Gürsel Korat's Blog, page 8
November 14, 2016
MİTO-ROMAN
Masal kalıpları kullanılarak yazılan romana “mito-roman” diyorum. Bu roman biçimi, kahramanın bir arayış yolculuğuna çıkması ve çeşitli badireler atlattıktan sonra geri dönmesi üzerine kurulmuştur. Hem Vladimir Propp’un “Masalların Biçimbilimi”nde değindiği temel özelliklere uyar, hem de bilinen en eski macera örneklerinden biri olan Odyseus’un yolculuğuna.Mito-Roman’ın dili, hem dinden, hem söylenceden hem de erkek düşüncesinden emanet alınmıştır. Anlatılan kadın veya erkek olsun, bu hiç fark etmez, olay erildir. Ayrıca anlatılan kişilerin doğal olmayan varlıklar olması, mito-romanın dinsel dilden emanet kavramlar içerdiğini de açıkça gösterir.Bunun seküler zihin yapısıyla savaş halinde olanların dilinden konuşmak olduğuna şüphem yok. Mito-roman yeni ve muhalif bir söz düzeni kurmak isteyenler için çıkmaz sokaktır. Yenilik peşinde yürüyen sanatçı bu nedenle öncelikle “sanatsal muhaliflik”le “politik muhaliflik” üzerinde düşünmelidir. Ancak bunu ayırabilenler dilsel yapıları bozar, hiçbir emanet dil kullanmaz ve sanatını var eder.Mito-roman sanatsal muhaliflik, dolayısıyla biçim yeniliği içermez. Olsa olsa parlak sözler, imgeler ve imalar taşır. Kapalı sözlere ve çağrışımsal anlam düzenine dayanan bu roman biçiminde, kadın karakter yoktur yahut azdır, karakter derinliği ve olay örgüsü yoktur.
MASALSI ANLATININ YAPISI
Masal, mesnevi yahut “masalsı roman”lar parçalıdır. Bu epizodik yapı, olayların anlam bütünlüğü içinde sıralanışına dayanmadığı için yazar, kartları rastgele açan bir tarot falcısına benzer. Bu anlatım yolunun kusuru bir önceki öyküyle sonraki arasında anlatıcının kurduğu öznel ilişkiden başka bir bağlantının olmayışıdır. Oysa modern çağla birlikte öykülemede nedensellik ilkesi yeniden önem kazanmıştır. Yenidendeyişim, eskisinin “mantıksal nedensellik” kavramıyla açıklayabileceğim bir yoldan, Aristo ve Sofokles çağında kurulması nedeniyledir. Bilimden öğrenilmiş nedensellik ilkesi ise modern anlatının ortaya çıktığı ilk romandan bu yana olgusal düşünmek anlamına gelir ve üstelik Aristo çağından beri kullanılan mantıksal nedenselliği de içerir. Çağımızda nedensellik, şiirle romanı birbirine karıştıran veya masalsı dille konuşan, bölümleri arasındaki ilişkiler açık bir biçimde kavranamayan epizodik yapıya itiraz etmeyi gerektirir. Çünkü modern çağda sanatta nedensellik resim sanatındaki perspektifle başlar. Kesin olarak ikonaların ve minyatürlerin orantısızlığına, onların çağrışımsallığına itirazdır. Modern anlatıda söz dinsel ve doğaötesi dünyadan gelmez. “Tanrı merkez” gitmiş, yerine “insan merkez” gelmiştir. Modern romanda tanrı ile insan yer değiştirmiştir. Rüyalar, karabasanlar ve çağrışımlar asla doğaötesi şeyler olmadığı gibi, modern anlatı tarafından keşfedilmiştir ve bir nedensellik ilişkisi içinde kavranabileceğini psikoanalizden önce söyleyen de olmamıştır.Oysa mito-romanın anlatımı doğasal algıdan çok, doğaüstü bir kavrayışa dayandığından, sözdizimi insanı kavrayan bir yerden gelmez. Nedensel diziliş bilgisi de yoktur. Mito-romanı köhne haline getiren şey de budur. Oysa özellikle yirminci yüzyıldan sonra ortaya çıkan nedensellik, nesnellik, çoğul düşünce ve görecelik gibi yeni biliş biçimleri, yazarları yeni bir tutuma zorlar: Bu da -doğaüstü de dahil- her şeyi insanı kavrayan bir yerden kurmaktır. Mito-romanda yapılan şey başkadır, o çoğunlukla eski dili yeni dil içine atıp karıştırmakla yetinir; bu, eril dili eril dile aşılamak, irrasyoneli rasyonele zincirlemek gibi ahlâkdışı yollar seçerek, sanatı araçsallaştırmaktır.Platoncu Yazı olarak adlandırdığım şeyi burada anımsatmalıyım: Bu yazı yolu, ABCD biçiminde ilerleyen olayların birbiri ardına dizilmesinden başka bir şey değildir. Oysa İbsen çığırıyla ortaya çıkan dramatik anlayış, A’yı öncesiz bir başlangıç olarak görmez. A, geçmişte yaşananların düğümlendiği bir yerdir. Örneğin Sofokles’in yazdığı Kral Oedipus veba salgınıyla başlar ama mitolojide asıl olaylar, Oedipus’un kral olmasından çok önce, henüz bebekken başlamıştır: Oedipus’un babası Laios bir gün oğlu tarafından öldürüleceği kehanetini öğrenir ve tüm erkek çocukların öldürülmesi emrini verir. Çocuk Oedipus bir çoban tarafından korunur ve Korinthos’a götürülür. Korinthos kralıyla kraliçesini anne baba sanan delikanlı, bir gün babasını öldüreceği kehanetini öğrenir ve oradan kaçıp Thebai’ye gelir. İşte orada içinde babasının da bulunduğu birileriyle kavga eder ve bu kavga sırasında Laios’u öldürür. Babasını öldürüp annesiyle evlenen Oedipus, şehre vebanın gelmesine neden olur. Çünkü veba tanrının bir lanetidir. İşte, Sofokles bütün önceki olayları (ABC’yi diyelim) atlamış veba salgınını (D’yi) başlangıç noktası seçerek, başlangıcı geçmişte yaşanan olayların düğümü haline getirmiştir. Böylece ABC sırasıyla ilerleyen düz çizgi kırılmıştır. Böyle yazıldığı içindir ki, başlangıç noktası hem o anla, hem geçmişle hem de sonrayla ilişkilenmiştir. Bu yazım biçimi Balzac, İbsen ve Poe ile birlikte yücelmiş, gerçek derinliğine de modern romanda kavuşmuştur.
MODERN ANLATICI NEYİ DEĞİŞTİRDİ?
Modern çağın başlangıcıyla birlikte, benim Platoncu anlatım yolu olarak işaretlediğim tarz kesin olarak roman anlatımının dışına düşmüştür.Şüphesiz nedensellik de değişim geçirmiştir. Aydınlanma sonrasında gelişen doğacı nedensellik esnemiş, zamanla çağrışımsal nedensellik de ortaya çıkmıştır. Bu bakış, nesnelere bakışıyla kendini belli eder: Proust nesnelere dikkat yoluyla bilinçaltına ulaşmıştır. Onun kişiler, duygular ve çağrışım üçgeninde dolaşan zihnindeki dünya bilgisinin nedeni, nesneleri metne katmayı unutmayan yazma tavrında saklıdır.
Bu nedenle kolayca iddia edebilirim ki dünya bilgisi eksik metinler, nesnelerin rüya diliyle kavranması yüzünden yazılır. Romanda belli bir süredir nesneler duyguyu, duyuları ve anıları değil, imgelemi işaret ettiği için, yaşamayan ama konuşan bazı kişi taslaklarının hikayeleriyle yüz yüzeyiz. Bunun Proust yoluyla ilişkisi olduğunu sanmak boşunadır, çünkü Proust her nesnenin duyu bilgisine sahiptir ve karakterlerin derin bir analiz sürecinin parçasıdır. Nesneler ve kişiler, canlı, çağrışımsal ve hatta yer yer dalgın bir söz düzeni içinde varlık kazanmışlardır. Oysa “şiirleşmişroman dili”yle konuşan “yeni yol”da duyular dikkat alanının dışındadır. İklimimiz işte budur: Şiiri ve romanı aynı kategoride gören aymazlığın iktidar çağını yaşıyoruz. Bunun bir dil iktidarınadönüştüğü de söylenebilir. Bu dil ilginç biçimde büyük bir yaratının göstergesiymiş gibi kabullenilmiştir. Anlaşılmaz ve gizemli metinlere duyulan hayranlık hayret uyandıracak kadar yaygındır.
MESNEVİ ROMANA ÖRNEK GÖSTERİLEMEZ
Masal anlatımıyla veya destanla roman dilini birleştiren yazarların, bütünlüklü öyküden uzaklaştıkları bu epizodik yöneliş, romanın roman geleneğinden beslenmediği anlamına gelir. Roman, geleneği yıkmak ve yerine ondan beslense bile farklı bir şey yapmak için geçmişin bilgisine ihtiyaç duyan bir türdür. Mito-roman doğa üstü, mitolojik ve şiirsel bir yerden beslendiği içindir ki, roman geleneğinden gelmeyen bir anlatı yolu sayılmalıdır.Masal diline yerleşen yazar, öyküleri arasında nedensel bağ kurmaksızın ilerler. Tam da mesnevilerde olduğu gibi. Mito-roman yazarı da olaylar arasındaki bağı tıpkı mesnevilerde olduğu gibi okurun imgelemine bırakır ve aynı atmosfere yaslanmış olur. Mito-roman bu yönüyle efsaneyi ve şiiri romana geri çağırmaktadır. Oysa roman sanatı bunlardan kurtularak yeni bir form yaratalı en az iki yüz yıl oldu. Bu bir yenilik değil, eski bir formu getirip ortaya koymaktır, hiçbir radikalizmi, yeniliği ve devrimci tarafı yoktur. Mito-roman yazarı politik bakımdan süper devrimci olsa bile estetik ölçütler içinde gericidir. Üstelik mesneviyi roman sanatının alternatifi gibi gösteren resmî ideolojinin ruh havuzunda dolaştığı için, bilgi ölçütleri bakımından da yenilikçi sayılmaz.Masal diliyle yazılan romanlarda, geçmişten hareket ederek yeni bir senteze varıldığı da öne sürülebilir. Oysa nedensizlikkonumunda duran bu masallara roman adını verilemez. Üstelik adlarında bile dua, gizem veya iksir bulunan bu romanların dindarca bir imgelem kurdukları tartışmasızdır. Ne var ki, bu romanları yazanların pek çoğu dindar da değildir.
Bu noktada tartışılması gereken şey, eski masal formunun günümüz roman formu içinde ne aradığıdır! Günümüzde cinsiyetçi olmayan, doğaüstü güçlerden söz etmeyen ve şiddet içermeyen sayısız çocuk öyküsü yazılmışken, yetişkin romanına lök gibi çöken bu “eski masalcı” tavrındaki ısrar niyedir? İnsanı anlatan metinler her dönemi işaret ederek yazılabilir; sorun, doğadışı güçlere nasıl yaklaşıldığında gizlidir. Onlar “imgelemdir” diyerek cicileştirilemez. Bir romanın bütünüyle bu doğadışı güçler, hayaller ve masallar bileşkesinde yazılması, teknik ve ideolojik açıdan yenilik sayılabilir mi? Bu tür romanları fazlasıyla önemseyenlere Vladimir Propp’un Masalın Biçimbilimi’ni anımsatırım. Bilindiği gibi, Propp orada kahramanın yolculuğunu öylesine derinden ortaklıklar bularak sınıflamıştır ki, çağımız yazarının bu masal diliyle yazmasının hiçbir özgünlüğü olmadığını başka hiçbir şey bu açıklıkta gösteremez. Propp’un masallarda saptadığı protopi kısaca özetleyeyim: Aileden biri uzaklaşır/ Kahraman yasakla karşılaşır/ Yasak çiğnenir/ Saldırgan bilgi edinmeye çalışır/ Saldırgan kurbanıyla ilgili bilgi toplar/ Saldırgan kurbanı ya da serveti ele geçirmek için onu aldatmayı dener/ Kurban aldanır/ Saldırgan, aileden birine zarar verir/ Kahraman evinden ayrılır/ Kahraman büyülü bir nesneyi ya da yardımcıyı edinmesini sağlayan bir sınama, bir sorgulama, bir saldırı, vb. ile karşılaşır./ Büyülü nesne kahramana verilir. (vs vs) İlgilenenlere: Vladimir Propp Masalın Biçimbilimi Çev.Mehmet Rifat-Sema Rifat, İstanbul:B/F/S yayınları,1985http://gurselkorat@blogspot.com
Published on November 14, 2016 12:42
September 29, 2016
ERİL ROMANLAR
Kahraman kavramı ilkçağdan beri mitoslara konu olan üstün güçlerin (kahramanların) melodrama ve oradan da popüler edebiyata sıçraması nedeniyle varlığını korudu. Gerçekte romanda kahramanlar değil karakterler vardır. Don Kişot’tan beri böyledir bu; orada “kahraman” gülünesi ve bunak bir kişidir artık. Karakter ise insandır, üstün bir kişiyi temsil etmez. Günümüzde kahraman ya macera edebiyatında ya da masallarda vardır. “Kahraman”ın eril olması çok dikkat çekici bir şeydir ama “kahramansever”ler, öyle anlaşılıyor ki yalnızca erkekler değildir. Bu yazıda eril düşünce kalıplarının belirlediği iki roman tarzına değineceğim: Hero-Roman ve Çizi-Roman. Gelecek yazıda da Mito-Roman başlığıyla konuyu tartışmayı sürdüreceğim.
Hero-roman [“Millî” roman]
Millî romanın kalıpyargılara, derinliksiz tiplere, kahramanlara ve mitosa dayalı yapısında düşük bir edebi zevk vardır. Hiçbir kahramanı insan derinliği içinde ele alınmaz, “ötekiler” daima kötüdür ve bu hal genetiktir; melodrama dayalı bir romans olarak okuyucuyu millî hislerle doldurmak temel işlevidir. Bu yönüyle iktidarların siyasi programına hizmet etmeyi görev bilir, romanı bir sanatsal eylem olarak değil araç olarak değerli gören pragmatizmin -tek deyimle- “maşası”dır.Millî romanda göze çarpan temel dürtü, yazarın düşünce romanı yazanlara benzemek için gösterdiği boşuna gayrettir. Roman kahramanları (karakterleri demeyişime dikkat edelim) anıtsal bir heybete, uzun ve bitmek bilmeyen bir belagate, övülüp göklere çıkarılan bir ahlâki ve ruhsal asalete sahiptir. Bu yönüyle millî romanlardaki kahramanlar din büyüklerine benzerler ve hatta bu nedenle dinleriyle de temsil edilirler. Denebilir ki her millî roman üstü örtülü dinsel romandır. Bu bakımdan tersi de doğru olur: Her dinsel roman üstü örtülü bir millî romandır.Millî romanda ötekilerin çektiği acı ve sefaletle hiçbir şekilde empati kurulmaz. “Bizimkilerin” çektiği acılar ve yaşadığı kötülüklerin öcü alınması gerekir ve bu eylemde vicdani tartı, acıma hissi yoktur. Millî roman, insanlığın bir bölümüne duyulan nefretin romanıdır ve edebiyat maskesi takmış nefret suçu belgesidir.Bir yeri fethedenlerin övüldüğü millî edebiyat eserlerine göz atan kişiler, orada “ötekilerin” korkuyla titreyen kadınlarını, açlıktan ölen çocuklarını göremeyeceklerdir. Bu romanlarda yaşadığı şehir elinden alınırken “neden” diyerek duruma isyan eden insanların umutsuzluğu yoktur. Yine bu romanlarda evlerine girilerek saçlarından sürüklenen ve esir pazarında satılan kadınlar, köle olarak kullanılmak amacıyla seçilmiş erkekler, “işe yaramadığı için” öldürülen yaşlılar yer almaz. Tam tersine fetih güzellemesi yapılarak “düşmanın” ruh taşımayan bitkiler gibi doğranması,onun “hakaretlerinin bedeli” olur. Millî roman veya bu amaçla yapılan her türlü “sanat” eseri, lanetlenesi barbarlığı över. Fetih ve işgal kavramları üzerinde demagoji yapmaktan ibaret olan bu tutum, “bizimkilerin yalnızca fethettiği ve kimseye zarar vermediği” yalanını, ötekilerinise işgalci olduğunu söyleyebilir.Milli kahramanlıklara dayanan edebiyat bundan ibarettir. Baştan ayağa eril düşünme kalıplarıyla yaratılmışlardır. Eski çağlara özgüdür ve karanlık dönemlerin bilgisini ve algısını aşmış değildirler.Edebiyatın “milletin değerlerine uygun” bir “mevzi” olduğunu düşünmek, edebiyatçıyı siyasetin neferi gibi görmektir. Öteki’ni bilmeyen, empatiyle desteklenmeyen kahramanlık şişinmelerinin varacağı yer budur. Yazarın ruhu bütün insanlıkla birlikte biçimlenmiyorsa ve yazar kendi bedeninde bütün insanlığı özetlediğini fark etmiyorsa, edebiyata katkı yapamaz.
Çiziroman (Piktoroman)
İngiliz aristokrasisi onsekizinci yüzyılda resimlerden hareketle bir mimari tarz geliştirmişti. Versailles’ın akılla düzenlenmiş bahçelerini eleştiren ve “doğayı alabildiğine özgün hissettirecek” bir manzarayı yeğleyen İngiliz aristokrasisi, Wiltshire veya Stonehead’de, Claude Lorraine’den veya İtalyan ressamlardan esinlenerek kır evleri yaptırmıştı. Bu konuyu fark edip ilk kez saptayan E. Gombrich’tir ve Sanatın Öyküsü’nde kendine özgü yalın üslubuyla bu konuyu örnekler. John Berger de Görme Biçimleri adlı yapıtında, bugünkü kadının kadınsılıkla ilgili algılarını yöneten şeyin erkeklerin kadını görme biçimi olduğunu, resim tarihinden örneklerle gösterir: Özellikle portre ressamlığı ve nü, bu konuda etkili olmuşa benzemektedir. Yani kadınlık algısı eril gözler tarafından sürekli olarak yeniden biçimlendirilmekte, kadının örtülü veya açık olması hiçbir biçimde fark etmemektedir: Tanrıya adanmış kadın da, şuh kadın da erkekler tarafından tasarlanmış, resmedilmiş, yaratılmıştır.Türkiye’de kahramanı yücelten, perspektifi bozuk, eril bir macera edebiyatı vardır ve minyatüresk edebi seçimlere dayanır. Buna derslerimde “Platoncu yazı tarzı” adını veririm. Platoncu yazı tarzı adlandırmasını da filozofun diyaloglu metinlerine atıf olarak kullanırım: Bu yazı tarzının özelliği kahramanlarının öncesi olmayan bir eylemle ortaya çıkması ve bu eylemlerin birbirini düz (sarmal olmayan) bir neden sonuç ilişkisi içinde izlemesidir. Platoncu hikayede hep eylem ve konuşma vardır, metinde karakter derinliği bulunmaz. “Kahraman edebiyatı”nın tanım özelliği Platoncu yazıdan çıkarsanmalıdır: Karakter yüzeyselliği ve kadınlardan yoksunluk. Buna “minyatüresk” başlığı altında dört beş yıl önce, bir dergide değinmiştim. Kanımca eril dille macera anlatanlar çizilmemiş bir çizgi romanı yazıyorlar. Minyatüreskin, maceranın, erilliğin ve öykünün birleşmesinden çiziroman doğuyor. Bu roman tarzının ayırıcı özelliği küfür ve erkeksiliktir: Ergen kibriyle konuşan, argo düşkünü ve bıçkın bir yazıcılık. Erkeklerin yapabildiği, yapmak istediği, erkek arkadaşlarıyla paylaşıp gülebildiği laf kalabalığı; hatta doğru deyimle, erkek geyiği. Kadınları tam anlamıyla kenar süsü yapan anlatıcılık. Charles Bukowski gibi bir küfürbaza boş yere özenen, boşvermiş, alaycı, asılsız, zırtapoz, kahramanın “cool” hallerinin altını çizen bir küfür edebiyatı.
[1] Yalçın Küçük yanlış yere Milan Kundera’ya ve Latife Tekin’e “küfür romanı yazdığı için” kızmıştı. Asıl küfür romanları, berbat bir küfürbaz olan Charles Bukowski öykünmelerinden çıktı: Yazar denen kişinin ağzının kantarı kalmadı, daha önce karikatür dergilerinde ve gençlik altkültüründe kabul gören dil, roman dili oldu!Bu yazı K-24'te yayımlanmıştır.http://gurselkorat@blogspot.com
Published on September 29, 2016 01:20
August 13, 2016
GÜVERCİNE AĞIT, YENİDEN
Güvercine Ağıt'ı yıllar süren okumaların ardından, derin köklerimize merak saldığım, Anadolu'nun tarihsel derinliklerini aradığım 1996-99 yılları arasında yazdım. Kişisel tarihimin en fazla yıkımlarla dolu bir evresiydi ama aynı zamanda o yıllarda yaşama tutkuyla bağlanmıştım. Yine de acıların etkisiyle midir bilinmez, kitabı yazarken "bilgiden gelen düşünce"nin, "estetikten gelen hazzın" önüne geçtiği zamanlarım çok oldu. Bu da romanı çok bilgi dolu bir hale getirdiği için, çoğu kez silip yeniden yazdım bazı bölümleri.Güvercine Ağıt, tarih laboratuvarına girer gibi kurduğum tek romanımdır. Baştan ayağa gözden geçirilmiş tek kitabımdır aynı zamanda. Onun hikayesini çok sevdiğim için, en iyi biçimde anlatmayı tutku haline getirdim. Deyişleri, kitabeleri, nefesleri hiçbir yerden alıntı yapmadan, Ortaçağa özgü ifadeleri bularak özgün bir biçimde yazmak için yıllarımı vermiştim, en azından bu nedenle kitap meramını eksiksiz anlatmalıydı; bu kitapla yazarlığımı dönüştürmeye başlamış, bu kitapla derin tutkuları irdeleyen bir yazar olmayı ilk kez denemiştim.Yani diyeceğim o ki, artık yaşını başını almış, kendince yazma-anlatma tavrı edinmiş biri olarak Güvercine Ağıt'ı -umarım son kez- gözden geçirmiş bulunuyorum. Filiz Özdem'in eşi benzeri olmayan editörlüğü de, doğrusu bu düzeltiye çok yerinde bir kıvam kazandırdı.Güvercine Ağıt Anadolu'nun Selçuklu çağının son ışıkları parlarken, etkisi yüzyıllar boyu sürecek insan tiplerinin atalarını, onların ilk ışıklarını görür. Bu yönüyle Kapadokya konulu romanların ikincisi olsa da, Orta Anadolu'nun Selçuklu çağındaki dervişliğine, çoklu kültürüne değen ilk romandır.Romandaki dervişane deyişleri, tekke nefeslerini, destanları yazmak için yıllarca uğraştım; dönem şiirinin yapısını inceledim ve o şiirleri, destanları bir derviş gibi yazmadan da kitabımı yayımlamadım. Kitap 1999'da çıktığında şiirlerin benim tarafımdan yazıldığını herkesin anlayacağını sanıyordum; fakat baktım ki -belki de çok inandırıcı olduğu için- herkes bana bu nefesleri ve destanları nereden bulduğumu soruyor, o zaman yanlış yaptığımı anladım. Bu nedenle kitabın YKY baskısının giriş bölümünde "kitaptaki hiçbir deyişin, destanın alıntı olmadığını" belirttim, nedeni budur.http://gurselkorat@blogspot.com
Published on August 13, 2016 13:57
July 24, 2016
Erken Ölümler, Ah
2008 Frankfurt Kitap Fuarı kapsamında Almanya'da bulunan Türk yazar ve şairlerinin bir kısmı Darmstadt'ta kalıyordu. Bu fotoğraf otelden ayrıldığımız son gün çekildi. Ama aramızda ne Ahmet Erhan var artık ne de beş yıl önce bugün yitirdiğimiz Didem Madak...
Genç bir kuşaktan gencecik ölümler... Kabullenmek zor ama yaşam böyle işte. Yaşam dediğin nedir ki, iz bıraktıysan bir şeydir, o kadar.
Saçlarım düşler görüyor
Rengarenk uçan balonlar havalanıyor her telinden
Saçlarımda kiraz bahçeleri
Salıncak kuruyor dallarına çocuklar
Hep ben düşüyorum, hep ben,
Ben:
İsmim kara bereli iki çocuktan biri
Ben çocuklardan biri,
Fazla yaramaz.
Ne zaman ağlasa
İskambil kupası damlıyor gözlerinden
Rest diyor hep, rest. Ne demekse?
Ben çocuklardan biri,
Fazla yaşamaz
Ne bir sarmanı var okşayacak
Ne zamanı.
Zamanı sarışın bir kedi olarak yarat baştan Allah’ım
Bırak okşayayım.
Esirge ve bağışla beni gerçekten
Bırak düşlerimde kaybolayım.
Didem Madakhttp://gurselkorat@blogspot.com
Published on July 24, 2016 13:36
July 19, 2016
Düşüncenin Yön Gösterici Oku
Picasso, 1946Kalem toplumsal ilişki aracıdır: İlkokulda sınıfın bir köşesindeki çöp kutusuna “kalem açmaya” gider, bir kaç kafa orada toplaşır, usul usul, çocuk dilince kim bilir neler konuşurduk?Kalem bellektir: Geçmişin bilicisi ve tarihin kurucusu kalemdir. Kalem düşlemdir: Geleceği inşa etmek kalemden önce akla gelmemiştir. Kalem, zamanın üstünde kaydırakla dolaşan haşarı bir çocuğa benzer.Kalem yalnızlıktır: Kalemi eline alanın biraz da vay halinedir.Bana her şeyin alışverişi zor gelir fakat yalnızca kalem almak için, -salt bunun için- kırtasiyecilere giderim ve bu bana neşe verir.Ayırıcı kalemim kırmızıdır, onunla önemli yerleri işaretler, “aman dikkat” dediğim notları alırım. Mavi ve siyah kalemleri ise olağan notlarımı aldığımda kullanırım.Tükenmezle sert bir zemin üstünde duran tek sayfa kağıda yazmaya bayılırım. Zevk duyarak yazdığım tek biçim budur. Bunun dışındaki hallerde yazmaktan değil yazdıklarımdan zevk duyarım. Sıvı mürekkepli kalemler kaprisli görünür gözüme, ya mürekkep akıtırlar, ya el boyarlar, ya tıkanırlar, ya kesik kesik akarlar: Zevk alarak yazmasam da defterlerim genelde bu kalemlerin işçiliğiyle doludur. Kalemin ucu inceldikçe yazasım çoğalır; fakat ince uçlu kalemler akışkanlık konusunda sıkıntılıdır; kalın uçlu kalemler ise mürekkebi bol keseden harcar ve yazıyı berbat eder. Bu nedenle dikey kalemlikten çok yatay duran kalemlikleri severim: İçindekileri kusturmadığı için.Kağıtlara kıyamam, çok önemli şeyler yazdığımı düşündüğüm zamanlarda bile kağıdın her iki yüzünü de kullanırım. Bir yüzü yazılıp atılmış kağıtlar bana herkesi ayıplıyormuş gibi gelir. Ne parlak kağıda ne de saman kağıda yazmayı severim. Bunların biri gereksiz lüks, öbürü ise yorucu denecek kadar dayanıksızdır. En iyisi parlak cinsten sarı kağıtlardır; onlar yoksa birinci hamur beyaz kağıt yeğlenebilir.Bunları söylüyorum ama yazdığı kağıtları dosyalayıp biriktirenlerden değilim: defterlere yazar ve onları biriktiririm. Doğrusu her kitap için koca bir defter dolusu not tutarak çalışırım: Bunlar çeşit çeşit bilgiyle dolu, ilham verici defterlerdir ve kitaplığımda mutluluk verici bir “bellek rafı”nda, yan yana dizilmişlerdir.Bu durum beni kağıtlara kıymamış biri yaptığı gibi yazdıklarını arşivleyebilmiş biri de yapar. Kurşun kalemin yaşamımda yeri yoktur fakat kontenjanı hep durur, bir gün gerekli olur diye kalemliğimde ona da bir yer bırakılmıştır. Silgi ve kalemtıraş, kalemucu, zımba, mektup açacağı, küçük not kağıtları, kitap bellekleri ve bant masamın kalemle arkadaşlarıdır. Çünkü hiçbir kalem tek başına anlam taşımaz, yazdığınızı zımbalayacak, dosyalara koyacaksınız, bazılarını bantlayıp bellek olarak bilgisiyara, dolaba asacaksınız, bazılarını da üzerine notlar yazarak kitapların arasına sıkıştıracaksınız.Kitap arasına kalem koymayı sevmem, kitabın şeklini bozar ama bazen koyduğum da olur, kendime kızarım. Kaleme tapınmam ben; yani “kalem de kalem” diye övgüler yağdırmaktan hoşlanmam. Benim kalemlerim “her zaman benim olan ve her yerde hazır duran” tanrısal özellikler içinde değildir. Evliya gibidir benim kalemlerim, darda yetişen, işimi gören. Lüks kalemlerden hoşlanmam, pahalı ama yazmaya yaramayan kalemlerin hiçbir zaman sahibi olmamışımdır. Hiçbir iyi marka kalem bilmem, bazıları gözünü belerterek: “Ooo, bir kerecik elime aldım, o nasıl bir şey!” diyerek markalı kalemleri över ya, hiç özenmem. Çünkü ben iyi defter ve iyi kalem alıp iyi şeyler yazacağını düşünenlerden değilim. En değerli notlarım kimsenin yüzüne bakmayacağı çizgili ince defterlerde durur, çünkü ona denk gelmiştir önem verdiğim şeyler. Yaşam gibi yapmacıksız, gösterişsiz yazmanın yolu yazmayı amaç edinmektir, defteri ya da kalemi değil. Kalem diye inlemem ama basit de olsa kalemimin “yerinde” olmasını isterim. Kimse dokunmamalıdır ona. Bazılarının “çalışma masasına dokundurmama” nevrozu benim dünyamda kaleme yöneliktir. Benim özellikle kızımla yaşadığım kalem kavgaları hep böyle olmuştur:“Masamı istediğin gibi karıştır ama üç renkten, her zaman hazırda tuttuğum kalemlerimi benden habersiz alma.” Bu seslenişte mülkiyetçilikten çok, tehlikeye karşı aşılanmış olma, güvende olma duygusu vardır. Kalemin her zamanki yerinde yokluğu yazanlar için gerçek bir öfke nedenidir.Kaleme dokunmama kuralı çocuklu evde işlemez; bu nedenle onları sakladığım çok olmuştur. Bunun nedeni “aradığım zaman bulma” duygusudur. Çünkü “düşünceyle çalışanlar” bilir ki, yoğun dikkat ve özen gerektiren bu iş, o düşünceyi bozan sıradan yokluklar yüzünden darmadağın olur. Bu nedenle bir yazarın en dikkat ettiği teknik ayrıntı kağıt ve kalemle ilgili olanıdır. Fakat öte yandan yaşam, yazarı kağıt ve kalemle ilgili olarak sürekli sınar: Gerekli zamanlarda kağıt ve kalem bulamadığım çok olmuştur benim. Karadeniz’de bilmem kim teyzenin evinde balkonda otururken, Fethiye’de, tiril tiril tişört ve gömlekle gezerken, bir ören yerinde karanlık bir dehlizden geçerken ya da denizde üstümde mayodan başka bir şey yokken. Kalem elime geçtiğinde felaketi kavrayıveririm: Bütün düşüncelerim ya suya, ya karanlık geçitlere ya da balkondaki çiçeklerin dibine çoktan dökülmüştür.Herkes bilir ki yazar çantasında ya da cebinde kalemsiz kağıtsız gezmez ve en olmadık yerlerde karşısına çıkan düşünceleri yeri midir, zamanı mıdır demeden avlar. Oysa yaşamın cilvesi bu ya, düşünce bazen kalemin olmadığı bir zamanda çıkagelir. Alaycı bir tazı gibi kendini gösterip kaçmaya hazırlanan o düşünce, elini silahına atan kovboyu andıran yazarın boş cebindeki kalemi aranışını kikirdeyerek izler. Birden aklına gelir yazarın: Kalemi biraz önce postanede kaleminizi alabilir miyim diyen biri kullanmış, postane kargaşasında da geri vermeyi unutmuştur. “Kalem, kalem” diye inle dur artık: Çünkü bilirsin ki şu anda aklına geleni yazmazsan bellek çok geçmeden başka bir şeyi tutup bunu unutacak ve sen de o aklıma gelen neydi diyerek kıvranacaksın.Kalemleri ödünç vermeyi sevenlerden değilim ama kalem ödünç almaya itirazım yoktur. Buna isteyen bencillik diyebilir; fakat ben tedbirlilikdiyorum.Araba kullanırken aklıma gelen şeyi yazmak istiyorum, zor oluyor. Bu nedenle önlemleri çoğaltıp birazcık “teknikleştim”: İyi kayıt yapan telefonlar çağındayız, mikrofona söylüyorum, ne yapayım. Kayıt cihazı çıktı, yazı yazmanın törenselliği bozuldu; ama olsun, yine de yazarlığa yardım eden her şey iyidir, diyelim. Öte yandan, kalabalıkta, öğrencilerimin arasında veya kafede otururken aklıma gelenleri ses kayıt cihazına almakta zorlanıyorum, gülünç görünmekten çekiniyorum. Sonunda şöyle bir yol buldum: Telefonla konuşur gibi yaparak ne söyleyeceksem söylüyor ve cihazı kapatıyorum.Gece uyurken aklıma bir şey gelir de onu sabaha bırakırsam hiçbir şeyi anımsayamadığımı acı dolu bir iki deneme sonrasında, üstelik çok gençken anladım. Anlamakla sorunu gidermek arasında bir hayli uzun zaman geçiyor, uykuda aklıma bir şey gelirse, gerekçe uydurmadan doğrulup yazmayı ancak orta yaşlı bir adam olduğumda becerebildim: Fırlıyorum ve hemen yazının başına oturuyorum artık. Bazen yazı yazarken bileğimin ağrıdığını görüp şaşıyorum: Ben miyim o bitmek tükenmek bilmeyen sayfaları yazan? Bu ağrı da ne? Yazmaktan nasır tutmuş orta parmağıma bakıyorum nasır biraz azalmış, ellerim pamuklaşmış azıcık. Bunun nedeni bilgisayara alışmak ve kalem belleğini unutmak elbette. Elle yazmak güç geliyor artık. Daha hızlı ve verimli yazmanın yolu klavyeye dokunmak ve kesip biçerek, yapıştırarak daha hızlı düşünmek. Bu konuda romantik değilim, bilgisayarın yarattığı nimetleri severim. Fakat şunu bilir ve inanırım ki el yazısı her şeye rağmen yazarın iç dünyasının görünmesini sağlayan özel bir aynadır, yazarlar çağlar ne olursa olsun el yazısıyla var olacaklardır. Bütün insanlık görme dilini ve yazısını icat etse bile yazarın kendine özgü bir el yazısı sistemi bulunacaktır.Bunu şunun için söylüyorum: Düşüncenin uzantısı el olmaksızın düşünülen şeyi kaleme “indirmek” ve somutlamak olanaksızdır. Bu somutlanan şeyi ancak yazı dönüştürür ve yeniden düşünceye gönderir. Yani soyuta giden yolda kalem bir levha gibi, bir ok gibi daima yön gösterir. Yazar kanımca, “Yazmazsam delirecektim” diyerek kalemini öpen Sait Faik’i aklından çıkarmamalı, kalemini çok sevmeli ve ona zaman zaman övgüler yağdırmalıdır. http://gurselkorat@blogspot.com
Published on July 19, 2016 23:22
July 3, 2016
Edebiyatın Aracı da Amacı da İnsandır
Gürsel Korat’ın son romanı “Unutkan Ayna” Nisan ayında (YKY) yayımlandı. Bu romanda 1915 yılı Haziran ayının on günü anlatılıyor. Yozgat ve Kayseri’de başlayan kırım, çoğunlukla Rumların yaşadığı Kapadokya bölgesine yaklaşırken Nevşehir’deki Ermenilerin bu olayı bekleyişi kitabın konusu. Romanda duyu organlarını çağıran bir dil, heyecanlı bir akış ve sürpriz açılımlar var. Romanın finali ise beklenmedik bir biçimde gelişiyor ve şoke edici. Bu romanı dolayısıyla yazarla bir şöyleşi yaptık.
-Neden 1915? Yazar olarak sizi Unutkan Ayna’yı oluşturmaya iten nedir?Ermeni kırımını anlatmak Türkler için bir vicdan ve ahlâk borcudur. Fakat olayları estetik düzeye çıkaramadığınız, onları sanatın gücüyle dile getiremediğiniz sürece de politik bir yüktür. Yalnızca topluma değil yazara da yüktür. Yüreği bütün insanlık için çarpan bir yazarın kendi toplumundaki “ötekilere” yapılanları görmemesi insanca bir davranış olmaz.-Ermenilerin başına gelen şey, sizce nedir? Siyasi, dini ve etnik olarak haritamızdan silinmişlerdir.Nedeni?Ülkemizi 1830’lardan beri bölünme ve parçalanma korkusu yönetiyor. Bu, şüphesiz boş bir korku değil. Osmanlı kırk ambar gibiydi, bölünmeye devam ettikçe devlet öfkelendi. Dağılmayı önlemek için baskı rejimi kurmayı seçti. Padişah gibi düşünenler başımıza gelen her kötülüğün Tanzimat’tı, Islahat’tı, Kanun-i Esasi’ydi, Meclis’ti, bunlardan çıktığını düşündüğü için anayasayı 1876’da rafa kaldırıp meclisi kapattı. O zulüm düzenini 1908’de yıkanlar, meclisi açtı, “eşitlik, kardeşlik özgürlük” diyerek iktidara geldi ama çok kısa sürede azınlıkların özerklik isteklerini bölücülük sayarak kendi meclisine darbe yaptı. Sonrası trajedidir: Sevr’e gelindiğinde bölünmeyi önlemek isteyenlerin elinde Karadeniz’in bir iki limanından başka şehir kalmamıştı. -Şimdi de yine özerklik konusu, yine aynı olaylar. Tarih tekerrür mü ediyor?
Konumuz edebiyat. Fakat oturduk siyaset tarihi konuşuyoruz. Bunun nedeni sözün yaşadığı temsil krizidir. Bu, “siyasetin ve sanatın sözü krizde” demektir. 1911’de de öyleydi. Ülke yangın yerine dönmüştü çoktan, fakat sanatın sözü artık Servet-i Fünun’da değil millî edebiyatta çınlıyordu: Turan romanları yazılmaya başlanmış, kahramanlık destanları ortalığı kaplamıştı. Bunlar dönemin siyasetinin yansımasından ibaretti: İttihat ve Terakki kendi meclisine darbe yapmış, farklı düşünceleri yasaklamıştı. Demek ki aslında tarih tekerrür etmiyor, sorunu “şu şekilde” çözmeye yönelmiş olan akıl hep aynı çözüme yöneliyor. Bu bir temsil krizidir. Neredeyse yüz elli yıldır söz toplumun bütün katmanlarında aynı ve tek şeyi söylüyor: Monistik bakış, şiddet ve kahramanlık edebiyatı. Yüz elli yıldır özerklik diyene bölücüsün diyorlar. Özgürlüklerin önü hep bölünme travmasıyla kesiliyor. 1914’te Ermeni milletvekillerine ve aydınlarına “meclis falan yok yürüyün” dediler, trajedi Osmanlı’nın yıkımına kadar vardı. Bugün de aynı akıl aynı planı işletmeye çalışıyor. 1984 distopyasını yaşıyor gibiyiz artık. İroni ve açmazlarıyla hem de: Barış diyeni hapse atıyorlar, katillere hoşgörü konferansı verdiriyorlar.-Temsil krizi kavramını açalım mı, bundan neyi anlıyorsunuz?Sözün çoğulluğunu yitirmesini anlıyorum. Siyasetçi sözünün düşmanlar icat etmesi, sanat dilinin de çoğul bakışını yitirmesi. Sanatçının biz’i, ötekiler’i var. Böyle bir edebiyat olmaz. Muhafazakâr sanat bildirileri yayımlanıyor, kimsenin gıkı çıkmıyor. Sanat siyasal tezlerin doğrulanma sahasına dönüşmüş, çoğulcu niteliğini, bilim insanına özgü nesnellik savını yitirmiş. -Siz de siyaset yapmıyor musunuz romanınızda? Yazar siyaset dışı mı?Asla. Ben romanda siyasi tez öne sürmem. Çünkü kanımca romanın amacı da aracı da insandır. Ben asla siyasi tezlerin hangisinin doğru olduğunu kanıtlamak için roman yazmadım. Unutkan Ayna’da da öyle, siyaseten oluşmuş bir dönemi önce apaçık çizdim, geri plana koydum ve insanları bu atmosfer içinde anlattım. Ben yazarın siyasi düşünce taşımasına değil, yazarın sanatta siyasi temsile soyunmasına karşıyım. Sanatçı siyaseti veya dini temsil ettiği zaman herkes bilir ki o kafasındaki doğruları birilerine söyletmektedir. Günümüzün monolojik romanları zaten bunu yapıyor. Ya Yavuz’u övüyor, ya Allah’ı. Sanat kimseyi övemez artık. Savaş ve Barış’ın, Nana’nın, Dorian Gray’in, 1984’ün yazıldığı bir dünyada sanatın birilerini övmesi bir alçalmadır. Sanat kendi içinde bir amaca sahiptir, bu amaç insanın insan tarafından keşfidir; bu keşif Kundera’nın söylediği gibi insan hakkında bilinmeyen bir hakikatin ortaya çıkarılmasıyla uğraşmaktır. Bunu yaparken sanat siyaset de dahil her türlü konuyuseçebilir. “Sanatçının düşüncesi sanat eserinde gizlenmelidir” diyen Engels’ten yanayım ben. Çünkü sanatın hamuru, güzellik ve hazla yoğrulur; halbuki siyasete elini atan herkes ilkeler, önermeler, programlar önünde olduğunu bilir. Siyasette sanatın hamuruna aykırı şeyler durur. Neyi nasıl ele alacağını bilmeden sanata olduğu gibi dalan siyaset, züccaciye dükkanına dalan fil etkisi uyandıracaktır.-Romanı ve öyküyü “geçmişin edebi temelde yeniden düzenlenmesi” olarak da kabul edebilir miyiz?Kurmaca zaten bütünüyle hayalidir, bir defaya özgü olarak o sanat yapıtında derli toplu olarak geçmiş düzenlenmiştir diyebiliriz. Öte yandan tersine ütopyalar yazdığımız zaman da geçmişi yeniden düzenleriz. Hatta ütopyalarla, geçmişi “gelecekte düzeltmiş” ve düzenlemiş oluruz.
-Bütün romanlarınızda Kapadokya’yı yazmadınız ama odak orası oldu, kişisel nedenlerini merak ediyorum.Çocukluk, ana kucağı ve dil diyebilirim. Hep bunu söyledim, yinelemekten de zevk alırım. Bir başka neden de periferisi çok az bir edebiyat bizimki. Yaşar Kemal ve Orhan Kemal olmasa Çukurova, Kemal Tahir olmasa Çankırı, Mavi Anadolu hareketi olmasa Ege kıyıları pek az söylenecekti. Edebiyatımızın ağırlıkla İstanbul ekseninde durması hem bölgesel hem de dilsel bakımdan bana aşırı göründü hep.-Romanlarınızda ve öykülerinizde Anadolu’nun değil de Kapadokya’nın yani Kayseri, Nevşehir, Yozgat ve Niğde’nin şehir olarak fazlaca yer kapladığını düşünürsek yazdıklarınızı bir ucuyla geride bıraktığınız dünyayla ve çocukluğunla ilişki kurma biçimi olarak da anlayabilir miyiz? Ayrıca bu ilişkiden bugüne dönük neleri çıkarmalıyız?Yazar olarak merkezin dışında durmayı ve unutulan zamanın diline odaklanmayı seçtim. Şüphesiz, ana kucağının diliyle düşünmemin yazdıklarıma etkisi büyük oluyor. Belleğim kendi akışında giderken bile Anadolu’ya özgü bir tınlayışla konuşur oldu. Yazdıklarım merkezden uzağa yöneldikçe sanırım bir merkezkaç hızıyla içimdeki dilsel odağın da dışarı çekildiğini görüyor ve bundan yeni dil olanaklarına ulaşıyorum. Bu yönelişten çıkardığım bireysel sonuç bu. Toplumsal sonuçlar varsa, onu bilemem.-Tehcir ve kırımdan uzun zaman sonra yaşanmış olan bir çocukluktan bakınca başta Kayseri olmak üzere Yozgat, Nevşehir’de, Niğde’de ne vardı ya da size ne kalmıştı?Annemden Ermeni kıyımına ilişkin hikayeler dinledim. Ona da annesi anlatmış. Giderek benim memleketin, yani anne baba bakımından Yozgatlı olmamın sonuçları ortaya çıktı: Bizimkiler Çandırlıdır, bölgenin en büyük Türk ve Sünni yerleşimi. Çevremiz ise neredeyse Ermenilerle çevrili: Boğazlıyan, Terzili, Çokradan, İğdeli, Uzunlu, Felahiye. Felahiye’ye o zamanlar Urumdiğin diyorlar. Yukarıda Akdağmeni, Rum. İnsan böyle bir çevrenin bıraktığı izlerle büyürse, bilincine eski zamanın izleri sızıyor. Mekandan bile. Zaten ayrıca ömrümün ilk yirmi yılını geçirdiğim Kayseri’de Ermeni kilisesinin önemli bir cemaati vardı, maşatlığın yanındaki tarlada top oynardık. İleride Battal Gazi kayalığı. Bu tarafta Melikşah türbesi, ortada Roma’dan kalma kale. Dış kale surlarında saklambaç oynayan son nesildenim ben. Büyüdükçe Ermenilerin ortadan kaybolduğunu hissetmedim bile. Farkında olmadığım dinsel, cinsel, etnik ve kültürel baskıyı büyüdükçe ve solcu oldukça anlamaya başladım. Beni etkisi altına alan sihir, “yazmak” oldu. Bu geçmişi içimde duya duya yaşayıp da, -Sait Faik’in dediği gibi-yazmazsam delirirdim.-Romanın geçmişi hem mekânsal hem de insani temelde idealleştirme bir tehlikesi yok mu?Olabilir de, yazar bunu hesap edemiyorsa, yazmasın. Hesap ettiği halde idealleştirmek de mümkün oluyorsa, yazar buna ne yapsın?- Kapadokya şehirlerinin ve etrafının dünyasını yazıyorsunuz. Bu aynı zamanda Kapadokya’da geçmişte birlikte yaşama kültürünü anlatma gibi tavırdan besleniyor olabilir mi?Çocukluğumdan seçebildiğim ilk şarkının izlerini hayal meyal anımsıyorum. Sonra İstanbul’da içtiğim bir gazozun. Okuduğum ilk yazının ve gördüğüm ilk resmin hepsi örtük. Bunların tadını rengini ya da dokusunu ömrümce aradığım gibi, benden önceki dünyanın bilgisini aramayı da sürdürüyorum. Belki de izini bulamadığım o şeyler yüzünden izini bulduğumu düşündüğüm daha eski şeyleri yeniden yaratıyorumdur. Bir de çocukların oyuncaklarını kurcalarken kırması kendilerine yönelik meraktandır, ben sürekli kırıyorum çocukluğumu. Geçmişi anlattıkça öğreniyorum. Tuhaf ama gerçek bu. Öğrendiğim her şey bende daha büyük bir arayışa yol açıyor. Yazar öğrendiklerini anlatmaktan çok, sezgilerini öğreniyor ve bunu kovalıyor. Neyi seziyorum, insanların bilme biçimlerini, duruşlarını oturuşlarını. Yaşam durumlarını. Dillerini. Bundan insana varıyorum. Genel olarak bütün insanlara. Hepimize. Çünkü yazdıklarımı bugünün ve yarının insanı okuyacak, ölüler değil.Birlikte yaşama kültürünü bilmek çok önemli şimdi. Tam da reddedildiği yerde. Bunu anlamak önce iyi gelse de anlatmak çok ağır geliyor bana. Ne kadar sefil ve acımasız bir dünyada yaşadığımızı görüp bununla yüzleşmek çok ağır. Melih Cevdet’in bir şiiri var ya hani, son dizesinde biz gelecekteki özgür insanın ceddiyiz diyor ya, onu çok düşünüyorum bugünlerde.- Kapadokya’nın özgünlüğü çok ilgi çekici. Kapadokya ve Dersim gibi bölgelerin tarihi herkesin ilgisini çekebilecek özgünlükler barındırıyor. Romanlarınız bir yanıyla hep bu özgünlükle hep ilgili oldu. Oluşturulmaya çalışılan Anadolu imgesinin dışında bir şey değil mi bu?Resmi tarih, sürekli olarak güncellenen ve hakikati örten tarihtir. Romancının meraklarından biri bu tarihi kurcalamaktır ama “doğru tarihi yazmak” romancının işi olamaz. “Resmi tarihin dışındaki gerçekler şöyleydi” demek romancının işi değildir, resmi tarihin dışında kalan bir sahne kurmak ve olayları orada anlatmak yeterlidir. Bu zaten başlı başına farklılık içerecektir. Öte yandan edebiyatta özgünlük, farklı bir imgeye yerleşmekten çok, farklı bir imge yaratmakla mümkündür. Yazar mekanı ve yaşamı yeniden yaratır; bu yönüyle geçmişi yeniden anlatan tarihten çok daha karmaşık ve derin bir şeydir. Tez öne süren romancılığı bu yüzden basit bulurum. “Öyle bir şey yaz ki romanından tez çıkarsınlar” derim ben. Bir de şunu düşünürüm, “Ayrılık da aşka dahildir” demiş ya şair, ben de “Bir roman yalnız söyledikleriyle değil söylemedikleriyle de romandır” derim.-Unutkan Ayna’da Türkçe konuşan ve yazan Hıristiyanlar çok açık ve çarpıcı biçimde, yazılarıyla hem de gösterilmiş. Bunlar birer tarihsel önerme olarak düşünülemez mi?Düşünülemeyeceği kanısındayım. Ben bunları çıkıp “şu şudur” diye öğretsem haklı olurdunuz. Ama o yazılar gibi çok sayıda yazı zaten var, romanımda yalnızca sözünü edip geçtim. Bölgedeki örneklerden hareketle kendim birtakım kitabeler yazdım. Eco’nun “örnek okur”u bunun peşine düşsün, mutlaka bir şeyler bulur. Bundan yola çıkarak da varsın tez yazsın. Bu, romanı bağlamaz.-“Unutkan Ayna” insanın iyicilliği ile kötücüllüğünü devletin de dâhil olduğu ve 1915’te geçmiş bir çatışmayı, kırımı eksen alarak söz konusu ederken daha çok iyicil olanı göstermeye çalışıyorsunuz. Buysa bir yanıyla hem geçmişi hem de bugünü insani temelde değerlendirmek anlamına da geliyor diyebilir miyiz?Yineliyorum: Edebiyatın aracı da amacı da insandır: Bu nedenle zaten başka bir amaç düşünemiyorum.- “Unutkan Ayna”yı insanın iyicilliğinin belirginleştirdiği aşkı da kendine dâhil etmiş bir zaman değerlendirmesi olarak anlayabilir miyiz? Bir yazarın asıl muradı aşkı yazmak değil aşık olunacak insanı yazmak olmalıdır. Unutulmaz bir aşk kişisi yarattın mı, bambaşka bir yazar olursun bana göre. Şadiye gibi bir kadın yazdım ya, ne isterim! Bir de âşık olan kişiyi yazmak önemli elbet. Muharrem de o kişidir işte. Muharrem, çok özel bir karakterdir, o benzersiz kişiliğiyle hep akıllarda kalacaktır.Muharrem romanda en özgün kişilerden biri olarak duruyor. Süleyman’ın sonunda Miralay’ı öldürmesi özgünlüğünü daha başka bir şey haline getirirken okuru da beklenmedik bir finalle karşı karşıya bırakıyor.- Nevşehir’in özel bir önemi var mı?2003 yılında Nevşehir’de bir hat ustası görmüştüm. Çok yaşlıydı, çocukken Rum Okulu’na bir evrak götürdüğünü anlatıyordu, “Okula girdim” dedi, “Müdür bir kağıt gönderdi de kime vereceğimi bilmiyordum, baktım bir salonda küçük kızlar var. Bir demire tutunmuşlar, ayaklarını hop havaya kaldırıp hop indiriyorlar..”Nevşehir’de bale yaptıran, piyano çaldıran Rum Okulu’ndan günümüze.. Bilinmesini istedim belki. Biraz da bütün Kaapdokya’yı avuçlarımda tuttuğumun ifadesi bu. Öte yandan içine girdiğim mağarada ne konuşulduğunu düşledim ve bunun bilinmesi de hoşuma gitti. Kapadokya’daki öteki yaşam biçimlerini kavrayabilme mutluluğunu yaymak çok hoş bir şey. Çünkü geçmiş bana kırmakla kalmayıp tuzbuz etttiğimiz naif bir oyuncak gibi görünüyor. Yurdumuzun Türkçe konuşan, başka bir dil bilmeyen Hıristiyanlarını salt başka dinden oldukları için kovan bu tarihe esefle bakmaktan başka bir şey yapamayız artık. Ölüp gitmiş babamıza kızmamız durumu değiştirmez ama kızgınlık ölene kadar içimizde kalır.-“Unutkan Ayna” ulusçulukların tarihte ve bugünde kırım ve katliamlarla kendini gerçekleştirmesi karşısında Kirkor’la Memet’in dostluğunu ve başka “insaniyetleri” birlikte yaşamanın örneği olarak öne çıkarmasıyla geçmişi bugün karşısında birlikte yaşamanın alanı olarak gösterirken bir bugün eleştirisi de yapmış oluyor diyebilir miyiz? Doğrudan bugünün eleştirisi olmasa da derinden ve köklü olarak geçmişten bugüne gelen, kocaman bir dalga gibi kıyılarımıza çarpan bir eleştiri olduğuna şüphem yok. Eğer öyle değilse de gönlüm öyle olmasını istiyor.
Söyleşi: HALİM ŞAFAKhttp://gurselkorat@blogspot.com
Published on July 03, 2016 02:03
June 23, 2016
‘Felaketi Bekleyenlerle Bekledim Felaketi’
“Her insanın hem yüce hem de sefil bir ruh düzeneği içinden hareket edebildiği fikriyle masanın başına oturuyorum,” demişti vaktiyle Gürsel Korat, kendisiyle yaptığımız bir söyleyişinde. Bu kez 1915’te yaşananlara ayna tutuyor yeni romanında. Bu toprakların kapanmayan yaralarından birisidir Ermeni tehciri. Kapanmadığı gibi hâlâ kanayan bir yara bu. Üzerinden bir asır geçmiş olsa da… Gürsel Korat, zamanı 101 yıl öncesine götürüp, on günlük bir felâketin açtığı yarayı anlatıyor “Unutkan Ayna”da. Korat’la son romanı üzerine konuştuk…
Çağlayan Çevik
“Unutkan Ayna” gibi bir roman söz konusu olduğunda ve diğer romanlarınızla birlikte düşündüğümüzde, "zaman" mefhumundan uzun uzadıya söz etmek gerekiyor... Bilhassa "beklerken genişler zaman" sözü (sabah 8.40) bu yönden çok şey ifade ediyor... Yaklaşan bir "felaket"in yarattığı ruh halinin simgesi bu söz. diğer taraftan, diğer romanlarınızdan farklı olarak 10 günlük bir zaman dilimini anlatıyorsunuz bu kez. Ama bütün genişliğiyle...
Diğer romanlarımda sözü edilen zaman uzun, öykü zamanı kısa olurdu. “Rüya Körü”nde 220 sayfada kırk yıldan fazla zamanı anlattım ama okura baştan hangi hızla gideceğimin işaretini verdiğim için bu bir sorun oluşturmadı. “Kalenderiye”de anlatıyı yüzyıllara böldüm! Doğrusu, benim zamanla derdimin anlatıya yansıyan cilveleri bunlar. Bu kez yazdığım en oylumlu roman olduğu halde “Unutkan Ayna”da hepi topu 12-22 Haziran 1915 tarihleri arasını anlattım ve üstelik onları kozmik zaman parçalarına böldüm: Kuşluk 10.40 ya da Yatsı 21.00 gibi. Çünkü tam da isabetle yaptığın alıntıda olduğu gibi deneyimlerim aklımdaydı, felaketi veya acıyı beklediğim zamanlarda o zamanın nasıl genleştiğini bilmekteydim. Bunu romana taşıdım: “Unutkan Ayna”da insanlar bir felaket beklentisi içindeler; felaketin geldiğini de görüyorlar ve üstelik kaçamayacaklarının farkındalar. Böyle durumlarda "Dur bakalım" denir de o gelen şeyin dokunmayacağı varsayılır ya, o duygunun da etkisi altındalar. Bu çok trajik bir haldi. Acı verici ve umutsuzluk dolu. Yazarı da kıskacına alan bir durum. Bu nedenle felaketi bekleyenlerle bekledim felaketi. Romanı yazarken, romanın yazıldığı zamanı ve kişileri tek tek kendi dünyamda deneyledim. Zamanın giderek duracağı ve donacağı bir halin peşindeydim çünkü. Böylece karakterlerin bitmek tükenmek bilmeyen bekleyişleri sırasında okur için zamanın nasıl da koştura koştura gittiğini gösterme fırsatı buldum. Okur romanı bitirmek istemesin, bittiğinde de çok kısa bir şey okumuş gibi doyamadan kitaba baksın istedim. Oysa kısa bir roman sayılmaz “Unutkan Ayna”.
Unutkan Ayna" özelinde bakınca, üzerinden 100 yıl geçmiş bir vak'adan söz ediyoruz burada. Bu vak'anın yaşandığı 'an'ların hikâyesi bu. O yüzden gerçekten kısa bir roman değil, kapağını kapatıp düşündüğümüz zaman çok şey sökün ediyor. Örneğin, yıllarca yeni seçilen ABD başkanlarının "Ermeni Soykırımı"nı tanıyıp tanımayacağı üzerine tartışmalar kopardı ve kısa süre sonra unutulurdu. Daha çok "politik" düzeyde gündeme gelirken 2000'lerde meseleyi derinlikli sorgulamaya başladık ülkece. Ne yazık ki Hrant Dink'in öldürülmesinden sonra ise "farkındalık" daha da yaygınlaştı. Ancak hâlâ bir hesaplaşmadan söz edemiyoruz. “Unutkan Ayna”ya Gürsel Korat'ın hesaplaşması demek ne kadar mümkün?
İki türlü mümkün: İnsan olarak ve yazar olarak.Öncelikle kıyımı yapanların safında doğmuş, öyle büyümüş, Sünni ve Türk ideolojiye göre yetişmiş biri olduğum için bununla insani açıdan hesaplaşmak zorundaydım. Küçük bir kızgınlıkta "Ermeni tohumu" "gâvur çocuğu" hakaretlerini sağa sola savuran benzerlerimin başka coğrafyalarda "Türk tohumu" olarak aşağılanabildiği hiç aklıma gelmemişti. Bunu yirmili yaşlarımda fark ettim. Demek ki bu konuda uyanmam bir hayli zaman almış. Empati gelişmeye başladı yavaş yavaş. Öte yandan içimizden birilerinin aslında Ermeni yahut Rum olduğunu kanıtlamaya çalışanların sinizminden eh yetti artık diyerek çıkmam da gerekiyordu. Çıktım ama bu kez de sol jargon da uyuttu bir müddet beni: "Galata bankerleri Rum'dur, hmm burjuva. Ermeniler ise Fransızlarla işbirliği yapmış. Hmm. Hain." "Yahu arkadaş bunların içinde hiç mi fakir köylü yoktu?" sorusu sorulmalıydı elbette.Sordum. O zaman da aklıma derhal annemin anlattığı 'damda öldürülen Civan'ın öyküsü' geldi. Şöyle anlatırdı annem: "Damda Civan'a diyorlar ki, oğlum kelime-i şehadet getir, oğlanın anası babası yeni ölmüş ne edecek ki kelime-i şahadeti. Ağlıyor, anamı isterim babamı isterim diyor. On iki yaşında bir sabi. Sıktılar kafasına, küllüğe düştü."Bu hikâye hiç aklımdan çıkmadı. İlk işittiğimden bu yana neredeyse elli yıl geçti. Bu olayı ağlayarak anlatan annem de aklımdan çıkmadı. Çünkü anneannem de ağlayarak anlatırmış. Baktım ki sıra bana geliyor, "yok yeter bu kadarı" dedim.İki türlü hesaplaşabiliriz demiştim, bu insani olanı. Öbürü ise yazar olarak hesaplaşmamdır.Olayları insan öyküleri olarak anlatmamız gerekiyordu, bunun peşinde yıllarca dolaştım, kafa yordum. Aslında ilk küçük denemeyi 1996'da basılan “Çizgili Sarı Defter”de yapmıştım, orada "Ve Sonra İnsanlar Ölür"de Ermeni kıyımında annesinin eteğinin altına saklanarak kurtulan Hatice'nin öyküsünü anlatmıştım. Fakat karmaşık ve büyük, hepimizi kapsayan, biz gibi olan bir şey yazmalıydım, öykü bana yetmezdi.Öyle bir konu ki bu, herkesi kızdırabilirsin. Yaptığın iş beğenilmeyecek; bu neredeyse en azından yüz üzerinden elli kesin, gerisi ise şansa kalmış.Bunun için şu düşüncelerle hareket ettim:1) Bizimkiler ve ötekiler yok,2) İyiler ve kötüler yok,3) Hainler ve vatanseverler yok. Yalnızca insanlık ve halleri var.Bunu güzel kotarılmış bir hikâyeye bağlamaktı zor olan. Dengeli, hareketli, merak dolu. Aslolan iyi bir hikâye anlatmaktır, bunu hep böyle bildim ben. İlk defa değil. Hatırlarsın, “Yine Doğdu Tanyıldızı”nda hikâyeyi kendi kurduğum biçimiyle anlatabilmek için Celaleddin Rumi'den vazgeçtim, Niğde'de Nizamüddin Dârâ'yı yarattım. Böyle bir şeydi işte bu hesaplaşmanın iki ayağı.En önemlisi de Ermeni kıyımına sessiz kalmamış bir yazar olmaktı. Sessiz kalamazdım ben. Ben, ben isem, bu olmazdı.
Yaklaşan felaket dedik başlarda. “Yine Doğdu Tanyıldızı”nda da yaklaşan bir felaket temel dinamiği oluşturuyordu. Fakat bu seferki felaket “içeriden” çıkıyor. Bir ay öncesine kadar birbirine selâm veren insanların birden bire birilerinin malına mülküne hatta karısına bile göz diktiğini görüyoruz. Bu açıdan insan doğasındaki hoyratlığı bütün çıplaklığıyla ortaya koyuyor aslında…
İnsanlar hakkında genelleyici bir yargıya varmak bir roman yazarı için sıkıntılı bir durumdur. İnsanlar kötüdür, hoyrattır falan diyemez bir yazar. Özel koşullara bakar ve insanların özel durumları karşısındaki halleri hakkında aforizma söyler.
Ermeni kırımı günlerinde yaşadığımızı bir an düşünelim: Birileri gidecek ve bu önlenemeyecekse, içimizden bazıları o gidişe sevinecektir. Bundan çıkarı olanlar sevinebilir mi evet. Fakat bu çıkarı reddedenler ve bununla asla bağdaşamayacak kişiler de olur. Romancı bunu görmek zorundadır.Diğer taraftan meselenin "insanlık hali" ile ilgili olduğunu en iyi gösteren örnek kanaatimce Miralay ile Binbaşı'nın aynı orduya mensup iki insanın kasabalıya ve Ermenilere olan yaklaşımı olsa gerek. Bu durum biraz da tarafsızlığın(ızın) bir tezahürü sanırım.
"Yazarın nesnelliği" daha iyi bir ifade olur, "tarafsızlık" biraz yargıçlık yahut hakemlik gibi bir konuma denk düşüyor. Siyaset dışılık gibi anlam da içeriyor. Romanında nesnel olabilir yazar. Fakat romanı bitirip de kapağını kapattığınızda yazara sorun bakalım, bu olaylar karşısında tarafsız mıdır, hayır. Ben Ermeni meselesinde mazlumlardan yanayım, kim acı çekmişse ondan yana. Kitabım dışında bunu söylerim, kitabımdaki yazar sesi bunu dile getirmez.
Peki bu açıdan bakınca, romandaki kahramanların kaderini belirleyen kişinin büyük ölçüde bir "çoban" olması da bu nesnel duruşun bir tezahürü sanırım.
Bilmem, bunu böyle düşünmedim. Belki de çobanın biraz dengesiz ve heyecanlı biri olması bunu akla getiriyor. Bir de öyle kritik anlarda ve durumlarda ortaya çıkıyor ki, okurun yerinde olmak istemem. Yürek sızısı bir adam. Benzeri yok bir fenomen. Onun edebiyatta bir benzeri olmadığının yazarken farkındaydım. Kıvançlıyım insanlığa onu gösterdiğim için.
Romanlarınızın alıştığımız coğrafyası Nevşehir ve havalisi… Bu romanda da bütün kozmopolit yapısını görüyoruz bütün unsurlarıyla. Üstelik en küçük kasabada bile… Haliyle durup baktığımızda, aslında bu çoklu kültürü yitirdiğimizi görüyoruz üzülerek. Bugün baktığınızda bir kuraklık hissi veriyor mu size?
Hem de nasıl. En büyük kaybımız Hıristiyanlarımızdır. Burada olsalardı da keşke onları sevmeseydik. Öyle de olurdu zaten; pis şişkolar derdik bazılarına, kapatın şu manastırları diye haberler çıkardı, yahut paskalya bayramı trafiğinden söz ederdik, kafası açık başı açık konusu bu kadar dert olmazdı, kapalı olmak da aynı. Çok ileri bir toplum olurduk, aynı zamanda gerilimli ve çelişki dolu olurduk. Hıristiyanlar Türkçe ibadet ederdi, Müslümanlar Arapça, buna gülerdik. Dünyamızda böylesi çocukça nefretler olmazdı, kiliseleri yıkıp onların taşıyla kurulmuş imam hatipler olmazdı en azından. Kiliseler ahır olmazdı, esnafımızın ahlakı tümüyle selefi ahlakına dönmezdi. Yazık oluyor halen, korkarım daha da çok olacak.
Belki yanılıyor olabilirim ama, en kalabalık “kadın kahraman” kadrosu sanki “Unutkan Ayna”da karşımıza çıkıyor. Diğer taraftan bütün varlıklarıyla en az erkekler kadar etkinler. Hatta Zabel özelinde değerlendirecek olursak en kilit noktada yine kadınlar yer alıyor…
Ermeni sorunu yalnızca ekonomik ve insani bir sorun değil aynı zamanda bir kadın ve çocuk sorunudur. Hatta bazıları için cinsel sorundur. Bu söylediklerimi tam açıklayabilmem için o zamanın sürgün havasına bir bakmamız gerek: "Ermenileri sürdük" diyorlar birileri; katletmediklerini söylüyorlar ama diyelim ki öyle, sürülmek az şey mi? Çoluğunla çocuğunla hop diye bir sürgüne git bakayım ne oluyor? "Onlar öldürülmedi, sürgüne gitti" deyince her şey hallolmuş gibi konuşanlara bakıyorum da Ermeniler tatile gönderilmiş gibi davranıyorlar. Ermeni sorunu kadın sorunudur demiştim, bu yüzden. Adamları öldürüp yahut sürgün edip kadınları seçiyor adam, sabileri de. Kimi kız kimi oğlan. Bunları ya ikinci karı olarak alıyor, ya hizmetçi ya besleme. Ucuz işgücü. Bedava cinsel köle. Beğenmediğinin de artık nesini alıyorsa alıyor, gönderiyor. Bir arkadaşım "herkes kadınlara ne kadar sulanıyor bu romanda" dedi, erkek olmadığı için böyle dedi, biliyorum. Erkeklik bilgisiyle düşünse böyle demezdi. Bu yüzden bu romanın kahramanları gerçekten seven erkeklerle, kadınlara göz diken erkeklerin karşısında ne yapacağını bilen, derin düşüncelere sahip kadınlar oldu. Bunu hep ürpererek düşündüm romanı yazarken, kadınlığın hallerine onlar adına çok üzülerek. Bir kız babası olarak. Bu nedenle bu romanda kadınlar benim kahramanımdır, o kadınlara tutkun erkekler ise ancak kadın dolayımından kahramanım olabilirler.
Bir şey daha var ki, romanda çok göz önünde olmasa da tuhaf bir yere sahip olan şey "at" imgesi. Başından sonuna askerden sivile, bir metafor olarak karşımızda dikiliyorlar. Felaket de iyi haber de at sırtında geliyor... Atla başlayan roman yine atla bitiyor.
Atın o dünyada işlevini çok düşündüm elbet. Bir de çerçinin atı çok özel bir şey; kabul edelim ki boyunduruğunda fenerle dolaşan bir at imge olarak güzel. En azından bunu tasarladığımda beni çok etkiledi. At bütün insanların sevdiği bir hayvandır aynı zamanda, görsel bir işlevi vardır. Bu roman bilinçli ve apaçık bir biçimde, görselliği, bir perdeyi ansızın açar gibi kullandım. Varlıkları hışımla ortaya getirip koyduğum bir teknikle yazabildiysem, hayvan varlıklara yakından bakabildiğim içindir. Bunda yazarı yalnız insan dolayımından değil hayvanlar ve nesneler dolayımından da düşünen bir kişi saymamın etkisi de vardır.
Söze zaman mefhumundan girdik, yine onunla tamamlayalım. Genel olarak "tarihsel roman" söz konusu olduğu için zaten zaman ile ilgili bir şeylerin peşine düştüğünüz ortada. Öyle veya böyle artık "değiştirilemeyecek" şeylerin, "geçmişte kalmış" hadiselerin yeniden kurgulanması bir roman zamanı içinde ele alınmasından söz ediyoruz. Tem nesnelliğe ve diğer yaklaşımlara rağmen yine o "zamanı" bükme aslında zamanla bir alıp veremediğiniz olduğunu göstermiyor mu?
Zamanla sorunum olduğunu söylemek hoşuma gitmiyor. "Kavgam var" demiş gibi oluyorsun. Ben zamanla uğraşmayı bir zihin eğlencesi, bir keşif gibi gördüğüm için "zamanla bir dostluğum var" demeyi yeğlerim doğrusu. Şüphesiz zamanla ilgili bir yığın gönderme yaparım, her zaman yapmayı da severim. Fakat bunu felsefi bir olanak gibi değil, artistik bir olanak gibi görmekten yanayımdır. Sonuçta zaman metafiziğin ve felsefenin alanına giriyor. Romanda felsefe yapmak hoşuma gitmez, romanda felsefi çıkarımların yolunu açmak doğru görünür gözüme. Yani ben her türlü sözü öncelikle artistik-estetik düşünce için bükerim; bundan isteyen felsefi, siyasal ve hatta isterse dinsel sonuçlar çıkarır. Bir de zamanı niye eğip büküyoruz, bugün için. Bugüne yazılır roman çünkü, kalabilecekse de yarına. 1915'te günün kozmik dilimlerini gösteren dijital saat yoktu, ben o yüzden bugünün okurunun anlayacağı dille, kozmik saatlerle anlattım dünü. Bu, çok kıymetli olan zamanın önemini göstermek için gerekiyordu. Anlattığımız şey, yaşamak için en kör umuttan bile kazanılmak istenen bir zaman parçasıydı çünkü.
Tam burada araya gireceğim, bu romanın diğerlerinden önemli farklarından birisi şu; her ne kadar bir asır geçmiş olmasına rağmen üzerinden hâlâ güncelliğini, etkisini koruyan, öyle veya böyle adam akıllı hesaplaşılmadığı için tartışılan bir mesele bu. Bu açıdan baktığımızda da "zaman" olgusunun devamlılığı karşımıza çıkıyor. Her ne kadar romanda bölüm adlarını zamana dair cümlelerle oluşturmuş olsanız da...
Onu okurun çağrışımına bırakmayı yeğledim. Ermeni sorunuyla hesaplaşmadık doğru, ama bunun yeri roman değil. Siyaset hesaplaşır, sanat yüzleşir. Ben yüzleşmeyi öne çıkardım. Roman dünyayı değiştirmek için yazılmaz fakat eminim ki iyi bir roman dünyayı değiştirme arzusu uyandırır.
Istanbul Art News (IAN) Haziran 2016http://gurselkorat@blogspot.com
Published on June 23, 2016 02:59
June 12, 2016
Geçmişin Zamanı Bugündür
Halim ŞAFAKHerhangi bir edebiyat yapıtı hakikatle hangi bağlam ve düzeyler üstünden ilişki kurmuş olursa olsun bize bir geçmiş tartışması yapma konusunda zorlaması bir yana bu tartışmanın insanın kendine dönük bir vicdan değerlendirmesine dönmesi beklenmelidir.Dünyadaki uluslaşma süreçleri sonuçları düşünüldüğünde ötekiyle birlikte yaşamanın şiddetle karşılıklı olarak ya da değil ortadan kaldırıldığı/ kalktığı bir zaman olarak anlanabilirler. Bu memlekette de bu Ermeniler, Rumlar, Yahudiler, Kürtler ve Alevilerle Türkler ve devlet arasında yaşanmıştır.
Ne var ki bu tür kıyımların olduğu her yerde azınlıkta da kalsa farklı ve insana gelecek bahsinde umut veren şeylerin yaşandığı ve yaşanacağı da muhakkak söylenmelidir. Çünkü bir avuç insan her şeyi ölme ve öldürmenin belirlediği süreçlerde de insani olanın özellikle vicdani temelde gelişmesi ve yaşanması için de can havliyle mücadele etmiştir. Geçmiş kıyımlar kadar dünyaya yayılmış bu türden hikâyelerle doludur. Söz konusu etmeye çalıştığım kıyımları önlemeye yetmemiştir ama can havliyle kurtarabildiği kadarını zulüm edenin elinden kurtarmıştır.
Gürsel Korat’ın yeni romanı “Unutkan Ayna”da söz konusu ettiği 1915 kırımı geçmiş zamanın bu bağlam ve düzeyde ele alınması mümkün örneklerinden biridir. (YKY,2016) Bir hafta gibi kısa bir zamanı dilimi içinde Nevşehir ve etrafında yaşananlar üstünden oluşturulan roman özellikle Kirkor ve Memet’in arkadaşlıklarının aynı dünya karşısında oluşturduklarına ve yaptıklarına bakarak belirtirsek söz konusu zamanın insani ama nedense uzakta tutulmuş önemli bir boyutunu ele alıyor. Aynı dönemde insan ilişkileri kadar aşk ilişkileri de başka bir düzey olarak aynı anlayışın bir parçası olarak romanda söz konusu ediliyor.KIRIM KARŞISINDA İNSANLIK DURUMLARI“Unutkan Ayna”da tehcir sürecinde bir devlet tartışması yapılırken bir yandan da o devlet karşısında Ermenilerin, Rumların, Alevilerin ve Türklerin içinde düştüğü/düşürüldüğü durum orda gelişen ölme ve öldürme temelli şiddet kadar bunun karşısında tam bir insanilikle verilen yaşama ve yaşatma mücadelesini konu ediliyor.
Gürsel Korat çocukluğunda anlatılanları da unutmadan ama daha çok tarihte yaşananların derin etkisiyle oldukça akıcı ve imgeye pek sığınmayan bir dille “Unutkan Ayna”da bunları yazıyor. Bu akıcılığa bağlı olarak “Unutkan Ayna”ya 1915’lerde Nevşehir, Yozgat, Kayseri ve etrafında geçen bir polisiye roman da denilebilir. Romanın asıl özelliği insan duygularının öne çıkarılması ve aynı dönemde başka ve gizlilikle kendini gerçekleştiren bir sürecin bu duygularla birlikte tüm şiddete ve onun yaydığı ölme ve öldürülme korkusuna rağmen insanın kötücüllüğü karşısında hem insani hem de vicdani olan üstünden yaşanmasıdır.
“Unutkan Ayna” bu noktada “insaniyetleri benzer” tabirinin karşılığını 1915 kırımına bakarak söz konusu ediyor başka bir deyişle ortaya çıkarıyor. Kirkor’la Mehmet arasındaki dostluktan, Binbaşı’nın ve Doktor’un tavrına ordan aşk ve insan ilişkilerine kadar giden geniş bir düzeyde kırım karşısında insanlık durumları romanın asıl konusudur diyebiliriz.
Romancının tarihin bir dönemine ait bu tavrını geçmişle kurduğu ilişkiden çıkardığı bir sonuç ve arzusunu duyurduğu bir şey olarak da değerlendirebiliriz. Geçmişin asıl zamanının bugün olduğu ve bu yüzden bugünü etkileyeceği düşünülürse insani olanı öncelemiş bir romanın yine bugün karşısında “insaniyetlik” çağrısı olarak algılanması ve öyle kabul edilmesi mümkündür.BİRLİKTE YAŞAMA ÇAĞRISI
Kaldı ki çocukluğu Yozgat, Kayseri ve etrafında kırımdan kurtulanlarla birlikte geçmiş/yaşanmış birinin bu yaptığı aynı zamanda söz konusu çocukluk ve geçmişle kurulmuş bir ilişki olarak anlanabilir. Hatta bu haliyle romanın geçmişin bugüne dönük ya da geçmişten kalkınan bir birlikte olma ve yaşama çağrısı olarak kabul edilmesi de mümkündür.Geçmişi hatırlatması ve saklaması mümkün olan fotoğrafları bulup yok etme ve onları koruma arzusunun da şiddetle çarpıştığı roman bir ucuyla fotoğraf sanatı üstünden dünyaya dönük bir karşılık da oluşturuyor. Söz konusu ettiğim bir yanıyla Ermeni ve Rumların her türden gelişmeye dönük ilgisini açık ederken –ki bu baştan beri bu memleketteki düzeyi göstermesi açısından önemli bir örnek olmuştur- bir yanıyla olup biteni belgeleyerek geleceğe bırakma arzusunun güçlülüğünü de somutlaştırmaktadır. Aslına bakılırsa bugün de sürmekte olan tartışmalar yazılı ve sözlü tarih kadar bu fotoğraf ve belgeler üzerinden yürütülmektedir.
Geçmiş özellikle Anadolu topraklarında Ermeniler, Rumlar ve Türkler’in, daha başkalarının birlikte yaşadıkları ya da yaşamayı bildikleri için bugün de deneyimlenmesi gereken bir olgu olarak orda tarihin bir yerlerinde durmaktadır. İnsani olanın özelliği birileri kötülük ederken birilerinin de zulme uğrayana yardıma gelmesidir. Alain Touraine”nın “Bir zamanlar uzakta olan yaklaşmakta ve geçmiş şimdiki zamana taşınmaktadır “ demesinin vahim sonuçları memleket yüzeyinde tüm şiddetiyle yaşanmaktayken “Unutkan Ayna”nın hatırlamaya ve hatırlatmaya çalıştığı insaniliğin yine insanın insana borcu olduğu muhakkak söylenmelidir.Evrensel, 16 Mayıs 2016http://gurselkorat@blogspot.com
Published on June 12, 2016 03:39
June 7, 2016
Roman Bütün İnsanlığın Sesidir
Suzan Demir
“Romanın ‘Biz’i ‘öteki’si olmaz, roman bütün insanlığın sesidir” diyen Gürsel Korat’la Unutkan Ayna’yı konuştuk.
Zaman kitaplarınızda hep görünür bir aktör olarak yer alıyor. Geçmişiyle geleceğiyle… Nedir sizdeki zamanın algısı?Zaman metafizik bir kavramdır; ben bilimsel düşünüşü yaşamımın rehberi olarak gördüğüm için metafizik kavramları dine bırakmam, onları varoluşumuzla ilişkilendirerek düşünürüm. “Bir yerde yaşıyoruz.” Bu sözü söyleyen Thomas Hobbes beni çok etkilemiştir. Bir yerde... Hepimiz sürekli olarak değişen bir yerdeyiz. Fakat bu yerde “daha önce” denilen zaman yok. “Gelecek” de yok. Bunları içimizde taşıyarak yaşarız. İşte bir romancı için iyi bir koşu alanı.Benim zaman algım “değişimin kaçınılmazlığı” üzerinedir. Bu beni bilimsel çizgiye ve nesnelliğe yaklaştırır. Öykü dilinde özneye bağlı belirsizliği seçmekten bu nedenle uzak dururum. Somut, beş duyuya dayalı, tempolu ve keskin çelişkiler üzerine bir kurmaca. Benim metin zamanım bunlar tasarlanarak kurulur.
Unutkan Ayna’da zaman neredeyse dakika dakika geçiyor. Bir şeylerin başlama, bitme ya da belirtme zamanlarımız hep tam saatlerdir. Ama siz hikâyede, örneğin o günün saat 14.27’sinden bir kesit anlatıyorsunuz. Bu bana “Bir yerde yaşıyoruz” diyen Hobbes’tan zamanın bir yerini gösteren size bir yansıma gibi geldi. Neden böyle bir “zaman dilimi” seçtiniz?Hayır pek öyle değil. Zamanın bir yerinden çok, somut bir yer. Zaman ve süre insanın düşünerek bulduğu birer kavram. Dolayısıyla ben o “yere”bakıyorum, örneğin Kapadokya’ya. Önce ve sonra arasındaki geçişin belirsizliği bana öykünün damarını gösteriyor. Sezgi diyelim. Romancının düşünerek ve akıl yürüterek bulduğu saymaca evren. Bu roman özelinde senin sorduğun kısa zaman dilimleri içinde geçen olaylar konusu ise gene geçmişte Nevşehir’de yaşanan feci olayların içindeki insanın zamanına bakmaktan çıktı. Unutkan Ayna’ya gelinceye kadar uzun zaman dilimleri içinde hareket eden insanı anlattığım romanlar yazmıştım. Oysa Unutkan Ayna’da her şey on gün içinde olup bitiyor; bu nedenle saniyelerin bile değeri var. Bu kez zamana bakış farklı. Tam gidecekken, ayağa kalkmışken sohbetin tatlılaşması gibi. Bu roman benim için o.
Ara vakitlerden bahsettik fakat siz asıl olarak bu topraklarda yaşanmış ve hala yüzleşilmeyen Ermeni Soykırımı’nı anlatıyorsunuz. Unutkan Ayna, bana bir yanıyla da “unutturulmaya” çalışılan “tarihin” inatla “hatırlandığını” anımsatan bir imge gibi geliyor. Yanılıyor muyum?
Hayır yanılmıyorsun. Ben kötülüğün iyilikten hızlı, çevik ve güçlü olduğunu hiç düşünmeden kabul ederim. Fakat kötülük için bir şey daha kabul edilmeli, ne yaparsa yapsın kötülüğün mutlaka en az bir haber vereni vardır. Bu şu demektir, kötülükle bir başarı kazanılabilir fakat o başarı savunulamaz.
Zaman, bazen ağır bazense hızla geçen “bekleyişin” de en önemli unsurlarından biri kitapta. Dakika dakika geçen zaman Ermeniler için “katliamın bekleyişi.” Unutkan Ayna, aynı zamanda bir bekleyiş hikâyesi de diyebilir miyiz?
Yalnız 1915’te Nevşehirde değil, çoğu yerde böyle olduğunu fark ettim, bu romanı çalışırken. Zaten katliam yaklaşırsa ne yapabilir ki insanlar? Kaçabileni kaçırırlar belki ama sonunda birileri gider okkanın altına. Bu, cezaevinde benzerini yaşadığım bir duygudur, Mamak veya Diyarbakır'ı yaşayanlar ne dediğimi gayet iyi anlar. Dayağı beklemek, işkenceyi beklemek, yargılanmayı beklemek... Bu bizim solak ve makus talihsizliğimizdir.
-Bu bekleyişin sonunda az çok ne olacağını biliyoruz. Çünkü bir tarihi anlatıyorsunuz ama “belirsizlik” var romanın sonuna kadar. “Evet, size bildiğiniz bir tarihi anlatıyorum” diyorsunuz fakat bir yerlere de şerh düşmeyi ihmal etmiyorsunuz. Tarihi, anlatıcının zamanından ayıran bu ayrım oluyor diyebilir miyiz?
İnsan değil de tarih asıl meselem olsaydı okuyucu zaten bildiği bir tarihin ayrıntılarını öğrenecek, kitabın sonunu merak etmeyecekti. Oysa ben herkesin bildiği sonu öyle bir hale getirdim ki, okur son ana kadar neyin nasıl olacağını tahmin edemez. Kurmaca, tarihten bu yönüyle ayrılır: Tarih bildiğimiz olaylar dizisinin ayrıntılarını belgeler. Oysa roman bildiğimiz olaylar dizisini bir olay örüntüsü etrafında yeniden kurar. Yeniden kurduğunuzda tarihe uyma çabasından çok olay örgüsünün gereklerine uyma öne çıkar ve bilinen tarihi olaylar bambaşka, yepyeni bir boyut kazanır. Yazarı bile zaman zaman şaşırtan derinliklerdir bunlar.
-Unutkan Ayna, elbette bir belge değil ama unutturulmaya çalışılan Ermeni Soykırımı gerçeğinin neresinde duruyor?Siyasal hakikatler ve önermeler romana doğrudan girmez. Ermeni kırımı unutturulmaya mı çalışılıyor, yoksa yok mu sayılıyor? Bunlar siyaseten tartışabileceğimiz konular. Kitabın kapağını kapatıp romancı olmaktan çıktığımda, bir siyasi görüşü olan vatandaş olarak bu romanın Ermenilere zulüm yapıldığı noktasında durduğunu söyleylebilirim. Türk ve enternasyonalist kimliğimle benim halkımın payına bütünüyle zalimlik düştüğünü öne sürenlere de, olanı biteni inkar edenlere de mesafeliyim. Bütün milliyetçi argümanlar insanlık fikrinden uzaktır. Üstelik “Ama onlar da yaptı” diyenler haksız değildir, mesele kimin haklı olup olmadığından çok bize düşen ne olduğunu anlamaktır. Çünkü romanın “biz”i ve”öteki”si olmaz. Roman bütün insanlığın sesidir.
-Kitapta, gergin bir bekleyiş var ama yaşamın ritmi bir şekilde ilerliyor. Mizah da var hüzün de…
Yaşam öyle bir yerdir. Cenazede gülmek o kadar kötü bir şey değildir. Topluca dayak yiyenler kendileriyle alay ederler. Karışıktır duygularımız. Bunları anladım yazdıkça.
-“Daha önce” ve “Gelecek” denilen zaman yok dediniz. Fakat insanlar “Tarih tekerrür eder” diyerek bizi bir “kadere” mahkûm ediyor. Sanki aynılarını yaşamak kaçınılmazmış gibi! Fakat resmî tarih ya da devletlerin yazdıklarına baktığımızda yaşananların “unutturulmak” istendiğini görüyoruz. Şimdi Sur’a Nusaybin’e baktığımızda bize unutturmuşlar diyebiliyor musunuz?
Kimsenin bir şeyi unutturmayı başardığı görülmemiştir. Yalnızca George Orwell 1984 distopyasında unutturma konusunda iktidarın başarılı olacağından endişe eder, o kadar. Tarihin iki yılda bir yeniden düzenlendiği bir dünyada geçmiş neydi, bilinemez ona göre. Oysa ben biraz farklı düşünüyorum bu konuda. Günümüzde bir bilgi yığışması önündeyiz; unutmadan çok duyarsızlaşma büyük bir sorun. Ben unutmaktan değil, unutmayıp yanlışlar karşısında bir şey yapılamayışına şaşıyorum. Her şeyi görüyoruz ama onun arkasından çıkan şey o kadar büyük ki hem öncekini unutuyor hem de anımsadığımızda tepki veremiyoruz. Yani bilmek bilmenin engeli haline gelmeye başladı!
-Hep zamandan bahsettik, bir de mekân var sizin kitaplarınızda ki pek de değişmeyen bir coğrafya: İç Anadolu... Nedir sizi bu sınırların içinden çıkarmayan şey?
Anadilim. Ben Türkçenin işçisiyim. O dil Anadolu’nun coğrafyası içinde devinir, benim dokunuşlarımla bana öyle gelir ki yeni bir tarzda soluk alır verir. Ben de bu yoldan, orada sürekli olarak bilinmeyeni arar, öykülerimi İç Anadolu’nun bilgisiyle kurarım. Üstelik bunu, pek de İç Anadolu’dan umulmayan tarzda, milliyetçilikten uzak, insanlık ailesine bağlı, metne din ışığında bakmayan, ezber bozucu bir metin kurarak yaparım. Ben dağlarımı, şehirlerimi, bu coğrafyada edindiğim dilin zenginliğiyle sevmeye bayılıyorum. Belki de bu yüzden o küçük taş yuvadan, delik deşik kayalık dünyamdan pek de dışarı çıkmıyorum. Çıktığımda da aklım hep oradadır, bu böyle.
4 Haziran 2016 Cumartesi, Yeni Özgür Politikahttp://gurselkorat@blogspot.com
Published on June 07, 2016 15:42
May 7, 2016
Kırım ve Savaş Günlerinde Aşk ve Nefret
Hürriyet Radikal, Kitap Eki, 6 Mayıs 2016
Resmi büyütmek için tıklayınız
http://gurselkorat@blogspot.com
Published on May 07, 2016 14:00
Gürsel Korat's Blog
- Gürsel Korat's profile
- 37 followers
Gürsel Korat isn't a Goodreads Author
(yet),
but they
do have a blog,
so here are some recent posts imported from
their feed.

