doludur. 

 

Edebi Buluşlar:

Çağrışımlarla dolu zarif bir buluş olan ‘taş ustası ve yaratısı’na  yukarıda değindim.  Sevimli bir yaratıcılık örneği olarak düşündüğüm bir noktayı daha vurgulamalıyım: Gürsel Korat’ın bir halk ozanının dilinden söylediği, Homeros’la Kör Omar’ı kaynaştıran, Truva Kralı Pirus’la, Baba İlyas’ı birleştiren güzelim şiir… (G. A, s.96-97)

Hayranlık verici bir başka buluş, Ermeni papaz Civan’ın aşk ve diğer meseleler yüzünden Türkleşmesinin anlatılmasında başvurulan mitolojik Narcissus imgesidir.  Malum Narcissus suya bakar ve suyun aynasında gördüğü kendi yansısına aşık olur; kimliğin çiftleşmesi halidir, söz konusu olan. Civan da saçı sakalı kesildikten sonra suyun aynasında beliren bu yepyeni adama bakar ve onunla, yeni kimliğiyle tanışır. Yaşadığı zorlu deneyim ve çektiği acı, o zamana kadar tanıdığı bildiği kendini silmiş ve yepyeni bir kimlik doğmuştur (G.A., s.178-79), tarih boyunca pek çok ferdin başına geldiği gibi.

 

Kalenderiye

‘’Kalender tarikatı’’ deyimi, ‘’Kapadokya Üçlemesi’’nde ‘’Güvercine Ağıt’’da ilk kez 61.sayfada geçer (2): Tarihi bir gerçekliktir, Kalender dervişleri. Malı mülkü hor gören bu sufi akım, Selçuklu zamanında doğmuş, Osmanlı devlet düzeniyle  çatışmış,  sonunda Alevilik ve Bektaşilikte sönümlenmiştir. 

Dervişlerin diyargamlığını akla getiren  ‘’kalender’’ sözcüğüne, Gürsel Korat  sözcüğün ‘’takvim’’ anlamına gelişine de dayanarak, zamanla ilgili çağrışımlar yükler,  zamanın geçişini izleyen üçlüsünde. Onun dervişleri, gök cisimlerinin hareketlerine göre ayarlarlar rakslarını, böylece bir anlamda zamanı dile getirirler (Kalenderiye, s.48).

Tıpkı Zaman Yeli’nde olduğu gibi, ilk bakışta birbiriyle ilgisiz gibi görünen bölümlerden oluşan Kalenderiye ile Güvercine Ağıtarasındaki kurgusal bağ bundan ibaret  değildir. Asıl bağ Venedikli tüccar Mazzone’dir.  

Kalenderiye üç bölümdür; Mazzone, İtalya’da geçen ilk bölümün ana kişisidir.

İkinci ve üçüncü bölümler ise iki asır sonraki  Osmanlı ülkesini canlandırır. 

Bölümleri birbirine bağlayan ise kültür etkileşimlerine işaret eden bir metin ve bu metinden türemiş başka metinlerdir ki bu nüve ilk bölümde gömülüdür.

İlk Bölüm: Mazzone ülkeleri kat eden bir tecimen olarak Güvercine Ağıt’tan gelip geçerken, maddi amaçların peşinde son derece dünyevi bir insandır. Kalenderiye’de karşımız çıktığında ise  hayatın tüm maddi yanlarını terk etmiş, ahrete dönük bir yarı ermiştir. Güvercine Ağıt’ın sonu ile Kalenderiye’nin başı arasında geçen otuz yıl onu tamamen değiştirmiş, deyim yerindeyse kalender bir kişi yapmıştır. İtalya’daki evinden, ailesinden, ticaret yolculukları sırasında Girit’te tanıyıp birlikte olduğu kadından ve ondan doğan çocuğundan kopmuştur. Acı çekmez değildir ama sorumluluklarla ilişkisini kesmiştir.  Güvercine Ağıt’ın keyfine düşkün, hayat adamı Mazzone’sinin karakterinde, bizi  Kalenderiye’nin tövbekarına hazırlayan bir çelişki gizlidir: Mazzone’nin unutamadığı rüyası: Dinsel kisvealtında insest çağrışımları taşıyan cinsel bir rüyadır bu; günah doludur; Mazzone’nin bilinçaltındaki fırtınaya işaret eder. 

Kalenderiye, Girit’te terk edilmiş oğul Hristo’nun hesap sorma amacıyla babasını arayıp bulmasıyla başlar. Günahkar rüyanın Mazzone’si  ile oğlu buluşturan tesadüfler zinciri de gizli bir insest hikayesidir aslında. Oğul Hristo, hiç tanımadığı kız kardeşiyle karşılaşmış ve ona çıldırtıcı bir arzuyla bağlanmıştır, babayı bulma serüveni sırasında. Babayı bulur bulmasına da üç sevimsiz gerçeği de keşfedecektir: Annesinin erdemli niteliklerine rağmen  fuhuşa sürüklenmiş olduğunu, kendisinin kutsal evlilik bağı dışında doğmuş bir piç olduğunu ve çıldırtıcı bir arzu duyduğu fahişenin ise öz be öz kız kardeşi olduğunu! Babasını, bu günahkar-ermişi suçlayacak hali kalmamıştır, Hristo’nun. Kalenderiye’nin ilk bölümü, cinsellik ile dinsellik arasındaki geçişliliklere, insanın Tanrı karşısındaki güçsüzlüğü ve kendini verişiyle, öz bedeni karşısındaki yenilmişliği ve kendini verişi arasındaki ilişki/çelişkiye  gönderme yaparak sona erer. Günahkar Hristo, bungunluğu ve çaresizliği içinde tanrıdan başka sığınacak yer bulamaz ve çarmıhtaki İsa gibi  umarsızca seslenir, ‘’Allahım niçin bıraktın beni?’’ (Kalenderiye, s.61)

   Nereden nereye , diyeceksiniz, değil mi? Evet, ben de öyle düşündüm baştan. Gürsel Korat’ın, cinselliğe pek sık ve açık göndermeler taşıyan  bu bölümü -felsefi içerik göz ardı edilirse- cinsellik sömürüsü amacıyla   tarihselliği araçlaştıran kimi piyasa romanlarının parodisi olarak yazdığı bile düşünülebilir. Belki de böyle bir amacı vardı. Ama asıl amaç başkadır ve yukarıda işaret edildiği üzere ilk bölümde içkindir: Biz yazarların gerçeklik payı da içeren rüyasıdır bu, yazının kalıcılığı!

Kalenderiye’deki tüm olay örgüsü bu dileğin gerçekleştiği bir eksen çevresinde döner:

Mazzone, oğlu Hristo’ya babasını anlayabilmesi umuduyla bir elyazması verir: Calenderia  başlığını taşıyan bu el yazmasında, Mazzone söylemiş, bir yazıcı anlatılanı Latin harfleriyle ve Gürsel Korat’ın icadı karma bir dille kaleme almıştır (Kalenderiye, s. 51). Okur tam bir bulmaca karşısındadır; karineyle bazı şeyleri çözmek mümkündür: Yazılanlar, Kalender dervişlerine ve varsıl bir tüccarken malını mülkünü dağıtıp, Tanrının fakir bir kulu olan  Mazzone’ye dairdir ve Mazzone için, Müslüman veya Hristiyan herkesten helallik dilemektedir.

Neyse ki el yazmasının tümü Gürsel Korat’ın icadı dil ile yazılmamıştır ve düğüm olup kalan okur yavaş yavaş önünü görebilmektedir: Mazzone günah çıkartmakta, bir papaza zinasını, zinadan sonra gördüğü o ürpertici dinsel-cinsel rüyayı, Girit’te birlikte olduğu kadını, onu ve küçük oğlunu terk edişini anlatmakta, zayıflıklarını itiraf etmekte, vicdan yükünden kurtulamadığını dile getirmektedir. Hristo tıpkı okur gibi kah bir şeyler anlayarak kah anlamayarak bu el yazmasıyla haşır neşir olurken, karşımıza ilginç bir pasaj çıkar: Gürsel Korat’ın icadı dille yazılmıştır ve ‘’Güvercine Ağıt’’ı okumamışlar için koyu bir bilmecedir (Kalenderiye, s. 56)! Okumuş olanların ise zihninde bir ampul yanacaktır! Pasaj, Güvercine Ağıt’ın baş kişilerinden Saruca Abdal’ın, Emir Stavro’un zulmü yüzünden atıldığı hücrede, sevdiği kadının -kadın derviş Gülbeyaz’ın- kesik başı  kucağındayken ruhunu teslim edişini anlatmaktadır! 

Nereden nereye!  Bu el yazması, bir anlamda suçlulukla kıvranan  Mazzone’nin Kalender dervişlerinden etkilenerek bulduğu ya da bulduğunu sandığı kefaret yolunun hikayesidir, bir yandan da bir tür Kapadokya tarihçesidir. 

Mazzone’nin Anadolu kültüründen etkilenmesi, Anadolu’ya gelmeden, daha İtalya’da  başlamıştır (Kalenderiye, s.47): 

‘’İkonia’da (Konya’da) Çelalli (Celali) derler bir şeyhin Şemst (Şems) adında bir derviş için anlattığı hikayeleri Padovalı tüccarlardan dinlemiştim’’ diye aktaracaktır oğluna. İşte kervan yollarıyla ve gezgin tüccarlarla birbirine ulanan kültürler! Şems de paraya pula ve kurallara önem vermeyen bir tür kalender dervişidir, ve Mazzone’yi derinden etkileyecektir. 

Mazzone, daha sonra Anadolu’ya gelir, Kalender dervişlerini görür, irkilir; ama etkilenir de (Kalenderiye s.48). Burada da Güvercine Ağıt’a  önemli bir gönderme vardır: Dervişler, Güvercin’e Ağıt’ın baş kişilerinden Saruca Abdal’ın bir deyişini söylemektedirler: Dağlar durur dağdan uca

Şems, Saruca Abdal… Paradan ve mülkten nefret… Mazzone, ‘’Ticarette yalanı yalana katarak paralar biriktirdiğim ve hep başkalarının yaşamlarını yağmaladığım halde, sahtekar değil de dürüst olduğumu (nasıl) düşünebiliyorum?’’ (Kalenderiye,s.46) diyerek kişisel vicdanında para uygarlığının iki yüzlülüğünü açığa vurup, her şeyinden vaz geçecek, yalansız ve yalın bir perhiz yaşamını seçecektir. 

Yıl 1324’dür; Hristo’ya değilse de , Mazzone’ye okur veda etmektedir. 

 

İkinci ve üçüncü bölümler:

Anlatı, 203 yıl sıçrayarak, bambaşka bir iklime, Osmanlı diyarına, 1527 yılının Kayseri’sine konacak, romanın kalan kısmında  Mazzone’nin el yazması ve ondan türemiş başka yazılı belgeler karşımıza çıkarken, Gürsel Korat’ın icadı dildeki bilmecemsi bölümler de açıklığa kavuşacaktır. Kalenderiye, dillerin gelişimine, diller  arası etkileşimlere  ilgi duyan ya da böyle ilgilere açık okurlar için bulunmaz bir kaynak, adeta bir küçük mücevherdir.

Hemen belirtmeliyim ki, hayli kapsamlı olan kişisel okuma serüvenimde, Osmanlı dönemindeki günlük hayatın gerek halk -merkezi otorite ilişkisi/çelişkisi, gerek ev içi yaşamları açılarından, bu denli canlı ve inandırıcı bir anlatısına  daha rastlamadım.

Roman Osmanlı  hayatının çeşitli  cephelerine ışık düşürmektedir:

*Osmanlı tabasını oluşturan halklar karmaşası

* Devlet erki ile halk kitleleri arasındaki sürtüşmenin odağında bulunan haksız ve aşırı vergiler, vergi toplama yolsuzlukları

*Osmanlı ülkesine egemen olan güven yokluğu: Devlet erkanının da halktan insanların da yarına çıkıp çıkamayacakları belirsizdir. Tüm hayatlar pamuk ipliğine bağlıdır. Güven yokluğuna, haliyle, katmanlı kuşkular ve kuşkuların bertaraf edilmesi için başvurulan hileler ve aşırı şiddet eşlik etmektedir. 

* Kadın erkek  ilişkilerindeki mutsuzluk  

* Rafizi akımlara mensup dervişler ve dinsel söylemlerle açığa vurulan toplumsal-iktisadi  hoşnutsuzluk

İkinci bölümde, devlet yetkesinin temsilcisi olan  Molla Emin, ve ‘’tahrir emini’’ Bahri bey ve onların aileleriyle tanışırız. Kalender dervişlerinin de katıldığı isyanların bastırılmasının ertesinde düzeni sağlamlaştırmak üzere Kayseri’ye gelmiştir bu -deyim yerindeyse-Osmanlı bürokratları ve görkemli bir törenle karşılanırlar. Kayseri’deki yerleşik bürokrat ise Sancak beyi Behram Paşa ve Subaşı’dır.

Tören’in ayrıntıları bize Osmanlı tabasını oluşturan halklar karmaşası üzerine fikir verir. Bu fevkalade hetorejen yapı aslında bürokratlara da yansırmıştır; örneğin Bahri bey yolu Enderun’dan geçmiş bir Rum dönmesidir. Kökenleri ne olursa olsun, bürokratlar merkezi otoriteye sadakati içselleştirmişlerdir. 

Onların karşısında halkın temsilcilerini değil,  yetkeyle halk arasında bir tür aracılık görevi üstlenmiş Kethüda İmren Bali’yi buluruz .

Güven yokluğu o derece şiddetlidir ki, şehre alayişle, müthiş bir güç gösterisiyle giren bürokratlardan Molla Emin’in kellesi daha yirmi dört saat dolmadan  aniden patlayan isyanda kesilecek, Bahri Bey ise, kendi hane halkı ve Molla Emin’in karısı ve kızıyla  birlikte isyancılara esir düşecektir. Sancak beyi ve Subaşının şiddeti, merkezden gelen bürokratları korumaya yetmemiştir. Bu arada İsyancılar mı kimdir? Başı çekenler, halkın kanayan yarası vergi soygunculuğuna ve resmi Sünniliğin insanları her koşuda itaate yönlendiren katı uygulamalarına baş kaldıran, eşitlikçi bir yaşamın destekçisi rafizi dervişleridir. Unutmayalım ki, emeğin değerinin tanınmadığı, ekonomik ve sosyal memnuniyetsizliğin din kisvesi altında dışa vurulduğu bir tarihsel dönemden bahsediyoruz.

Bu dönem, ev içlerinin ve bedenin emekçisi kadınların insan altı bir tür olduklarının hem devlet, hem toplum, hem din, hem birey tarafından değişmez yasa kabul edildiği  dönemdir. 

Sadece bireylerin işlevleri açısından ve manen bölünmekle kalmayan ev içlerinde, kadın ve erkeğin apayrı hayatlara mahkum edilişi, mekanın haremlik/selamlık uygulaması denen İslam geleneği ile fiziksel olarak ayrıştırılması sonucunda, iyice pekişmiş;  erkek bireyle kadın bireyin aşk denilen olgunun göreli eşitlikçi koşullarında buluşmaları imkansızlaşmıştır. Kadına ve erkeğe ayrı cinsel ahlak normları koyan koyu dinsel/ataerkil gelenek, onları sevgisizliğe mahkum etmiştir: Kadın arzulanmayı isteyip kendini gösterdikçe adi ve çirkefsayılmakta; kadınlığını yok edip sustukça ise bir kenara atılmaktadır (Kalenderiye, s.78),  Molla Emin’in  ve Bahri beyin nikahlı eşlerinin başına geldiği üzere. Erkek, sevgi doyumunu haremindeki cariyede boşuna arayacak, zorla sahip olduğu bu kadından kısmi bir cinsel doyum elde etse de, aşkın sevgi, içtenlik, güven ve şefkatle birlikte yükselen doruğuna asla tırmanamayacaktır, Bahri beyin Perizat’la ilişkisinde olduğu gibi: Erkek, bedenini kapanmalarla, kasılmalarla teslim eden bu kadına kendini asla sevdiremeyeceğini bilmenin acısına (Kalenderiye, s.107)yargılanmıştır.

Bu çözümsüz çelişki kuyusunda koşulları kabullenen kadın ya Molla Emin’in zevcesi Nurusefa gibi kendi cinsine yönelecek, ya Bahri beyin  Sare’si gibi küçük ama kötücül duyguların pençesine düşecektir. 

Sevme ve sevilme hakkından vazgeçmeyen, birazcık olsun baş kaldırmayı deneyen kadına, Perizat’a ne olacaktır?  Bir bakıma doğru erkeğe meyledecek, rafizi derviş Yusuf’un yalansız, şefkatli gözlerine vurulacak, aşk acısını tadacak, onur yarası alacaktır. Heyhat; dinin acımasızlığı ve gizli kadın karşıtlığı burada da çiftin karşısına dikilmiştir. Hoşgörüyü kimseciklere bırakmayan rafizi akımlar mesele kadın-erkek ilişkisine gelince bağnaz kesilmektedir. Yusuf , mensup olduğu tarikat gereği bir tür bekaret yemini etmiştir, kadına  -Anadolu deyişiyle- uçkur çözemez! Perizat’ı red edecek, boyun eğmiş kadınların kaynattıkları dedikodu kazanında zaten canı yanmış olan kişilikli genç kadın  bu darbeyi kaldıramayacak, canına kıyacak, Perizat’ın intiharı Yusuf’da kapanmaz bir yara açacaktır. Burada, ‘’Güvercin’e Ağıt’’taki derviş aşkıyla bir koşutluk sezilir. Güvercine Ağıt’ta nasıl kadına el sürmeye yeminli Saruca Abdal, Gül Beyaz’a vurulmuşsa, tıpkı onun gibi, Perizat’a aşık olan Yusuf da bedenin ve duyguların arzusu ile dinin yasağı arasına sıkışıp acı çekmektedir. Çaresiz Yusuf’un romanın sonundaki ‘’Ey enmede göğleri eğen Allah, benim boynum niyçün büktün, beni niyçün mahzun eyledin?’’ (Kalenderiye, s.183) serzenişiylebenzer durumdaki  Hristo’nun ilk bölümün sonundaki ‘’Allahım niçin bıraktın beni’’ ( Kalenderiye, s.61) haykırışı karşılıklı yankılanmaktadır.

Gelelim ilk bölüm ile ikinci ve üçüncü bölümleri bağlayan , sürekliliği sağlayan metinlere:

Tahrirat emiri Bahri beyin, Osmanlı mülkünün  Rum köylerinde tapu işleriyle uğraşırken, eline tesadüfen bir kitap geçmiştir:  Bir Hollandalı tarafından Latince olarak kaleme alınmış bu eser, içerik olarak, ilk bölümde karşılaştığımız Calenderia (Kalenderiye, s.50) adlı el yazmasının bir çeşitlemesidir, matbaa da dizilmiştir -aradan iki yüzyıl geçtiğini ve Avrupa’da matbaanın devreye girdiğini anımsayalım-, Kapadokya yöresinden çeşitli  mekanların resimleriyle bezelidir: Başlığı, Latince bilen Bahri beyin çevirisiyle, Keitabovl Sair-iter del leoni (Kitabül Seyir, alt başlığı Aslanlı yol) (Kalenderiye, s.109).   Bahri bey, anlatılanlarla yani Mazzone’nin günahları ve vicdan azaplarıyla  değil, çizimlerle, resimlerle ilgilidir;  sadık  bir Osmanlı bürokratı olarak derhal kuşkuya kapılmış, casusluk kokusu almıştır: Venedikli kafirin yollarımızın, köprülerimizin bir tür haritasını çıkarttığını düşünmektedir; ve aslında insaflı bir yönetici olan Bahri bey, Kayseri kethüdasını, Venedikli gözümüzü oyamaya niyetliyken, vergi ödemekten kaçınmanın yanlışlığına ikna etme gayretindedir (Kalenderiye, s. 85).

Öte yandan insani yanı güçlü olan, sanata eğilimli Bahri beyin yarı gizli bir gündemi daha vardır ve Saruca Abdal’ın kitapta kayıtlı deyişine ‘’Dağlar durur dağdan uca’’ya  vurgundur. Sarıca Abdal hakkında bilgiye susuzdur. Bilgi kimde var? Elbette, bir Kalender Şeyhi olan  Yusuf’ta, alayişli karşılama töreninde, esrarlı gözleriyle   Bahri bey büyüleyen Yusuf’ta.  Ayni gözlerdir Perizat’ı aşka düşüren.  Tahrir emiri hemen Yusuf’un bulunup getirilmesini emreder. Yusuf’u beklerken de yazılı metni Gürsel Korat’n icadı olan dille çözmeye çalışır. Biz okurlar da,  kavrama isteğiyle birinci bölümde hiçbir şey anlamadığımız pasajlara yeniden döneriz ve  Bahri beyle birlikte bir yandan Yusuf’u bekler, bir yandan da metni çözeriz.  

Yusuf gelecektir gelmesine de , isyanın başı Yusuf’un gelişi Bahri beyin esareti olacaktır (Kalenderiye, s.119-120.) Güvensizlik ortamında, bir an olsun gevşemek, öyle kendini sanata kaptırmak, filan, yöneticiye yaramaz!  Bahri bey başını taştan taşa vursa yeridir!

Bahri bey esaret günlerinde, Perizat’ın  aşkını anlayacak, kızdan el çekerek meydanı Yusuf’a bırakma inceliğini gösterebilecek ama Yusuf  kendi ruhundaki kilidi kıramayacaktır. 

Yusuf kudretli kişi, Bahri bey  onun esiri iken aralarında yaşananlar ilginçtir. Sanki bir eşcinsel çekim söz konusudur. Öyle bile olsa bu çekimde sanatsal ya da düşünsel bir öge güçlüdür. Hayatın ve tarihin bir tesadüfüne bakın ki (tabi Gürsel Korat’ın icadıdır bu tesadüf), Yusuf’ta dededen kalma bir el yazması ve bir  kabartma vardır: Kabartma kestirilebileceği üzere bir çiftaslan kabartmasıdır. İşte, üçlünün ikinci kitabına ‘’Güvercine Ağıt’’a bağlandık! Demek bizim Şeyh Yusuf çiftaslan asilerinin torunudur! Tesadüf cuk oturmuştur. Peki el yazması nedir? Bildiniz, Mazzone’nin Hristo’ya emanet ettiği el yazmasının ta kendisi! Bu kadarı da olmaz, demeyin. Gerçek hayatta benzerleri olmuştur. Peki Yusuf Şeyh Hristo’nun torunu  bir Rum dönmesi midir? (Girit’li yarı İtalyan Hristo’yu Yunanlı sayıyorum!)  Kendisi değilse bile dedeleri?  Bahri beyle arasındaki çekime bir tür ‘’kan çekmesi’’’ bile diyebiliriz, o halde! Her ne hal ise, iki dost, kafa kafaya verip matbaa baskısı kitapla el yazmasını karşılaştırıp dururlar. Bürokrat kimliğini yitirmiş Bari bey de artık biçare Mazzone’nin cinsel çıkmazları ve vicdan azaplarıyla meşguldür; belki de onu Perizat’tan vaz geçişe yönlendiren bu değişimdir. Yusuf’taki değişim ise, esirleri serbest bırakma yönünde olacaktır.

Bu dolambaçlı olay örgüsünü yüksek edebiyata eriştiren ögeler nedir? Edebiyatçıyı ilgilendiren işin bu yanıdır ve Gürsel Korat’ın mahareti de buradadır.  Yusuf -Hristo bağı vurgulanmamış, sadece bir olasılık olarak hissettirilmiştir. Ayrıca Yusuf’un kimliğindeki üçleme anlatı boyunca hep karşımıza çıkar, Yusuf kimi kez papaz kimliğiyle, kimi kez Mevlevi şeyhi, kimi kez de kalender dervişi olarak belirir. (Burada, inanç sistemlerinde sık rastlanan üç rakamına bir gönderme de düşünülebilir.) Bu dönüşümleri geçerli kılacak nedenler metinde vardır, ve dönemin siyasi-dini baskılarıyla ilgilidir, inandırıcıdır. Demem o ki, ilk bölümde terk ettiğimiz Hristo, sayfalar sonra dede rolünde belirir gibi olduğunda, şaşırmayız; metin bizi fark ettirmeden hazırlamıştır.  Ayrıca metnin alt katmanlarında bir art-alan ezgisi gibi hep hissettiğimiz, insanların maceralarındansa yazının hayatıdır. Önemli ve güzel olan, bir el yazmasının 200 yıl sonra matbaa kitabı olarak karşımıza çıkması ve iki insan/iki düşman arasında bir dostluk bağının filizlenip güçlenmesine ortam hazırlamasıdır. Ne güzel, ne hayranlık verici bir rastlantıdır bu! 200 yılın bir andan silinmesi ve o tarihte bir kişinin başından geçmiş olayların, 200yıl sonra, o anda oluyormuş gibi diğer kişileri etkilemesi… Müthiş bir şey…  Başka bir deyişle edebiyatın gücü…  Veya zamanın göreliliğinin kanıtlanması… ve ‘’Kalenderiye’’ adını taşıyan metnin özü… Bu romanın başkişisi  yazıdır.

Böyle küçük dokunuşlarla, anlam alanının metni dağıtmadan genişletilmesi, ‘’Kalenderiye’’de sıklıkla karşımıza çıkar. Hristo-Yusuf akrabalığı böyledir (Kalenderiye, s.150-1, 164 ); ince ruhlu bir adam olan Bahri beyin nikahlı eşinden soğuma nedenleri de böyledir . Sevmesini bilmeyen sadece sevilmek isteyen bir kadındır Sare. Sadece bir kez değinilen bu husus (Kalenderiye, s.144), Sare’nin genel tutumuyla uyumlu sözcüklerle ifade edildiği için, kadını fazlaca karalamadan evliliğin iç yüzünü dışa vurmaya yeter de artar bile. 

Dönem tarihsel olarak bir aşırılıklar dönemidir; bu gerçek aşırılıkları, dönemde gerçekleşmesi pek de mümkün olmayan düşsel aşırılıkları inandırıcı kılmakta ustaca kullanır, Gürsel Korat . Tanrı yoluna baş koymuş dervişlerin hiç zorlanmadan kıyıcı asilere (dilerseniz devrimcilere) dönüşebildiği bir çağda, aşkı red edilen Perizat’ın dine karşı cesur çıkışları (Kalenderiye, s.170 ) bize hiç tuhaf gelmez. Çünkü aşk yüzünden delirmiş kadınların hormon baskısıyla nelere kadir olabildiklerine dair bir takım örnekler biliriz, yaşamış ya da tanık olmuşuzdur. Perizat’ı en çok yaralayan belki red edilmekten, dedikodu konusu olmaktan öte, ona aşık olan erkekle(Bahri bey), onun aşık olduğu erkeğin (Şeyh Yusuf) onu dışlayan, akıl sır erdiremediği birlikteliğidir.  Burada romanın örtük anlamı, olay örgüsünü aşar ve bu birliktelik  adeta kadınları dışlayan ataerkil hayatın bir simgesine dönüşür. Perizat’ın isyanı yenilgiyle sonlanacaktır. Dönem, feminist öncüler için erkendir.

 Kalenderiye, şeyhi tarafından dervişlikten ve toramanlıktan affedilen , dolayısıyla sağ kalan sabık isyancı bir anlatıcının  aktardıklarıyla bitecektir. Sıra dışı insanlarla dolu bu romanda anlatıcı, sıradan insanın sağ duyusunu temsil eder. O da yaralı bir erkektir, Perizat’a aşık olmuş, aşkına karşılık bulamamanın acısını yaşamış ve durumu kabullenmiştir: Perizat gibi sıra dışı bir kadının onun gibi vasat bir adamı sevmesi mümkün değildir. Saygı duyduğu cinsel perhize bilerek bilmeyerek gerçekçi bir eleştiri getiren de bu kişidir; etliye sütlüye karışmadan iyi olabilmek neye yarar diye soracaktır :

 ‘’…hiçbir şiy itmeden iyi kimesne olabilmeyi seçmişler…hiçbir şey itmeden iyi olabilmek bana iyilik gibi görünmedi…’’ der; ama görüşünü iddiaya büyütmeden orada sınırlandırır. (Kalenderiye, s.171) 

Sonuçta esirler serbest kalacaktır, bundan sonraki hayatları belki başka bir romanın konusudur. İsyanın bu kolu, ele başı Yusuf’un yaşam gücü tükendiği için  her halde dağılacaktır. Genel olarak asilere ne olduğunu ise tarihsel gerçeklikten biliyoruz, yenilecek, işkence görecek, idam edileceklerdir. Osmanlı, Türklerin  bütün isyancı genlerini yok etmenin üstesinden gelmiştir. Anadolu’nun dur durak  tanımayan baş kaldırılarından, başkaldıranların elde edebildikleri hiçbir şey yoktur! Ölen öldüğüyle kalacak, roman kahramanlarından, tesadüfen paçayı kurtara İmren Bali esnaflığa devam edecek, anlatıcı olayları nakledecek, Pir Yusuf ise -yarı ermiş/yarı deli, yoksul bir derviş olarak Anadolu’da dolaşacak, şiirler söyleyecektir.  Onun hikayesi, başka ozanların dilinde yankılanacak, ve üç yüz kusur yıl sonra, 19. yüzyılda bir başka ozanın risalesine konu olacaktır (Kalenderiye, s. 184-5)  

İnsanlar göçer, gider; söz bellekten belleğe geçerken değişir, unutulur; kalırsa yazı kalır…

  

1)              Gürsel Korat, Zaman Yeli, YKY, 2015 (ilk baskı 1995)

2)              Gürsel Korat, Güvercine Ağıt, YKY, 2016, (ilk baskı, 1999)

3)              Gürsel Korat, Kalenderiye, YKY, 2017 (ilk baskı, 1998)

4)              Halim Şafak, ‘’Tarih Tezi Öne Sürmek Edebiyatçıya Düşmez’’, Cumhuriyet Kitap, 3 Nisan 2008

5)              Erendiz Atasü, ‘’Anadolu’nun Kayıp Tarihi’’, Kitap-ık, sayı 202, s.171-177, Nisan 2019;

 

 

Kitap-lık Haziran-Temmuz 2021’de yayımlanmıştır.

 

 


 Zaman Yeli başka bir çalışmada(5) incelenmiş olduğu için burada diğer iki roman üzerinde durulacaktır

 Gürsel Korat bir sohbet sırasında böyle bir kabartmaya rastladığını söylemiştir.

http://gurselkorat@blogspot.com
1 like ·   •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on August 03, 2021 11:58

May 1, 2021

ÇOCUK KURMACALARI

Auguste Herbin, Modern Art Gallery, Paris G.Korat 2014


Çocuk kurmacasında temel ilke çocuğun yakın ve somut çevresindeki benzerliklerden hareketle duyguların, duyuların ve kendini başkasının yerine koymanın farkına vardırmaktır.

Çocuk somut düşünür; dolayısıyla onun anlamayacağı kavramlaştırmalardan uzak durulmalıdır. Çocuk oyunlarında şiddet, öfke, kan dökücülük, intikam, kıskançlık, saldırganlık ve ötekine düşmanlık olmaz. Fakat bu açıdan bakıldığında geleneksel masalların çoğunun sınıfta kaldığı açıktır.

Çocuklar için yazılan kurmaca öykülerin tamamında sorun çocuklar tarafından çözülür, merkeze çocuğun eylemi konulur ve böylece çocuk farkına varmadan kahramanla özdeşleyerek sorunlar karşısında yaratıcı çözümler bulma arzusunu içselleştirir. Fakat her oyunun böyle olması gerekmez; çünkü zor durumda kalan birine yardım, sorunun topluluk tarafından çözüldüğü anlamına gelir ve dayanışma duygusunun öğrenilmesine hizmet eder.

Çocuk yazınında eğlence duygusunu merkeze koymak gerekir. Onun arkasından da merak ve heyecanı kışkırtacak şekilde hareket etmek metni işlevselleştirir. Bir de özellikle toplumun gelenekselleşmiş düşünce kalıplarından uzak durmak, kadın ve erkek rollerini insanlığın bugününe uydurarak konumlandırmak metni çağa uygun hale getirir. Örneğin Pamuk Prenses’te üvey annesi tarafından kıskanılan kız çocuğu, üvey anne, yedi cüce ve prens gibi figürler tamamen yerleşik erkek dünyasının aklıyla kurulmuştur ve bunları öğrenerek büyüyen bir çocuğun toplumdaki geleneksel cinsiyet kalıplarına göre düşünmesi kaçınılmaz olacaktır. 

Küçük çocuklar söz konusu olduğunda yazınsallık önemsiz sayılmamalıdır. Çünkü çocuk hikâyelerinde mekanı tanımlamayan, çevreyi vurgulamayan anlatım tercihleri yüzünden, güzel sözlerle ifade edilmiş davranışlara, olaylara, insanın güzel yönlerine dikkat etmeyen kuşaklar yetiştirmek işten değildir.

Çocuğun dikkat süresi ile ilgili sorunlara da dikkat etmek gerekir. Çocuk oyunlarında ara verilmez. Oyun başlatılır ve bitirilir. Oyunun süresi bir saati aşmaz. Bir saatlik çocuk oyununun dramatik akışı, çocuğun oyuna katılmasını ve dikkat dağınıklığı yaşamadan izleyebilmesini sağlayacak çıkışlar içinde kurulur. Öncelikle çocuğun ilk on dakikada oyuna katılması sağlanacak biçimde eğlenmesi ve olaya girmesi hesaplanmalıdır. 

Çocuklara yönelik kurmacaların en belirgin kusuru didaktizmdir. Şüphesiz çocuklar temel bir estetik görüşten yoksun olduklarından didaktik metinlerde bile coşkuya kapılırlar. Yapılması gereken şey, onlara söz ve müzik ahengiyle dolu yaşantılar sunmak, ayrıca parmağını uzatmış bir öğretmen gibi değil de yaşamı sevdiren bir pamuk dede gibi yaşamın güzelliğini öğretmektir.

Çocuk için hayvan, insan veya nesne, eğer ona bir bilinç atfediyorsak, tartışmasız kabul edilecek bir şeydir. Aslında bu iyi anlatıldığında yetişkin için de geçerlidir. Buna kurmacada “şüphenin askıya alınması” denilin; yani okuyucu/izleyici anlatılan şeyin abartı ve olmaz bir şey olduğunu düşünse bile oyun/öykü süresince kabullenir. Üstelik çocukları sanatsal yaşantıya heyecansal tepkiyle ve hatta bedenle katıldığı için burada gerçek anlamda “iyi işleyen” bir zemin vardır. Bu nedenle onların kolayca sınayabileceği küçük olayları seçmek, ayrıca bunlarla özdeşleşen çocuğun kendi deneyleriyle hayatı öğrenmesini kolaylaştıran örnekler bulmak çok yerinde olur.

http://gurselkorat@blogspot.com
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on May 01, 2021 23:41

January 28, 2021

Abdülcanbaz

 

 

Kırk yıl önce Cumhuriyet’te Abdülcanbaz maceralarının tefrika edildiği zamanları düşünüyorum. Kırk yıl aradan sonra bunları yeniden okuduğumda, hem geçmiş zamanın çağrışımları, hem de şimdiki zamanın izlenimleri yan yana geldi ve Turhan Selçuk’u geleceği tahmin etmek bakımından bir kez daha çok derinlikli buldum. Fakat kadın ve erkek rolleri konusundaki yargılarının –ne kadar eleştirirse eleştirsin- erkek bakış açısına uygun olduğu da aklımdan geçmedi değil.Turhan Selçuk, okurundan felsefi sonuçlar üretmesini bekler. Bu yapıtları okuyup da zaman, mekan, cinsiyet, oluş, değişim, yaşamın anlamı gibi varoluşsal sorunları tartışma konusu yapmamak mümkün değildir.Kırk yıl önce aklıma gelmeyen bir şeyin, insan teninin felsefesini yapmanın, kırk yıl sonra aklıma gelmesi sanırım bundandı. Çünkü kendimi çıplak çizilen karakterleri yadırgarken yakalamıştım. Onların tefrika edildiği koşullarda, karakterlerin çıplak olmasının günümüze göre avangardlığı aklımdan geçti. O yıllarda yadırgamadığımı bu yaşımda yadırgamam, dönemin ruhuyla ilgili olabilirdi kuşkusuz. Fakat benimle de ilgili olabilirdi. Zamanın ruhuna bağlı olarak iç dünyamızdaki algılayış, hep kaçındığımız yönde değişir miydi acaba? Kesin olarak emin olduğum bir şey var, bugün bu yapıtlar çizilmiş olsa editör “şu kadınları giydir” derdi Selçuk’a, “bu insanlar niye çıplak geziyor, giysileri yok mu?”Oysa Turhan Selçuk’un bu tutumu çok önemli bir tavır olarak bir kenara not edilmeli. İnsanı çıplak olarak irdelemek onu bütünüyle kavramanın yollarından biridir. Çünkü sanat insanın bedensel ve ruhsal olarak başkalarının gözü önünde hem gerçek hem de mecazi anlamda çıplak olmasını gerektirir. Bu “olduğu gibi görünme” hali sanatçının aradığı insan hakikatidir. Dolayısıyla Turhan Selçuk’un karakterlerinin giyinikliğinde ve çıplaklığında onların sosyolojik görünümü değil ontolojik bütünlüğü öne çıkar. Altmışlı yıllardan itibaren zenginlikleriyle ve görgüsüzlükleriyle yabancı sermayeye kapılanmış, acımasız, halkı tümüyle hakir gören, bütün değerleri para ve zenginlik üzerine kurulu bir zengin sınıf vardı. Bu sınıf iktidarda olanların o kadar desteğini almıştı ki, sinemada yahut herhangi bir kitapta eleştirildiği zaman bu ya “servet düşmanlığı” sayılır, ya da komünizm propagandası yapmak olarak görülürdü. Sermaye sınıfı değerlerinin hayasızca, ikiyüzlüce göklere çıkarıldığı o dönem aslında eski toplumdaki beylerin ve paşaların zengin olarak tecelli etmiş hali olsa gerekti. Bu nedenle toplumun bu yarı burjuva seçkinleri aydınlar katında nefret uyandırmış, halktan ise korku ilekarışık bir saygı görmüştür. “Aman kimse kapitalizm ve sınıflar hakkında bir şey söylemesin” diye en ufak eleştiri şiddetle bastırılıyor, aydınlar büyük baskı altında tutuluyordu. Aziz Nesin’in evinde arama yapan polislerin bir mektuptaki y harfine takılarak “Bu y’nin kuyruğu niye böyle kıvrık?” diye sorabildiği, Sait Faik’in “Medarı Maişet Motoru” adlı romanının salt adı nedeniyle sınıf düşmanlığını akla getireceği nedeniyle adının değiştirildiği bir ülkede, 1960 sonrasında, gücünü Anayasa değişikliğinden alan kısmi özgürlükler yüzünden durum değişti. O yıllarda ilk kez açıktan açığa “Alın size sınıf düşmanlığı” dercesine, çatır çatır sınıfsal eleştiri yapan bir sanat patladı. Köyler, yoksullar, işçiler edebiyatta öne çıktı. Mizah zaten yapısı gereği siyasal eleştiriye yaslanır; 1960’lar solun 1940-60 arasındaki korkunç baskıya karşı, en azından edebi yollardan ve özellikle mizah üzerinden öç alışının doruğu sayılmalıdır. Şüphesiz buradan fazlasıyla politikleşmiş bir edebiyat da doğdu fakat bu konudaki tavır zaman içinde hızla sanat lehine değişti. Zenginlerin ve üst sınıfın nobranlığını keskin hatlarıyla gösteren Abdülcanbaz dizisi bütün Turhan Selçuk romanları gibi politikaya doğrudan dalmıştır. Politika ile gülmecenin iç içe geçmesi her zaman kabul edilebilir ama kanımca Abdülcanbaz serisini gülmece alanı içinde değerlendiremeyiz. Turhan Selçuk romanlarında gülmek, güldürmek amaç değildir. Bu romanlardaki Dionizyak etki eğlenceden değil yaşamın kavranışındaki hakikat duyusundan gelir. Özellikle kadın bedenini zayıfıyla şişmanıyla estetize eden Turhan Selçuk, erkek bedenini iyilikleriyle orantılı olarak idealize eder. Onun çizgilerindeki komprador adamlar yahut üst sınıftan bütün erkekler çirkin, göbekli ve ahlaksızdır. Oysa ideal erkekler, örneğin Abdülcanbaz ve Karanfil Hoca, diğerleri gibi hem ahlaki zayıflık içinde değildir, hem de bilime olan sevgileri onları üstün hale getirir.Ne var ki çalışan sınıflardan yana tavır alan bir kişi olduğu halde, Turhan Selçuk’un zengin ailelerin yanında çalışan kadınlara bakışındaki kayıtsızlık şaşkınlık vericidir. Onları bilinçli ya da bilinçsiz olarak kendilerine reva görülen şeye karşı koyan, bunların farkına varan kişiler olarak göstermez. Örneğin Bir Köpeğin Anıları’nda Cavidan, Kumru ve Bürümcük adlı kadınlar cinsellik bakımından erkek dünyasının belirlediği sınırlarda yaşayan, bedenlerini o dünyaya sunmayı öğrenen kişilerdir. Burada Turhan Selçuk’un kadınların bu hale düşürülmesini eleştiren bir yaklaşımı olduğu da akla gelebilir ama kadınlardan karakter tavrı olarak yükselen bir itirazın olmayışı düşündürücüdür. Öyle anlaşılıyor ki Turhan Selçuk burada “kendinde” olan, yani sınıf bilincine ulaşarak “kendisi için” düşünmeyi başaramayan insanları göstermekte ve tepki göstermeyi bir bilinçlenme edimi gibi ele almaktadır. Fakat bazen insani tepkinin herhangi bir bilinçli insanın gösteremeyeceği kadar keskin olduğunu da unutmamak gerekir. 

 

Turhan Selçuk’un Sanatı
Sempozyum Bildirisi 
 
Milas Belediyesi/ Ağustos 2020
(Kısaltılmıştır)

http://gurselkorat@blogspot.com
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on January 28, 2021 03:30

November 11, 2020

YAZARIN SEÇİMİ


Andrea Kowch, Reunion


Varoluşsal suçluluk, kanımca Adem ve Havva’dan hareketle tek tanrılı dinlerden geliyor ve insanın bir günahın meyvesi olduğu fikrine dayanıyor. Bu nedenle modern edebiyatın, insanın doğuştan suçlu olduğu görüşüne itiraz edenler tarafından biçimlendirildiğini düşünürüm: Emile Zola suçun toplumsal eğitimle aktarıldığını öne sürerek varoluşsal suçluluğa itirazın yolunu açmıştı, psikanaliz sonrası edebiyatta bu itiraz derinleşmiş, totaliterlik, babalık ve özgürlüğün kısıtlanışı arasındaki ilişkiler Kafka ve Joyce sonrasında görünür hale gelmişti. Varoluşçuluk da varoluşsal suçluluğa, doğuştan geldiği söylenen ve kendimize ait olmayan suçlardan ötürü yargılanamayacağımızı söyleyerek karşı çıkmaktaydı: Çünkü varoluşçuluğa göre insan özgürlüğünü kendisi kurar, bu nedenle kader yoktur ve insan yalnızca seçimlerini yaparak kendi ahlâki sorumluluğunu inşa eder. 

Romanlarımda varoluşsal suçluluk yerine varoluşsal dönüşümle uğraşmamın bu tartışmalardan beslenen bir yanı var. Kanımca kader insan eyleminden gelir ve dolayısıyla insan, kendini var eden yahut ezen toplumsal yapıları şikayet ederek değil onları dönüştürmeye çalışarak, bir eylem yoluyla kaderini kurmuş olur. Bunun bir romandaki en belirgin karşılığı, karakterlerin açmazlardan dönüşerek çıkması ve yazarın daha önce benzeri olmayan bir dille bu açmazları göstermesidir.

Toplumun gurur duyduğu geçmiş zaman hikayeleri kadar başarısızlık hikayeleri de hep vardır. İnsan, kendisinden önce yaşanan olaylarda, zaten hiçbir pay sahibi değildir. Dolayısıyla, geçmişteki bazı olaylar hoşuna gitse de, bazıları için de üzülür. Fakat sağlıklı bir zihin yapısı, hiçbir zaman geçmiş başarılardan ya da yenilgilerden ötürü kendini suçlu ya da haklı bulmaz. Onun sorumlu olacağı şeyler kendi eylemlerinden doğanlar olabilir. 

İşte bu durumun yazardaki karşılığı şudur: Bir yazar, anlattığı olaylar karşısında bir “taraf”ı temsil etmekten yahut suskunluğu seçip “geçmişteki olayı dolaylı olarak onaylamak”tan kaçınmaladır. Yalnızca bu tavrı seçen bir yazar “insanlık kültürü dairesi”ne adım atmış sayılır.

Çocukken bile tarihin bize ve başkalarına göre farklı biçimlenebileceğini sezen bir ferasetim vardı. İnsanların kendi dinsel inancının haklılığından kuşku duymadığını, her inancın da kendi içinde tutarlı olduğunu küçüklüğümden itibaren seziyordum. Etnik ve dinsel tutuculuğa göre biçimlenen bir yerde yetiştiğim ve hatta bunun yoğun propagandası içinde kaldığım halde, fanatizmden hiç hoşlanmadım. Beni her zaman insanlığın bütünlüğü ilgilendirdi. Çünkü bir olayı “biz”e göre anlattığımızda başkasının aynı olayı kendisine göre açıklayabildiğini hissediyordum. Egemen kültürde doğup yetişsem de bu, “öteki” karşısındaki merakımın benimle birlikte büyümesini engellemedi.

“Biz” Orta Asya’dan geliyor ve buraları “ele geçiriyor”duk. Hep savaş halindeydik, “başka milletlere boyun eğdiriyor”duk. Bu anlatı dilini eski çağlardaki anlayışa uygun bulsam da yaşadığımız dönemle bağdaştıramıyordum. Görüşlerini beğenmediğim yan komşumun evini işgal edip onu evinden kovmak ve “Burası benim evim!” diye bağırmak gibi bir şeydi bu. Geçmişte olan bu şeyi bugünün ölçüleri içinde savunmam mümkün görünmüyordu. Üstelik geçmişteki savaşlarla övünmeyi de anlamıyordum. Tarih yoluyla bugünkü zaman üzerinde yaratılan ideolojik manipülasyon bana göre kabul edilebilir değildi. 

Romanlarımda herhangi bir etnik kişiliğin, bir dinin ya da ideolojik kimliğin ön plana çıkmaması, gençliğimden beri izini sürdüğüm evrensel bakış açımdan kaynaklanıyor. Antik Yunan’da sağduyuyu temsil eden koro gibi, beni de bütün insanlığın vicdanını temsil eden, içimde yankılanıp duran bir “insanlık korosu” sürekli uyarır; üstelik insanlığa mal olmuş yazarların da bu koronun diliyle konuştuğunu hep hissederim. Anadolu’nun bütün kültürlerini yani ortodoksları, kalender zümrelerini, sünni cemaatleri ya da doğa dinlerini eşit bir uzaklığa çekilerek anlatabildiysem işte bu sayededir. Kendi kültürel konumumu “biz” olarak meşrulaştırıp diğerlerini yok saymaktan bu sayede kaçındım. Ötekinin haksızlığından mağduriyet çıkarıp kendi haksızlığından yiğitlik devşiren nobranlık ve kibirden uzak durmamı sağlayan şey ise, evrensellik fikrinin dayandığı nesnel bakış yöntemi oldu.

Gençliğimde nitelikli romanlar kadar propaganda içerikli romanlar da çok yaygındı. Fakat o yaşımda bile politik içerikli romanların katarsise dayalı bir “haklı dava” bakışı içerdiğini fark etmiştim. Bana göre “bizimkiler”in haklı olduğu ve ötekinin rezilliğinin açıkça gösterildiği bu romanlarda hayali doyumdan başka bir şey yoktu. Bugün, dinsel ve hamasi romanlar yazan ve bununla sanatı ıskalayanları gördükçe aklıma o günler gelir. Oysa sol kültür genel olarak bu yanlışlığı sezmeyi zamanında başardı ve propagandayı sanatsal eylemin dışına sürdü. Bu yaklaşımın farkına varmam sayesinde sanatla siyasetin ayrılığı konusundaki görüşlerim kökleşti. Şolohov’un Durgun Don’da Bolşeviklerin değil de Kazakların arasında yaşanan bir dramı anlatmasına bu yüzden hiç şaşmadım. Politik açıdan karşıt olanların benzer sanat yapıtları üretebilmesi bana ilginç geliyordu. Dali ile Picasso, dünya görüşleri açısından değerlendirilirse ikisinden birinin üstünü çizmek gerekirdi; fakat sanatları açısından bakınca ikisini de beğenebileceğimizi görüyordum. Başka düşünceleri küçümsemeden solcuları anlatmam, solculukla övünmeden herkesi insanlık çerçevesinde bir araya getirmem bundandır. Kanımca yazarın ödevi kendi varoluş biçimini herkesin gözü önünde onaylamak değil, kendi siyasal konumundaki kişilere bile eleştirel gözle bakabilmektir. Öbür türlü “propaganda ve sanat”, “iktidar ve sanat” kavramları arasındaki derin ayrılık görülemez.

Yalnızca din ve milliyet konularına değil, cinselliğe bakış da yazarın varoluşsal suçluluk konusundaki yaklaşımını net olarak gösterir. Yazarların bu konularda bir ahlakçı gibi vaaz verdiğine zaman zaman rastlanır. Oysa insanın her şeyine açıklıkla bakmakla yükümlü olan sanatçının cinsellik konusunda kesin bir hükümle ve tek cinsiyetin bakış açısıyla kendini sınırlaması yanlıştır. Yazar, bütün yerleşik değerlerin ve kendi cinsel konumunun ötesine çıkarak düşünmekle mükelleftir. Çünkü yazar kendi bedenindeki her şeyle ve kafasında taşıdığı her bilgiyle karşı karşıya geldiğinde o güne kadar bilmediği ve hatta kabul etmediği bir şeyle yüzleşmek zorunda kalabilir. Böyle bir durumda önyargılar değil, hakikatler yazarın ahlaki seçimine etki edecektir. Hatta yazarken ortaya çıkardığı ve o güne kadar farkına varmadığı birçok şeyle yüz yüze gelen yazar, toplumsal değerlerle bağdaşmayan bir hakikati açıklıkla sergilediği için büyük bir övgüyü hak eder. İşte bu, yazar ahlakıdır ve bildiğimiz genel ahlaktan başkadır; hiçbir şeyle ölçülemez, o yüzden de yargılanamaz.

“Yazarın toplumsal değerlerle bağdaşmak zorunda olduğunu” söylemek, yazarlığı bomboş bir onay ve propaganda aracı olarak görmek demektir.

Çağımızın cinsel suçları varoluşsal olarak asla suçlanamayacak, doğuştan getirilen cinsel kimlikleri önyargısız bir biçimde ele alamayan insanların eseridir. Bu nedenle edebiyat bu alana el attığında bir dilsel arınma eylemi yaşamalı ve cinsiyetlere göre yapılandırılmış basmakalıp söylemlerden uzaklaşmalıdır. İçine doğduğumuz dünya cinsiyetçi bir dille örülüdür ve bu dil yüzünden edebiyatın ve bilimin dışından beslenen her insan kültürel cinsiyet kodlarını varoluşsal bir hakikat sanabilir. Ne var ki bilim kavramsal olarak, sanat da eylemsel olarak bu seçimlerden birini onaylamaktan kaçınmak zorundadır.  

Gençliğim cinsiyetçiliğin yarattığı tahribata itiraz eden bir toplumsal çevrede geçti; Simone de Beauvoir’ın kitaplarını on yedi yaşımda okumak mutluluğuna eriştim. Kadınları ve erkekleri toplumsal kodlarından arındırmaya böyle başladım. Belki de bu sayede Yine Doğdu Tanyıldızı’nda eşcinsel aşkı anlatabilme mutluluğunu yaşadım. Kanımca bütün cinsiyetler eşit haklara sahip iç dünyalar olarak değerlendirilmelidir. Yazarın yalnızca nötr cinsiyet dilini kullanarak başarılı bir yazar olabileceğini hep söylemem bundandır. 

Yazar, ırk, din ve cinsiyet ayrımından uzak bir anlatı düzenini seçerse tüm insanlığı sezebilir. Böylece kendi kültür çerçevesini, cinsiyetini veya dinini suçlamak ya da onaylamak gibi aşırılıklar içine girmez.

Psikiyatride, felsefede ya da edebiyat araştırmalarında varoluşsal suçluluk kavramı dikkate değer. Ama benim yazarlığım varoluşsal dönüşüm, insanlığa yönelik merak ve yaşama sevinci ekseninde devam edeceğe benziyor.

 

 

Varlık Dergisi

Ekim 2020

http://gurselkorat@blogspot.com
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on November 11, 2020 01:30

September 15, 2020

ÖLÜMÜN KARDEŞİ

Clytemnestra, Murder of Agamemnon. Pierre Guerin, 1817


 

Robert Schneider’in Uykunun Kardeşi adlı bir romanı vardır; ölümü anlatır. Aslında Tanrıça Nyx’in iki çocuğundan birinin adı Ölüm, öbürünün adı Uyku olduğuna göre, kim kimin kardeşi olarak tanımlanırsa tanımlansın durum değişmez: Ölümü ya da uykuyu anan herkes unutmaya vurgu yapmış olur. Çünkü ölümle uykunun ortak noktası unutmadır; Antik Yunan düşüncesinde Lethe Irmağı’nın suları üstünden geçtikten sonra, yahut mezara konulunca başlayan bu süreç ruhun zaman içinde uyanışıyla birlikte anımsamaya dönüşür. 

Demek ki unutma da anımsamanın kardeşidir.

Fakat uyuyan kişiyle ölen kişinin unutuşu eş güçte değildir. Ölümdeki unutma halinin dönüşü yokken uykununki geçicidir. Bu nedenle onları eş güçte kardeşler olarak göremeyiz. Ölüm tam uykudur, uyku ise birazcık ölmek.

Ölümün dönüşsüz bir unutuş olduğu gerçeği, bir ölüp geleyim diyene hiçbir koşulda rastlanmadığı için tartışmasızdır; bu nedenle ölümden sonra insan için hakikatin ne olduğunu bilemeyiz. Fakat uykuya gidenin belli bir süre için unutacağını biliriz ve onun bir uyuyup geleyim demesi bizde endişe yaratmaz.

Ne var ki, insanın bir de varoluşsal unutkanlığı vardır: Bir yaşantının üstünden zaman geçtikten sonra ayrıntılar aklımızdan silinir ve olaylar akılda başka türlü yer etmeye başlar. İnsan en çok yanlış anımsadığı şeyler yüzünden yalancı gibi görünmektedir. Şüphesiz, insanın yalancı olduğu için yanlış anımsadığı da söylenebilir.

İnsanın doğasından gelen bu varoluşsal unutuş beni çok etkilemiştir; ilkgençlik yıllarımdayken, annemle babam bebekliğimde geçen bir olayı bana ne zaman anlatsa bunu sanki başka birinin başından geçen bir olay gibi dinler, anlatılan şeyin belleğimde hiçbir yeri olmadığını görür ve buruk bir mutluluk duyardım: O anda bana bebeklik çağını hem yaşamış hem de yaşamamış olduğumu söyleseler yanlış olmazdı. Ta o zamandan fark ettim ki, insanın ilk yaşları sevinçli, coşkulu ve çağrışımlı bir uykuya benzer. Bebeklikle ilgili anımsanan şeyler kopuk kopuk anımsanan rüyalar gibidir. Bu nedenle gençlik yıllarımdan beri “yaşam bir rüya gibidir” diyen herkes gözüme yaşamın anlamını bulmuş bir filozof gibi görünür.

Zaman içinde baktım ki pek çok tanıdığım kişiyi unutuyorum, “Neydi onun adı?” diyerek düşünüyorum, üniversitedeki sınıf arkadaşlarımla karşılaşınca tanımıyorum, bazı insanlarla çok iyi dostluklar ettiğim halde onlar aklımdan çıkıyor: Bunun üzerine “İnsan geçmişini sürekli ölüyor” sözü çıktı geldi içime. Bunu bir romanımda, Kalenderiye’de, Venedikli tüccar Mazzone’ye söylettim. O gün bugündür geçmiş zamanı algılayışımızın, unutkanlıkla birlikte algılamak olduğu konusundaki görüşüm netleşti.

Bellek ve uyku birbirine zıttır; bellek silindikçe unutma ve uyku öne çıkar. George Orwell bu nedenle 1984’te, romanın baş kişisi Winston’a kayıp Londra’yı aratır, geçmiş sürekli olarak yok edilmekte, yaşam sürekli olarak başka katmanlar üzerinden akıp gitmektedir. Sokakların Ölümü’nü de benzer bir düşünceyle Kayseri’deki eski kültürün inşaat tanrısı tarafından ortadan kaldırılmasına ağıt olarak yazmıştım. Yalnız Kayseri değil, bütün şehirlerimiz son otuz kırk yılda inşaat ve yol fetişinin kurbanı oldu. Geçmiş dünyanın izleri silindi. Bu yeni kent anlayışına bakarak şu sonuca vardım: Şehirler de geçmişini unutur. Şüphesiz Roma ve Venedik bunu daha az unutmuştur; fakat kültürle ilişkisi basit bir hezeyandan ibaret olan her yer geçmişini tarihin karanlıklarına gömmüş görünmektedir. Bugünün İstanbul’u ile geçmişin İstanbul’u arasında uyku gerçeği ile gündüz rüyası kadar büyük bir fark vardır. 

Şüphesiz zaman içinde şehirlerdeki değişim kaçınılmazdır. Hem yapıların dayanıklılık süresi, hem yangınlar ve hem de savaşlar kentlerin geçmişini siler. Fakat en azından kültür katmanları arasında bir ilişki bulunur ve günümüz insanının da yeni katmanları bu eski bağlara göre kurması gerekir; çağımızda geçmişe ve bugüne yabancılık çekmeden yaşamanın yolu budur. Oysa etrafımız elli yıl öncesine kadar kimsenin bilmediği yüksek apartmanlarla, çok sayıda araçla ve teknik yeniliklerle kuşatılmış haldedir ve biz henüz bu kadar çok uyarıcının neleri ortadan kaldırdığına ilişkin sonuçları anlamış değiliz. 

Kültür katmanları arasında bir bağ olmalı, derken Troya’daki sekiz katmanı düşünelim. Bu katmanların birincisi ile ikincisi birbirine pek uzak olmayabilir ama sanırım altıncısı, yedincisi ve sekizincisi ilk katmana yabancıdır. Bu doğal bir ilerleyiş yoludur. Oysa günümüzde, değişim insanın gerçekle hayali birbirine karıştıracağı kadar hızlıdır ve geçmiş duygusunu yok etmektedir. Ben, geçmişi çok sevdiğimden değil, geçmişle bugün arasındaki değişim hızının sonuçlarının tehlikeli olabileceğinden korktuğum için böyle düşünüyorum. Muhafazakâr bir kişiliğim olmadığı halde bunlar için kaygılanmamın nedeni belki de bu ülkede gerçekten muhafazakâr denilen insanın olmayışıdır. Kendine muhafazakâr diyen kişilerin geçmişi yok etmedeki iştahı ve bütün insan, doğa, hayvan ve toplum odaklı düşüncelere karşı geliştirdiği taassubun korkutuculuğu bir başka hakikattir. Bu ülkede muhafazakâr yoktur, mutaassıp vardır sözünü yıllar önce söylediğimde tam da bunu kast etmiştim. Üstelik o gün bugündür düşünüyorum ve anlıyorum ki muhafazakâr denen kişilerin geçmişi unutmama ve koruma duygusunun yokluğu şaşkınlık bile uyandırmaz oldu. Şehirlerin ve dünyanın hızlı değişimi, muhafazakâr insanın ekonomik davranışını nesne fetişizmine kaydırdı, siyasal davranışı ise geçmiş için yaratılmış hayali bir söylemin inşası oldu. 

Böylece muhafazakar olmayanların tüketim ekonomisini reddetmek ve geleceği doğa yararına inşa etmekten başka bir hayali kalmadı. Bunu eskiyi anlayarak yapmak zorunludur, çünkü eski insanların yaşam bilgisi bize gereklidir; onları yinelemeye kuşkusuz gerek yok, ama onlarla aramızdaki bağı unutturmayan bir yol bulmak zorundayız. 

“Hititlerin sokaklarında neler varmış” diyerek dolaştığım Kaniş şehrinde yahut neolitik çağ insanını düşlemek için gittiğim Çatalhöyük’te izleri duran yaşam kültürü günümüzden o kadar uzak ki, bunu korkutucu buluyorum. Oysa çocukluğumda gördüğüm düz damlı kerpiç evler ve kağnılar neolitik çağa da Hititlere de bir yerinden dokunuyor. Dünyanın kırk yılda yaşadığı dönüşüm, insanın, doğanın ve hayvanların, sermayenin hedeflerinden daha önemsiz hale geldiği acımasız bir ruh halini inşa etmiş görünmektedir. Postmodern çağ, geçmişten o kadar hızlı koptu ki, geçmişi akılla kavrıyoruz artık, duyularla değil. Bu yüzden aramızda ortaçağın barbarları dolaşıyor. Bu kişiler, uykularda bir beliren zebanilere benziyor. Bu çağa alışamamış, apartmanda yaşayan neanderthal insanları gibiler. Televizyon kumandası kullanan maymun ve bisiklete binen ayı ile insan arasındaki fark azalıyor. Ortaçağdaki akılla bu çağda dolaşanların sorunlara ve çözümlere bakış açıları dünyamız için bir karabasandan ibaret. Çağımız gerçeğe bir türlü uyanamamış çoğunluğun dünyamıza yaşattığı ağır bir kabus içindedir. 

Çağımızda iyi ve kötü yetişmiş insanlar olarak bölündüğümüz, bunun toplumlar ölçeğinde de böyle olduğu akla getirilirse geleceğimizin çok parlak olmadığını söyleyebiliriz. Çünkü bugünkü şehirlere ve yaşam biçimlerine baktığımızda geçmiş yüzyılların devamı olan bir ülkede olduğumuzu söyleyemeyiz. Bizden önce başka biçimde yaşanmış kültürlerin coğrafyası üzerinde durduğumuzu aklımız almaz. Dinozorlar çağı ve hatta bir zamanlar bütünüyle sularla kaplanmış olan dünyamız basit bir fantastik hikayenin konusunu akla getirir. Bu nedenle dağın başında deniz kabuğu görünce ürperirim. Çünkü bu şimdiki zamanın uykusunda beliren bir yanılsamaya benzer. Geçmiş zaman, uykuda geçen zamanlar gibidir. Ha milyon yıl önce ha dün fark etmez, geçmişin yakın olanıyla uzak olanı arasında niteliksel olarak bir fark yoktur.

Demek ki insan ve kültürler gibi, doğa da unutur. Bu noktada Spinoza’ya uyarak “tüm varlığın hem ruh ve hem madde olarak aynı şeyden yapılı olduğunu” öne sürersek, unutma ve anımsamanın aynı hamurdan yapıldığını söylememiz de kaçınılmaz olur. Bu durumda en azından unutkanlığımızın doğamızdan geldiği tartışılmaz hale gelir ve uyku dalıp dalıp geçmişi unutan ömrümüzle barışmayı seçeriz.

Rüya Körü’nde insanın doğasındaki unutkanlığı, doğanın unutkanlığına benzetmesem de oradaki bazı bölümleri bu niyetle okuyabileceğimizi görmüyor değilim:

 

“İnsan daima unutur. Çünkü süreğen olarak geçmişte veya gelecekte duramaz. Yapabildiği tek Tanrısal eylem, hatırlamaktır.

Zamanın dayanılmaz ve üstün gücü, çığlıkları taşıyıp götürür uzaklara; doğmuş her şey karanlıklara dalar. Değerini ve gücünü kutsadığımız, kahraman saydığımız yahut saymadığımız ne varsa kaybolur. Yalnızca apaçık ortada olanlar görünmez ve gizlidir, hatırlayışın ışığına tutulana kadar.”

 

Uyku ve rüya ile uğraşan her insan aslında bir şekilde unutma ve anımsama konusuna gelip takılacaktır. Roman yazarının dolaştığı en temel kıtalardan biri uyku ve rüya olduğuna göre buradan kaçış olamaz. 

Unutkan Ayna’yı yazarken, doğamızdaki unutkanlığa itiraz etmek ve akılda tutmanın aklını çizmek için fotoğrafı bir bellek çengeli gibi kullandığım söylenebilir. Fakat bilindiği üzere, görüntüler çoğaldıkça onların da bellekte tutulamadığı, unutkanlığın yine öne çıktığı tartışmasızdır.

Yazılı şeylerin ölüme meydan okuduğu doğrudur, sözlü kültür ölüp gitmemek için yazıya geçirildiği kadarıyla korunmuştur; fakat yazıları okuyan olmadığı sürece onları anımsayan da olmayacaktır. Aslında bilim, sanat, din ve felsefe, sürekli belirip yok olan rüyalar gibi bir görünüp bir yok olan hiçlik malzemeleridir. Sonuçta katı olan her şey buharlaşacak ve geriye uyku bile denemeyen bir boşluk kalacaktır.

Doğmadan önce bilincimizin olmayışı nedeniyle, dünyaya uykudan uyanmış gibi geldiğimizi düşünmek bana hep çok dokunaklı gelmiştir. Doğumdan öncesinin hiçlik oluşu, ölümden sonrasını da hiçlik olarak yorumlamamızı koşullar. Fakat insan ölünce hiçliğe değil de uykuya gider gibi uğurlanır yine de. Uyuyan kişinin yanında konuşurcasına ölünün başında da konuşuruz, ölülerin arkasından, yaşadığı zamanlardaki halini anımsayarak sözler ederiz. Ölü, uykudaki insanla eş hizaya konulur. Onun doğumdan başlayarak ölüme kadar sayısız düş gördüğünü, bir yığın düşünce kurduğunu ve bir yığın yaratıcı fikri de yok ettiğini sezer ve o an yaşıyor olmamıza şaşarız. Ölünün yanındaki canlılığımız, kabus görenin başında bekleyen uykusuz kişinin erincini andırır. İnsan gözleri kapalı doğmuş ve en sonunda, gözleri kapalı gitmiştir. Rüyalarla geçen bir ömür rüya olmak üzeredir.

Belki de bu nedenle uyumak bizi korkutur: Çünkü bazı uykular ölüm provasına benzer.

İnsanlar şu ya da bu yüzden uyumaktan endişe edebilir. Kötü rüyalar görenler, hep aynı rüyayı görenler, nöbet tutanlar, araba kullananlar ve donmak üzere olanlar henüz ölmedikleri halde uyudukları zaman olacakları bilseler de uykuya karşı koyamazlar.

Şüphesiz uyanmaktan kaygı duymak da mümkün: Eskiden “Su, su!” diye inleyerek narkozdan uyanılırdı, şimdilerde o kadar zor değilmiş, öyle diyorlar. Bir de öldüğü sanılıp mezara konmak var; böyle bir uyanma halini düşünüp de korkmamak mümkün mü? Beni bunları söylerken bile ateş basıyor. 

İnsanın uykuya dalıp uyanamayacağından korkması yeni bir korku olmasa gerek; belki de çok derin kökleri vardır. Fakat ölümden uyanmak korkusu daha sarsıcı bir şeydir. Çocukluğumda İsrafil’in düdüğünü çalınca insanların uyanacağını, herkesin önce cehennemde toplanacağını ve boynuzlarının çıkacağını anlatmışlardı. Boynuzları çıkanlar meğer cehennem kapısından geçemeyecekmiş, boynuzları çıkmayanlar ise geçip gideceklermiş cennete. Böyle bir uyanış herhalde çekilecek dert değil.

Uyku, insanın bilinçdışı derinliğine baktığı bir anımsama yoludur.  İnsan uyurken dış dünyaya kapılarını kapatır ve iç dünyadakileri düşünmeye başlar.  Ne var ki bu düşünme çağrışımsal, simgesel ve örtüktür. Bu nedenle rüyaların çoğu daha uyanır uyanmaz unutulur.

Rüyalarda kendimizi de görürüz. Rüyalardaki eylemlerimiz kendi hakkımızdaki düşüncemizdir ama bunu başkalarının gözündenmiş gibi yansıtırız.

Roman tam da budur işte. İnsanlık ve kendi hakkımızdaki düşüncelerimizi biz söylememişiz gibi söylemek. Yapmamışız gibi yapmak. Yapmışız  gibi yapmamak.

İnsanın somut mekanla ilişkisi, geçmişi olmayan bir ilişkidir. Geçmişi adeta bağıran Kapadokya’da dolaşırken bile insanların salt şimdiki zamanla sınırlı olduğunu şaşırarak fark ederim. Bazıları kayaçlardaki doğa tarihinden habersizdir, bazıları kiliselerdeki donmuş zamandan; bazıları yalnızca balonla Kapadokya arasında bir çağrışım ilişkisine sahiptir, bazıları ise inşaat ve turizm rantından başka bir şey görmez.

Oysa benim Kapadokya ile ilişkim taşların uykusunu inceleme ve sakladığı rüyayı arama çabasıyla başlamıştır. İlk çekicin indiği kaya ve oradan püsküren tozlar, benim belleğimde canlanıp başkalarına gider. Kilise ressamları, keşişler ve dervişler; Kapadokya’nın şimdi bilmediği o bambaşka metaforlarla dolu heterodoksa benim hayalimle birlikte genişler. 

Bunları böbürlenerek değil, bir başka gerçeği işaret ederek yazıyorum: İnsanın doğası ne kadar unutkanlıkla içerili olsa da, sanatın doğası yeniden yaratmayla ve anımsamayla ilişkilidir. İnsan sanat yapıtında uykudan uyanır ama başka bir rüyayı kurar. Ben sanatı insanlığın rüyası olarak görürüm.

Oysa siyaset uykudan yanadır. 

Sanatın rüyası anımsatıcı ve ayartıcıdır; oysa siyaset uyuyanları sever, yapısı gereği sürekli olarak bir şeylerin yok olmasından yanadır.

Sanatsal eylem geçmişi, uykularımızı ve bilinçaltımızı bugüne serer. Bu nedenle ben geçmiş yüzyılları sevdiğim için değil, onların bugüne ve yarına düşen izini çok sevdiğim için tarihsel romanlar yazarım. Geçmiş olayların hangisinin iyi ya da kötü olduğunu belirlemek de bir sav ortaya koymak da romancının işi değildir. Romancı insan hakikatini tarihsel, güncel yahut fantastik bir atmosfer içinde arayan kişidir. 

Yazdığım bütün tarihsel romanlarda insanın uykuyla ve rüyayla kurduğu ilişkiyi hem dönemin ruhuna uygun olarak ele aldım hem de yirminci yüzyılla birlikte başlamış olan bilimsel bakışı elden bırakmadım. Çünkü bir yazar geçmişi anlattığında tam olarak geçmişin içinde duramaz. Bana kalırsa durmamalıdır da. Yapılması gereken şey geçmişi bugünden anlamaktır. Roman bugünün sanatıdır ve dolayısıyla ekseninde geçmişten çok bugünü anlamak vardır.

Günlük yaşamda uyuşuklar, çevikler, akıllılar, akılsızlar gibi bir de uykucularla uykusuzlar vardır. Uykucuları genelde tembellikle suçlarız ama hepimiz de uykuyu severiz. Uyuyanlardan uykusu azalan yaşlılar, kaygıyla uyananlar ve işi çok olanlar hoşlanmaz. Gereğinden fazla uyumak bir hastalıktan çok miskinliği, az uyumak ise sorunlu bir iç dünyayı işaret eder. Gene de hepimiz az uyuduğumuz ve çakı gibi sağlıklı olduğumuz bir yaşamımız olmasını dileriz. Çünkü çok işi olanlar, ders çalışanlar ve bir işi yetiştirmek zorunda kalanlar için uyku, boşa geçen bir zaman gibi görünür. Gençlik yıllarımda “keşke uyumasak da, ömrümüzü daha yoğun yaşamış olsak” dediğim aklıma geliyor. Oysa zaman geçtikçe uyku ile sanatsal yaratıcılık arasında derin bir bağ olduğunu anladım. Bu bağ, “uyku sevmekle” değil, “uykuyla”dır; çünkü uyku, insan düşüncesi için sorunların kavşağıdır. Oradan da bakarız hayata. Oradan da düşünürüz. Yataktan fırlayıp yazmak çok şaşırtıcı bir eylem değildir. 

İnsan uykuyla ilişkisini en çok rüyalar yüzünden sever; ulaşamadığı hayallere orada ulaşır, sevemediklerini orada sever ve bu yüzden öyle görünüyor ki, uykuda geçen zaman, yaşanmış ömre dahildir ve uyumakla yitirilip giden bir şey yoktur.

 

"Müstakil Eylem"

Uyku Üzerine 28 Kalem Darbesi adlı kitapta yayımlanmıştır.

Kara Karga Yayınları

Editör Tarhan Gürhan 

http://gurselkorat@blogspot.com
1 like ·   •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on September 15, 2020 12:34

May 23, 2020

Yazarın Duyguları

V. Hugo Anıtı, Sorbonne Üniversite Avlusu Paris. G. Korat 2014

Bir öyküde yazar konuyu anlatmaktan zevk duyduğu kadar acı da çekmelidir: Bu, güçlü bir yapıya işaret eder.Diderot’nun aktörlük üzerindeki düşüncelerinin yazar için de geçerli olabileceğini hep düşünürüm: Diderot oyuncunun duygudan duyguya geçişinin akılla düzenlenmiş bir iş olduğunu öne sürer, gerçekten duygulananlar, kendilerinin üzerine çıkamayanlar sahnede başarısız olurlar. “Derler ki komedyenlerin hiçbir karakteri yoktur, çünkü her türlü karakteri oynaya oynaya, doğanın kendilerine verdiği karakteri kaybeder ve tıpkı hekimin, cerrahın ya da kasabın zamanla katı yürekli olmaları gibi sahteleşirler. Sanırım burada neden sonuç olarak alınmaktadır; bence asıl hiçbir karakterleri olmadığı için komedyenler bütün karakterleri oynayabilmektedir.” (Diderot: Aktörlük Üzerine s.51)Diderot yazarları da farklı değerlendirmez. Onları her şeyi algıladıkları halde heyecana kapılmayan kişiler olarak betimler ve sanat yapıtının akılla inşa edildiğini önemle vurgular. Gerçi duyguları büyütmede oyuncuyu yazardan daha abartıcı bulduğu anlaşılıyor: Voltaire izlediği oyuncunun performansını öyle şaşırtıcı bulur ki “bunu ben mi yazdım” diye çığlık atar; Diderot bunu güzel bir belagatle anlatır.Diderot’ya bakarak rahatça şu çıkarımı yapabiliriz: Yazar, duyguları eylem sırasına göre soğukkanlılıkla sıralar ve onları etki hizasına yerleştirir. Aktör yazılmış sözü oynar ve geliştirir, oysa yazar yazılmamış sözü bulur, eylemini düşünür, onu oynar ve en doğrusunu araya araya oyuncunun oynayacağı sözü yazar. Yazar olmayandan var eder; oyuncu ise varolandan yeni bir şey var eder.Yazar acı çekmelidir demiştik. Fakat yazdıklarının etkisinde kalıp içini dökerek değil. Böyle bir şey, yani içini rahatlatmak için yazmak, tıpkı başarısız bir aktör gibi kendi kişiliğinin üstüne çıkamamak demektir. Bu, vasatlık getirir. Yazar kendi kişiliğini aşmak, kendinin dışında pek çok şey olmak ve bunun hesabını vermemek üzerine kurulu bir ahlaki düzlemde yer almak zorundadır. Yazar farkı kişileri anlatır, onların eylemlerini sezer, iç duygularını kurar ve bir mantık bütününe ulaşır. İşte bundan sonra eylemler gelir, sonra da bir duygu oluşmaya başlar. Yazar içini dökerek acı çekmez, tıpkı bir oyuncu gibi yarattığı etkinin acısını çeker.Öykü, kişiler arası etkileşim hesaplanarak kurulur. Öykünün kuruluşunda baş karakter (protagonist) kötü kişi (antagonist) en iyi arkadaş, sevgi duyulan karakter,  sırdaş, katalizör, akıl hocası ve nükteci gibi sinemada kalıplaşmış bazı kişilik unsurlarını hesaba katmak gerekir.Yazar karakterlerin amacını bilmelidir. O amaca ulaşmak için neler yapacağını da. Ayrıca karakterlerin geçmişini, alışkanlıklarını, yakın ve uzak durduğu şeyleri bilmenin önemi büyüktür. En azından belli başlı karakterler için (metinde yer almasa da) birer yaşam öyküsü tasarlanmalıdır. Böyle kurulan öykülerde metinde yer almasa da derinlik hissedilir ve öykünün insanları etkilemesi, onlar tarafından rahatça algılanması sözkonusu olur.http://gurselkorat@blogspot.com
1 like ·   •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on May 23, 2020 03:12

January 28, 2020

Belleğin Yolculuğu

                                                                             Atina 2015

2004 Olimpiyatlarından önce bir yayın kuruluşu için Atina’daki hazırlıkları yazmak üzere yola çıktım. Apar topar verilmiş bir karardı bu. Ne akreditasyon yapmaya ne de konuyu derinlemesine çalışmaya zaman vardı. Daha önceleri Atina’yı bir iki kez yazdığım için benim gitmem isteniyordu. Hiç de ilgili olmadığım sporla ilgili bir şeyler yazmak bana pek sevimli gelmediği için söylene söylene yola çıktım. Fakat yanıldığımı kısa sürede anlayacaktım.Syntagma’da bir otele yerleştim; bütün insanlığın varlığını bilmekten ötürü mutluluk duyacağı o tepeye, Partenon’a bakan balkonumda nerelere gideceğime dair planlamayı yaptım.
1896’daki ilk dünya olimpiyat karşılaşmalarının yapıldığı Kallimarmaro’yu özel olarak çalışmak gerekiyordu, Pire’deki kapalı ve açık stadyumlar, şehrin değişik noktalarına konumlandırılmış pek çok spor alanı da görüntülenmeliydi. Çok büyük güvenlik önlemleri vardı, Yunan polisi akreditasyon yapmamış gazetecilere karşı pek sıcak davranmıyordu. Buna Türk üsulü çözümler buldum ama bana bu itiş kakış iyi gelmedi. Bir çıkış yolu bulmalıydım, Atina olimpiyatlarını Atina’nın içinden anlatmak zor görünüyordu. Olimpiyatları değil de şehri anlatacak olsam işim çok kolay olurdu. Çünkü burada insanlığın mekana bıraktığı izlerin büyüklüğü karşısında en akılsız kafaların bile dize geleceği bir yücelik vardır. Örneğin neredeyse hiç zarar görmemiş olan Hephaistos Tapınağı olduğu gibi durur.  Upuzun koridorları ve sütunlarıyla insanı bambaşka bir dünyaya sokan Attalos Stoası ve yanındaki tarihi yol, insanı hayrete düşürür. Hele Pavlos’un Atinalılara söylev verdiği Aeropagos Tepesi öyle bir yerdir ki, insan buz üstünde bile o kadar kaymaz. Binlerce yıldır bu tepeden geçen insanlar yüzünden kayalar cilalanmış gibi kaygandır. Taşın yüzeyinde milyonlarca ayağın dokunuşundan kalan bir şeyler durur. Fakat artık hiçbir ayak, belki de bu yüzden, taşın üzerinde güvenli bir biçimde duramaz. Günümüzde o tepe artık iskelelerle gezilmektedir.Bunlarla şehri anlatmaya başlardım; evler, insanlar, müzik ve tarih sıraya girmiş bir halde onları yazmamı bekler, ben de bu şehirde tarihin eski kesişim noktalarından birine ulaştığımı bilmenin coşkusuyla yazdıkça yazardım.Fakat şimdi iş zordu.

Atina Areopağos'a doğru giderken, 2013
Kendime bir günlük tatil verdim ve uzun zamandır görmeyi çok istediğim Gennadios Kütüphanesi’ne gittim. Bir tarih dergisinden öğrendiğim kadarıyla orada bir kitap vardı: Bu kitap bir kilise krononiğiydi ve 1570 yılında Yunan harfleriyle Türkçe yazılmıştı.Bu kitabı görmeliydim. Gennadios Kitaplığı Yunan diline, Hıristiyanlığa ve Yunanistan’la ilgili yazılı belgelere yönelik özel amaçlı bir kütüphane olduğundan, peşine düştüğüm kitap heyecan vericiydi: Bütün Hıristiyan Roma imparatorlarının 1453’e kadar nerede kim tarafından doğurulup nerede vaftiz edildiğine dair kilise kayıtlarından oluşuyordu. 820 sayfaydı ve kocamandı.O zamanlar dijital teknoloji çok yeniydi; benim elimde ise slayt çekebildiğim bir makineden başkası yoktu ve flaş yasaktı. Kitabı fotoğrafladım ama içime sinmedi, oturup bir bölümünü orada defterime geçirdim.O bölüm şöyle başlıyordu:
Rumların Padişahlığı İçinIstambol padişahları için. Kunstantinostan beri olan padişahlar.
Bütün Hıristiyan Roma İmparatorlarının soyağacını, patriklerin kimler olduğunu kaç yıllık patriklik ettiklerini tek tek sıralayan bu Yunan harfli belgenin Türkçe yazılmış olması karşısında duyduğum hayreti nasıl ifade edeceğimi bilemiyorum. O anda düşündüğüm tek şey şuydu: İnsan belleğinin mekanı binalardır; belleğin coğrafyası ise dilden anlaşılır. İnsanların Yunan ve Türk, Müslüman ve Hıristiyan olarak birbirini boğazladığı tarihlerde, hiçbir kavgaya aldırış bile etmeyen bu metnin büyüklüğü karşısında gözlerim yaşardı. Daha sonraları, buradan edindiğim ilgiler nedeniyle elbette Yunan harfleriyle yazılmış Türkçe İnciller, Türkçe ibadet kitapları da buldum ve işler başka katmanlara ulaştı, şüphesiz.
Pirea, 2001 
O gün pek neşeli bir halde otele döndüm ve olimpiyatların hazırlandığı şehri genel hatlarıyla yazacak olsam da olimpiyat kavramının mekanlarına bir yolculuk yapmam gerektiğini fark ettim. Nasıl ki Yunan harfleriyle Türkçe yazanları anlamanın en başlıca yolu Türkçe konuşulan dünyaya gitmek olacaksa, olimpiyatları anlamanın yolu da maratonun ve olimpiyatların temsil mekanlarına gitmekti. Bu nedenle kanımca iki önemli yeri görmeden olimpiyatlarla ilgili yazının yazılamazdı: Bunlar Marathonas ve Olympia şehirleriydi.Önce maraton koşusuna adını veren Marathonas şehri’ne gitmeye karar verdim:  Burada Perslerin denizden geldiği alanı görecek ve Fidipides adlı bir askerin kırk iki kilometre koştuktan sonra Perslerin yenildiği haberini Atina’ya ulaştırıp ölmesi hakkında notlar calacaktım.Marathonas’a giden bir otobüs buldum, kırk elli dakikalık bir yolculuktan sonra hedefime ulaştım. Marathonas köyü, derli toplu küçük bir yerleşim yeri değildi. Sahil boyunca uzayıp giden köylerden biriydi ve tarihi imleyecek hiçbir şey apaçık görünmüyordu. Yol boyunca yürüdüm. Ağaçlarda ağustosböceklerinin huzur verici sesleri, havada güzel bir Ege kokusu vardı. Çam ağaçlarıyla dolu yolda, önüme bir höyük çıktı. Burası savaştan sonra, bütün ölüleri gömüp üstlerine toprak yığarak oluşturulan höyüklerdendi. Bu höyüğün üstünde kurbanlar kesilip tanrılara sunulmuş ve Persler karşısındaki zafer kutsanmıştı.Fakat buradaki mekan geçmiş duygusu içermiyordu. Fazlasıyla şimdiydi ve ileriden denize giren insanların neşeli çığlıkları işitiliyor, yollardan araçlar geçiyor, elektrik direkleri ve levhalar geçmiş hayalini kurmama izin vermiyordu.
Çaresiz, yürüdüm. Perslerin denizden gelip karaya çıktıkları yeri aramaya başladım. O sırada camları olmayan kapalı bir minibüs gördüm; yavaş yavaş yaklaştı, el ettim. Sürücüsü ağzında sigara olan, belden üstü çıplak Iotis adında bir bıçkındı, yanında biri daha vardı: Nereyi aradığımı anlattım. Arabaya atlamamı söyledi. Minibüsün kapısı sürgülüydü, açtım, tepeleme çiçek doluydu. Bir saksıyı ters çevirip oturdum, yola çıktık. Yanındaki adamı bir yerde indirdi ve beni özel olarak aradığım yere götürdü. Perslerin yenildiği alan, hiçbir tarihi iz barındırmayan bir deniz kenarıydı. Sakin ağaçların, duru bir denizin mutluluk yaydığı Panaiya Mesosporitissa denilen bu yerde, bir zamanlar nelerin olduğunu hayal bile edemedim. Savaşın kazanıldığı bataklık şimdi havaalanı olarak düzenlenmişti. Orada bugünü görmekten başka yaptığım bir şey yoktu. Fakat mihmandarım tanrıyla arası hiç de hoş olmayan ve Zeus dinine inandığını söyleyen Egeli tatlı kaçıklardan biriydi. Bana olimpiyatları sona erdiren Hıristiyanlığın suçlarını anlatıp duruyor ve Irak’ta savaş varken olimpiyatların saçmalık olduğunu söylüyordu. “Savaşı bitirip Olimpos Tanrıları için ateş yakar ve hiç söndürmezsek bunun bir anlamı olur” diyordu.O gün Atina’ya dönüş yolunda gözümü pencereden hiç ayırmadan o zamanki engebeli arazide durmadan koşan Fidipides’i düşündüm: Marathonas, Atina gibi bir mekansal belleğe sahip değildi. Bu nedenle  bazı mekanların belleği olduğu halde bazılarının da belleği saklamadığını söylemek yanlış olmayacaktı. Buna karşılık sükse olsun diye Zeus dinine inandığını söyleyen bizim bıçkından olimpiyat ateşlerini hiç söndürmeyen bütün kurumlara varıncaya kadar, tüm insanlığın olmasa da, birilerinin dramatik mekanların anısını yaşattığını hissederek sarsıldım.Gennadios’ta yazılı olarak saklanan Türkçe belleği düşündüm sonra. Anadolu’da yok edilmiş kiliseleri, Selanik’te yok edilmiş camileri düşündüm. Bütün bunların, yani geçmişi korumak denen şeyin salt muhafazakarlıkla yapılan bir iş olmadığını ilk kez orada şaşırarak hissettim: Geçmiş, yani insanlığın belleği, hepimizin geçtiği yolu gösteren bir duraktı ve aslında geçmişi koruduğumuz yerlerden ötürü biz kendimize, bugüne bakmayı başarabiliyorduk.
Olympia, Mora Yarımadası, 2004
Bunu bir kenara not ettim ve ikinci hedefim olan Olympia şehrine doğru yola çıktım. Mora Yarımadası’nın ortalarında, Atina’ya beş saat uzaklıkta, antik Isparta’ya yakın olan bu şehirde bütün olimpiyat oyunları malzemesi bir araya toplanmış ve burası bir müze şehir haline getirilmişti. Olympia gerçek anlamda bir mücevherdi; insan burada tarihin o kadar eski bir zamanına dokunuyordu ki hayret etmemek olanaksızdı. Örneğin antik stadyum basamaklı değil de, dört yana eğimli olarak yükselen bir çayırlıktı. Yani henüz taş mimarinin olmadığı kadar eski bir zamanın belleğini temsil ediyordu bu yer!Bir ara oturduğum taşın üzerinde fosilleşmiş deniz kabukları gördüm: İçinde dolaştığım evrenin geçmişi aklımı başımdan aldı. O gün doğum günümdü.Şöyle düşündüm: Tarihin belleği ancak çılgın gibi korunmuş alanlarda insanı etkisi altına alır. Atina’da kendimden geçmemin, geçmişe ve şimdiye sıkı sıkıya ayağımı basmamın nedeni budur.Benzer bir etki İtalya’da da yaşanır: Bu ülkenin şehirlerinde insan geçmiş zamana gösterilen hürmet karşısında aptallaşır ve kendi ülkesinde talana gösterilen hürmeti anımsayıp nereye basacağını şaşırabilir. Bundan tarihsel geçmişi korumanın iki önemli gerekçesi olduğu sonucuna varmak gerekir: Geçmişi korumanın birincisi haklı gerekçesi, kişisel benliklerin güvenlik içinde kendi habitatında yaşadığını düşünmesini sağlamasıdır. Vatandır bu. İkincisi gerekçe ise, geçmişi korumanın tüm insanlığa karşı bir sorumluluk olmasıdır. Ödevdir bu. Nedeni açık: Gennadios’ta korunan Türkçe kilise kroniğiyle Ayasofya’da korunan Yunanca yazılı mozayiğin önem farkı yoktur. Biri dil üzerinden coğrafyayı özetler, öbürü mimari üzerinden yaşamı.Olimpiyatları yazmak için yaptığım bu yolculuk, hiç de ummadığım halde yazarlık yaşamımın yönünü değiştirecek güçte bir macera oldu.Ben İthaka’dan çıkıp yurduma böyle döndüm.

<!-- /* Font Definitions */ @font-face {font-family:"MS 明朝"; mso-font-charset:78; mso-generic-font-family:auto; mso-font-pitch:variable; mso-font-signature:1 134676480 16 0 131072 0;} @font-face {font-family:"MS 明朝"; mso-font-charset:78; mso-generic-font-family:auto; mso-font-pitch:variable; mso-font-signature:1 134676480 16 0 131072 0;} @font-face {font-family:Cambria; panose-1:2 4 5 3 5 4 6 3 2 4; mso-font-charset:0; mso-generic-font-family:auto; mso-font-pitch:variable; mso-font-signature:-536870145 1073743103 0 0 415 0;} /* Style Definitions */ p.MsoNormal, li.MsoNormal, div.MsoNormal {mso-style-unhide:no; mso-style-qformat:yes; mso-style-parent:""; margin:0cm; margin-bottom:.0001pt; mso-pagination:widow-orphan; font-size:12.0pt; font-family:Cambria; mso-ascii-font-family:Cambria; mso-ascii-theme-font:minor-latin; mso-fareast-font-family:"MS 明朝"; mso-fareast-theme-font:minor-fareast; mso-hansi-font-family:Cambria; mso-hansi-theme-font:minor-latin; mso-bidi-font-family:"Times New Roman"; mso-bidi-theme-font:minor-bidi;} .MsoChpDefault {mso-style-type:export-only; mso-default-props:yes; font-family:Cambria; mso-ascii-font-family:Cambria; mso-ascii-theme-font:minor-latin; mso-fareast-font-family:"MS 明朝"; mso-fareast-theme-font:minor-fareast; mso-hansi-font-family:Cambria; mso-hansi-theme-font:minor-latin; mso-bidi-font-family:"Times New Roman"; mso-bidi-theme-font:minor-bidi;} @page WordSection1 {size:595.0pt 842.0pt; margin:72.0pt 90.0pt 72.0pt 90.0pt; mso-header-margin:35.4pt; mso-footer-margin:35.4pt; mso-paper-source:0;} div.WordSection1 {page:WordSection1;} </style> --><div class="blogger-post-footer">http://gurselkorat@blogspot.com</d...
1 like ·   •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on January 28, 2020 09:18

August 27, 2019

Şimdi, Uzaklarda

Talas 2006

Ömrümün ilk yirmi yılını Kayseri’de geçirdim: Bu, bir şehrin çocuğu olmak için yeterince uzun bir süre sayılır. Üstelik çocukluktan çıktığım bir yaştan sonra oraya hiç dönmediğim için, ben o şehrin “daimi çocuğu” olarak kaldım. Hiç yetişkini olmadım oranın; yetişkin gözüyle uzaktan baktığım bu şehri hep çocuk coşkusuyla sevdim.Çocuk, durduğu yerden dünyayı izleyen bir ruh gibidir; olaylar hakkında hiçbir kalıcı fikri yoktur, varoluşu mutlak olarak algılar, değişme ve yok oluş onu şaşırtır. Ben Kayseri’nin her değişimini bu yüzden çok ağır travmalar halinde yaşadım. Nasıl yaşamayayım, içinde doğup büyüdüğüm şehrin hiçbir mahallesi olduğu gibi kalmadı, hiçbir şey çocukluğumdaki gibi değil artık. Bu nedenle bugün benden yaşça küçük hiç kimsenin bilmediği eski mahalleleri zihin haritamda canlandırır, oralarda gezmeye çıkarım. Bahçebaşı’ndan geçer, Tavukçu Mahallesi’ne giderim, oradan Kartal’a uzanır, Hasinli Mahallesi’ne dönerim, Kiçikapı’dan Lise’nin arka tarafına doğru ilerler, amele pazarının oralardaki meydan çeşmesinin önünden Hacılar yoluna çıkarım. Sonra da Çifteönü’nden Garipler Mezarlığı’na kadar yürürüm. Daha birçok mahalle vardır ya onu da başka zaman gezerim.Bu anlattıklarımı kimse göremiyor artık. Bilenler ise benim gibi içinde gezdiriyor. “Aman ne önemi var, giden gitmiş” diyebiliriz. Ne yapalım, giden gitmiştir de, gideni özleme hakkı bitmemiştir. Herkes bilir: dünyayı ilk tanıdığımız yer, ölünceye kadar aklımızdan çıkmaz; ışığını görünce, toprağını avuçlayınca, ağacına dokununca, bütün izlenimlerimiz sıraya girer. Orası ana kucağıdır, ilk diyardır.  
Gürsel Korat  (Erciyes'in Rüyası Kayseri. Editör Filiz Özdem YKY 2013'ten)http://gurselkorat@blogspot.com
1 like ·   •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on August 27, 2019 02:43

July 20, 2019

KAPADOKYA TURİZMİ YENİ BİR DÜZEN İSTİYOR

                                                          Ürgüp, Dere Mahallesi Haziran 2019
Tayland Hükümeti Leonardo Di Caprio’nun bir filminde oynadığı Phi Phi Leh Adası’ndaki Maya Körfezi’ni, turist kalabalıkları yüzünden yabanıl yaşamın zarar gördüğü gerekçesiyle kapattı. Büyük turist kalabalıklarıyla para kazanan bir hükümetin neden böyle davrandığını, neden parayı elinin tersiyle iterek doğayı koruduğunu dünyanın her tarafında anlayacak kimseler bulunur; fakat korkarım bizim ülkemizde bu sağduyu yoktur.Son yolculuklarımda gördüğüm kadarıyla Kapadokya’da, Tayland’dakine benzer bir turist yığılması vardır. Bu yığılma özellikle bir sel halinde girilip çıkılan Göreme Açık Hava Müzesi alanlarında büyük bir sorundur. Kalabalıkların yarattığı gürültü ve çevre kirliliği bir yana, hiçbir kilisede üç dakikadan fazla durulamamakta, konuşulamamakta ve neyin ne olduğu görülememektedir. Tek deyimle Kapadokya’da bir “görme” turizmi vardır,  fakat “anlama”, “bilme” “duygularına nüfuz etme” gibi basamaklar dışarıda kalmıştır.Doğrusu Göreme Açık Hava Müzesi gibi olağanüstü bir yapı bileşkesine yapılan bu zulüm akıl alacak gibi değildir.Kanımca özellikle büyük turist akınlarının olduğu bölgelere olan bu kitlesel saldırıyı durdurmak gerekir.Bunu akıl eden bazı ülkelerde turist akınını disipline etmek için önlemler alındığı, belli başlı yerlere ziyaretin o kadar kolay olmadığı görülmektedir. Pek çok müzede belli bir sayıdan fazla ziyaretçi almamak yaygın bir uygulamadır. Bunun en belirgin örneği, Sistina Şapeli’dir. Buraya girebilmek için çok önceden rezervasyon yaptırmak gereklidir.Tarihsel yapılarda, özellikle resimle bezenmiş olanlarda, insan nefesinden yükselen kimyasallar yüzünden resimleri kaybetme riski bulunmaktadır.Böyle bir sıkışıklık içinde gezilen Kapadokya kiliselerinin yakın bir gelecekte çekiciliğini yitirmesi tehlikesi ise ayrı bir konudur.Bölgenin sıkı bir şekilde korunması yerine olaya ticari açıdan bakmanın sonuçları ağır biçimde yaşanıyor: Turistik eşya tezgahlarının “millet bundan ekmek yiyor” gerekçesiyle açık tutulması, tahribatı ve sıradanlaşmayı artırdı. Devlet eliyle işportacılık yapılan bir tarihi alan yağmacılığı giderek yasal hale gelmeye başladı. Paşabağ, Göreme ve Kızılçukur gibi yerlerde, SİT alanının göbeğinde devlet eliyle oluşturulmuş satış mağazalarının olması gerektiğine kim karar verdi bilinmez ama bu karar yüzünden yakın gelecekte Kapadokya büyük bir çöplüğe dönüşeceğe benziyor. Bu mağaza mantığı 1980’lerde Özal zamanında Göreme Açık Hava Müzesi’nde başladı. Şu anda bu çarpık kafa manastır kompleksi içindeki bir bölümü kahveci yapmaya kadar varmış. Üstte Çarıklı Kilise altta “geleneksel kahvemiz” konsepti akıl alacak gibi değil.Tarihi alanlar insanlar oraya işyeri açıp para kazansın diye değil, insanlığın ona ulaşıp yararlanması içindir.Bu nedenle bölgede hiçbir tezgah, hiçbir satış mağazası olmamalıdır. Tam tersine yerleşim merkezleri güçlendirilmeli, bütün mağazalar oraya gitmeli, yani satış turistin ayağına getirilmemelidir. Çığırtkan pazarcılık mantığından hızla ayrılmak gerekir. Çünkü çok yakında bölge ekonomisini bu kişilerin belirleyeceğinden kimsenin şüphesi olmamalıdır.Kapadokya Açık Hava Müzeleri’ne randevu sistemiyle giriş yapma çağı gelmiştir artık. Açık hava müzelerindeki turist kalabalığına son verilmeli, bütün tezgahlar yıkılıp kasabalara yönlendirilmeli, köylerin ve kasabaların ekonomisine darbe indiren bu fırsatçı, kapkaççı zihniyete son verilmelidir. Dünyanın hiçbir saygın ülkesinde bu vasatlık, satıcı zorbalığı kültürün önüne geçip rol çalamaz, fakat bizim ülkemizde ne yapabildiği ortadadır.http://gurselkorat@blogspot.com
2 likes ·   •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on July 20, 2019 07:04

Gürsel Korat's Blog

Gürsel Korat
Gürsel Korat isn't a Goodreads Author (yet), but they do have a blog, so here are some recent posts imported from their feed.
Follow Gürsel Korat's blog with rss.