Gürsel Korat's Blog, page 11
August 9, 2015
Toplum Kendi Barışını Yapacak Güçtedir
Toplumların yaşamında silah, Çehov’un öykü-olay tanımını akla getirir: Öykünün başında duvara silahı astıysan, sonunda patlaması gerekir. Devlet Reyhanlı’da sünni eksenli bir çizgiyi seçtiğini ilan ettiğinde ve Nusra’yı özgürlük savaşçısı saydığında bu silahı göstermişti: O gün bugündür bu silahın bütün toplumu etkileyeceğini birazcık aklı olan herkes gördü.12 Eylül sokak savaşlarından geçtiğim, okul işgalleri ve çatışmaları gördüğüm, bütün bu saçmalıkların 12 Eylül’de Mamak bedelini ödediğim halde, yaşamımda hiç tanık olmadığım kadar büyük bir bölünmeyi izliyorum. Aklım başımdan gidiyor. Kitlesel akılsızlık olan faşizmin böylesine kışkırtıldığı başka bir dönem bilmiyorum. Ben ve benim gibiler başkalarının görmediği şeyi gören roman kahramanlarına benziyoruz, küçücük bir azınlığız ve dudak uçuklatan nicelikte büyük bir kitleyi ellerinde palalarla, üzerlerinde bombalarla, bellerinde silahlarla dolaşırken görüyoruz.Bu, aklımızın büyüklüğünden geliyor olabilir -hiç de aklımızı küçük görmek niyetinde değilim- ama doğruya doğru; vicdanımız aklımızdan büyük olmasa o korkunç gerçeği algılayamazdık.Bir diktatörlük hevesi için toplumun ateşe atılması, yeryüzünde ilk kez görülen bir olay değildir. Elbette bütün bunlar şöyle ya da böyle yaşanır ve toplum durulur. Geriye baktığımızda göreceğimiz şey ölüm dolu şehirler ve dağlarsa, bunun sorumluluğunun kimde olduğu bilinecektir. Adaletsizlik değiştirilemeyecek ve bedeli ödenemeyecek kadar büyük bir suçtur. Neden-sonuç ilişkileri açık seçik belli olan romanlardan farklı olarak yaşam, nedenine sonucuna bakmaksızın bu olayların sorumlularını lanetleyecektir.Antik Yunan’dan beri kitlelerin ve insanlığın lanetinden ağır bir ceza olmamıştır.Yaşadığımız kan siyaseti çoğunluğun hiçbir şekilde işine yaramaz; bir çılgınlıktır, mahalle kabadayılığıdır, akıl ve izandan nasibini almamıştır. AKP bütün yaptıklarının nedeni olarak başkalarını suçlayan bir Dostoyevski kahramanına benziyor: Şizofrenliğin ilk büyük romanı Öteki’nin kahramanı memur Goladkin gibi sorumsuz, seviyesiz ve gülünç bir halde yaşıyor ve kendini başka bir şey sanıyor.MHP, evlatlarını öldürerek kocasından intikam alan çılgın Medea gibi nevri dönmüş, elinde satırla yol kesen canilere destek veriyor.CHP’nin belki tamamı değil ama bünyesindeki pek çok kişi, koalisyon görüşmeleriyle oyalanıp iki büyük partinin “istkrarını” tesis etmeye çalışırken Körleşme’nin Prof. Kien’i gibi kafasındaki dünyada yaşıyor.PKK, üç Arap’ı katleden, bir yandan da annesinin ölümüne üzülmeyen Mersault gibi kendi kafasındaki yabancılık dünyasına gömülmüş.Bu hikayenin trajik kahramanı HDP’dir; trajik kahraman hiç de işlemediği bir suçla toplum dışına sürülür ve bilinir ki aslında asıl suçlular onun dışındaki herkestir. HDP olsa olsa tanrılara başkaldıran ama onların gücünde olmadığı için küçük düşürülmeye dayanamayan, bu yüzden de canına kıyan Aeas’a benziyor. Mezara gömülmesi bile çok görülen Aeas.Toplumların korku romanına benzemesi yöneticilerin suçudur. Eğer rahat bırakılırsa her toplum kendi Savaş ve Barış’ını yazacak güçtedir. Savaşa karşı koyan kadınları yazan Aristophanes’ten bu yana, insanlık için Lysistrata’ya benzer öyküler kurmak çocuk oyuncağıdır. Zor olan ölüm seviciliğidir, yaşamı sevmek değil.Ölüm isteyenler her türlü kötülüğün kaynağını sihirli aynalarına bakarlarsa göreceklerdir
Birgün, Pazar, 9 Ağustos 2015
http://gurselkorat@blogspot.com
Published on August 09, 2015 03:14
July 11, 2015
EDEBİYAT VE PEDAGOJİ
Sorbonne'un avlusunda Victor Hugo, Paris Edebiyatın özerkliğini ve başka temsil biçimleriyle karıştırılmaması gerektiğini hep savundum. Edebiyat kendi başına bir alandır, dini, felsefeyi, bilimi veya politikayı konu alabilir ama onlarla aynı şeyi yapamaz.Pedagoji ve edebiyat da birbirinden farklıdır. Bir yazının edebi değeri, eğitsel değeriyle ölçülmez. Edebi değer, eğitsel değer gizlendikçe yükselir. Bir eğitimci, edebiyatla eğitimin farkını bilmek zorundadır. Ayrım yapılmazsa, bunun edebiyatla siyaseti aynı saymaktan farkı kalmaz.Eğitimci edebi metni öğretendir, edebi metnin tarafı değil.Edebi metin her yeniden üretilişinde yeni anlamlar edinen, duygulara göre biçimlenen bir şeydir. Oysa eğitim bir bilimdir, neyin ne zaman öğrenileceği, nasıl öğrenileceği, gelişim yaşlarına göre alımlamanın ne olacağı gibi konuları gözetir. Eğitim, metnin kişinin gelişim basamaklarına göre nasıl kavranacağını inceler. Bu açıdan duygulara değil akla göre düzenlenmiştir.
Kızım, benim romanlarımı ve öykülerimi okumak için sabırsızlandıkça ona “Dur, henüz yaşın gelmedi” dememin nedeni eğitseldir; “Artık okuyabilirsin” dememin nedeni de. Okul edebiyata eğitimden bakar, bu nedenle hiçbir aklı başında edebiyatçının bir eğitim malzemesi olarak okunmayı istemeyeceğini düşünmüşümdür; çünkü akılla tanımlanan, yan yatırılan, ters çevrilen bir sanatsal metin kadavraya benzetilmiş olur. Okul böyle yaparak edebi metnin değerini akılla göstermek derdindedir. Bunu kısmen başardığı için, iyi okullardan edebiyat sevgisi çıkar. Edebiyatta ahlaki sınırlama yoktur, oysa eğitim –ister bilimsel ölçütlerle deyin, ister yönetsel kurallarla- edebi ürünü ahlâki açıdan da ele alır. Ahlâk da neymişdiyerek diklenmek bir başkaldırı olabilir, hatta bu başkaldırı edebi bakımdan bir değer taşır. Fakat eğitbilimsel ölçülere göre yapılandırılmış bir kurumda edebiyat, -nezaketen söylenmiş sözler dışında- eğitimin yerine konmaz. Okullar edebi olanla olmayanı seçme işlevi edinmemişlerdir, kendi kurumsal kimliğine uygun olanı seçmekle yetinirler.Kurum ölçü ve düzendir, edebiyat ölçü ve düzen tanımaz. Bu nedenle kurumsal yapılar tarafından edebi ürünün hep kuşkuyla karşılandığı ve denetlendiği görülür. Edebiyatın tarihi buna karşı çıkmanın seçkin örnekleriyle doludur. Edebi ürünün baskılanması ve denetlenmesi bu yüzden faşizm sayılır. Fakat kurumlar bazı edebi metinlerle bağdaşmayıp uzak durdukları için eleştirilemezler.Bir kurum çok beğendiğimiz bir metni “Beni temsil etmiyor” diyerek geri çevirdiğinde takınılması gereken tavır, o kurumu metne ikna etmek olamaz. Çünkü kabul etmeyecektir. Adı üstünde, bir kurum,edebiyatın her türlü kurumsallıktan uzak, kişisel ve öznel dünyasını belirsiz bulacak ve oraya zorlandıkça tekinsiz bir durumda kaldığını düşünecektir.Okulda sınırlama vardır, o yüzden okula karşı çıkmak zevkli bir şeydir. Oysa edebiyatta sınırlama yoktur. Bu nedenle edebiyat ve bir ilkeler dizisi içeren kurum olarak okul, birbiriyle bağdaşamaz. Dikkat edilmesi gereken şey, kurumun edebiyata baskı yapıp yapmadığıdır. Yalnızca eğitimciler değil her kim olursa olsun, bir kişi, edebi metin yüzünden başına bela alırsa onu savunmak zorundayız; fakat bir eğitimci pedagojik alanla edebi alanı birbirine karıştırmışsa, yahut edebiyata yaslanarak pedagojik alanı ıskalamışsa onu savunmak zorlaşır. Eğitimci, metnin yaratıcısı ya da savunucusu değil, taşıyıcısıdır.Edebi metin manifesto sayılmamalıdır. Kurmaca yapıt, duyguların ve düşüncelerin artistik yoldan insan deneyimine sunulma eylemidir. Bunu bilmemek, siyasetçi olmakla edebi metinde siyaset yapmak arasındaki farkı görmemek kadar vahim sonuçlar yaratır. Bu farkı göremeyenlerin eğitimci olması ise çok hazindir.http://gurselkorat@blogspot.com
Published on July 11, 2015 09:04
June 29, 2015
Zaman Yeli 20 Yaşında
1995 yılında İletişim Yayınları’nda Ümit Kıvanç’ın hem kapağını hem de editörlüğünü yaptığı ilk kitabımın basılma haberi şöyle geldi. Ümit telefonda “Sana iki haberim var” diyordu, “Biri iyi biri kötü.”İlk kitabınız basılırken böyle bir haberi alırsanız ne yapacaksınız, ben daima kötüyü sona saklarım, “Önce iyi nedir, görelim” dedim.“Kitabın basıldı.”Ha, güzel. Bekliyorduk zaten bunu. Demek ki acı bir şey var.“Kötüsü ise, prova baskısı gitmiş matbaaya.”Teknik işleri bir kenara bırakırsak bunun anlamı şu: “Kitabın ilk dizgiden sonra, düzelti yapılmamış hali matbaaya gitti.”Halbuki bende disketi vardı o halini vermek istemiştim de “olmaz biz dizeriz” demişlerdi. Buyrun bakalım, dizgiden sonra düzelti var, sonra son okuma var, hiçbiri olmamış.Bir yazarın başına gelebilecek en ağır şey.Bugün kitabı toplatma nedeni. Skandal. Bölümler atlanmış, düzeltiler yapılmamış, karmakarışık bir baskı.İlk kitabımız. Boyun büktük. Genciz. O kitap yıllarca rafta durdu ancak ikinci baskıya yanlışları düzeltme olanağı bulduk, 2000 yılında!O yıllarda baskı adedi daha fazlaydı üstelik!Zaman Yeli ikinci baskı yapana kadar dört kitabım daha yayımlanmıştı. Fakat benim gözüm açılmıştı, baskı ve yazı sorunlarını insan içine girmeden kavrayamıyor.Zaman Yeli’nin İletişim’de dört, Can Yayınları’nda bir baskısı yapıldı. Böyle böyle yirmi yıl geçmiş. Bu yıl Yapı Kredi Yayınları’na geçtikten sonra çok iyi bir editoryal elekten geçirerek, milim milim denetleyerek Devrim Çakır’la birlikte kitabı yayına hazırladık. Bunca yıldan sonra hem yazarın gözünün alıştığı, hem de editörlerin gözünden kaçan küçük yanlışları düzelttik.İnsanların çok çocuğu varsa ilk çocuklarına ya çok düşkün olurlarmış ya da onları ezerlermiş.Ben bu çocuğu seviyorum, ne zaman elime alsam onu ilk tasarlayan delikanlı benliğimin bakışlarına dokunuyorum, o yılların içinde dolaşıyor, zihnimin dağlarındaki, bozkırlarındaki, kaya kovuklarındaki gençliğimle yer değiştiriyorum.Zaman Yeli benim bütün kitaplarımın ağabeyidir, üstelik boyu da en kısa olanıdır; gençliğinde yara bere almıştır, zor bela yerinden doğrulmuştur. Yaşı genç, daha bilgili, çatır çatır konuşan öbür kitaplarımın yanında biraz da çocuk gibi görünür ama onun bir başlangıç sözü gibi yalın ve kesin olduğunu diğer evlatlarımın hepsi de bilir. Bazı kitaplar yazarlar tarafından yazılır, bazı kitaplar ise yazarları doğurur.
Saygımız sonsuzdur ona.http://gurselkorat@blogspot.com
Published on June 29, 2015 22:58
June 10, 2015
Yokluk Dövüştürür
Barış içinde yaşamak ve kendi varlığımızdan mutluluk duymak hakkımızdır.Bunun için yapılacak iş çok basittir:Polis herkese eşit mesafede dursun, yasaların uygulayıcısı olsun.Yargı hiç kimsenin vesayetini tanımasın. Bağımsız yargıç güvencesi gelsin.Siyasal partilerde lider sultasını ortadan kaldıran yasal düzenlemeler olsun.Üniversiteler bilimsel ve idari özerkliğe kavuşsun: YÖK kaldırılsın.Herkese etnik, kültürel, cinsel, dinsel, toplumsal varlığını özgürce gerçekleştirme olanağı veren yasal düzenlemeler yapılsın.Zorunlu eğitim 12 yıla çıkarılsın, din dersi seçmeli olsun.Diyanet işleri başkanlığı özerkleştirilsin ve tüm toplumsal kesimleri kucaklayan, yani gayri müslimleri de kapsayan bir din işleri koordinasyon bürosu olarak düzenlensin. Seküler bir yapıya kavuşsun.Zenginden daha çok vergi alıp yoksula daha çok ücret veren bir ekonomik düzen kurulsun, sendikalar vazgeçilmezimiz olsun.Temel hak ve özgürlükler katı bir biçimde tanımlansın.İşte o zaman kavga sona erer.Oysa, bir bakın çevrenize:İnsan haklarına ve adalete dayalı bir yargı yok, dövüş var.Polis herkesin polisi değil, bazı vatandaşlara yakın, bazılarına uzak, korkutucu. Kavganın tarafı: Saldırganlık var.Bilimsel nesnellik özellikle sosyal bilimlerde üniversitenin kapısından bile girmemiş, YÖK adında bir kurum lök gibi kurulmuş bilimin tepesine, barış yok, huzur yok.Bilim bu durumda olunca polis, yargıç, öğretmen ne durumda olacak?Kaygısız bir zaman yok.Neyin suç olduğu neyin olmadığı belirsiz, polisin sahici delillerle insanları yargıya yönlendirdiği şüpheli. Barış yok.Başka insanların yaşamına karışmak temel ilke: Şöyle giyineceksin böyle giyemezsin, eşcinselsin, orospusun, imansızsın… Sevgi yok.Nefret dolu bir söylemle ötekileştirme ta saraydan başlıyor kulübeye kadar iniyor. Fakat ne yazık ki kulübedeki de saraydaki gibi düşünüyor: Bilgi yok.İnsanlar arabasıyla dümdüz gidemiyor, sağa sola sataşıyor, yol vermiyor, şeridimden çekil diyor, bu yüzden birbirini öldürüyor: Akıl yok.Liyakatıyla bir görevde olana zor rastlanır oldu. Onu da birilerinin azarlamayacağının garantisi yok.
Babam “yokluk dövüştürür, varlık danıştırır” derdi.
Buna “Akıl dönüştürür” yargısını da ekleyelim ve kürsüden inelim. http://gurselkorat@blogspot.com
Published on June 10, 2015 02:38
May 12, 2015
BUGÜN O ACIYI BİLMEYENLER SUSSUN
12 Eylül sabahında Mamak Cezaevi’nin Zemin 4’üncü koğuşundaki tutukluları duvar dibine dizdiler. Aynı anda tüm koğuşlarda böyle yaptıkları anlaşılıyordu. Dışarıda korkunç bağrışmalar, telaşlı koşuşmalar vardı. 25 Temmuz’dan beri dayaktan tükenmiş haldeydik, cezaevine darbe erken gelmişti.Duvar dibinde içtima denen o rezilliği yaptırdılar, sonra hoparlörden anons başladı: Kenan Evren’in sesi koridorlarda çınlıyordu:Ordu yönetime el koymuştur.O gün çocukça taşkınlıklardan bir türlü kurtulamayan aklımın, yirmi yaşındaki bedenimi sarsalayarak beni olgun bir insana dönüştürdüğü gündür.O sabah vaktinde ben belki de en az on yaş büyüdüm.Şöyle düşündüm: Artık bizi dövmekten vazgeçerler, duvar diplerinde sırayla kurşuna dizeceklerdir.Nereden bilirdim ki, yenilginin acısıyla şoka giren aklımız, yavaş yavaş direniş umutlarını yeşertecek, o korkunç ve zalim koşullarda neşeyle doğrulduğumuz nice sabahlar yaratacaktır.Korkunçluğun ve zalimliğin ne olduğunu hayal edemeyenlere söyleyeyim: Daracık, nefes alınması güç hücrelere atılanlarımız vardı. Hücrelerde üç saatten fazla uyunamazdı, sürekli olarak “eğitim” adı verilen askeri temrinler, alçakça ve sapıkça bir hazla işkence olarak tutuklulara yaptırılırdı. Sular akmazdı, Auschwitz’in ranzaları gibi iki katlı sıra halindeki uyuma bölmelerinde bir yatağa üç kişi düşecek şekilde ayaklı başlı yatılırdı.Mahkemeye giderken bile sopa yenerek gidilirdi. Yemek alırken, sayım yapılırken, görüşe gidilirken, havalandırmadayken…Konuşmak yasaktı, askerlerin gözüne bakmak yasaktı, Atatürkçülük ezberletilirdi, kitap yasaktı.Düşünmek yasaktı.Bugün Kenan Evren geldikten sonra asayişin sağlandığını yazan Ertuğrul Özkökgillere bakıyorum da meğer bu tatlıcan bildimcikleri o yıllarda nasıl da can derdine düşmüşler ve kurtulmuşlar.Ülkeyi yıllardır sıkıyönetimle askeri bir laboratuvara döndüren 12 Eylül darbesi paşalarını savunmak inanılır gibi değil. Demokrasiye inanmanın, halkın başarma azmine güvenmenin zerresi olmayan bu bildimciklere bakınca hangi ülkede yaşadığımı anlıyorum. O generalleri işte böyleleri, en kritik anda çıkıp savunduğu için bu ülkede 12 Eylül rejimi değiştirilemiyor. Bu nasıl bir bilgi pınarı ve nasıl bir kanaat yelkeniymiş! Nasıl bitmez bir rüzgarı varmış! Hrant öldürülür vuran temize çıkarılır, Ahmet Kaya hedef tahtasına konulur, sosyalizm yerden yere vurulur...Ama hangi siyasi konum olursa olsun onlar adına tam yetkiyle konuşulur... Sosyalizm de Atatürkçülük de milliyetçilik de bu yelkeni yellilerden sorulur.Avluda havalandırmaya çıktığımızda Erdal Eren’i görürdüm. Koyu renk ceket, gömlek, alnındaki saçlarının bir bölümünü keçi yalamış gibi dik duran bir çocuk.. Benden üç yaş küçük ama gerçekten çok küçük görünüyor gözüme.Koca köşe yazarı 12 Eylül’ü savunuyor, utanmadan. Ama bilmiyor ki, milyonlarca insan saçları kısa kesilmiş o çocuğun 17 yaşında idam edilişini içine sindirememiştir.Necdet Adalı’yı tanımazdım hiç. Öyle denk geldi, avukat görüşüne birlikte çıktık. Ertesi gün bu delikanlının idam edildiği haberi geldi.Koca köşe yazarı asayiş geldi diyor.Halbuki cezaevlerinde katledilenlerin toplumun üzerine serptiği acının şoku otuz beş yıldır üstümüzdedir. Diyarbakır bütün acılarıyla orada duruyor. Yüzbinlerce insan içeride işkence altında inleyecek, sen canım kurtuldu diye sevineceksin. Buna da asayiş diyeceksin. Asayiş gelmiş. Kürtlere konuşmayı yasak ettiler 1984’te. Adamlar otuz yıldır dağda. Altmış bin kişi öldü.Asayiş gelmiş.Bugün Kenan Evren’e hakkını helal etmeyenlere akıl öğretme günü değildir.Susun.Cezaevi avlularında ölümüne dayak yiyenlerden değilsiniz, acımızı anlamıyorsunuz bari cav cav ederek, darbenin ne kadar iyi olduğunu söylemeyin.
Habis bir kendine güven irini görüyorum yüzünüzde. Her gün patlıyor.http://gurselkorat@blogspot.com
Published on May 12, 2015 12:24
May 1, 2015
1 MAYIS BİLDİRİSİ
Çalışanların bayram edemediği bir Türkiye, Yeni Türkiye olamaz.Yahut olur da o yeni olmaz.Halkın üzerine panzerlerle yürümek, gazetecileri, düşünenleri, söz söyleyenleri, yazanları, çizenleri, demokrasi isteyenleri, özgürlük arayanları, cinsiyetiyle ilgili baskı görmek istemeyenleri kodese atmanın adı ne zamandır yeni oldu?Köhnemiş karanlık bekçileri sizi!İnsanlar bayram edemesin diye şehirlere yığdığınız polislerin çokluğuna bakıp utanın: Halkının karşısına gardiyan dikmekten başka bir düşünemeyen dünyanın gelmiş geçmiş bütün zalimleriyle ortaksınız.İşçiler bayram edemeyecekse, işçiler bayram etmek isterken siz onları gaz bombasına, copa dayağa boğacaksanız, bu ülkede hangi bayram artık hakkıyla kutlanabilir? Siz bu kadar devlet terörü uygulayarak hangi yüzle demokratik değerlerin neşeli yüzü önünde başınız dik durabileceksiniz? Siz kimin bayramını kutlayacaksınız? Halkına zulmedenlerin mi? Bu mu Yeni Türkiye?Bayramı önlemek için yıllardır güvenlik yalanıyla ortalığı teröre boğanların yolundan gitmek ne zamandır yeni oldu?Tarihteki bütün karanlıkları hortlatmak, örümcek kafalılığı ve despotizmi yaymak, halkı kin nefretle ikiye üçe beşe bölmeyi başarmak için yeni bir Türkiye kurmasak daha iyi olur.Doğmadan batsın öyle bir Türkiye.Doğsun ülkemize özgür 1 Mayıs’lar.
Kutlu olsun, mutlu olsun.http://gurselkorat@blogspot.com
Published on May 01, 2015 00:26
April 12, 2015
KAR KADIN
Çocukluğumuzda resim yaparken hemen hemen hepimiz, perdeleri yandan bağlanan, çatılı, bacasından tel gibi kıvrılmış dumanlar çıkan, iki katlı bahçeli bir ev çizmişizdir. O evin dışarıdan görünümünü tavandan sarkan bir ampul tamamlardı. Dışarıdan görülebilen ampul, çocuksu masumluğumuzun işaretiydi: Işıkları üç dört kısa çizgiyle gösterilirdi.Şimdi yaşamımızın bu ampulü patladı. Naifliğin çocuksu ışığı yok oldu, karanlıktayız.Şu "kardan kadın" resmine bir bakar mısınız? Manto giymiş, ellerini cebine sokmuş, meraklı bir kadın bu. Kardan adam değil. Çocuklar öğretmenleriyle yapmışlar. Öğretmenin adı Çilem Sakine Coşkun. Maraş'ın Nurhak'ında bir lise öğretmeni. Açık düşünceli, komplekssiz, girişken. İnsan evladı.Mantonun üstünden görünen üç şeye dikkat edelim: İki meme ucu ve bir göbek deliği.Bu kadar güzel bir şey seyrek görülür.
Bir öğretmenin böyle bir şey yaptırması elbette soruşturmaya konu olacaktır, Milli Eğitim Müdürlüğü boş duramayacaktır.Ülkemizdeki sanatın içine tükürücüler bu heykeli yaptıran öğretmeni sorguya çektiler, "geleneklerimize aykırı" olduğu için.Böyle bir şeyi ahlâkdışı buldular. Güzel ile iyi'nin farkını öğrenmeleri belli ki hiçbir zaman mümkün olmayacak; fakat öyle anlaşılıyor ki uzunca bir süre ahmaklığın ve görgüsüzlüğün çoğunluğuyla hayatı herkese zindan edecekler.Bunlar memesiz ve göbek deliği olmayan kadınlardan doğmuş olmalılar. Bıyıklı kadınlardan. Başörtüsüyle kafasının kelini gizlemiş heriflerden. Havucu burnunda değil iki bacağının bitiştiği yerde duran kardan adamlardan.
http://gurselkorat@blogspot.com
Published on April 12, 2015 14:15
April 2, 2015
TÜKÜRMEYE BİLE DEĞMEZ
AOÇ kavşağındaki Tükürük Köftesi HeykeliMelih Gökçek yıllar önce müstehcen olduğu gerekçesiyle Mehmet Aksoy’a ait olan, Altınpark’taki bir heykeli “tükürürüm ben böyle sanatın içine” diyerek bulunduğu yerden kaldırtmıştı.Dönemin İstanbul Belediye Başkanı da bu hareketi onaylamış ve başbakanlığı sırasında Kars’ta yine aynı sanatçıya ait olan başka bir heykeli “ucube” olduğu gerekçesiyle parça parça söktürmüştü.Aynı yıllarda Taliban Afganistan’daki Budist heykellerini bombalayıp havaya uçuruyor, çok yakın zamanda da IŞİD Ninova kalıntılarını yok ediyordu.Ülkemizi bu zihniyet yönetiyor. İçinde döneleyip durduğumuz entelektüel düzey bu. Bu toplumu sanat saydıkları şeye müstehak hale getirmek için bildikleri bütün kistch malzemesini ortalığa saçıyorlar. Sanattan yoksun kafanın sanatsal güzelliği anlayamadığı bir yana, neyi anlayamadığını anlayamayışı, yani öğretilemez bir kapasitede oluşu hazindir. Bu ülkede el, kol, ayak heykellerinin ucubeliğini zaten bilirdik de çocuksu bir hayal dünyasının ve sanatsal düzeyin koca bir şehri yönettiğini bilmezdik. Hadi İç Anadolu’nun bir kasabasının kent algısı düzeyine inerek şehre dört kent kapısı yaptın da a birader, Abdülhamit’e özeneceğim diye saat kulelerini niye yaptın? Bu mu senin estetik düzeyin? 1900’lerin başında saat çok pahalı bir nesneyken, Türkiye modernliğin kapılarını zorlarken her kentin meydanına bir saat yapmak modernist bir tavır sayılabilirdi. Fakat artık kullanılan her nesnenin bir saatinin olduğu dünyada, boş bulduğun her köşeye bir saat dikmek olsa olsa budalalıktır. Eğer budalalık değilse çıkar güçleriyle ortaklıktır, çünkü bu saatlerin her biri bilmem kaç liraya yapılır, halkın parasıyla.Güzel midir, hayır. Tükürmeye bile değmez.Sonra, ey sanatın içine tüküren acar oğlanlar bir bakın hele, şu sizin beğendiğiniz şey de nedir öyle? Transformers robotu mu, Robocop mu, çevik kuvvet mi bu? Beğeni düzeyiniz buraya kadar mı? İnsan utanır arlanır yahu. Eğitimsizliğin ve görgüsüzlüğün bu kadar hadsizi hangi yoldan elde edilmiştir, anlatın bir.Ülkeyi zaten bu zihniyetle yönetiyorsunuz. Bir de robot boksörle insanları terbiye etmeye çalışmayın.Her gün bir sanat yapıtına tükürüyorsunuz ama sanat sanarak yaptığınız şeyler tükürmeye bile değmiyor.
http://gurselkorat@blogspot.com
Published on April 02, 2015 08:43
March 23, 2015
Yazı(n)ın Görselleşmesi
Yaşı kırka dayanan bütün insanlar televizyonla büyüdü; demek ki televizyon izleyerek büyüyen ve televizyon bilmeden büyüyenlerden ayrılan yeni bir kuşak var. Bu, yazmayı öğrenmeden görsel işaret sistemlerini tanıyan bir nesil demektir. Yani insanlık, 1970’lerden itibaren yazıdan önce hareketli resimlerin işaret dilini ve kurgu masasında üretilen görsel anlam kalıplarını “doğuştan öğrenir” hale geldi. Mama sandalyesindeyken televizyon izleyerek büyüyen bu yeni kuşak, insanlığın yazıyla ve öykülemeyle ilişkisini kökten değiştirecek bir gizilgüç taşıyor: Bu, görselliğin imgesel olana önceliğidir ve kitle iletişiminin bulunduğu yerlerde yaşayan her insanda simgelere ve görsel ifadeye eğilim benzeşik niteliktedir.Görsel ifade kavramıyla, dolaylamaya gerek bırakmayan, duyu odaklı, farkına varılmadan içeriği hakkında anlaşmaya varılmış, çağrışım biriktirmiş sözleri ifade ediyorum. Bugün yürüyen merdiven kavramı yalnızca yürüyen merdiveni anlatmaz, AVM, alt geçit veya havaalanı gibi sayısız çağrışımı yanında getirir. Dolayısıyla on dokuzuncu yüzyıldaki yazarın, gidilmemiş yerleri uzun uzun tanımlayanyazıcılığı çoktan sona ermiştir. Çağımızda zihinde canlandırmayı gerektirecek bilinmeyenler azdır, böylece okur daha az sözle daha çok şey anlatan bir dilin kapısına gelmiş, dayanmıştır.Bu önermelerimin okurun tembel olduğu veya okurun kalmadığı yargılarıyla ilgisi yoktur. O başka bir tartışmadır, burada ele aldığım şey bildiğimiz okurun yapısındaki değişimdir. Postmodern çağın eklektik çoğulculuğunu reddederken, bu dönem sanatında neler yaşandığı konusuna yakından bakılmadığını düşünüyorum. Postmodernizmi iştahla reddetmenin coşkusu, postmodern çağın kritiğinden daha değerli bir hal almışa benziyor. Bana kalırsa postmodern çağın ve sanatta ortaya çıkan yeniliklerin reddi konusu tartışmalıdır: Bu işin, siyasal ve felsefi tartışmaların ötesinde, sanat kavramlarıyla tartışılmadığı düşüncesindeyim. Postmodernlik, her türlü tekniğin yan yana barınabildiği bir deneyler çağı olarak adlandırılabilirse de, mimariden esinlenerek söylenmiş bu sözü yazınsal söze ilişkin bir reçete gibi kullanmak zordur. Nelerin olup bittiğini yazının aldığı biçimlere bakarak anlamak hazır reçetelerden daha iyi olsa gerektir. Farklı bir önerme olarak ben, postmodern çağın yazı iletişiminin geriye düştüğü geç hiyeroglif çağ olarak biçimlendiğini, bunun bütün olumlu ve olumsuz nitelikleriyle bir görme çağı olduğunu öne sürüyorum: Çünkü kanımca yazın, sinema, sahne, reklam, mimari, giyim ve endüstri tasarımı işlevsellikten görselliğe doğru ilerlemiştir. Yazar böylesine pratik ve pragmatik bir dünya ile baş etmek zorundadır. Doğrusu bu durumun birçok yazarı gelgeç heveslerle kalıcı yazınsal kurgu arasındaki farkı göremez hale getirdiğine de şüphe yoktur: Masalları olduğu gibi yineleyenler, bilinçaltı çağrışımlarıyla doğasal izlenimleri birbirine yapıştıranlar, öykü bütünlüğünü yoksayanlar, karikatürle romanın iç içe geçtiği macera anlatılarına bile (resimli roman sanki hiç olmamış gibi) heyecanla bel bağlayanlar ortadadır. Ne var ki bütün bunlar heyecansal modalardır; bu moda anlatılarla ve popüler kültür sanatın dışına çıktıkça yeni yazınsal hakikat belirecektir: Bu, görselleşmiş yazınsal içeriktir. Sözün görmeye etkisi ilk öykü anlatıcısından beri kavranmış bir ilişkidir. Fakat bunlar yalnızca söylen yaratıklarını “gördürmek” için kullanılmışlardı. Bunu anlamak için Sofokles’in Aeas adlı oyununa, Athena’nın sözleriyle yapılan açılışa bakalım:
“Athena- Ey Laertes’in oğlu, ben seni daima düşmanlarına zarar vermek fırsatını kollarken görürüm; şimdi sahilin ucunda, Aias’ın gemicilerinin çadırları etrafında dolaşıyorsun; çoktan beri onu arıyorsun, ayaklarının yere bıraktığı taze izleri ölçüyorsun, içeride olup olmadığını anlamak istiyorsun. Koklaya koklaya ilerleyen bir Lakonia köpeği gibi doğru izi takip ediyorsun. Biraz evvel içeri girdi: başından ter, ellerinden kan damlıyordu. Bu kapıdan içerisini gizlice gözetlemene gerek yok artık; ben biliyorum, sana söylerim; yalnız niçin bu kadar telaş ettiğini bana anlatmalısın.Odyseus- Athena’nın sesi! Tanrıların arasında en çok sevdiğim Athena’nın sesi! Görünmüyorsun ama, pek iyi tanıdığım o sesini tunç ağızlı bir Tyrrhenia borusunu işitir gibi işitiyor, ruhumla seziyorum.”
Burada modern dildeki anlatımın atası olan duyusallıkla, arkaik anlatımın ayırıcı özelliği olan mitik, tanrısal ve gizemli öğeler iç içedir. Modernliğin şafağında, özellikle Rönesans’tan başlayarak anlatıcı, mitostan ve tanrısal olaylardan kopmaya başladı. İnsanın merkeze konmasıyla birlikte yalnızca tanrısal evreni betimleyen anlatıcı sözü, mucizelerin dilinden çıkıp insan eylemine yerleşti. Rönesans her ne kadar antik Yunan’ın yeniden doğuşu olsa da, gerçekte insan odaklı öykünün ilk kez ortaya çıktığı çağdır.Bu, öykü anlatmayla ilgili ilk büyük tarihsel kırılmadır. Shakespeare’in Kral Lear, Hamlet, Macbeth, Atinalı Timon yahut VIII. Henry adlı insan öyküsüne odaklanmış yapıtları, antik çağın Medea, Aeas, Kral Oedipus gibi -her ne kadar ölümlülerin adını alsa da tanrı odaklı olan- tragedyalarına benzemez. Shakespeare yazgının kaçınılmazlığı fikrine hiç yanaşmamış, olayların neden sonuç ilişkilerini öne çıkarmış, zamanı insan algısının sınırlarına yaklaştırıp (üç birlik kuralını bozarak) trajiğin yapısına çelme atmıştır. Elbette, Elizabeth çağında şiir dili sahnenin söz düzenini belirlediği için görme odaklı anlatım ve duyusallık ön planda değildir; o parlak belagat toplumsal ilişkileri heyecanla kucaklar yalnızca:
Adriana- Ne kocam döndü, ne de onu acele aramasını söylediğim köle! Luciana, saat iki olmuştur herhalde.Luciana- Belki de bir tüccar davet etmiştir, pazaryerinden ayrılıp bir başka yere, yemeğe gitmiştir. Hadi canım kardeşim biz yiyelim, boş yere üzülmeyelim. Erkek özgürlüğün efendisidir, onların efendisi de zamandır, zamanı hatırladıklarında giderler gelirler. Öyleyse sabır göstermelisin.Adriana-Onların özgürlükleri neden bizimkinden fazla olsun?Luciana-İşleri hep dışarda da ondan.Adriana- Ben aynı şeyi yapsam hiç hoşlanmaz ama.Luciana- O senin isteklerinin dizginidir, kabul et.Adriana- Kendisine dizgin taktıran eşekten başkası olamaz.” (Shakespeare, Yanlışlıklar Komedyası)
Aristokrasinin sarsıldığı devrimler çağında yazarın dikkati toplumsal ilişkilere çevrildi: Rönesans’ta tanrısallıktan kopan yazarın, bütün yalınlığıyla, toplumsal olanı olduğu gibi anlatması ikinci büyük devrimdir: Sözün odağında artık toplumsal ilişkiler ağı içindeki insan vardır. Dickens’ın başedilmez karmaşıklıktaki romanları ve Balzac’ın İnsanlık Komedyası bu çağda doğmuştur. Şüphesiz insanı merkeze koyarak anlatmak, bu büyük tarihsel adım hiç eskimeyecektir fakat insan merkezli bakışın tek başına anlamı temsil etme gücü sanayileşme çağıyla birlikte yok olmuştur. Çehov, Gogol, Poe ve Balzac incelenirse, bu yazarların insanı toplumsal konumuyla ve başkalarının gözündeki durumuyla betimledikleri görülür. Onların sözünde duyular azdır, daha çok mekan içindeki insan, toplumsal ilişkiler içindeki insan öndedir. Gogol Palto’nun unutulmaz kahramanını şöyle tanımlar:
Akaki Akakiyeviç’in daireye ne zaman, kimin yardımıyla girdiğini kimse hatırlamıyordu. Kimbilir kaç müdür, kaç çeşit amir değiştiği halde o hep aynı yerde, aynı görevde, kalemdeki işideydi. Oradakiler sırtında resmi redingotu, daz kafasiyle dünyaya geldiğini söyleyerek takılıp dururlardı ona.Akaki Akakiyeviç’i dairede kimse saymazdı. koridordan geçerken odacılar bile ayağa kalkmaz, havada uçan sinek kadar önem vermezlerdi.
Çehov’un İvanov adlı oyunundaki şu diyalog da eylem, toplumsal konum ve davranış odaklıdır, duyuların kavranışı eksiktir:
Livov- Anna Petrovna, saat altıyı çalar çalmaz hemen odanıza çıkmak, sabaha kadar da orada kalmak zorundasınız. Bunu bir kural sayın kendiniz için. Akşam havasındaki nem sağlığınıza çok zararlı.Anna Petrovna- Başüstüne.Livov- Bu da nesi? Ben ciddi konuşuyorum.Anna Petrovna- Bense ciddi olmak istemiyorum. (Öksürür)Livov- İşte öksürüyorsunuz.
Şehir ortaya çıkınca insanı anlatmak yetersiz kalacaktı: Şehir, toplumsal sorunlar içindeki insanın mekânıydı ve anlatım dili bunun çerçevesinde biçimlenmekteydi. Şehir herkesin gezebildiği ve anladığı bir yer olmadığından bu çağda bütün şehirler, sokaklar, limanlar, evler ayrıntılı betimleniyor, yazar da bu yeni toplumsal örgütlenmeyi gerçekçi gözle anlatmaktan zevk alıyordu. Toplumsal mekanlar zaman algısıyla kavranmaya başlanmıştı. Nabokov’un dahiyane saptamasıyla, Tolstoy duvardaki saatle aynı hızla ilerleyen metinler yazmıştı.Emile Zola gibi iç gözlemi kabul etmeyen, yalnızca karakterin görünen eylemini ve sözlerini göstererek yazanlar da dahil, yaşamın gözlenebilir genişliği gerçekçi yazarın etkinlik alanıdır. Bu çağda öznel anlatıcının sarsılmaz bilmişliği yadsınmıştır: Sanatçı, bilgin gibi toplumsal laboratuvarda çalışan ve bunu toplumsal açıdan kavranabilir sınırlarda gösteren bir yansıtmacıydı. Anlaşılacağı gibi gerçekçiliğin çevre algısı “bir birim zaman”ı “bir birim mekan”la yan yana görmeye dayanıyordu.Bu dönemin sonu Freud’un görüşlerini yazınsal düzlemde sınayanların çağında geldi. Bu çağda öznenin algılayışı odağa yerleşse de onu bilmişlikten uzaklaştıran şey algının ön plana çıkarılışı idi. İnsan eylemi ve toplumsal çevre anlatımın tek ölçüsü olmaktan çıkmış, buna bilinçdışının kavranışı eklenmişti. Yazıda ölümsüz bir zihinsel sıçrama olan bu tutum, yazı(n)ın düşünselleşme tarihine keskin bir katkıdır.
Proust, yazara bağlı çağrışım dünyasının işaret fişeğidir. Yirminci yüzyılın pek çok yazarı, Proust’a özgü, gözlenebilir nesnelerin anlatıldığı dil dolayımında incelenmelidir: Tolstoy sonrası ve Nabokov öncesi çağ dediğim bu evrede Proust, Virginia Woolf, W. Faulkner, Kafka ve James Joyce tarafından kurulan dil, yazınsal evreni temsil eder. Bu dil düşünseldir ve çağrışım yüklüdür: Yazar, görselliği araç edinerek insanın iç dünyasının betimlenmeye yönelmiştir. Proust’un ve Woolf’un tavrı bu yüzden bir birim mekana iki birim zaman yerleştirmektir. Bu geniş zamanlı bakış, nesnelere yönelirken iç dünyayı aydınlatır. Bunu Albertine Kayıp’tan örnekleyelim:O uzun mu uzun yaz akşamlarında, ortalık nasıl da yavaş kararır! Karşıdaki evin solgun hayali, gökyüzünü inatçı beyazlığıyla boyamaya devam ediyordu. Evin içi nihayet kararmıştı, sofada eşyalara çarpıyordum ama merdivene açılan kapının camlı bölmesi, benim zifirî zannettiğim karanlığın ortasında, yarısaydam ve maviydi; bir çiçek maviliğinde, bir böcek kanadı maviliğinde, günün, bütün insafsızlığıyla indirdiği, çelik kadar keskin, son bir darbe olduğunu hissetmesem, bana güzel görünecek bir mavilikteydi.
Freudiyen yazı yolu birinci dünya savaşı yıllarındaki karamsarlıktan esinler alsa da, karanlık dürtülerin yarattığı korku ikinci dünya savaşından sonra olgusal bir keskinlik kazandı. Ionesco, Beckett, Brecht, Sartre ve Camus gibi varoluş, irade ve özgürlük sorunlarına dikkatini yoğunlaştırmış yazarlar, absürde, epiğe ve hiçliğe gözlerini diktiler ve fazlasıyla eylemci bir düşünce edebiyatı ortaya koydular. Sanat olayları kronolojik bir sırayla gelişmez. Nesnel varlıkları işaret ederek düşünsel yoldan ilerleyen Freudiyen yazınsal çığıra koşut olarak Birleşik Devletler toprağında yazı(n) görselleşmeye başlamıştı: 1940’lara doğru beliren bu çığır, S. Fitzgerald, J. Steinbeck, E. Hemingway, V. Nabokov, Tennessee Williams, Arthur Miller, D.J. Salinger ve gibi yazarların toplandığı bir evrenle betimlenmelidir. Latin “büyülü gerçekçilik” dünyası, ağırlıklı olarak şehirden, şehir ilişkilerinden doğduğu söylenebilecek olan bu sınıflamadan ayrıdır: Kronolojiyle değil, yöntemle ilgilendiğim için Latin Amerika yazınsal aurasının Proust sonrası Freudiyen çığıra ait olduğunu düşünüyorum. Fitzgerald veya Salinger yaşça Marquez’den büyük oldukları halde ikinci dönenceye ait değildir. Sanatsal çığırlar zaten ileri-geri, iyi-kötü ikliminde değil, anlam bütünlükleri içinde değerlendirileceği için Borges gibi bir özel tipte yazarı söylen diliyle bilinçdışını birleştirdiği için ikinci dönenceye ait saymam, çok anlaşılır bir şeydir. Birleşik Devletler’de doğan yazarların bulunduğu dönencenin özelliği, görme duyusunun diğer duyulara üstünlüğüne inanır gibi yazmak ve somutun keskinliğini göstermektir.
Elli yaşlarında bir herif vardı, onu bir görmeliydin. Ne yaptı biliyor musun? Bizim odaya geldi ve banyoyu kullanmak için bizden izin istedi. Banyo koridorun sonundaydı; bunu bize ne demeye sordu, bilmiyorum. Ne dedi biliyor musun? Adının baş harfleri kenef kapılarından birinde duruyor muymuş hâlâ? Doksan yıl öncekapıya adının baş harflerini kazımış, hâlâ duruyor muymuş, ona bakacakmış. Ne yapalım, oda arkadaşımla ben kalktık, banyoya gittik onunla, kenef kapılarında adının baş harflerini bulsun diye bekledik. Durmadan konuştu, bize Pencey’deyken ömrünün en mutlu günlerini nasıl geçirdiğini anlattı, gelecek için bir sürü öğüt verdi. Vay canına, herif nasıl da moralimi bozdu! Kötü bir herif olduğunu söylemek istemiyorum, değildi. Ama birinin moralini bozmak için ille de kötü bir herif olmak gerekmez ki; iyi bir herif olup yine de moral bozucu olabilirsin. Tek yapacağın şey kenefte adının baş harflerini ararken bir sürü sahtekârca öğüt vermek, bunu yap yeter. Ne bileyim? Belki öyle soluksuz kalmasaydı, o kadar bozulmazdı moralim. Mendivenleri çıkarken soluk alamaz olmuştu, sonra o baş harfleri ararken zorlukla soluk alıyordu, burun delikleri tuhaf ve üzüntü verici biçimde açıla açıla..Salinger, Çavdar Tarlasında Çocuklar
Yeri gelmişken belirtmeliyim ki görsel dilin inşası yalnızca edebi alandan değil sahneden ve sinemadan da beslenmiştir: Amerikan sinema dilinin beş duyuyu harekete geçirici tarzda biçimlendiği altmışlar sonrası çağ, görsel dilin kurulmasında büyük önem taşımaktadır. Nabokov, sözünü kategorik olarak görmeye odaklayarak yazdığının bilincindedir.
Arabadan çıktım, kapıyı çarparak kapadım. O güneşsiz günün çukurluğunda nasıl da hesaplı, nasıl da işbilir bir gümlemeydi bu! Köpek de aşağı kalmamak için hav! dedi. Kapının zilini çaldım, zilin titreşimleri bütün sinir sistemimi dolaştı. Hiç kimse yok. Dedim kendi kendime. Hiç –hiçkimse yok. Bu ‘hiç-hiçkimse’ saçmalığını da nereden çıkardım? Hav dedi köpek. Bir koşuşturma, bir ayak sürümesi duyuldu, bir hışırtı bir havlama, derken açıldı kapı. Nabokov, Lolita
Açıkça görüleceği gibi görselleşmiş yazıda betimleme minimalize olmuştur, çünkü çağımızda pek çok sözcük (yürüyen merdiven örneğinde olduğu gibi) hem ruhsal hem görsel bir işlev taşır. Her sözcük anlam bakımından “genleşmiş”tir. Bu nedenle mekan betimlemeleri, yüz, giysi veya şehir anlatımları azalmış, bir çırpıda ifade edilen duygular ve davranışlar yeğlenmeye başlanmıştır. Öte yandan çarpıcı ve kısa doğa betimlemeleri de kabul görmektedir, yalın doğada yaşamaktan yoksun olan insan için doğa bir arzu nesnesidir.
Görme Çağı
Yazı(n)ın “görmeye başlama tarihi” ilk başta da belirttiğim gibi Antik Yunan’a kadar gider; hatta yazmak bir yana, söylemenin (sözlü edebiyatın) bile görmeyi, zihinde canlandırmayı hedeflediğine şüphe yoktur. Bu açıdan yazıdaki görselliğin tarihi sözün tarihiyle yaşıttır.Fakat tekniğin yaşı yeni görünmektedir: Sözcüklerin tanrıları göstermeyi değil, doğrudan görmeyi seçtiği bu teknik 1940’larda sinemaya koşut olarak, Amerika Birleşik Devletleri’nde ortaya çıkmış görünüyor. Sinema endüstrisi bu işin tek koşullayıcısı olmayabilir, çünkü benzer bir tutum Avrupa’da yoktur: 1940’larda Avrupa düşünsel odaklı, içrek, çağrışımsal, bilinçdışı etmenlerle yoğrulmuş bir yazı(n)ın peşindeydi. Oysa Birleşik Devletler’de bu yoldan gidene pek rastlanmayışı dikkat çekicidir. Bunun bir karşı tavır olduğunu düşünmüyorum, toplumların siyasal tarihleri gibi bir yazınsal tarihleri vardır ve yazınsal dönüşümler de oradan esinlenirler. John Steinbeck ve E. Hemingway’den Paul Auster’a gelinceye kadar Birleşik Devletler’deki yazında duyuları açık bir tekniğin kullanıldığı anlaşılıyor. Bunun iyi ya da kötü olduğunu söylemiyorum, olgusal eğilim budur; hatta “çağrışımcı” William Faulkner’da bile bu böyledir.Türkiye’deki yazı geleneği şiirle halk hikayelerinin gölgesinde serpilmiştir. Bu nedenle biri çağrışımı, öbürü toplum içindeki bireyi odağa alan iki eğilim belirdi. Gogol, Poe ve Tolstoy çizgisindeki toplum odaklı karakter anlatıcılığı Halit Ziya’dan başlayıp İkinci Yeni zamanında yenileştirici bir kırılmaya uğradı ve bireyi kavradı: Yaşar Kemal’in İnce Memed’i, Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’ı ve Erdal Öz’ün Odalarda’sı bütün unsurlarıyla bu kavrayışın çocuklarıdır.
Öteki eğilim olan bilinçdışı, çağrışımsallık ve parçalanmış benlikler odaklı yazarlık da İkinci Yeni’yle görünür oldu, Bilge Karasu’nun ve Oğuz Atay’ın izinden giden bir damar tarafından halen izleniyor. Yazı’nın görmeye başlamasının nedenlerini kurcalamadan önce, resmin “görmekten vazgeçtiği” tarihe kısa bir değini durumu daha da anlaşılır kılacaktır: 1870’lerde fotoğrafın yaygınlaşması resimde benzetme ve perspektifi gereksiz hale getirmiş ve soyuta yöneliş başlamıştı. Psikanalizle de birleşen bu çığır, hem resme ve hem de yazıya çağrışımsallığın girmesiyle sonuçlandı. Oysa 1930’lara doğru yükselişe geçen sinema da bir tür fotoğraf olduğu halde, bunun yazıya etkisi görmenin reddi biçiminde olmadığı gibi, üç boyutlu, derinlikli, mekanı ve zamanı birlikte kavrayan, göreceli, bakışı tek perspektife dayanmayan, -yalnızca oyuncunun değil kameranın da hareketli olması gibi- çok odaklı anlatımı seçen bir yazarlıkla, göreceli yazının somutluğunu, “yazıdaki kuantumu” getirdi.Görme Çağı: Neden?
Yazının görselleşmesiyle ilgili olarak sıralayabileceğim yedi önerme var. Kanımca bunlar görme çağını tanımlamada işe yarayacaktır:1) Çağımızda nesnelerle insan ruhu arasındaki ilişkiyi kurcalama merakı kalmamıştır. Bu, Proustgil yazının sonudur. Günümüzde nesneler oldukları gibidir, onlar yaşamın sırlarından arınmıştır, nasıl çalıştıkları merak edilmez. Çağrışımları yazardan değil okurdan gelir.2) Ne var ki bu çağda da olaylar Proust gibi nesneler üzerinden kavranmaktadır ama çağrışımsallık ve genleşmiş zaman olmadan. Çünkü nesneler standart varlıklar haline geldiği ve çok tanınır olduğu için ruhsal dünyanın betiminde işe yaramaz olmuşlardır. Nesne üzerindeki zaman hızlanmıştır.3) Çağımızda toplumsal ilişkilerin betimi ve doğa betimleri gereksiz sayılır. Şehirler tanıdık yerlerdir, otoyol, otomobil kapısı veya teleferik nedir, okuyucu bunun farkındadır.4) Popüler dilde, Freudiyen yaklaşımdan çok Jungçu bir arketip dili, masalcılık ve çağrışımcılık öne çıkmıştır; macera dili erkeksidir, çizgi romanlara uygundur. Dolayısıyla bütün macera ve aksiyon anlatıları pitoresk bir karakter taşımaktadır.5) Televizyonun görselleşmeye etkisi olumlu veya olumsuz sonuçlara yol açabilir. Biz yine de Neil Postman’ın televizyonun alışkanlıkları veya söyleme biçimlerini biçimlendirdiği tezini unutmayalım: Popüler algı televizyon çağında tekdüze olmuş ve sıradanlaşmıştır.6) Öte yandan yazılı kültürün bilinci biçimlendirdiğini söyleyen Walter Ong’a ek olarak, görsel kültürün yazıyı etkilediği bir çağa girdiğimizi söylemek de yanlış sayılmaz.7) Bütün bu çıkarımlara bağlı olarak hem popüler kültürün hem de edebi dilin eş zamanlı olarak görselleştiği çıkarımına varmak gerekir. Popüler kültürde insan eylemi görsel dille anlatılmakta, eylem ve olay hakkında konuşulmaktadır. Oysa edebi dilde eylem, duygu, söz ve görsel dil birbirine kaynamış olarak tasarlanmaktadır. Bu açıdan bakıldığında yazın eski çağlara göre daha karmaşıktır ve bilgi doludur.Görselleşmenin yalnızca görme duyusunun değil, bütün duyu organlarının belleğine yerleşen algılardan doğduğu söylenebilir. Görselleşmebütün duyu organlarının işin içine karıştığı ama bir yandan da onların görselliğe göre hizalandığı bir algı konumudur. Yazı, öncelikle televizyon ve sahne sanatlarında görmeye göre biçimlenmiştir ve yaşadığımız dünya, engellilerin geri plana düştüğü bir algı düzenine göre işlemektedir. Kitaplarda anılan bir müzik yapıtı hemen youtube’dan bakılarak incelenmekte, bir kitabın içeriği derhal internetten öğrenilebilmektedir. Yalnızca yazı değil bilim de görselleşmiştir: Çağlar öncesine ait bulgulardan, kalıntılardan ve röntgen teknolojisinden hareketle onbinlerce yıl öncesinin insanını üç boyutlu olarak tasarlayabilmekte, dinozorlar çağını canlandırabilmekteyiz. Bu durum hem bilimkurgu yapıtlarının hem de çağdaş masalların üç boyutlu tasarlanmasında en önemli etkendir. Çağımızda “görme odaklı” bir yazının ağırlık kazandığı tartışmasızdır. Ayrıntılar azalmakta, kitap boyutları incelmektedir; söyleneni hızla anlatma arzusu sezilmekte, kısa öykü sevilmektedir. Yazardan, masal bile anlatsa açık ve anlaşılır ilişkiler içinde olayları anlatması beklenmektedir. Sahne oyunlarında sözden çok beden öne çıkmıştır. Sinema ise artık eylem içinde konuşma sanatıdır. Görüntünün işin içine karıştığı her türlü alanda (facebook ve twitter da dahil) yoğun, artırılmış içerikle hareket eden, genleşmiş sözler bulmaya yönelen bir anlam piyasası oluşmuştur. Bu durumun nedenleri de yedi maddeyle ifade edilebilir: 1) Televizyonla doğup büyüyen kuşak artık yetişkin haline gelmiştir.2) Sinema prestijli bir anlatım yolu olarak dönüşüm geçirmiştir.3) Dünya küçülmüş, başka ülkeleri ve kültürleri tanımak kolaylaşmıştır.4) Günlük yaşamdaki eşyalar çoğalmış ve standartlaşmıştır.5) Günlük yaşamı belirleyen bazı araçlar (taşıt, televizyon, telefon, bilgisayar) toplumun her kesimine ulaşabilmiştir.6) “Okuma”nın yaygınlığına karşın, yazınsal değeri olan yapıtların okunma oranı düşmüştür. 7) Entelektüel algıdan çok popüler algı yaşamı belirler hale gelmiştir.Bütün bu gelişmeler, popüler okur bir yana, derinlikli okuru da görsel, duyu organlarına yönelik, eylemsel bir söz düzenini arzulayan kişilere dönüştürmüştür, çünkü çağımız yazıdan gözünü ayıramayan okurgillerin değil, televizyondan ayrı büyüyemeyen görürgillerin söz düzeniyle biçimlenmektedir.Bütün zihinlerin görsel düşünmeye açık bir konuma evrildiği, arkaik olanla fütürist olanın yan yana geçebildiği, fantazya ile gerçeğin birbiri yerine konabildiği, görselliğin her türlü bilgiyle yan yana gelebildiği, bilginin her türlü görselliği başkalaştırdığı bir dünyada, bütün anlatıların hedeflediği şeyin gerçeklik, hiper gerçeklik, gerçek gibilik kavramlarında düğümlenmesi anlamlı değil midir?
Çünkü görme çağında yazı yoğunlaşmış ve bir birim zamana iki birim anlam yerleşmiştir: Söz ve göz artık yan yanadır.
YKY Kitap-lıkMart-Nisan 2015http://gurselkorat@blogspot.com
Published on March 23, 2015 23:53
March 10, 2015
Üç İngiliz Yazar
Kiyoshi Ikezumi, Restaurant
Aldous Huxley.- Doğrusu, gelecek zamanın siyasal despotizmin ve devlet otoritesinin karanlığına gireceğini söyleyerek ruhumuzu daraltan George Orwell’in yanında Huxley, devletten değil iktisadi süreçlerden çekinir ve “önlenebilir bir gelecek korkusu” içindedir. Huxley, uygarlık adına insanlığın yarattığı ilerlemeden iktisadi ve politik gidişat nedeniyle karamsardır. O, yaşamın boşluğuna ve önemsediğimiz şeylerin gülünçlüğüne inanmış kibirli bir adama benzediği için can sıkıcı bile olabilir.Romanlarında yüzeyde duran bu sıkıntılı hal, derinlere inildikçe kaybolur ve hayatı gözleyen, bunları kâğıda geçiren ve olayları akılla sıraya dizen bir yazar karşımıza çıkar. Doğrusu Huxley hemen keşfedilemeyecek yoğunlukta, “yüksek konular”ı yazan bir yazardır ve düşünce edebiyatı denildiğinde onu okumadan bir yargı üretmek yetersiz kalır.Huxley gibi yazarlar, edebiyatın, insan neslinin kavranması konusunda nasıl ışıltılı bir kaynak olduğunu anlamamızı sağlar. Onun Ses Sese Karşı adlı romanı bu nedenle içinde bütün insanlığın dolaştığı bir bahçeye benzer ve aynı zamanda İngiliz olan neyse onu tüm açıklığıyla gösterir. Onun sesi sınıfları, dinleri ve ulusları aşar; bu romanda Proustvari bir varlıklar gözlemi vardır, yazar Balzacvari bir kişiler galerisi yaratır; üstelik entelektüel kişiliğiyle her yerden çıkıp gelir ve belki de sonunda insanın önemsiz bir hayat sürdüğünü hissettirir. Fakat içimizi derin bir sızıyla yakan bu düşüncenin, o anda önemsiz olduğu söylenemez.
Lawrence Durrell.- İskenderiye Dörtlüsü, bir edebi yapıtın kuruluşu hakkında düşünmek isteyenlere çok önemli ipuçları verir. Özellikle sanat ve yaşamın zihinde kurgulanışıyla ilgili derinlikler içeren bu yapıt, “birlikte çokluğa ve çoklukta birliğe” en uygun roman tasarımıdır diyebilirim.L.Durrell, dörtlünün ikinci kitabı olan Balthazar’a bir açıklama yerleştirerek, “roman zamanı”na ilişkin yaklaşımını açar. Burada, yer-zaman ve hareket birliği olarak tanımlanan üç birlik kuralı’nın çağdaş edebiyatta artık yeri olmadığını belirtir ve bilime yöneldiğini, dört katlı bir roman yazdığını açıklar: Üç ölçek uzama karşılık, bir ölçek zaman. Bunu “sürem” olarak adlandırır; sürem, sürelerin, uzamın ve zamanın oluşturduğu bir bütündür. Yani aynı süreler içinde sayısız eylem vardır ve olaylar aynı süreler içinde bireylere farklı haller içinde etki eder. Bu, işte “zaman” denilen sonsuz çeşitliliğin anahtarıdır. Yaşam böyledir ve roman da bu gerçeğin sonsuzluğunu algılayabileceğimiz bir ip ucudur yalnızca.İskenderiye Dörtlüsü’nde aynı uzam içindeki olaylar bir bakıma “durdurulmuş” ve değişik öznelerin algısına göre yeniden anlatılmıştır. Bu durum göreliliğin belirginleştirilmesidir; Durrell’ın söyleyişiyle “romanı hem öznel, hem de nesnel biçemlere yöneltmek”tir.Durrell bu dörtlüyü yazarken, belli ki yaptığı şeyin Joyce ve Proust’u akla getireceğini düşünmüş ve yolunu ayırmış görünüyor: “Onlar bence Bergson’ın ‘süre’sini açıklayan örnekler ortaya koymuşlardır. Uzam ve zamanı değil.”Bu durumda Durrell’ın aslında Beckett’in geçmiş ve gelecekle ilgilenmeyen, amaçsız şimdilikle ilgili metnini reddettiği de akla getirilmelidir.Bütün bunların yazınsal ifadedeki karşılığı, bütün büyük yapıtların aslında yalnızca olay ve kurgu esasına göre değil, roman zamanı üstünde düşünmek esasına göre de kurulduğudur.İskenderiye Dörtlüsü, belki de bu yüzden, sonuncu kitabıyla, okurunda ilk kitaba dönme isteği yaratan bir dönme dolabı andırır. Hem de aynalı bir dolabı; birden çok aynalı dolabı.
John Fowles.- Fransız Teğmenin Kadını’nı iki bilincin göstergesi üzerine kurduğunu düşündüğüm John Fowles, birinci bilinç biçiminde gözlemci gibi anlatır, Modern Viktoryen Çağ’ın şimdisindedir. İkinci bilinç biçiminde ise yirminci yüzyılın şimdisindedir ve oradan on dokuzuncu yüzyıla bakarak romanın algılanma zamanını ikiye böler.Böyle bir tekniği kullanmak bakımından benzeri olmadığını düşündüğüm bu roman, insana bir tıp doktorunun kesinlemeli, deneysel ve mantıksal soğukkanlılığı içinde yaklaşır. Yine de Sarah ve Charles ikilisinin aşk gerilimini gösterdiği andan itibaren duygusal açıdan da yüksek bir kıvama ulaşır.Öte yandan Fowles’un olay kahramanı olmasa bile bir futbol yorumcusu gibi romanın içinde gezinip durması, kendi konumunu görünür hale getirmesi ve “yazarın sesini” sürekli duyurması, çok eskide kalmış bir romancılık tekniğiyle modern eleştirmenlik tavrını birleştiren özgün bir davranış sayılmalıdır.“Eğer şimdiye kadar karakterlerimin zihinlerini ve en gizli düşüncelerini biliyormuşum gibi davrandıysam, bunun sebesi, hikâyemin geçtiği zamanlarda dünya çapında kabul gören bir tarzda yazıyor olmam; romancının Tanrı’nın hemen yanıbaşında görüldüğü bir tarz bu. Her şeyi bilmeyebilir, yine de biliyormuş gibi davranır. Ama ben Alain Robbe-Grillet ve Roland Barthes’ın çağında yaşıyorum; bu bir romansa bile, kelimenin modern anlamıyla bir roman sayılmaz. Bu yüzden belki de üstü örtülü bir otobiyografi yazıyorum.” (XIII. S.91)Karakterlerinin durumunu okurla tartışan bu yazarlık çağları da tartışmaktan geri durmaz:“Her çağ, her suçlu çağ, kendi Versailles’ının etrafına yüksek duvarlar çeker; ben şahsen bu duvarları en çok edebiyat ve sanatın çekmesinden nefret ediyorum.” (XIX. S. 148)Bütün bunların mantıksal sonucu olarak romancının, romanın finalini iki ayrı şekilde yazması artık bizi şaşırtmaz. Bu roman aslında bu ikili olasılıktan daha fazlasını kabul edeceğimiz bir zenginliğe ulaşır da, ondandır bu. Lakin bu ikiye bölme işleminde sanki zaman da iki çağa bölünür: Birinci finalde Sarah içe dönük hastalıklı bir kadınken ikinci finalde ulaşılması güç, yırtıcı ve etkili bir dişi olur. Yani roman zamanı Sarah’da bölünür: Viktoryen çağın kadını ile neredeyse 1960’ların özgürlükçü kadını bu iki olasılık tarafından paylaşılmıştır. İlginç bir biçimde bana sorarsanız ben yaralı ve özürlü Viktoryen çağ Sarah’sından çok etkilendim, öbürü ise bana “bas bleu” denen kadınları esinledi ve onu içim kabul etmedi.
http://gurselkorat@blogspot.com
Published on March 10, 2015 12:21
Gürsel Korat's Blog
- Gürsel Korat's profile
- 37 followers
Gürsel Korat isn't a Goodreads Author
(yet),
but they
do have a blog,
so here are some recent posts imported from
their feed.

