Gürsel Korat's Blog, page 10
December 24, 2015
Geçmişi Anlatınca Tarihi Roman Olmaz
Ayvazovski, 1887Röportaj:EREN BAŞAĞAN
‘Zaman Yeli’, Dimitri ve Leon’un efsaneye dönüşen sıradışı hikâyesini anlatıyor. Aynı zamanda Anadolu’nun da hikâyesi diyebilir miyiz buna?
Geçmişte olup biten tarihsel olayları “açıkladığını”, “çok iyi araştırarak gerçekleri anlattığını” söyleyen yazar, pek de romancı sayılmaz. Romancı, geçmiş dünyayı çok iyi araştırıp öğrense de, o geçmişte yaşayan insanın yaşarken gördüklerini, dokunduklarını, sevdiklerini hayal eden kişidir. Anlattığı insanın öyküsünü kurar, duygularını açığa çıkarır ve geçmiş zamanı yalnızca dekor olarak kullanıp insanlığımızı, bilmediğimiz bir yanımızı keşfeder.O yüzden ben Ressam Dimitri’yi bütün kilise ressamlarını kendi varlığında toplamış bir kişi olarak değil, tutkuları özlemleri olan, sorunlarıyla ilerleyen bir “yalnız kişi” halinde gördüm. Yanında ise başka bir yalnız kişi olmalıydı: Leon. O bir latin askeridir ve Baba İshak isyancıları tarafından kör edilmiştir. Gözlerini (İsa’nın körü iyileştirdiği gibi) açacak birini aramaktadır. Yani duyu organları bakımından ikisi bir insan eden ama hikayeleri iki insanı çok aşan kişileri yan yana kurdum.Dimitri, Moğollar tarafından sağır edilmiştir, Kör Leon’la birlikte Kapadokya’ya gelir. Dimitri bir kilise ressamıdır, ünü bilinmektedir. Tam resim yapacağı gün bir aksilik olur. O aksilik sizin o sorduğunuz Anadolu’nun hikayesini görünür kılar.
Nedir bu hikaye?
Selçuklu çağında emirler ve beyler din bakımından karışıktı, yani Hıristiyan emirler çoktu ve Selçuklu’ya bağlıydılar. O zamanlar devletin adı da Rum Sultanlığı’ydı. Bu zengin topluma gözünü dikmiş olan Moğollar Anadolu’ya girmiş ve birden ortalık karışmıştı. İznik’teki Bizanslılar (O zamanlar tabii Roma İmparatorluğu’ydu adı) ve Haçlılar bu yıkıcı gücü iyi bir şey sanıp Anadolu’yu yalnız bırakmışlardı. Romanımıza göre Kör Ressam, kardeşlerini öldüren, kendisini de öldü diyerek bırakan Moğollar yüzünden yarım kalmıştır. Kulağına resim fırçaları sokularak sağır edilen Dimitri, sanattan anlamaz Moğollardan siyasal nedenlerle değil, işte bu kişisel olay yüzünden nefret eder. Onları siyasal olarak analiz edecek güçten yoksundur. Fakat ressamın bu tavrı kilise tarafından onaylanmaz ve kişisel yıkım başlar.Haydar, romanımızın asıl kahramanı, zorla olaylara itilmiş bir karakter olarak bu sırada sahneye çıkacaktır. Kapadokya’nın efsane yeraltı şehirlerinde Moğollara karşı bir direniş örgütleyecek ve sonunda tek başına kalacaktır.Bu roman bir trajediyi anlatır.Trajedi, kahramanın yaşamla baş edemeyişinden doğar ve üstelik hiç de suçu olmadığı halde onu suçlu gibi bir başına bırakır.Sorunuza verdiğim bu uzun yanıtı şöyle toparlayayım:
Zaman Yeli, Anadolu’daki birkaç insanın tarih içindeki hikâyesidir.
Romanınız epey kaotik bir dönemi, Anadolu’da Selçuklu ve Bizanslıların egemen olduğu, Moğol istilasının yaşandığı dönemi anlatıyor. Zamanla yaşanan çözülmeyi anlatmanızın özel bir nedeni var mı?
Roman yazarının amacı anlatacağı kişisel öyküye bir arka plan bulmaktır. Tarihçilik roman yazarının işi değildir. Selçuklu ve Moğol çağını anlatmamın nedeni romancılığımızda pek yazılmamış olmasıdır. Yazılsa da tarihçilik yapar gibi yazılmıştır. Bir başka yazma nedenim de kişiseldir. Sonuçta ben İç Anadoluluyum ve “bir yazarın doğduğu dünyanın dilini ve kültürel atmosferini yeniden kurmak” gibi bir derdi olması gerektiğini düşünüyorum.
Kitapta döneme dair pek çok detay da var. Örneğin kilise resminin nasıl olması gerektiğine dair kurallar, hiyerarşik göstergeler, semboller. (Özellikle de tek başlı iki gövdeli, yılan biçiminde iki kuyruğu olan.) Nasıl bir çalışma süreci izlediniz kitabı yazarken? Bu bilgileri hangi kaynaklardan topladınız?
Ben tarih bildiğim için roman yazmadım, yazarken tarihle karşılaştım. Bugünü düşünelim: Gazeteciyi yazıyorsak, onu yalnızca “yazarken” değil, bulunduğu kurumla, toplumsal çevreyle, siyasetle ilişkileri içinde kavrarız ve kişisel dünyasında dolanırız: “Biriyle ilişkisi var mı, mutlu mu, mutsuz mu, bunun anlatılmaya değer yanı nedir” gibi. Bir kilise ressamını anlattığımızda da “nasıl resim yapar, resimler niye böyle, bunu kimden öğrenmiştir, o dönemde resim yapmak için neler yapılırdı” gibi sorular sorar ve bunu kişisel öyküyle birleştiriririz. Ben Anadolu’nun pek çok imgesi hakkında düşündüm, onları yeni bir biçim içinde kurup kuramayacağımı araştırdım. Çünkü roman modern bir formdur, geçmişi olduğu gibi anlatmak tarihsel roman olamaz: Yazar öyle bir dünya kurar ki, geçmişi sezeriz. “Hmm şu olaylar şöyle olmuş demek ki” dedirtmek roman yazarının işi değildir. Öte yandan yine de yazardan diliyle, toplumsal ilişkileriyle ve kişileriyle bir tarihsel atmosfer yaratmasını, bizi o çağa inandırmasını bekleriz. Bu, ne yaşandığını bilme arzusundan nasıl yaşandığını merak etmektir. Roman işte bu “nasıl” sorusuna verilen yanıttan çıkar.Ressam, şair yahut müzisyenden farkı yoktur yazarın. O bir imge, bir sarsıcı düşünce peşinde dolaşır. Romancının bol bol okuyup o gerçeklere göre roman yazdığını söylemesi edebi bir tutum değildir. “Çok araştırdım, çok okudum” demek romancılığa değil, bilimsel araştırmaya uyar. Yazar elbette okuyacaktır. Fakat amacı bilgi değil, sanattır. Yazar aklımıza seslenen bir konuşmacı değil, duygularımıza seslenen bir hikaye anlatıcısı olduğunu bilmek zorundadır. Maalesef Türkiye’de tarih romancılığı çok uzun zamandır dinin, siyasetin tezlerini yinelemiş veya tarihçilik, toplumbilimcilik hevesleri kursağında kalmış olanların oyun sahası olmuştur. Ben tarihsel zemini doğru kurar, sonra insan hikayesi anlatmaya bakarım. Vay ki sanattan tarih öğrenenlerin haline! Yazar bugün yaşayan insandır, geçmişi bilmek ve olduğu gibi anlatmak gereksiz ve büyük bir iddia olur. Geçmişin bilgisi sanat bilgisinin sırtındaki yüktür. Romancı insan davranışına gizler bilgiyi, söze sıkıştırır, yaşam ayrıntılarında yaratır geçmişin duygusunu. “Şu şuydu, bu da bu” tavrı tarihçiye yakışır.
Konusu gereği sanatçılara da geniş bir parantez açıyorsunuz Zaman Yeli’nde. Mesela “Din kurallarına karşı çıkmayı düşündüğü yoktu, sanatı kurallara bağlayarak ressamı ruhsuz bir kişiye çevirenlere karşı koymak istiyordu yalnızca” diyorsunuz. Bunu nasıl açabilirsiniz?
Şüphesiz bir ressam hikayesi olarak başlayan Zaman Yeli’nde sanatçının iç düşünceleri dışa vurulmuştur. En azından bugünün okuruna o zaman bu resimler niye yapıldı, nasıl yapıldı konusunu sezdiren bir tarafı vardır. İşte ben orada sanatçının –modernliğe özgü- özgürlük arzusuyla, ortaçağa özgü sanatın kuşatılmışlığı arasındaki çelişkiyi, aslında bugün görebileceğimiz bir yerden ele aldım. Durum açıkça şuydu: Sanatın din kurallarıyla belirlendiği bir yerde, dine karşı çıkmasanız bile, aykırı davrandığınızda sizi bekleyen şey ölümdür. Elbette Zaman Yeli’nin sanatçı olmayan kahramanlarına da bu ölüm, özgürlük arzusu olarak esin vermiştir. Biraz gülünç, biraz da yanlış anlaşılmış olarak.
Tempo, Kasım 2015http://gurselkorat@blogspot.com
Published on December 24, 2015 11:54
December 13, 2015
Bazı Ölüler Dirileri Kurtarır
Nazım Hikmet (1902-1963)Sevinçle atlamıştım ışıklı bir göle atlayan kurbağa gibi. Nazım’ın şiirleriyle bambaşka bir dünya keşfediyordum, onun saçlarının yerine başında kızıl bir alev varmış gibi görünen resmine bakıyor, okuduklarıma inanamıyordum:Denizin üstünde alabulut,
Yüzünde gümüş gemi…Şairin başına ne gelmişti bilmiyordum. Yaşam bana bahardı, on yedi yaşımdaydım. Ne gelirse gelsindi anlayabilecek gibi de değildim, ben o sesin ışığıyla deliye dönmüştüm:Hep bir ağızdan türküler söyleyip
Hep beraber sulardan çekmek ağı…İlk kez zihnimde biriktirdiğim sözlerle bakıyordum dünyaya. Bana yaşam bambaşka görünüyordu: Dünya meğer yalnızca görülmez, bir de hayal edilirmiş, bunu anlıyordum.Yazının Devamı K-24 HER ŞEY portalindedir.Link: http://t24.com.tr/k24/yazi/bazi-olule...
http://gurselkorat@blogspot.com
Published on December 13, 2015 11:51
November 28, 2015
Acı Durum
Gezi olayları, Taksim, 2013. Bülent Kılıç, AFPGazetecilerin hapse atıldığı dünden bu yana Diyarbakır Baro Başkanı cinayete kurban edildi.
Bir an durdum, "ne oluyor" diyerek, düşündüm. Gördüm ki barış, demokrasi ve özgürlük isteyenler; sen, ben o, hepimiz ensemizde dolaşan en az bir katille gezmekteyiz.
Korku duymadım bunu anladığımda. Beni dehşete düşüren şey her katilin arkasında gazeteci kılığına girmiş en az bir şakşakçının olduğunu ve her yalancının arkasında da ona hak veren bir yığının durduğunu görmekti.
Bu ülkede hakikat artık yalandır.
Bu ülkenin gerçeği ölümdür.
Söyleyin hangi sabah ölümle uyanmıyor, hangi gün ölüm haberi alarak uyumuyorsunuz?
Bu ülkenin durumunu "Selçuklu yükselişi", "Osmanlı dirilişi" olarak algılayan, yaşamla bağını koparmış ölümseverlerin elinde rehin kaldık, mutlulukları bozuk para gibi harcıyoruz.
Düşünüyorum da bu çıldırmış adamlar özledikleri yere vardıkları zaman nasıl mutlu olacaklar, bilmiyorum.
Ölümler üzerine kurulmuş bir mutluluk olur mu? Kıyımlarla gelen şenlik? Acılara sevinilen dirlik?
Fakat şu olur:
Gazetecilerin özgürlüğüyle gelen esenlik. Halkın bilgi edinme hakkından gelen gönenç. Sevinçle hasat. Güle oynaya üretim.
Gülerek mutlu bir gelecek kuran kişilere şaşılmaz; şaşırtıcı olan, inciterek, kırıp dökerek, yıkarak, başkalarını kendisine benzetmek için baskı kurarak yönetenlerin, benzerlerinin başına gelenleri hiçbir zaman düşünemeyişleri, kendilerini hep ilk sanmalarıdır.
Tarih böyle zorbaların insanlığımıza verdiği zararlarla doludur. Hegel'in söylediği gibi, "tarihe baktığımızda ilk gördüğümüz şey yıkıntılardır."
İşte o yıkıntılar arasında hep katilin adı fısıldanır: Midas'ın sazlıklara fısıldadığı sır hiçbir zaman sır olarak kalmamıştır.
http://gurselkorat@blogspot.com
Published on November 28, 2015 14:31
November 26, 2015
Bir Ödül Haberi
Yıldız Moran, Kapadokya 1953Ankara Üniversitesi'nin verdiği edebiyat ödülünü roman dalında Yine Doğdu Tanyıldızı'nın aldığını öğrendim. Bir Ankara Üniversitesi mezunu olarak bundan özel bir mutluluk duyduğumu, ödül jürisinin gerekçeli kararının ise bana ayrı bir mutluluk verdiğini saklamayacağım.
Jüri, gerekçeli kararını şöyle açıklamış:
Prof. Dr. Necdet Adabağ, Prof. Dr. Mukadder Yaycıoğlu, Prof. Dr. Birsen Karaca, Turhan Günay ve Doç. Dr. Ömer Adıgüzel’den oluşan seçici kurul üyeleri tarafından, Anadolu’daki sözlü gelenekten ve çağdaş dünya edebiyatından beslenerek yereli evrensel bir dille anlatmayı başarması, romanının anlatıcısı, anlatıcının da bir yazıcısının olduğu yeni bir anlatım yolunu denenmesi, bu ikilinin anlatım ve yazdıklarıyla olguları izletmesi, dönemin atmosferini iyi anlatması, içeriği, biçimsel özellikleri ve üslubuyla felsefe, edebiyat psikolojisi, edebiyat sosyolojisi, dinler tarihi gibi disiplinler arası alanların ilgi odağı olabilmesi nedeniyle Gürsel Korat’ın Yapı Kredi Yayınları arasında yayımlanan Yine Doğdu Tan Yıldızı adlı romanına...
Bu ödülü, E. Hazım Tepeyran'dan bu yana edebiyata konu olmamış Niğde'ye ithaf ediyorum.
Kitaplarımla yıllardır Kayseri'de, Kapadokya'nın bayırlarında dolaşıyoruz. Yine Doğdu Tanyıldızı ise Niğde'de doğdu ve oralı oldu. Kapadokya'nın bu en uç noktasını içime aldım, yıllardır tutkunu olduğum coğrafyasını benim bildim ve sonraki kitabım için Nevşehir'e doğru yola çıktım.
Böylece, bu mutlu olay aracılığıyla söylemek isterim ki 2016 başlarında yayımlanacak olan yeni romanım, Nevşehir'in beşiğinde sallanacak. O şehirde attığı adımları umarım roman sanatının bize verdiği olanaklardan mutluluk duyarak -bir kez daha- hep birlikte izleriz.
Öykü Ödülü'nü Ateş Etme Silahsızım adlı kitabıyla kazanan Hakkı İnanç'ı da buradan kutluyorum.http://gurselkorat@blogspot.com
Published on November 26, 2015 04:56
November 25, 2015
Üçüncü Dünyacılık Canıma Tak Etti
Oryantalistler doğuluların hiçbir zaman batılı gibi düşünmeyeceğini öne sürerek yalnız hayali bir doğu değil, hayali bir batı da yaratmışlardı. Durum böyle olunca “Doğucu” diyebileceğimiz insan tipi doğmakta gecikmedi ve oryantalistin (“Batıcının” da diyebilirdik) tanımına uyarak batılılar gibi roman yazmadı, film çekmedi ve resim yapmadı. Bu kibir kumkuması insan tipi, “Batılı” olanla “Batıcı” olanı ayıramadı ve tam da o beyaz adamın umduğu şeyi fazlasıyla yaptı: Olayları uhrevi, iç yolculuk gerektiren, duygusal, erkeksi, masaldan ayrılmayan, ergen maceracılara benzeyen yönden kavradı; bilgileri sezgisel yoldan dile getirmekle yetinmeyip, bunu kendinin propaganda yolu olarak da benimsedi. Böylece rasyonel olanaklarla kavranacak dünya, doğuculuk tarafından yalnızca Batı’ya ait bir alan olarak dışlaştırıldı, “nesnel dil”, “karakterlere mesafe”, “bilimsel merak” yahut “dünyevi hukuk” batılının işi oldu.
Yazının devamı K24'te okunabilir. Link:
http://t24.com.tr/k24/yazi/ucuncuduny...
http://gurselkorat@blogspot.com
Published on November 25, 2015 12:12
November 3, 2015
Adım ve Benliğim
Kiyoshi İkezumi, Restaurant(...)Okumayı öğrendiğimde adımla çok uğraştım. Heceledim: Gür-sel. “Gür” sözcüğü en çok ağaçları ve saçları getirirdi aklıma. Gür akan bir seli aklım almazdı. “Niye selim ki ben” derdim, bir nesne, yıkıp geçen bir su olmak hoşuma gitmezdi. Bu adın akıllı bir baş olmayı, yetenekli ve sezgili olmayı dile getiren, insanı odağa alan bir yanının bulunmayışı beni hafiften incitirdi. Kemal gibi, Hakan gibi adları olanları daha etkileyici bulurdum. Fakat çocukluğumda Şükrü ve Şaban gibi adları olan çocukların da isimlerinden yana pek dertli olduğunu anımsıyorum: “Şükrücük” Kayseri’de zenneler için kullanılan bir deyimdi; Şaban da zaman içinde avanaklığın simgesi oldu. Neyse ki, benim adımın başına böyle talihsiz şeyler gelmedi.“Gürül gürül akan bir sel”e benzediğim, bir fikir taşkınlığı içinde coşkuyla yazdığım zamanlar çoktur. Bunu daha efendice söylersem, insanın adıyla kişiliği arasında bir bağ olduğunu kendime baktığımda doğrulayan bir şeyler bulmuşumdur. İnsan kendini adına mı benzetir yoksa bir adda kişiliği bilinçdışından kuşatan bir yığın itki mi gizlidir, bunu bilemeyiz. Şu doğru: Adımda bir coşku gizli ve ben bir okulda büyümüş çocuğum; dolayısıyla adımla seremonik gösteriş arasında bir ilişki var. Adım, söylevci bir kişiliğe uygun; ya da şimdi bir yalanı uydurdum ve onun arkasından laf oyunu yapıp duruyorum, emin değilim.(...)İnsan adının yanlış anlaşılmasına bozuluyor. Bana “Gürel” “Göksel” “Yüksel” ve hatta “Görsel” diyen bile olmuştur. Bunlar çok canımı sıkardı ama gencecik bir adamken Ankara Ulus’ta bana “Ahmet” diyen kıza hiç kızmadım. Ziraat Bankası’nın önündeydi, tiril tiril giyinmiş bir kız “Ahmet” diyerek bana seslendi ve gülerek koluma girdi. Edepli bir soğuklukla kızı yanımdan uzaklaştırdım, hiç üstelemeden ve şaşırmadan yoluna devam etti ve yolun karşısındaki bir adama doğru gitti. Ben onu hayret ve şaşkınlıkla izliyordum: Adama bir şeyler söyledi ve koluna girdi. İşte o anda anladım ki adımı tamamen farklı söyleyen ilk kişi, bir sokak kadınıymış meğer. (...)Belli bir yaşta çocukların adlarını tersten okuma macerası başlar; doğrusu onun tadını çıkaracak bir adım yoktu: Les-rüg. İnsanın adı Efe olsa tersten de efe olur; Memet olsa “temem” diyerek şakasını yaparsın fakat “Lesrüg” herhangi bir eğlencenin konusu olamıyordu.(...)Yunanlılar için G harfi kâbus gibidir, yıllar önce gazetecilik yaparken Yunanistan’da fotoğrafçı arkadaşım Gökhan Tan’la bir köydeydik. Köylüler bizi çok sevdiler ama adımızı zor söylüyorlardı: Nedeni G’nin başta oluşuydu. Bu nedenle Gökhan’a kısaca “Han”, bana da “Sel” dediler. Almanlar Gürzıl, İngilizce konuşanlar Görsıl İtalyanlar için Gurtsell gibi dönüşümler geçiriyordu adım. Bunlar beni eğlendiriyordu ama Türk olduğu halde bana Görsel diyenleri hiç affedemedim.Çocukluğum Kayseri’de geçtiği için oranın şivesi içinde büyüdüm. Benim için okuyup öğrendikçe bunları dillendirmekle ilgili hançere sorunları oldu: Bazı ifadeleri söylerken hep utandım: Kayseri’ye ihanet etmek zordur: Bir kere oraya “Gayseri” denir, “K” olmaz. Yerel söyleyişte “r” sesi baskın değildir, “ü” harfi de genellikle söylenmez. “Gürsel” yoktur Kayseri’de “Gursel” vardır. Kayserili “Şukrü” deyişinden belli olur, “Tütün” yine “tütün”dür ama “kürtün” derken ilk ü’nün üstündeki noktalar gider ve ona “kurtün” denir. “Köylü” derken “koolü”, “küçük” derken “guççük” denmelidir. Bu nedenle benim adımın taşradan Ankara’ya gelmesi biraz zor oldu ama sevindiriciydi, çünkü ölçünlü Türkçede adımın seslenişi kulağıma şarkı gibi tatlı geliyordu. Artık “Gursel” diyen yoktu bana, film yıldızı gibiydim, “Gürsel” diyorlardı ama ben adımı içimden niye yalan söyleyeyim “Gursel” olarak tanıyor ve kabul ediyordum. Bunu unutmam yıllarımı aldı, çünkü çocukluğun perçini çok kolay çıkmaz.Tam buna alışmıştım ki internette mail adresi alırken tekrar “gursel” oldum, bu kez de “gurselkorat@” derken utanmaya başladım, insan utanır mı böyle şeylerden, evet utanır. Anlaşılacağı üzere adıma zaman zaman yabancılaştım: Cezaevi anonsunu dinlemek iyidir; insan adını orada sever ama arandığını bildiren gazete haberinde ya da “görüldüğü takdirde karakola ihbar edilecektir” şeklindeki radyo anonsunda adını işitirsen içinden ben o değilim diye bağırmak geçer. (...)Karacoğlan “Adın neyidi unuttum, sorulmayı sorulmayı” der ya, ister sorulsun ister sorulmasın, adımız zamanla kimliğimiz olmayı da aşıp benliğimizin bir parçası haline geliyor. Yalnızca kod adı taşıyan devrimciler, işkencede adlarını saklamak gibi bir travma yaşamışsa kendi adlarıyla suçluluk bağı içinde olurlar. Yine de adını sevmeyen insana pek az rastlanır. Çünkü ad söylendikçe kişinin tarihindeki pek çok yere iz düşürerek ruha yerleşir. Böylece zavallı ben, hayvan bedeninde akıl taşıyan bir canlı olarak, ölümlü olduğumu unutup yüksek benliğimi ve sonsuz yaşayacağını sandığım adımı hayal ederim. Oysa benliğim o ad olmadan da vardır, bunu fark etmem bile. Ben oluşumun bir gün sonu geldiğinde, yani öldüğümde fiziki varlığım yok olur; adım yalnızca ad olarak kalır. Ne tuhaf! Öldükten sonra anımsanmak, benliğimiz yok olduğu halde pek çok insanda da aynısına rastlanan bir adla mümkündür.
Bana Adını Söyle, 24 Yazar Adını Anlatıyor (Ortak Kitap)’tan kısaltılarak alınmıştır.YKY Hazırlayan Filiz Özdem İstanbul 2014 http://gurselkorat@blogspot.com
Published on November 03, 2015 08:48
October 15, 2015
Lucifer Tekvini
Fernando Botero, İsa'nın KırbaçlanmasıLucifer’in Tekvini, 1-14 Giriş Bölümü
Ve ZeusT, evreni içindekilerle birlikte yaratıpa her şeyi bir kenara dizdikten sonrab güçlü insanların başını okşadı ve güçsüzleri itaat etmeleri için uyardı. Bu haliyle zalim bir efendiye benziyordu.1 Geceyi gündüzü, yeri göğü, hayvanları, bitkileri ve insanları, bütün nesneleri yaratmıştı.2 Yedinci gün olmak üzereydi. 3 Zeus dinlenecekti fakat aklına son anda bir şey geldi ve oturup bombaları ve gaz bombasını tasarladı4 Bir uğultu oldu ve madenlerM ve gazlarG Gaya’nın oğlununGbunu neden varlıklar listesine eklediğini merak ettiler.5 ‘Ey Athena’nın kutlu babası’A dediler: ‘Neden öldürücü bombalar ve gaz fişekleri yaratıyorsun?’6 Zeus onlara seslendi: ‘Benim için birilerini öldürecek ve hatta kendilerini feda edecek olanlar çaresiz kalmasın diye. Şüphesiz biz her şeyi önceden bilir ve yaratırız ki, zamanı geldiğinde insan aynısını düşünüp gereğini yapsın.’7 ŞeytanMph söze karıştı, “Bundan ötürü beni sorumlu tutacaksınız, bu bir tuzak!” diye bağırdı ve Zeus’a, Apollon’a, kanatlı ayaklı Hermes’e bakarak şüpheyle gözlerini kırpıştırdı: ‘Biz’ derken kaç kişiyi kast ediyorsunuz dedi.8 ZeusR, “Benimle nasıl konuşuyorsun” diyecek gibiydi, öyle diyeceğini zannetmiştikdama o “Şüphesiz iman edenlerköleler benim neden öyle dediğimi bilir” dedi.9 ZeusT o sırada yapması gerekeni yapmamış olan güç sahibine benziyordu.10ŞeytanD ise bir şey yapması kesinlikle yasak edilenler gibiydi.11 Zeus’la İblis tartışadursun, orada bir karışıklık oldu ve İnsanlıkPsyke yaptığı kötülüğü yapmamış görünen güçlüler ve yapmadığı kötülüğü yapmış görünen güçsüzler olarak ikiye ayrıldı.12 Bu nedenle, her yasağı çiğneyen güçlüler ve her yaptığı yasak edilen güçsüzler Zeus tarafından yaratıldı; güçlülerin güçsüzleri öldürmesi, kovalaması, bombalaması ve işkence yapması Tanrısal bir kural haline geldi.13 ŞeytanLcfbunu anlayınca Zeus’tan da yukarıya çekildi ve insanlateba öbür insanreis arasındaki bu azarlayıcı, suçlayıcı, çanak yalayıcı, asi, tutarlı, tutarsız, saygın, rezil, asabi, kederli ama mutsuz ilişkiyi küçümseyen gözlerle izledi.14 http://gurselkorat@blogspot.com
Published on October 15, 2015 10:08
September 26, 2015
Dam Üstünde Saksağan
Hac’da yedi yüz kişinin ölümünden sonra AKP’lilere bir gayret, bir babalanma geldi, Arapları beceriksiz ve bilgisiz gördükleri anlaşılıyor. Melih Gökçek “Hac organizasyonununu biz yaparız” dedi, Mehmet Ali Şahin daha da ileri gitti:“Kader değil bu, versinler bize, parasız yaparız.”Niye parasızsa, o da ayrı bir konu. Mahallenin ergen delikanlısı gibi “Vay be” dedirtmek yetiyor demek.AKP Manisa milletvekili Recai Berber ise AKP dışından biri söylediğinde yerin göğün birbirine katılacağı şu sözleri söyledi: “Gelişmiş ülkelerin insanları onların yerine koyun kendinizi ve bu tarafa nasıl baktıklarını bir düşünün. Nasıl bakıyorlar. Ya şuraya toplanmış milyonlarca hacı adayı gelmiş şurayı bile koordine edemiyorlar. Binlerce insan çok affedersiniz hayvan şeyi gibi orada ölüp gidiyor. Biz bunu hak etmiyoruz, ama İslam ümmetinin coğrafyası Müslümanların bu perişan halinin oraya yansıması başka bir şey değil bu.”Araplar ve Hac sözkonusu olduğunda kınından sıyrılmış kılıçlar gibi keskinleşen bu diller, demokrasi, insan hakları, basın özgürlüğü gibi konularda acaba neden batılı ölçüleri dile getirmez? Hacda olanlara bakıp gelişmiş ülkeler ne diyecek diye utanmak, çöpü görüp merteği görmemek olmuyor mu? Recai Bey haklı olarak Kâbedeki gökdelenlere ateş püskürüyor ama depremde toplanma alanı olarak bırakmamız gereken parklarımızın yerine yükselen AVM’ler ve 16:9'lar düşünüldüğünde, bir felaket durumunda, yine o batılılar bize bakıp "hayvan gibi ölüyorlar" derse ne düşünecek? 17 Ağustos depreminde sorumsuz kafaların kurban ettiği on yedi bin vatandaşımız için aynı sıfatı kullanabilir misiniz? Demek ki, "hayvan gibi ölüyorlar" diyerek kişilik haklarına saldırdığınız insanlarda suç yok, hayvan varsa eğer, her boşluğa o korkunç betonları dökenlerdir. Müslüman denince beton yapı-beton kafa ikilisini imal eden kafa kimdir de Araplara ateş püskürüyorsunuz? Yollar yapmak için kestiğiniz ağaçlara, tarihi değerleri yok ederek yaptığınız o korkunç binalara, beton şehirlerinize ne diyeceğiz? Trafik sorununu yayanın ve sürücünün dikkatine havale etmediniz mi? Denetim denince pusu kurup ceza yazan trafik polisi anlayışını değiştirip, sorumluluk duygusunu bir milim ileri taşıdınız mı?"Gelişmiş ülkeler ne diyecek" sorusunu siz önce kendi insanınızın ölüleri başında düşünecektiniz. Soma’da ölen işçiler, madenciliğin fıtratına uygun olarak ölmüştü değil mi? Ya tersane işçileri? O zaman "haccın fıtratında da bu vardır, her yerde böyle şeyler olur" deyip geçin.Vicdanınız rahat olsun, 'ümmetinizin lideri" böyle diyor.Araplara bakıp babalanacağınıza “hac organizasyonları düzgün yapılmadığı sürece ülkemizden tek kişi oraya gönderilmesin” diyebiliyor musunuz? Vatandaşına önem vermek budur. Düzeltme talebi budur. Batılılar ne derdiyeceğine batılı gibi davranmak budur.Fakat böyle söyleyenleri hemen hac düşmanı, haçlı kafası ilan edebilirsiniz değil mi?
İşte siz busunuz.http://gurselkorat@blogspot.com
Published on September 26, 2015 01:43
September 22, 2015
RÜYA KÖRÜ, YENİDEN
Rüya Körü basıldı geldi. Sevinçle elime aldım yeniden.Roman önümüzdeki günlerde Yapı Kredi Yayınları’nda, yeni kapağıyla raflara çıkacak.Ben Rüya Körü’nü, hep Türklerden Bizans’a bakmanın tersini yapmak, yani Bizans’tan Türklere bakmak için yazdığımı sanırken işin bildiğimden öte yanları olduğunu okurlardan öğrendim. Doğrusu her yazarın okurunun yorumlarından ötürü zihninin açıldığı durumlar çoktur.Örneğin Rüya Körü’nün” fantastik roman” başlığı altında da değerlendirilebileceğini hiç düşünmüş değildim ama Sevin Okyay’ın, İstanbul’daki bir toplantıda romanımdan böyle söz etmesi, Fabisad’da beni bu kitabımın özel bir ilgiyle sevildiğini anlatması yüzünden “olabilir” dedim, “evet mümkündür bu.” Çünkü bu roman geçmiş ve gelecek kavramlarının felsefi ağırlığını asla olmayacak bir şeye (yani rüyalarda geleceğin veya geçmişin bir kısmını görmeye) yükleyerek yumuşak bir iç sesle fantastik oluvermişti. Bu, benim roman dünyama ait bir özel deneme olarak not edilebilirdi: Çünkü anlatıcılıkta çağrışımdan çok duyulara yöneldiğim için fantastik yapı yazdıklarıma giremez bir şey gibi duruyordu. Üstelik Rüya Körü’nde anlatılan tarih, tarihçilerin –beni çok mutlu eden övgülerle- belirttikleri üzere çok kesin bir dille ve duyusal şaşmazlıkla betimlemiş ve bu kesinliğin üstüne fantastik yapı oturtulmuştu. İşte bu yapılan şeyden ötürü Rüya Körü’nü ben yazmasam, bu kitabın uyandırdığı derin şaşkınlığı daha rahat tanımlayabilirdim.
Bazen göz gezdirip aforizmalarıma takılıyor ve mutlu oluyorum. Doğrusu bazen “bu sözleri o sırada düşünüp yazmış mıyım” diyerek şaştığım çok olur, Rüya körü de bunların başında geliyor.http://gurselkorat@blogspot.com
Published on September 22, 2015 07:07
August 16, 2015
Enver Sendromu
Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş simgesi Enver Paşa’dır; o yalnızca Osmanlı’yı savaşa sokarak değil, ülkemizin neredeyse son iki yüz yılına damgasını vuran “bölünme endişesi” yüzünden büyük katliamlara girişerek bütün iyimser duygularımızın mahvına da yol açmıştır. Enver Paşa, “Osmanlı’yı Sırplar, Yunanlar, Bulgarlar, Makedonyalılar, Macarlar, Romenler, Araplar böldükten sonra neden Ermeniler de bölmesin” der gibi, temelde 1908’i ihya eden üç toplumu (Ermeniler, Rumlar ve Türkler) ve üç ilkeyi hiçe saymakla işe başlamıştır. Bu üç ilke: Eşitlik, özgürlük ve kardeşliktir.Fransız devriminden devralınan ve gecikmiş de olsa anayasal sınırlarına çekilmiş bir padişahlık rejimi getiren 1908 devrimi, bu ülkeyi oluşturan Osmanlılık ruhunu inkar eden İttihatçıların elinde bir oyuncağa dönüşmüş ve siyasi tarihimizin yüz yıllık yarası olan asker vesayetinin yolunu açmıştır.Buna öncelikle temsilde eşitliği sulandırarak başlanmıştır. Seçmen sayısıyla orantılı milletvekili çıkaramayan Ermeniler ve Rumlar kendilerini bu ülkenin eşit, özgür ve kardeş bir yurttaşı olarak görememişlerdir.Devlet eliyle sanki öyle değilmiş gibi cinayet işlemenin babası olan (polisiye düşkünü) Abdülhamit’in yöntemleri İttihatçıların fazlasıyla uzman oldukları bir alan haline gelmiş, Enver-Talat diktatörlüğü, devrik padişaha rahmet okutan katakullilerle azınlıkların canına okumuştur. Bunda İttihatçıların Abdülhamit rejiminin devlet yöneticileriyle kısa sürede uzlaşmasının payı büyüktür.İlk kıyım 1909’da Adana’da tezgahlanmış olandır.Resmi tarihin Ermeni Ayaklanması olarak kaydettiği bu masumlar kıyımı, soykırımın ilk provasıdır.Bu yıllarda Afrika’daki topraklar kaybedilmiş, Balkan Bozgunu yaşanmış ve Edirne düşmüştür. Bu korkutucu olaylar, İttihatçıları düşmana diş geçiremedikçe kendi halkını katleden bir diktatörlüğe dönüştürmüştür.Bunun ilk adımı Ermenilerin yok edilişi ve sürgünüdür. Bu trajik olayın inkarı, basit bir “biz bir şey yapmadık”la sınırlı değildir. Enver tipi inkar, “Onlar saldırdı”dan başlar. Bu bir dezenformasyon taktiğidir. Meşru bir iktidardan çok, iktidarı gasp etmiş bir çete olduğunu bilen ve kendi iktidarı için insan yaşamını hiçe sayan Enver-Talat ikilisi, bu özellikleri nedeniyle, ne yazık ki, “Türk gizli servis felsefesinin” mimarları olmuşlardır. Teşkilat-ı Mahsusa’nın kurucuları olarak kıydıkları canlar ve yarattıkları terör, Osmanlı’nın çöküp gitmesine yol açmış, bu kanlı yöntemler, Türklüğün “Sünni İslam’la” kurulmasının ilk büyük adımı olmuştur. Talat ve Enver, din ortaklığına dayanan gerekçelerle gayri müslimleri yok etmekten asla pişman olmamışlardır.“Enver Sendromu” budur.Bu sendrom Hitlerizmin yükselişi sırasında yeniden belirdi: Almanların kader ortağı Türk faşizmi titreyip kendine geldi, zaten pek çok kuruma çöreklenmeyi başarmıştı, İttihatçıların iktidar hırsı olanları tasfiye edildikten sonra, yeni rejim çoktan İttihatçıların eski unsurlarıyla uzlaşmıştı. Yola böyle devam edildi. Yeni açılım, dinsel homojenliğin sağlandığını düşünerek ulusal homojenliğin kurulması için yola çıkmayı gerektiriyordu.Modern Türkiye’nin Dersim’de denediği ilk sterilizasyon girişimi bu düşüncelerden beslenen askeri harekatların (yani Ermenilere karşı yapılanların) anımsanmasından ibarettir.Kürtleri Ermenilerin üstüne sürerek din düşmanlarını yok etmede deneyim kazanan, Enver Sendromu’nu içselleştiren devlet, bu kez aleviliği ve yahudiliği hedef tahtasına koymaya ve kalan son Ermeni-Rum nüfusunu da yok etmek için kampanyalar düzenlemeye başladı. Daha otuzlarda, özellikle Edirne’deki Yahudileri yerinden etmek için oyunlar tezgahlandı ve bu devletin yüce ötekileştirici aklı “Vatandaş Türkçe konuş” sloganıyla anadili Türkçe olmayan azınlıkları hedef tahtasına koydu.30’larda Trakya’da pek çok Yahudi’ye Müslüman halk tarafından rahat verilmedi ve devlet sözümona olayları önlemeye çalıştı. Devlet, hiç haberi yokmuş gibi, kendinden saymadığı toplulukların üstüne çapulcuları saldı. Abdülhamit’in ne kadar içselleştirildiği bunlardan rahatça anlaşılıyordu. İşte bu alengirli oyun yardımıyla Aşkale sürgüncülüğü(Zengin Rum-Ermeni ve Yahudi kitlelerine karşı), 1955 6-7 Eylül olayları (gayri müslimlere karşı), 1978 Maraş, 1980 Çorum, 1993 Sivas katliamları (Laiklere ve alevilere karşı) devreye girdi. 1980’de Ankara Mamak Cezaevi’nde ve Diyarbakır Cezaevi’nde solcularla Kürtler üstünde tarihimizin en korkunç hapishane terörü denendi. 1983’te Kürtlerin anadili yasaklandı.Genelde toplum mühendisliği adı verilen kitle manipülasyonları için kullanılan bu girişimler, dışardan göründüğü kadarıyla hep aynı yöntemleri deneyen hantal, acımasız ve haşin derin devlet aklını işaret etmektedir. Özellikle Kürtlerin tasfiyesi için denenen her türlü şiddet girişiminin boşa çıkmasına rağmen (ve üstelik bir de çözüm süreci denenmiş olduğu halde), günümüzde yeniden şiddete dönülmesi, 2007’den itibaren tasfiyesine girişilen ama başarısız kalınan askeri vesayete dayalı devlet çekirdeğiyle dinci hükümetin uzlaştığı anlamına geliyor. Böylece o korkunç ezberini yinelemeye hazırlanan Enverizm’e hızla yuvarlanmaktayız: Bölünme sendromuna karşılık katliam.Kürt sorunu eğer ulusal ve uluslararası düzeyde sahipsiz kalırsa, Türkiye’de demokratik insiyatif başarı kazanamazsa olacak olan budur.Çünkü devlet bu kez “Müslüman olmayan” kategorisine PKK’yı ve Kürtler’i koymuş ve onlara karşı (Hamidiye Alaylarını çağrıştıracak biçimde) Hizbullah, Kaide ve IŞİD gibi örgütleri desteklemeye başlamıştır.Nitekim Suruç’ta 32 sosyalistin öldürülmesinden sonra başlayan tutuklamalarda genel olarak Kürtlerin ve solcuların yaka paça götürülüşü, fakat IŞİD üyelerinin adeta saygıyla karakola çağrılışı bunu göstermektedir. Trakya’da Yahudilere, Maraş’ta Alevilere, 6-7 Eylül’de bütün gayrımüslimlere yapılanı şimdi eli satırlı paramiliter caniler Kürtlere ve solculara yapmaya hazırdır.Enverizmi ezber ederek devleti koruyacağını düşünen devlet aklı, ezdiği halkların lanetine uğrayıp batan Osmanlı’yı bir ibret dersi olarak değil, model olarak görmektedir. HDP’ye oy verenleri şerefsizlikle suçlayanlar, kibrinden milyonların çığlığını işitmeyen Enver gibi bıyıklarını dikip ufka bakıyorlar. Diktatörlüğün bir başlangıç değil de bir son olduğunu öğrenemiş olan bu cahiller IŞİD’e selam çakan arkadaşlarıyla kolkola girerek ülkemizi Enverizmin batağına sürüklemekten buyursunlar, mutluluk duysunlar. Koalisyon kurmasalar da olur.http://gurselkorat@blogspot.com
Published on August 16, 2015 12:22
Gürsel Korat's Blog
- Gürsel Korat's profile
- 37 followers
Gürsel Korat isn't a Goodreads Author
(yet),
but they
do have a blog,
so here are some recent posts imported from
their feed.

