Tuğba Gürbüz's Blog, page 23
October 17, 2023
Zamanın Söndüremediği Roman: Ateşten Gömlek
Halide Edip Adıvar'ın en bilinen yapıtı, Ateşten Gömlek İstanbul'da çıkan günlük siyasi bir gazete olan İkdam'da 6 Haziran-11 Ağustos 1922 tarihleri arasında tefrika edildi. 1923 yılında ise Teşebbüs Matbaası'nda kitap bütünlüğünde basıldı. İlk basım eski alfabe ile gerçekleşti. Harf inkılabının ardından yeni alfabe ile yeniden doğdu. O günden bugüne sayısız kez, farklı yayınevleri tarafından yayımlandı. TRT ekranlarında mini dizi olarak gösterildi. Cumhuriyet tarihi boyunca farklı kuşaklar tarafından okunmaya, incelenmeye devam etti. Onu eşsiz kılan, milli mücadele hakkında yazılan ilk roman olmasıydı.
Buhiç de şaşırtıcı değildi çünkü Halide Edip, Kurtuluş Savaşı sırasında İstanbul’danayrılarak Ankara’ya gitti. Mustafa Kemal’in yanında yer aldı. Amerikan Kolejimezunu, iyi derecede İngilizce ve Fransızca bilen Halide Edip, Ankaragünlerinde gelen yabancı gazeteci ve siyasetçilerle görüşmelerde çevirmenlikyaptı, ulusal ve dış basına haberler geçti, Anadolu Ajansı’nın kurulmasında önayak oldu.
1921 yılının mayıs sonlarından itibaren cepheye geçti. KızılayHastaneleri’nde çalışarak, gurur duyduğu onbaşı ünvanını kazandı. Askerlerarasında Halide Onbaşı olarak bilinen Halide Edip, gençlik yıllarından itibarenedebiyat ve siyasetle yakından ilgiliydi. Günlük gazetelerde siyasi yazılarkaleme alıyordu. İzmir’in işgalinden sonra Sultanahmet Mitingi’nde yaptığıkonuşmayla iyi bir hatip olduğunu da kanıtladı. Dönemin aydınlarının konuşmacıolduğu bu mitingler, işgallere karşı halk direnişini savunuyor, milli bilinciuyandırıyor ve örgütlenmeyi sağlıyordu. Söz konusu mitingte Halide Edipkarşısındaki 200 bin kişilik kalabalığa şöyle yemin ettirmişti:
“Türkiye’ninistiklal ve hayat hakkını alacağı güne kadar hiçbir korku, hiçbir meşakkatönünden kaçmayacağız. Yedi yüz senelik tarihin ağlayan minareleri altında yeminediniz.”
Bucoşkulu miting, yüreklerde alevlenen milli direniş ruhu, romanda da yer alıyor,roman kahramanlarının milli mücadeleye katılmak için Anadolu’ya geçmelerinevesile oluyordu. Roman, her türlü yokluk karşısında, ölüme meydan okuyanların,gözünü kırpmadan ateşten gömleği sırtına geçirenlerin anlatısıydı. Döneminruhunu çok iyi yansıtan ateşten gömlek metaforu Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nunbuluşuydu. İkili arasında geçen bir sohbette Yakup Kadri, “Ateşten Gömlek”adında bir roman yazacağını söylemişti. İsmi çok beğenen ve kendisi dekullanmak isteyen Halide Edip, kitabın başına “Yakup Kadri Bey’e Açık Mektup”başlığıyla bir sunuş yazısı kaleme aldı ve durumu okurlara izah etti ve YakupKadri’den ismi ondan önce kullandığı için özür diledi. Yazı, Halide Edip’in şusözleriyle bitiyordu:
“Benim“Ateşten Gömlek” eğer zaman söndürüp bir tarafa atmazsa Türk romanları arasındaiki tane “Ateşten Gömlek” olacak. Belki elli sene sonra bir kütüphane rafındayan yana oturacak olan bu iki kitap Hans Andersen’in masallarındaki gibi belki dilegelir, birbirlerine geçmiş günleri söylerler. Kimbilir o uzak atide Türkgençliğinin sırtındaki “Ateşten Gömlek” ne kadar bizimkilerden başkaolacaktır.”
YakupKadri bu isimle bir roman yazmadı. Ancak Halide Edip’in Ateşten Gömlek’i aradangeçen yüz bir yıla rağmen hâlâ ilk günkü tazeliğinde. Pek çok bakımdan da öncübir roman üstelik. Romanın anlatıcısı Peyami, cephede aldığı yaralar nedeniyle bacaklarınıyitirmiş, başına saplanan kurşunun çıkarılmasını beklemektedir. Doktorlar onuameliyata alana kadar başından geçenleri Ateşten Gömlek adını verdiği günlüğüneyazmaktadır. Peyami’nin hatıraları arasında Ayşe’nin yeri büyüktür. Ayşe,yıllar önce aile büyükleri tarafından Peyami’ye eş adayı olarak görülmüş,birbirlerini tanıyabilmeleri amacıyla da İzmir’den İstanbul’a davet edilmiştir.Peyami bu olasılık üzerine soluğu Almanya’da almış ve evlilikgerçekleşmemiştir. Ayşe, bir başkasıyla evlenerek İzmir’e dönmüştür. İzmir’inişgali sırasında eşi ve çocuğu öldürülen genç kadın İstanbul’a kaçmış, Peyamive annesinin yanında misafir olarak kalmaya başlamıştır. Ayşe’nin işgalsırasında tanık olduğu acılar, söz konusu mitingte dinledikleri, Peyamilerinevinde kalan Cemil ve dava arkadaşı İhsan ile sohbetleri neticesinde millibilinci canlanmaya başlamış ve Milli Mücadele saflarında yerini almıştır.Romanın diğer erkek kahramanları, özellikle de Peyami üzerinde etkisi büyükolan Ayşe ev işleri yapan, çocuk büyüten bir kadın prototipinden hayli uzaktır.Romanı öncü kılan da kadın temsilindeki bu değişikliktir. Kadın, hapsedildiğiev içlerinden kamusal alana çıkmış, milli idealleri, fikirleri benimsemiş, buuğurda yola çıkarak hem fiziksel hem de zihinsel dönüşümünü gerçekleştirmiş,modern kadın figürünü de kanlı canlı ortaya sermiştir. Çünkü devrim yalnızcatopla tüfekle değil, sanat, özellikle de edebiyat yoluyla da inşa edilmektedir.Mücadele henüz sürerken yazılan “Ateşten Gömlek” tam da bu sebeple okura sadecebir belgesel gibi içeride yaşananları aktarmakla yetinmez; yeni milli kimliğide ortaya koyar. Zira devrim, tüm olumsuzluklara karşın, yüreği vatan ve milletsevgisiyle dolu olanların, halka liderlik edenlerin, topluma yön verenkişilerin, öz değerlerine yabancılaşmadan yüzünü moderne çevirenlerin, üzerinedüşen vazifeyi yerine getirmekten imtina etmeyenlerin, vatana hizmet aşkıylayanıp tutuşanların, ateşten gömleği sırtına geçirmekte beis görmeyenlerincesareti, kararlılığı, çalışkanlığı, dirayeti, inadı sayesinde gerçekleşmeküzeredir ve kazanımlarının nesilden nesile aktarılması arzulanmaktadır.
October 12, 2023
Üç Kitap
Ateş Sönene Kadar'ı pek beğenmemiştim. Tam olarak nesini beğenmediğimi de hatırlamıyorum üstelik. Bu Hikaye Senden Uzun'da, Aylin Balboa'nın ilk öykü kitabının tadını aldım. Bir kadının ayrıldığı sevgilisine yazdığı mektuplardan oluşan bir kitap bu. İçinde her türlü insanlık halini barındırıyor. Bir kaybın ardından duygudan duyguya savruluşlar, gelgitler... Kahramanımız kimi zaman ayrıldığı adamın başından aşağı çöpünü boşaltır gibi konuşuyor. Oh bir rahatlıyor. Sonra köpek gibi pişman oluyor. İki uçta salınıp gidiyor. Dil uçarı, ele avuca sığmıyor. İroni ve mizah Aylin Balboa'nın kullandığı güçlü araçlar zaten.
Ateşten Gömlek / Halide Edip ADIVAR
TDB Dergi'nin ekim sayısı için hakkında yazdığım bir roman. Dergi yayımlanınca yazıyı da paylaşırım zaten. Şimdilik kısaca değineyim. Milli mücadelenin içinde, Kurtuluş Savaşı hakkında yazılan ilk roman. Döneminin öncü, dünyaca tanınan kadın yazarını okumakta niye bu kadar gecikmişim, hayret! Sıradaki Halide Edip romanı Handan olabilir. *Kim Bu İnsanlar / İlker KARAKAŞ
İlker Karakaş'tan okuduğum ilk kitap. Haziran 2023'te yayımlanan öykü kitabı, yazarın altıncı kitabı oysa. Dün Storytel'de Notos Kitap'tan ne var ne yok diye bakınırken seçtim. Bir çırpıda okudum. Yalın bir dili var öykülerin. Sembolik anlatımları, metaforları, benzetmeleri, betimlemeleri tercih etmemiş. İlk kitaptan itibaren kurduğu bir öykü evreni varmış yazarın. Aynı erkek kahramanın başından geçen enstanteneler gibi düşünebilirsiniz. Öyküler kimi zaman açıkça Bodrum'da yaşayan evli bir avukatın başından geçiyor. Çocuk büyümüş, evden uzaklaşmış. Adam eski bir alkolik. Gençliğinde yaşadığı büyük bir ruhsal buhran, evden çıkmasını, eğitimini aksatmış, alkole sığınmış çözüm için, çözüm olmayacağını bile bile. Resme ve yazıya sığınmış bir de. Kimi zaman da bu kahramana benzeyen ama ismi verilmemiş, dolayısıyla kim olduğunu tam da bilemediğim ama aynılık hissi uyandıran öykü kişilerine bakıyoruz. Otobiyografik ögeler taşıyan öyküler meslek hayatından biriktirdikleriyle demlenmiş kuşkusuz. Sorunlu akrabalık, karı koca ilişkileri, yalnızlık, kişinin içinde yaşadığı toplumla tam olarak entegre olamaması... Öyküleri bir çırpıda okudum ama açıkçası benim yazarım diyemem. Ne beğendim ne beğenmedim anlayacağınız. Yazarın da okur tarafından çok okunmak, beğenilmek gibi bir iddiası yok kendi beyanına göre. Otuz yıldır yazmayı kendine uğraş edinmiş, dili arındırmak için emek vermiş, o benim üzerimden akıp gittiği için ne sevdim ne sevmedim dediğim öyküler için saatlerce emek vermiş, otosansürü yenmiş. Anlatılan senin hikayen mi denmesini göze almış. Geriye dönüp bakınca bunlarla dopdolu 30 yıl... Bu emeğe, kararlılığa şapka çıkartılmaz da ne yapılır!
October 3, 2023
Sergili pazar, önemsiz şeyler ve dişil dil
Hoşgeldin ekim
Ekimin ilk pazarı. Güneş göz kamaştırıyor. Evde yapacak iş çok ama eve kapanılacak gün değil. Haydi diyorum kızıma. Kentimizde turist olmaya davet ediyorum. Çok da ilgisini çekmeyen sergi için ardıma düşüyor. Ona cazip gelen feribotla karşıya geçmek, orada dolaşmak. Vaadim express tur, ardından yemek... İşte yaşananlar. Diğer bir deyişle ekimin ilk gününün dökümü:
Eceabat'ta Asmadan Bağcılık Tarihi Müzesi'nde sergilenen Asma Dalında Troya Minyatür sergisiyle başladı mini turumuz. Minyatür sanatçısı Göksel Sevim'in daha önce Troya Müzesi Geçici Sergi alanında sergilenen eserlerini görme imkânı bulamamıştık. Yeni yuvasında gezdik. Gezdik dediysem hayli ekspress bir turdu. İçlerinde güzel parçalar vardı. Troya'nın katmanlarını bilmeyen yok. Troya 1'den başlayarak her bir katmanın minyatür yorumlamasında en ilgi çekici parçalar, şehrin yakılıp yıkılmasına yol açan Helen ve Paris'in aşklarının yorumlandığı sahnelerdi elbette. Homeros'un, genç âşıkların, Helen'in Sparta'dan kaçırılışının, Troya atı hilesinin sahnelendiği minyatürleri daha bir sevdim. Çünkü Troya'yı Troya yapan onların hikâyeleri. Troya ören yeri öyle Efes gibi ahım şahım bir şehir değil. Kentin açığa çıkan kısmı göz alıcı olmaktan uzak. Açıkça söyleyelim içinden hikâyeleri çıkartsak hayal kırıklığına uğratması bile pekala mümkün.
Asmadan Bağcılık'ın mağazasını gezdik. Çok yakınında bulunan Suvla'ya da göz attık. Bahçenin şahaneliğine karşın fiyatları görünce "Ee bu fiyata boğazda balık yeriz daha iyi" diye düşünüp sahile yöneldik. Saat üç sularıydı. Bizim dışımızda iki masada daha müşteri vardı. Akşam yemeğine hazırlanan restoranda masa başına iki garson düşüyordu haliyle. İki çift göz tarafından izlenince masada eni konu atik olmak gerekiyor. Kızımla bir balığı paylaşalım, dedik. Balığı ikiye ayırdım. Servis tabaklarımıza koydum. Hop tabak gitti. Şişenin dibinde kalan birayı bardağıma dökerken garson yine kuş gibi havalandı, masaya kondu. Şişeyi kavradım. "Kalsın," dedim. "Kendi hızımızda, müdahale olmaksızın yemeğimizi bitirmek istiyorum," gibi bir şeyler geveledim. Biraz bakıştık. Kirli masamızla bizi baş başa bıraktı, gitti. Bir daha da yanımıza uğramadı. Yerini kıvırcık oğlana bıraktı. Masamız da masaydı hani.
Denize bu kadar yakın olunca gözler ister istemez sahili tarıyor. Serde lodosçuluk var ne de olsa. Güzel taşlar, deniz kabukları, suyun pürüzsüz hâle getirdiği dallar, cam ve fayans kırıkları... Bir bir attık çantaya. Kuyrukta bekleyen tur otobüslerinin yanından geçtik. Feribota bindik. Gelişimizin aksine dışarıda gölgede yer bulabildik. Bir müddet sonra gençler doluştu güverteye. Gemi kurallarını sıraladı mekanik bir ses. Mikrofondan yayılan talimatlara gülüştük kızımla, kendini uçak sanan arabalıydı en nihâyetinde. Az sonra yerinden kalkacak, arkasında köpükten bir duvak bırakarak karşı kıyıya varacaktı. Yolun kalanını Antep'ten gelen kızlarla sohbet ederek geçirdik. Tur otobüsleri Şahinbey Belediyesi'ne aitti. Her cumartesi pazar belediyece taşınan günübirlik yolcular, Şehitliği geziyor, Aynalı Çarşı'ya yürüyor, ucuz hediyelik eşya alıyor ve kendilerini Çanakkale'yi görmüş sayıyorlardı. Bir işiniz var mı diye sordu genç kız, esmer ve daha konuşkan olanı. Diş hekimi olduğumu öğrenince üniversite seçimleri hakkında tavsiye istedi. Meslek birliği üyesi olma sorumluluğuyla kimi düşüncelerimi dile getirdim. Bilirsiniz işte, laf olsun diye bir bölüm seçme, ilk yıl gireceğim diye sevmeyeceğin bir bölüme yerleşme, o işi ömür boyu yapacağını aklında tut, o mesleğin erbaplarıyla, meslek odalarıyla görüş, yalnızca bölüm seçme, fakülte seç, öğretim üyesi kadrosuna bak, yeterince öğretim üyesi var mı, her ana bilim dalında en az iki doçent var mı, vs. vs. Sağ olsun, dinledi. O yaşlarda insan pek akıl almak istemiyor malûm. Sazı elime alınca susmak bilmeyen ihtiyarlardan da değilim neticede. Monolog yerine diyaloğa çevirmeyi bildik o kısa seferi. Ben de onlara merak ettiklerimi sordum. Esenlikler diledik birbirimize. Onlar Aynalı Çarşı'ya gitti. Biz otobüs durağına. Günün sonunda Dünya Kahve Günü'nü kahve içmeden tamamladığımı fark ettim. İyi mi?
Önemsiz Şeylerin Önemi
Netflix'te son izlediğim dizi Lidia Poet'in Hukuk Mücadelesi. Mini bir dizi. Yalnızca 6 bölüm. Bir dönem dizisi. 19. yüzyıl sonunda İtalya'nın Torino kentinde geçen dizi, İtalya'nın ilk kadın avukatının hikâyesinden esinlenerek çekilmiş. Lidia Poet erkek meslektaşlarıyla aynı eğitim sürecinden geçtiği, aynı baroya kayıt olduğu halde, onlardan daha düşük ücretlerle çalışmaya, kendisini avukat olarak kabul ettirmeye, ailesinin himayesi altına girmeden kendi başına var olmaya çalışmaktadır. Lidia, cinayetle suçlanan müvekkilini hapisten kurtarmaya çalışırken duruşmalara giremeyeceği gerçeği ile sarsılır. Yargıç, bir kadının avukatlık yapamayacağına hükmetmiş ve baro kaydının silinmesini talep etmiştir. Müvekkilinin masumiyetine inanan Lidia, çareyi görüşmediği, avukatlık yapan ağabeyinden yardım istemekte bulur. Ağabeyi mahkeme salonuna girecek ancak araştırma, bilgi toplama kısmını Lidia üstlenecektir. Dizi böylece sürüp gider. Cinayet davalarının çözümü, Lidia'nın baroya geri dönebilmek için yürüttüğü hukuk mücadelesi hep el ele. Güzel kadınlar, yakışıklı erkekler, merak uyandıran olaylar, bir dönemin tanığı olmak izleyicinin dikkatini toplamaya yetiyor. En sevdiğim yan ise Lidia'yı, cinayetleri soruştururken hep sahada görmek oldu. Sahadan kastım, adli tıp, otopsi masası, olay yeri... Akil adamlar suçu birine yıkarken Lidia her daim buraları titizlikle inceledi küçük şeylerin peşini sürdü. Tıpkı Susan Glaspel'in Önemsiz Şeyler oyunundaki (oyunu okumak için buraya) kadın kahramanlar gibi. Ve tıpkı oradaki kahramanlar gibi cinayetleri bu önemsiz görünen ayrıntıların ardına düşerek çözdü. Çünkü önemsiz görünen şeylerin büyük önemi olabilir ve kamusal alandan uzaklaştırılan, dişil alana hapsedilen kadınların gizli, dişil dilinin izini ancak kadınlar sürebilir. Güzin Yamaner'in oyunu bu bağlamda değerlendiren, zihin açıcı makalesini buradan okuyabilirsiniz.
Bu oyunu ve makaleyi keşfim kadınlar sayesinde. Geçtiğimiz iki kış, üç arkadaş haftada bir skype üzerinden buluşarak, her hafta birimizin seçtiği öyküyü birlikte okuduk, irdeledik. Ve üzerine konuştuklarımızın, incelediğimiz tekniğin, bizdeki çağrışımlarının bizi yazı masasına çağırmasını umduk. Sonraki hafta yazdıklarımız üzerine konuştuk, birbirimizin ilk eleştirmenleri olduk. Bu tür okuma yazma grupları üretkenliği arttırıyor. Tecrübeyle sabit. Ucunu bıraktığında ise hiç yapılmamış gibi oluyor. Kurmaca yazmak adlı peri çıkınını topluyor, postu alın teri dökenlerin masasına seriyor. "Önemsiz Şeyler" oyununa işte bu grupta rastladım. Güzin Hoca'nın seminerine katılan arkadaşım, tüm çalışkanlığıyla orada dinlediklerini, öğrendiklerini bize aktardı. Ben de yeri gelmişken sizinle paylaşayım, siz de yeri gelir ilgisini çekecek başka bir kadına pas atarsınız belki.
September 30, 2023
Huzurlu Yaşam İpuçları: 14
www.nonviolentcommunication.com web sitesi Şiddetsiz İletişim ile ilgili Türkçede kaynakların sınırlı olduğu günlerde, ücretsiz belgelerinden sıklıkla yararlandığım bir dijital platformdu. Halen seyrek aralıklarla devam ettiğim Şefkatli Ebeveyn Günlükleri’nin ipuçlarını oradan alıyorum örneğin. O günlerde hevesle üye olduğum bültenlerin her birinden gelen ipuçları kıymetli esasında ama günlük hayatın hızı içinde, İngilizce bültenlere ilgimi, dikkatimi vermek, okuduğumu içselleştirmek her zaman mümkün olmuyor. O yüzden buraya ara ara bir başka serinin, Mary Mackenzie’den Huzurlu Yaşam Meditasyonu çevirilerini paylaşacağım. Her ne zaman, hangisine rastlar ve okursan dilerim şifa olur, ilham olur ve seni dönüştürür.
*
Durmadığın sürece ne kadar yavaş gittiğin önemli değil. Konfüçyüs
Herkesin ihtiyaçlarına değer vermek
Bir arkadaşım kocasının onu terk ettiğini söylemek için aradı. Kocası son birkaç yılını evlilikleriyle ilgili duygularıyla boğuşarak geçirmişti. Karısıyla evliliğe dair hoşnutsuzluğunu hiç tartışmamıştı. Arkadaşım kocasının mutsuzluğunu ilk kez ayrılırken duymuştu. Şoktaydı ve perişan hâldeydi.
Arkadaşımın durumuyla ilgili üzüntüm, insanların sadece kendisiyle ilgili değil, herkesin ihtiyaçlarına değer verdiği ve bizim bağlılığa ve bağlantıya değer verdiğimiz bir dünyada yaşama arzumla bağlantılıydı. Bu değerleri yaşamak bazen zordur. Bir şeyleri derinlemesine konuşmak zahmetli ve acı verici olabilir ancak bunun alternatifi bir ilişkinin sonu olabilir.
İster kişisel ister profesyonel olsun, içinde bulunduğunuz bir ilişkiden memnun değilseniz, bu ilişkinin sizin için ne kadar önemli olduğunu düşünün. Mutsuzluğunuzu kendinize saklayarak bu ilişkiyi bitirme riskini göze almaya değer mi? Yoksa bunu çözmeye çalışmak ister misiniz? Bunun hakkında konuşmamak, mutsuzluğun devamını garanti eder.
Mutlu olmadığınız bir ilişki içindeyseniz, her iki ihtiyacınızla ilgili bağlantı kurmak için bugün diğer kişiyle konuşmayı deneyin.
September 29, 2023
Natalie Goldberg'ten Yazar Adaylarına Tavsiyeler
Yazma pratiğinin en temel öğesi, zamanlanmış egzersizlerdir. Kendinize on dakikalık, yirmi dakikalık ya da bir saatlik zaman dilimleri ayırın. Ne kadar olduğu size kalmış. Başlangıçta küçük adımlarla başlayıp bir hafta sonra bu süreyi arttırmayı seçebilirsiniz ya da daha ilk seferden bir saatliğine yazmaya girişebilirsiniz. Hiç önemli değil. Asıl önemli olan, bu yazma oturumu için ne kadar süre ayırdıysanız, o süre boyunca kesintisiz olarak kendinizi yazmaya vermenizdir.
September 28, 2023
Prof. Dr. Taner Gören ile söyleşi
İki dönem İstanbul Tabip Odası başkanlığını yürütmüş, bir dönem Türk Tabipler Birliği Merkez Konseyi üyesi olarak çalışmış kardiyolog Prof. Dr. Taner Gören ile TDB Dergi 204. sayıda "Sağlığın Ölümü" kitabını odağa alarak bir söyleşi gerçekleştirdik. Sağlıkta Dönüşüm Programının, artan tıp fakülte sayısı, öğrenci alımlarının arttırılması vb. mesleki problemlerin halk sağlığı üzerindeki olumsuz etkilerine dair güzel bir çerçeve çizen söyleşiyi okuduğunuzda sağlık neden can çekişiyor, sağlıkta şiddeti neler körüklüyor, hekimler neden göç etmek istiyor, neden canlarına kıyıyor, hepsini anlamak mümkün. Sağlıkçı olun, olmayın, okumanızı salık veririm. Söyleşiyi dergiden okumak için buraya
*
"Harcamalar artarken sağlık ölüyor"
Ayrıntı Yayınları Beyaz Kitaplardizisinden çıkan “Sağlığın Ölümü” klinik tıbbın piyasa baskısı altında finanstemelli tıbba dönüştürülmesi ve bunun halk sağlığı üzerindeki olumsuz etkileriüzerine bir kitap. Kitabı üç bölüm halinde yazdığınızı görüyoruz. “Bir HekimYetişiyor” adlı ilk bölümde 1958 yılında Ardeşen’de başlayan ilköğretimsürecinden Tıp Fakültesi’ne, uzmanlığa, akademisyenliğe ve emekliliğe uzananhayat hikâyenizi okuyoruz. Askerlik sonrası İstanbul’a döndüğünüzde SSK EyüpHastanesi Meslek Hastalıkları Kliniği’nde pratisyen hekim olarak çalışmayabaşlıyorsunuz. Bu yıllar sizin aynı zamanda meslek sorunlarının farkına varıpİstanbul Tabip Odası’nda çalışmaya başladığınız dönem. Dilerseniz sizi TabipOdası aktivistliğine yönelten sebepler ve ortamla başlayalım sohbetimize.
Önceliklebu söyleşi fırsatını bana verdiğiniz için teşekkür ederim. “Sağlığın Ölümü”isimli kitabımın önsözünde de söylediğim gibi, makine mühendisi olacakken tesadüfendoktor oldum. Geriye dönüp baktığımda iyi ki öyle olmuş diyorum. Meslekte 48yılı geride bıraktım. Meslek yaşamıma askerlikte başladım. Samsun’daki 3 aylıkeğitimden sonra 15 ay tabip asteğmen olarak bir askeri birliğin revirindeçalıştım. Bu süreçte en büyük korkum bilgi ve beceri yetersizliği nedeniylehastalara zararlı olmaktı. Altı yıllık tıp eğitimi sürecinde hocalarımız“primum non nocere” yani “önce zarar verme” öz deyişini kafamıza kazımışlardı.Askerlik bitince bir süre işsiz kaldım. Mayıs 1977’de SSK Eyüp Hastanesi bünyesindekurulu olan Meslek Hastalıkları Kliniği’nde pratisyen hekim kadrosuna atandım.Hastane başhekimi, Türkiye’de meslek hastalıklarının duayenlerinden Dr. HaldunSirer idi. Meslek Hastalıkları Kliniği’nde, adı üzerinde, mesleklerinden dolayıhasta olan insanların muayene ve tedavileri yapılmaktaydı. Bizim çalışmaşeklimiz sigorta hastanesi kısmındaki çalışmadan farklıydı. Polikliniğe ilk kezbaşvuran hastaya en az yarım saat zaman ayırıyorduk. Önce mesleki anamnezinialıyorduk. Sonra şikayetlerinin hikayesini sorguluyorduk. Sonra tepeden tırnağaayrıntılı fizik muayenesini yapıyorduk. Sigorta hastanesi bölümünde de pratisyenhekim arkadaşlar vardı. Onlar da poliklinik yapıyorlardı. Onların kapılarınınönü hastadan geçilmiyordu. Uzman hekimlerin poliklinik odalarının önü de farklıdeğildi. Hastaların odaya girişi ile çıkışı bir oluyordu. Ellerinde ya birreçete ya da bir tetkik listesi oluyordu. Okulda bize öğretilen hekimlikleburada uygulanan hekimlik birbirine uymuyordu. Hekimler anamnez almadan, fizikmuayene yapmadan hekimlik yapıyorlardı. Bu kabul edilebilir bir şey değildi.Çalışmaya başladıktan kısa süre sonra bu ülkede sağlık sisteminin hiç de sağlıklıolmadığını fark ettim. Sağlık hizmeti yetersizdi. Sağlık çalışanlarıemeklerinin karşılığını alamıyorlardı. Hekimliğin sorunlarına duyarsızkalamayacağımı, bir şeyler yapmam gerektiğini düşünmeye başlamıştım. Tek başımabir şey yapamazdım. O tarihte tabip odasına üye olmak zorunluydu. Hekimliğinsorunları için tabip odasında bir mücadele yürütüldüğünü biliyordum. Ben deonlara katılabilirdim. Eyüp Hastanesinde çok değerli tabip odası aktivistlerivardı. Onlarla tanıştım ve peşlerine takılıp tabip odasına gitmeye başladım.Yıllar sonra tabip odası başkanı olmaya kadar gidecek olan aktivistliğim böylebaşladı.
O zamanlar TTB Merkez Konseyiİstanbul’da. Hekimler ve diş hekimleri aynı çatı altında. Birlikte çalıştığınızoda aktivistleri arasında 23 Mayıs 1980 tarihinde Mecidiyeköy’deki evinde demokrasi düşmanlarınca katledilen dişhekimi Sevinç Özgüner de var. Sevinç Hanım’ı nasıl hatırlıyorsunuz?
Ben1977 yılından itibaren İstanbul Tabip Odasına devam etmeye başlamıştım. Dediğinizgibi o dönemde hekimler ve diş hekimleri Türk Tabipleri Birliği çatısı altındabir arada bulunuyorlardı. TTB Merkez Konseyi de İstanbul’da bulunuyor veİstanbul Tabip Odası binasında faaliyetlerini sürdürüyordu. Haziran 1977’de TTB26. Büyük Kongresi yapılmıştı. O zaman TTB MK 7 kişiden oluşuyordu. BaşkanlığaDr. Erdal Atabek seçilmişti. Konseyin diş hekimi üyelerinden biri SevinçÖzgüner diğeri Sedat Çöloğlu idi. Sevinç Özgüner veznedar üye olarak görevalmıştı. Ben hem İstanbul Tabip Odasının hem de TTB Merkez Konseyinindüzenlediği toplantılara katılma olanağı buluyordum. İşte diş hekimi SevinçÖzgüner’i o toplantılarda tanıdım. Toplantılarda hekimliğin sorunlarının yanısıra toplumsal sorunlar, barış ve demokrasi sorunları gibi siyasi sorunların dakonuşulduğuna şahit oluyordum. Sevinç Özgüner’in bu konulardaki konuşmalarınıhayranlıkla izliyor ve çok şey öğreniyordum. Sosyalist bilgi birikiminisağduyusu ile harmanlamış, cesur, soğukkanlı, insan sevgisi ile dolu birkişilik çiziyordu. Onu tanıdıkça, toplumsal mücadele çizgimi belirlemede örnekalabileceğim bir insan olduğu düşüncesi oluşuyordu kafamda. O dönemde TTBMerkez Konseyi ve İstanbul Tabip Odası yönetimine muhalif hekimler TTB’yi vetabip odasını siyaset yapmakla suçluyorlar; “TTB hekimlerin özlük hakları ileilgili sorunlarla uğraşacak yerde siyaset yapıyor” diyorlardı. Şunu dasöyleyeyim, bu suçlama halen daha devam ediyor. İlk zamanlar ben detoplantılardaki siyasi konuşmaları izlerken “Bu eleştiri haklı mı acaba?” diyebir an için düşünmüştüm. Ancak zaman içinde bu konudaki görüşüm en küçük şüphekalmayacak şekilde netleşti. 6023 sayılı yasa TTB’ye hekimlerin sorunlarıylauğraşma görevi yanında halkın sağlığı ile ilgili çalışma yapma görevi devermekteydi. Dünya Sağlık Örgütü sağlığı “fiziksel, ruhsal ve sosyal tam iyilikhali” olarak tanımlamaktadır. Eğer bir ülkede insan hakları, barış ve demokrasisorunları varsa, işsizlik varsa, fakirlik varsa, sosyal iyilik halinden sözedilemez ve insanlar fiziksel ve ruhsal bozukluklara da daha kolayyakalanırlar. Hekimin görevi yalnızca reçete yazmak, ameliyat yapmak değildir.Hekimin insanları hasta eden her türlü sorunla ilgilenme ve devlet yönetiminibu konularda uyarma görevi vardır. Hekim bu anlamda elbette ki siyasetleuğraşmak zorundadır. İşte benim bu konudaki düşüncemin netleşmesinde SevinçAbla’nın büyük katkısı olmuştu. Kendinden büyükler bile ona Sevinç Abladiyorlardı. Kısaca yaşamından söz etmek isterim. Sevinç Özgüner, o zamanki adıyla SevinçTanık, 1946 yılında tıp fakültesine yazılıyor. O tarihten itibaren ülkesorunları ile ilgilenmeye başlıyor, birçok etkinlikte yer alıyor. 1951 yılı tevkifatındatutuklanıyor ve 2 yıl tutuklu kalıyor, işkence görüyor. Sonunda beraat ediyor.Bu süreçte kaybettiği zamanı telafi etmek için kaydını tıp fakültesinden İ.Ü. DişHekimliği Fakültesine aldırıyor. Diş hekimi olduktan sonra toplumsal sorunlarlamücadelesini çeşitli alanlarda yılmadan devam ettiriyor. Bunlardan biri deİstanbul Tabip Odası oluyor. Sevinç Abla 1979 yılında 28. Büyük Kongre’de Dr.Erdal Atabek’in Başkanlığında, yeniden TTB Merkez Konseyi üyeliğine seçildi. Seçilendiğer diş hekimi üye Sinan Yıldız idi. Ülke hızla 12 Eylül faşist darbesinedoğru yol alırken devlet yönetimi TTB’nin etkili toplumsal muhalefetindenrahatsızdı. Faşist güçler özellikle Sevinç Abla’yı hedef olarak seçmişlerdi.Nihayet 23 Mayıs 1980 günü, sabahın ilk saatlerinde evini basan gözü dönmüşfaşist katiller Sevinç Ablayı ve eşi Vecdi Özgüner’i kurşun yağmuruna tuttular.Sevinç Özgüner yaşamını kaybetti, eşi ağır yaralandı. Sevinç Özgüner, barış,özgürlük, kardeşlik ve eşitlik ilkelerine dayalı bir toplum düzenininoluşturulması mücadelesi verdiği için öldürüldü. Acısını dün gibi içimdetaşıyorum. Yıllar sonra, 2016-2018 yılları arasında TTB Merkez Konseyi üyesiolarak açılışına katıldığım bir diş hekimliği kongresinde, yaptığım konuşmayı“Ben barış ve demokrasi mücadelesini bir diş hekiminden, diş hekimi SevinçÖzgüner’den öğrendim” cümlesi ile bitirmiş ve salonda büyük alkış kopmuştu.Sevinç Abla hiçbir zaman unutulmayacaktır.
Katledildiği dönemde TTB MerkezKonsey üyesi olan Sevinç Özgüner adına verilen bir de ödül var. “İstanbul TabipOdası Sevinç Özgüner İnsan Hakları, Barış ve Demokrasi Ödülleri” fikri nasıldoğdu, gelişti?
Katledildiktenkısa süre sonra, 7 Temmuz 1980’de İstanbul Tabip Odası yönetim kurulu, tabipodası konferans salonuna, onun adını yaşatmak için, Diş Hekimi Sevinç ÖzgünerToplantı Salonu adını vermeyi kararlaştırdı. İstanbul Tabip Odasında toplantılarbugün de onun adını taşıyan bu salonda yapılmaktadır. Sürecin devamında 12Eylül 1980 faşist darbesi geldi. Darbenin ardından en etkili muhalif meslekörgütlerinden biri olan TTB kapatıldı, tüm evraklarına el kondu. TTB MerkezKonseyi 141 ve 142'ye muhalefetten Diyarbakır'da yargılandı. 1980 sonrasında MilliGüvenlik Kurulu'nun sağlık alanındaki çalışmalarına TTB’den dört temsilcigönderildi. 6023 sayılı TTB yasası 1983 yılında 65 ve 83 sayılı kanun hükmündekararnamelerle değişikliğe uğratıldı. Bu değişikliklerle, TTB Merkez YönetimiAnkara'ya alındı, asker hekimlerin tabip odalarına üye olması yasaklandı,kamuda çalışan hekimlerin tabip odalarına üye olma zorunluluğu kaldırıldı. Tahminedilebileceği gibi, bu değişikliklerin amacı TTB’nin muhalif gücünü kırmaktı.Darbe sonrası ilk büyük kongre 1984 yılında Ankara’da yapıldı. Halk sağlığıduayeni ve 224 Sayılı Sosyalizasyon Yasası’nın mimarı Prof. Dr. Nusret FişekTTB Merkez Konseyi başkanı seçildi. Konseyin diş hekimi üyeleri ise HüsnüÇuhadar ve Oktay Kural oldu. 1986 yılında diş hekimleri 3224 sayılı yasaylayeni kurulan Türk Dişhekimleri Birliği içinde yer almak üzere Türk TabipleriBirliği'nden ayrılmışlardır. Bu süreçte darbe sonrasında kapatılan İstanbulTabip Odası, o tarihte oda başkanı olan Prof. Dr. Coşkun Özdemir tarafından İstanbulSıkıyönetim Komutanlığı’na ve İstanbul Valiliği’ne yapılan başvurular sonucunda,sadece mali işlemler ve üyelik işlemleri yapılmak üzere kısa süre sonra açıldı.Diş Hekimi Sedat Çöloğlu ve Diş Hekimi Cengiz Özyalçın Darbe sonrasında 1980-84arasında İstanbul Tabip Odası yönetiminde son diş hekimi üyeler olarak görevyaptılar. İşte bu dönemdeki çalışmalar sürecinde İstanbul Tabip Odası yönetimkurulu, Diş Hekimi Sevinç Özgüner’in anısını yaşatmak, insan hakları, barış vedemokrasi alanında çalışma yapanları onurlandırmak ve bu alanlarda yapılacakyeni çalışmaları teşvik etmek amacıyla her yıl “Diş Hekimi Sevinç Özgüner İnsanHakları Barış ve Demokrasi Ödülü” verilmesini kararlaştırdı. Ödülün koşullarınıve jüri oluşumunu belirleyen bir yönerge hazırlanarak genel kurulda kabuledildi. Ödül her yıl 14 Mart Tıp Haftasında açıklanıyor, ama ödül töreni SevinçAbla’nın öldürüldüğü gün olan 23 Mayıs’ta İstanbul Tabip Odası’nda onun adınıtaşıyan salonda yapılıyor. Bu tören onunla ilgili konuşmaların yapıldığı biranma töreni aynı zamanda. Ödül ilk olarak 1986 yılında Barış Derneği davasındayargılanan eski TTB MK Başkanı Dr. Erdal Atabek’e verilmiştir. Bu yıl ise ödül,25 Nisan 2022 tarihinde tutuklanan ve hala cezaevinde bulunan Gezi Davasıtutsakları Mücella Yapıcı, Tayfun Kahraman, Can Atalay, Çiğdem Mater, HakanAltınay, Mine Özerden, Yiğit Ali Ekmekçi ve Osman Kavala'ya verildi.
Yıllarca iyi hekimlik, meslekhakları, halk sağlığı, barış ve demokrasi için mücadele ederken gün geldi terördestekçisi olmakla suçlandınız. Güneydoğu sorununun silahla değil, görüşmeleryapılarak barışçıl yollarla çözülmesini talep eden Barış Akademisyenlerindenbirisiniz. Aynı zamanda 2016-2018 yılları arasında TTB Merkez Konseyüyesiydiniz. Merkez Konsey üyesi olduğunuz dönemde Afrin Harekatı’nın başlamasıüzerine TTB “Savaş bir halk sağlığı sorunudur” başlıklı bir basın açıklamasıyaptı. Gerek bu açıklama gerekse 2016’da imzaladığınız ortak bildiri, devletyönetimi nezdinde teröre destek olarak değerlendirildi. Dava sürecindeyaşadıklarınızı, “Halkı kin ve düşmanlığa alenen tahrik etmek” suçu işlediğinizkararının alınmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bildiğinizgibi 2015 yılı yazı sonlarında başta Şırnak’ın Cizre, Silopi; Diyarbakır’ınSur, Mardin’in Nusaybin ilçelerinde olmak üzere, Güneydoğudaki pek çok il veilçede, halkı terörden kurtarmak ve halkın huzur içinde yaşamasını sağlamakamacıyla operasyonlar başlatılmıştı. Ancak top, tank gibi ağır silahlarkullanılarak yapılan operasyonlarda çok sayıda insan hakkı ihlaligerçekleşmekteydi. Çok sayıda bina hasar görmüştü. On binlerce insanyaşadıkları yerlerden göç etmek zorunda kalıyordu. Yaşam hakkı ihlalleriyaşanıyordu. Ölenlerin sayısı yüzlerle ifade edilmeye başlanmıştı. Aylarca süren sokağa çıkma yasaklarısürecinde halkın sağlık hizmetlerine, temiz suya ve yiyeceğe ulaşması mümkünolmuyordu. Bu operasyonlar sürecinde yazılı ve görsel basında karşılaştığımhaberler, bir insan olarak, bir akademisyen olarak ve amacı insanları yaşatmakolan bir mesleğin mensubu olarak içimi inanılmaz derecede acıtıyordu. Cizre’deçatışmalar sırasında ölen 13 yaşındaki Cemile Çağırga’nın sokağa çıkma yasağınedeniyle uzun süre defnedilememesi ve cesedinin buzdolabında saklanmak zorundakalınması haberi; yaralanan bir kadına yardım etmeye çalışırken kafasındanvurulan sağlık çalışanı Abdülaziz Yural’ın ölüm haberi dayanılır gibi değildi. Aylarcaağır silah ve bombalama sesleri ile yatıp kalkan çocukların duygu durumunu,yaşadıkları travmanın ileride onları nasıl etkileyeceğini hayal bileedemiyordum. Birçok akademisyen gibi ben de Güneydoğudaki sorunun silahla değilbarışçı yollarla çözülmesi gerektiğine inanıyordum. İşte bu duygu durumuiçerisinde cereyan etmekte olan iç yakıcı olayları çaresizlikle izlemekte iken,Ocak 2016 başında sosyal medyadan, “Bu ülkenin akademisyen ve araştırmacılarıolarak bu suça ortak olmayacağız!” başlıklı metin önüme geldi. Dikkatle okudum;metin esas olarak ölümlerin, hak ihlallerinin durdurulmasını, müzakerekoşullarının hazırlanmasını ve kalıcı barış için çözüm yollarının aranmasınıtalep ediyordu. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası bir vatandaş olarak bana devletieleştirme ve devletten talepte bulunma hakkı vermektedir. Bu nedenle, Anayasa’nınve başta İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesiolmak üzere ülkemin altına imza atmış olduğu ilgili evrensel metinlerin banavermiş olduğu haklara istinaden, metindeki ifadelerin düşünce ve ifadeözgürlüğü kapsamında dile getirilebileceğini ve bu kötü gidişin durmasındayararı olabileceğini düşünerek metni imzaladım. Metin 11 Ocak 2016'da 1128akademisyenin imzasıyla yayımlandı. Bu bildiri başta Cumhurbaşkanı olmak üzeredevlet yönetimi tarafından teröre destek olarak nitelendirildi. Birçokakademisyen ihraç edildi. Çok sayıda akademisyen hakkında dava sürecibaşlatıldı. Bir kısmı tutuklandı. Bu dava sürecinde birçok akademisyenarkadaşım gibi 15 ay hapis cezası ile cezalandırıldım. Daha sonra dava süreciAnayasa Mahkemesine kadar gitti ve sonunda beraat ettik. Bizler de “Barış Akademisyenleri” olarak ülketarihine geçtik. İkinci bir davasürecini de 2018 yılı başında Afrin operasyonu başladığında TTB Merkez Konseyiolarak yayınladığımız “Savaş bir halk sağlığı sorunudur” başlıklı açıklamamıznedeniyle yaşadım. Açıklamanın ardından hakkımızda soruşturma başlatıldı ve 30Ocak 2018 günü sabah saatlerinde 11 arkadaşımla birlikte göz altına alındık.Ben hastanedeki odamdan, çalışma arkadaşlarımın ve hastalarımın gözü önündekelepçe ile çıkarıldım. Bir hafta göz altında kaldık ve sonra tutuksuzyargılamamız devam etti. Sonuçta “Halkıkin ve düşmanlığa alenen tahrik etmek” suçu işlediğimize kanaat getirilerek20’şer ay hapis cezasına çarptırıldık. Mahkeme heyetinin böyle naif bir açıklamadanböyle bir suç üretmesinin adaleti sağlamakla hiçbir ilgisinin olmadığı açık. Bucezanın tek amacı var: Muhalif hareketlere kalkışacaklara gözdağı vermek. Sonuçtayüksek mahkeme beraat kararı verdi. Son yirmi yıldır ülke yönetiminde tek adamrejimine doğru adım adım yapılan değişikliklerin sonucuydu bu. Ama tarih zorladayatılan yönetimlerin uzun vadede başarılı olmadığını gösteren örneklerledolu. Misyonu insanı yaşatmak olan bir mesleğin mensuplarının yasal örgütü olanTTB savaşa karşı çıkmaya devam edecektir.
Her yazarın bir meselesi vardır. Dertedindiği meseleye dair kalemini oynatır. Sizin de anamnez ve fiziki muayeneritüellerinin giderek kaybolmasına üzüldüğünüz ortada. Kitabın ikinci bölümü olan Anamnez Avcısı’ndaanamnez ve fizik muayenenin önemine dikkat çeken, hayli çarpıcı hastahikâyeleri yer alıyor. Anamnez, fizik muayene, yatak başı eğitimi neden bukadar önemli?
Evet,beni “Sağlığın Ölümü” kitabını yazmaya iten sebep, sizin de fark ettiğinizgibi, anamnez ve fizik muayenenin yok olma tehlikesi ile karşı karşıyaolmasıdır. Anamnez ve fizik muayenehekimlik mesleğinin olmazsa olmaz ritüelleridir. Meslekte 48 yılımı doldurdum. Hastalıklarınteşhisini koymada bilgisayarlı tomografi (kısaca BT), manyetik rezonansgörüntüleme (kısaca MR) gibi ileri teknolojiye dayalı birçok tanı yöntemivarken anamnez ve fizik muayeneye bu kadar takılmış olmam eski kafalı bir hekimolduğum algısı yaratabilir. Ama durum öyle değil. Bugün için hiçbir ileri tanıyöntemi anamnez ve fizik muayenenin önüne geçememiştir. Bunu yalnızca bensöylemiyorum. Stanford Üniversitesi Tıp Fakültesinde iç hastalıkları profesörüolan Dr. Abraham Verghese’nin TED portalındaki “Bir doktorun dokunuşu” başlıklıkonuşmasını dinlerseniz aynı şeyleri söylediğini göreceksiniz. Harvard TıpFakültesinin yeni eğitim programı ağırlıklı olarak yatak başı eğitimini öneçıkaran özelliğe sahiptir. Klinik beceriyi geliştirmek için hasta rolü oynayangörevlilerin çalıştığı simüle hasta programları ve gerçekçi mankenlerle verilenhasta başı eğitim programları vardır. İstanbul Tıp Fakültesinde de benzerprogram uygulanıyor. Hekim muayene odasına giren hastayı ayakta karşılar, elinisıkar, “Geçmiş olsun” diyerek onu oturtur. Sonra hasta ile aynı seviyede oturupgöz teması kurarak onu sorgulamaya başlar. Önce hastanın şikayetlerini sorar;ardından belli bir sıra ile sorgulamaya devam ederek hastanın tüm sağlıkhikayesini öğrenir. Böylece hekim hastanın anamnezini almış olur. Sonra,hastanın iznini alarak ve onu bilgilendirerek fizik muayene dediğimiz muayeneyiyapar. Bu iki ritüel için hastaya en az 15-20 dakika vakit ayırmak gerekir. İyibir anamnez ve fizik muayene ile hastaların ’inde teşhis koyulabilir. Anamnezve fizik muayene doğru tanı koymanın yanı sıra hekimin hasta ile iyi biriletişim kurmasını sağlar. Hekimlik bir sanattır diyoruz ya, aslında hekimlikhasta ile doğru iletişim kurma sanatıdır. Ben hocalarımdan bunu öğrendim veöğrencilerime de bunu aktardım. Hasta ile doğru iletişim kurulmadan hekimlikyapılamaz. Uzun sözün kısası, anamnez ve fizik muayene olmadan gerçek anlamdabir hekimlik hizmeti verilemez. Durumun farkında olan tecrübeli bir hekimolarak, bu kitabı yazmayı mesleğime karşı bir vefa borcu olarak gördüm. İnsanlardadurum hakkında az da olsa bir farkındalık yaratmayı hayal ettim.
Kitabın son bölümünde tıbbı sedyeyeyatırıyor, onun anamnezini alıyor, fiziki muayenesini yapıyorsunuz. “CanÇekişen Tıbbın Anamnezi” adlı bölümde tıbbın kelime anlamı, tarihte bilinen ilk hekim İmhotep’ten günümüzetıbbın tarihi, tıp tarihine geçmiş mühim kimseler, kanıta dayalı tıbbıngelişmesi yer alıyor. Son olarak ülkemizde sağlık hizmetinin niteliğinindüşmesine yol açan Sağlıkta Dönüşüm Programı ele alınıyor. SDP’nın yol açtığısayısız sorun var elbette. Bunların başında sevk zincirinin kalkmasıylaüniversite hastanelerinin adeta hizmet hastanesine dönmesi, tıp fakültelerinibilinçli olarak ekonomik sıkıntıya düşüren politikalar izlenmesi, tıp eğitiminin niteliğinin düşürülmesi yeralıyor. Siz de yıllarca Tıp Fakültesi’nde hem hastalara hizmet vermiş hem degerek lisans gerekse uzmanlık eğitimlerinde binlerce hekimin yetişmesinde emekvermiş bir akademisyensiniz. SDP bizden neler aldı, götürdü? Telafisi mümkünmü?
Kitabınson bölümünde belki hekim olmayan okuyucuların sıkılacağı, onları pekilgilendirmeyen, tıp tarihinin kısa bir özetini yapmak istedim. Bu bölümüyazarken tıp tarihi ile ilgili pek çok kaynağı taradım ve ben de birçok şeyöğrendim. Yeni öğrendiğim bazı bilgileri neden daha önce öğrenmemiş olduğumudüşünerek hayıflandım. Bu bölüm daha çok hekim okuyucuların işine yarayacaktır.Bu bölümü yazmamın bir amacı da küresel sermayenin para için nasıl bir birikimiyok etmeye çalıştığını gözler önüne sermektir.
GelelimSağlıkta Dönüşüm Programı (SDP)’na. SDP Dünya Bankası ve İMF destekli birprogram. Amacı sağlık alanına yatırım yapan küresel sermayenin 80 milyon nüfusluTürkiye pazarından en büyük rantı sağlaması. Tohumu 1982 Anayasasında sağlıklailgili 56. Madde ile atıldı. Bu maddenin esasını devletin özel sektörden hizmetalmasını karar altına alması oluşturuyor. Doksanlı yıllarda programın teorikçalışması yapıldı. 2002 yılında AKP’nin tek başına iktidar olması ileuygulamaya konuldu ve yirmi yılın sonunda büyük ölçüde tamamlandı. Çok iyi biralgı yönetimi ile sağlıkta yapılan değişikliklerin halkın yararına olduğuizlenimi yaratıldı. Dediğiniz gibi, SDP’nin pek çok olumsuz sonucu var; banagöre en olumsuz sonucu “kışkırtılmış sağlık hizmeti talebi” olarak ifadeettiğimiz, halkın sağlık hizmetine kolayca ulaşmasının sağlanmasıdır. Hekimlereperformansa dayalı ödemenin getirilmesi, birinci basamak sağlık hizmeti alanındayılların birikim ve tecrübesine sahip sağlık ocaklarının kaldırılıp yerine ailesağlığı merkezlerinin kurulması, SSK ve devlet hastanelerinin aynı çatı altındatoplanması, sevk zincirinin kaldırılması ve nihayet devasa şehir hastanelerininaçılması hep bu amaca hizmet eden değişikliklerdir. Bunu sayılarla şöyle ifadeedebiliriz: 2002 yılında Türkiye’de insanlar yılda sadece 3 kere doktoragidebiliyorlardı. Yirmi yılın sonunda yılda 9 kere doktora gidebiliyorlar. Programınyürütücüleri hiç hicap duymadan, bunun programın en övünülecek sonuçlarındanbiri olduğunu söylüyorlar. Oysa bunun olabilmesi için hastanın hekimle görüşmesüresinin 5 dakikanın altına inmesinden başka bir yol yoktur. Beş dakikadayeterli anamnez alınamaz ve yeterli fizik muayene yapılamaz. Bu durumda hekimve hasta arasında saygı, sevgi ve güvene dayalı bir ilişki kurulamaz. Builişkinin kurulamaması hekime yönelik şiddetin altında yatan en önemlinedendir. Hekim kısa muayene süresi nedeniyle ister istemez çok sayıda ve çoğugereksiz olan tetkikler istemek durumunda kalır. Ya da kısa muayene süresindehekim çareyi hastanın semptomlarına yönelik, tedavi edici olmayan ve çoğugereksiz olan ilaçları yazmakta bulur. Bütün bunlar sağlık harcamalarınıartırır. Anjiyografi ve bilgisayarlı tomografi gibi bazı tetkiklerin vücudazararlı etkileri de cabası. Kısa muayene süresi hastalıkların tanılarınınkonulamamasına, tanının gecikmesine ya da yanlış tanı konulmasına ve yanlıştedavi uygulanmasına neden olur. Bir meslekte işin doğru ve yasal çerçevedeyapılmaması, hatalı uygulanması durumu Latince kökenli malpraktis kelimesi ileifade edilir. Tıbbi malpraktis hekimliğin hatalı uygulanmasıdır. Kısa muayenesüresi tıbbi malpraktisin başta gelen nedenidir. Getirilen sağlıksisteminde daha çok hasta bakılması için daha çok doktora ihtiyaç var. Bununiçin tıp fakültelerinin sayısını artırmak gerekiyordu. İki bin ikide tıpfakültesi sayısı elli iken bu sayı 2019 yılında, sekseni devlet tıp fakültesi,otuz biri özel vakıf tıp fakültesi olmak üzere yüz on bire ulaştı. Yeni açılantıp fakültelerinin çoğunun alt yapısı ve akademik kadrosu yetersizdir. BöyleceSDP tıp eğitiminin de yozlaşmasına neden olmuştur. SDP’nın esas amacı sağlığınticari bir alan haline getirilmesidir. Yirmi yılın sonunda özel hastane sayısının2 oranında artmış olması da bunun gerçekleştiğini gösteriyor. Yıllardır TTBolarak iyi bir sağlık hizmetinin “ulaşılabilir, nitelikli, herkese eşit veücretsiz” olması gerektiğini söylüyoruz. SDP bu dört koşuldan sadeceulaşılabilir olma şartını gerçekleştirmiştir. Bu da programın amacının esasolarak para kazanmak olduğunu göstermektedir. Başka bir ifade ile, SDP ileküresel sermaye büyük paralar kazanırken Türkiye’de sağlık ölmektedir. Budurumun telafisi mümkün müdür? sorusuna da Atatürk’e atfedilen bir sözle cevapvereyim. “Umutsuz durum yoktur, umutsuz insan vardır”.
Mesleki çok sayıda yayının ardındansağlık sisteminin geldiği yeri sorgulayan, hastaların müşteri olarakgörülmesini eleştiren, hekimliğin insani bir hizmet olduğunu hatırlatan birkitaba imza atmışsınız. Yazma süreci sizin için nasıl bir deneyimdi? Devamıgelecek mi?
İyianamnez almayı 1979-83 yılları arasında İstanbul Tıp Fakültesi İç HastalıklarıKürsüsündeki uzmanlık eğitimim sırasında çok değerli hocalarımdan öğrendim.Yıllardır hastalarımın anamnezini alıp yazıyorum. Anamnez yazmak bir tür hikayeyazmak gibidir. Cümleleri düzgün kurmak, noktalama işaretlerine dikkat etmekgerekir. Anamnez yazarken Sait Faik Abasıyanık geçer aklımdan. Böyle birdüşünce yapısına sahip olmam kitabı yazmamı kolaylaştırdı. Kitabı yazmamyaklaşık üç yıl sürdü. 2014 yılında İstanbul Tabip Odasında gerçekleştirdiğimizbir edebiyat etkinliğinde yazar Füruzan ile tanıştım ve tanışıklığımız sonrakiyıllarda devam etti. Bir görüşmemizde kitap yazma girişimimden bahsettim.Yazdığım kadarını kendisine göndermemi istedi. Birkaç gün sonra telefonla beniaradı ve “Hikayelerinize bayıldım. Bu kitabı bir an önce bitiripyayınlamalısınız” dedi. Doğrusu böyle bir geri dönüş beklemiyordum. Bu sözler benicesaretlendirdi ve nihayet kitabı bitirdim. Kitabın bu günlerde yeni birAnamnez Avcısı hikayesi eklediğim 2. baskısı yapılıyor. Bir kitap yazmakonusunda daha önce beni teşvik eden kişi ise kanserle mücadelesine yenikdüşerek kaybettiğimiz, İstanbul Tabip Odası ve TTB’nin sıra dışı aktivisti, 30yıllık mücadele arkadaşım, anestezi uzmanı Dr. Ali Özyurt’tur. Onun “Söz uçaryazı kalır” kitabı benim ilham kaynağım olmuştur. Özlemle anıyorum. Yazmakabiliyetimin olduğunu ve tek kitapla kalmamam gerektiğini hissediyorum. Amayazacağım ikinci kitabın nasıl bir kitap olacağı hususunda henüz net bir fikiroluşmuş değil zihnimde. Bu söyleşi için tekrar çok teşekkür ederim. Kitaptavermek istediğim mesajların çok iyi anlaşıldığını, çok iyi bir okumayapıldığını gösteren kapsamlı sorularınız için özellikle teşekkür etmekistiyorum.
Pandemiye Şahitlik Etmek *
“BanaYaklaşma! Yoğun Bakım Günlüğü” Covid 19 pandemisini ağırlıklı olarak yoğunbakım servisinin içinden gösteren bir anlatı. Kitap, bir tıp hekimi, yoğunbakım uzmanı ve yazar olan Meral Saklıyan’ın seçtiği enstantenelerden oluşuyor.Her bir enstantene, bize bildiğimiz hayatın askıya alındığı günleri, o günlerdeyaşadığımız belirsizliği, çaresizliği, şaşkınlığı hatırlatacak güçte. Samimi vesahici çünkü aktarım ilk elden, aracısız.
MeralSaklıyan, önsözde kitabın yazılma hikâyesini şöyle anlatıyor:
“Pandemininpatlak verdiği ve belirsizlikler içinde yayıldığı sırada, elime kalemi alıpolayların peşinden gitmeye başladım. Sürecin nereye varacağını kestirmek zordu.Bir yandan işimi yaparken diğer yandan gözlemci olmaya, yazma alışkanlığınınverdiği sorumlulukla notlar almaya; kısacası bu sarsıntılı dönemle ilgili birhafıza kaydı oluşturmaya çalışıyordum. Bu bir bakıma karışıklığın içinde tarihi olmayan şeylerin tarihçisiolmaya karar verme isteğiydi.”
Salgınsürecini, meslektaşlarıyla ve diğer sağlık çalışanlarıyla beraber çalışarakgeçiren Dr. Saklıyan, ilk günden itibaren hastaların verdiği mücadeleyi, hayatatutunma çabalarını, yüzyılda bir görülen salgını, en önden ve içeriden gözlemlemeninyanı sıra Covid 19’a yakalanmış, virüsün etkilerini bedeninde ağır biçimdehissetmiş bir hekim. Ölümün kol gezdiği hastane koridorlarından hasta yatağınadüşmeye uzanan yolu anlatırken kabaca da olsa kronolojik bir sıra gözetmiş Dr.Saklıyan. Bir kez kitabın yazılma amacını, niyetini açıkladıktan sonratanıklıklarla başlamış.
İlktanıklık Covid 19 ile savaşan ilk ve en genç hastasına dair. İkinci tanıklıkise, doktora yazılan bir teşekkür mektubu. Bu mektup, yoğun bakım servisindeyatak bulmanın güç olduğu günleri hatırlatmakla kalmıyor. Hekimlerin sırtlanmakzorunda kaldığı müşkül durumu, “son yatak” meselesinin ağırlığını lafıkıvırmadan gösteriyor. Hayatta kalma şansı verilen hastanın hissettikleri,hayata tutunma çabası, hekimine karşı hissettiği minnet ve ona seçimini doğruhastadan yana yaptığını gösterebilme gayesi hayli etkileyici ve düşündürtücü.Bu mektubu alan, okuyan, hatıraların içinden geçerek dışarıdan kader ânı gibigörünen durum karşısında sağlık çalışanları cephesinde neler yaşandığını ise“Sevgili hastam,” diye başlayan mektup anlatıyor. Meslek hayatlarının en zorlusüreçlerinin içinden geçen sağlık çalışanlarının kaygıları, endişeleri,sıkışıklıkları, deneyimleri ile ilerleyen anlatı, ilk hasta kayıplarıyla,ardından salgının sağlık çalışanların yayılması ve onların hastalık hikâyeleriile ilerliyor. Meral Saklıyan, kendi hastalık hikâyesinin yanı sırameslektaşlarının hikâyelerine de yer vererek sunulan deneyim sayısınıarttırıyor. Sağlık çalışanlarının hastalık deneyimlerinin ardından yaşanansalgına dair düşüncelerini aktararak bir nevi sonsözünü söylüyor.
Çokdeğil, yalnızca üç yıl önce hepimiz pandeminin tanığıydık. Ama pek azımız hastanelerinbodrum katlarında konuşlanan yoğun bakım ünitelerinin içinde, tükenircesineçalışıyordu. Pek azımız vücudundan hortumlar sarktığı, makinelere bağlı olduğuhalde virüse karşı mücadele etmekte, bu anafordan sağ salim çıkmaya gayretetmekteydi. Pandeminin başladığı gibi bitmesini arzuladığımız, eskiye dönmeyihayal ettiğimiz, o günlerin ne zaman geleceğini bilemediğimiz, belirsizliğin,çaresizliğin, şaşkınlığın zirve yaptığı günlerde yazar ve hekim refleksiyletutulan notlar, tam da yazarının amaçlandığı gibi bir tür hafıza kaydıoluşturuyor.
BanaYaklaşma! Yoğun Bakım Günlüğü
MeralSaklıyan
EverestAnlatı
* Bu yazı TDB Dergi 206. sayıda yayımlanmıştır.
September 26, 2023
Anlat bana. Biz nasıl tanıştık?
Kurmacabiyografiler neredeyse on yaşında. O günden bugüne ilgimi çeken ne varsa, o aralar gündemimde ne bulunuyorsa onun hakkında yazdım. Okuduğum kitaplar, izlediğim filmler, dinlediğim söyleşiler, katıldığım etkinlikler hakkında yazdım, yazı temrinleri yaptım, daha şefkatli bir anne olmak için şiddetsiz iletişimi araç olarak kullanmaya çalıştığım dönemlerde takip ettiğim bültenlerden haftalık ebeveynlik ipuçlarını derledim, onlara dair düşüncelerimi, uygulamalarımı, beceriksizliklerimi, anlık başarılarımı kaydettim. Yazarların nasıl yazar olduklarına dair metinlere yer verdim. Yayımlanan yazılarımı arşivledim. Öykü nüveleri çıkardım. Sonuç olarak her ne yazarsam yazayım içinden ben'i çıkarıp atmam mümkün değildi. Kendimle arama mesafe koyduğum edebiyat yazılarında bile benim filtremden geçen, benim görüşlerimi, duyarlılıklarımı yansıtan içerikler oldu. Özne olarak kendimi gizlesem bile seçiğim nesnelerle bir sergi küratörü gibi bloğumu derlerken kendimi ortaya koydum. Bir ben geçiyor bu dünyadan, dur, dinle, gör, anla, hisset der gibi.
Çünkü blog özünde bir günlük ve her günlük gibi bir öznesi var. Öyle kitapların arasına saklanan bir günlük olmadığı için yazan kişi sansür uygulayabilir elbette ya da yeniden yazarken gerçeği yeniden kurgulayabilir. Hatırlamak başlı başına bir kurgulama işi değil mi zaten?
Dün başından bir şey geçti örneğin. Yanında ailenden birileri var ya da arkadaşların. Aynı olaylara, aynı zaman diliminde maruz kaldın ve biri geldi yanına kamerayı açtı ve anlat, dedi. Başladın anlatmaya. Anlatmaya neresinden başladın? Hangi ayrıntılarla anlattın? Hepsi artık bir anıya dönmüş olayın anlatısını değiştirir. Biliriz. O yüzden intihal meseleleri karışıktır bir yönüyle. Edebiyata konu olan meselelerin son kullanım tarihi ve bir sahibi yoktur, kullanılan tekniklerin de...
Yıllar önce bir blog arkadaşım, bir arkadaşının eşi için bana yayımlanma üzerine kimi sorular sormuştu. Yolladığı dosyanın yayınevi tarafından çalınması, bir başka isimle kullanılması olasılığından korkuyordu. Çünkü eşinin bir arkadaşı eşinin öyküsüne benzer bir öykü yazmıştı. Buradaki aynılık anlatıcının aynılığından ve konunun kadın erkek ilişkisiyle ilgili olması gibi çok genel bir şeydi, hafızam beni yanıltmıyorsa. Bu kaygı da sanırım çok insani ve hepimizi yokluyor. Özellikle de yola yeni çıktığın zamanlarda. Ama bu kuşku bir yanıyla seni ameliyat edecek doktorun organlarını çalabileceğinden şüphelenmek gibi bir şey. Çok mu tuhaf geldi. Teşbihte hata olmaz derler.
Kurmacabiyografiler neredeyse on yaşında. Artık pek de güncellemediğim bölümler var. Örneğin "Nasıl Yazar/Şair Oldum?", örneğin masallar üzerine düşünceler, söyleşiler, örneğim Şefkatli Ebeveyn Günlükleri, örneğin kitap incelemeleri...
Senden bir ricam var. Aşağıdaki soruların dilersen tamamına, dilersen bir kısmına yorumlarda veya özelden cevap verebilir misin?
Beni ve Kurmacabiyografiler'i nasıl keşfettin?
Beni ilk kez hangi içeriklerle tanıdın?
En çok neleri okumayı sevdin?
En çok hangi tür yazılarımı özlüyorsun?
Bu devirde blog mu kaldı kardeşim! Beni neden okuyorsun?
Geri bildirimlerin benim için kıymetli çünkü yazmaya olmasa bile yayımlatmaya dair hevesimin, inancımın kaçtığı bir dönemdeyim. Yayımlanmanın yazmanın küçük bir parçası olduğunu kalbimle hatırlamaya, asıl olanın oyunda kalmak yani yazmak olduğunu tüm benliğimle hatırlamaya ihtiyacım var. Bu sabah yağmur var Çanakkale'de. Güz mevsimi başladı. Güz benim için ev içlerine girmenin, okumanın, yazmanın, yeni eğitimlerin, evde sinema keyfi çatmanın mevsimi. Bu iklimi yeniden yeşertmek, üretmek için bana yanıtlarınla yardım eder misin? İlgin ve nezaketin için şimdiden teşekkür ediyorum.
September 25, 2023
Günün izi: 10
23 Eylül
Ay sonu yaklaşıyor. Benim için yaz bitti gibi bir şey. Şort yerine pantolona geçtim. Nadiren elbise giydiğim de oluyor. Yüzme sezonunu da kapattım. Afilli bir kapanış olmadı. Son olduğunu bilmediğim bir son oldu daha ziyade. Nasılsa deniz kenarındayım, nasılsa deniz suyu daha soğumadı gidilir derken evdeki iş güç bastırdı. Yarın son şans. Sonra bir dahaki yaza kadar zor görünüyor. Kış aylarında sıcak bir iklime gitmezsem şayet. Nasıl da davetkar! Dilerim olur.
*
Muayenehanedeyim. Bir hastam randevusunu iptal etmiş. Oluşan boşlukta yazıyorum. Çok sıkışık bir güne hazırdım oysa. Yetişmesi gereken bir işin kargoyla bana dağıtım saatini hesap ediyor, kargo dağıtıma çıkmadan gidip elden almayı planlıyor, arabam serviste olduğu için kimden araç alabileceğimi düşünüyor (ablam elbette), kuzeninin nişanına yetişecek asistanımı gözetiyor, onlarca şeyi zihnime sığdırmaya, plan yapmaya çalışıyordum. Öğle yemeği hazırlamamak için pizza siparişi verelim, kargoyu arayalım, gelmeyecek hasta var mı öğrenelim trafiği içinden çıktım işte. Öğleden sonranın düşündüğüm kadar sıkışık geçmeyeceğini kavramanın rahatlığı omuzlarıma indi. Limonlu su içimi ferahlattı. Ancak o zaman içmeye karar verdim günün ilk Türk kahvesini. Sakin ve telaşsız... İçtiğimin tadını alabilmek, keyfine varabilmek için. Bol köpüklü sade kahvem şimdi masamda. Kulpu solda. Göz göz delikle kaplı üstü. Mandabatmaz değilse de hayli yakın.
*
TDBD ekim sayısı için cumhuriyet temalı bir kitap hakkında yazmak istiyorum. Evde ne var ne yok diye baktım, çok da "Hah bu olur," dediğim bir kitaba rastlamadım. Arama motoruna akıl sordum. Listeledikleri arasından en ilgimi çeken Attila İlhan "Allah'ın Süngüleri: Reis Paşa" oldu. İlk fırsatta kütüphaneye gidip eşelenmeli.
*
25 Eylül
Arabam serviste. Götürmeden önce bagajda ne var ne yoksa muayenehaneye yığmıştım. Cumartesi pazar hem bagajdan çıkanları, hem muayenehaneden eve gitmesi gerekenleri eve taşıdım. Boşluk şahane şey. Evdeki büyük temizlik hareketi de sürüyor. Kullanılmayan oyuncakları ayırma ve taşıma kısmını çözmeye uğraşıyorum. Gelecek pazar bitirmeye niyetliyim. Üç, dört kutu kaldı. İşte yapılacaklar listem:
İçlerini kontrol et, çer çöpü ayır, işe yarar şeyleri sahiplendir.
Hobi malzemelerini büyük sandığa koy.
Çalışma sandalyelerini kur.
Bir marangoz çağır. Duvar rafını monte ettir.
Her akşam bir kutuyla ilgilensem belirlediğim sürede kolaylıkla bitireceğime kuşkum yok. İşin zor kısmı bu işlerin de düzenli olarak yapılması gerekliliği. Aynı istifçilik sürdükçe üç, beş aya kalmadan dolap kapakları zor kapanmaya, kutu içleri dolmaya başlıyor. Hadi hayırlısı.
*
Ablamdan ödünç aldığım kitap: Rezonans Yasası. Bu tür kitapların biraz uzatıldığını düşünüyorum. Daha hap gibi sunulsun istiyorum galiba. Kullanımcı yorumları, tekrarlayan kısımları çıkarınca ortaya küçücük bir nüve kalıyor zaten. Meselenin özü şu: İnsanlar, eşyalar, evrendeki her şey titreşir ve bu titreşimler aracılığıyla birbiriyle etkileşime geçer. Hepimiz benzer frekanstakileri hayatımıza çekeriz. Beynimiz düşüncenin merkezi gibi dursa da kalp çok daha büyük çekim gücüne sahiptir. Hayalini kurduğun şeylerle ilgili olumsuz duygulara sahipsen, içten içe inanmıyorsan, önüne blokaj koyuyorsan hayatına çekemezsin. Sürekli şikayet eden biriysen, şikayet ettiğin şeyleri hayatının merkezinden uzaklaştıramazsın çünkü o frekansı çekmeye devam edersin. Sen ne zaman o düşük moddan çıkar, isteklerini kalpten diler, olumlu duygular yaşarsan işte o zaman hayat seni ödüllendirir. Kitabın ilk bölümünün meali bu. İkinci bölüm bunu nasıl uygulayacağına dair. O kısmı okumaya yeni başlayacağım.
*
Netflix 15 Eylül'de Kulüp dizisinin ikinci sezonunu yayımlayacağını duyurunca ilk sezonu yeniden izledim. Neler olacağını bilerek izlemenin ayrı bir keyfi var, öğretici bir yanı. Kurgunun sağlamlığını, finale giden yolda ipuçlarını azar azar serpiştirmeyi aslında en çok sinema sanatından öğreniyoruz galiba. Çünkü hikâyeyi görsel olarak 1-1,5 saat içinde izlemek, uzun bir romanı okuma zamanıyla eşdeğer değil. Ayrıntılar henüz zihninde tazeyken hah ondanmış, a bu yüzden koymuş demek ki diyebilmenin yazmaya katkısı olduğu muhakkak. İkinci sezonda daha çok ağladım ama ilk sezonu daha çok beğendim. İlk sezonda beni en etkileyen yan hikâye Orhan ve annesine dair olandı. Niko'ya reva görülen sona üzüldüm. İkinci sezonda gözlerim o hikâyenin devamını aradı ama o anlamda beklentim karşılanmadı. Üçüncü bir sezon olur mu bilemiyorum ama 6 Eylül gecesi sonra neler olduğuna dair bir işaretti Kürşat'ın yüzündeki yanıklar. Orayı biraz daha bilmek, öğrenmek isterdim.
*
Netflix demişken Crown yeni sezonu bekliyorum, bir de Stranger Things beşinci sezonu.
*
Bende hâller böyle. Sen nasılsın? Ne yapmaktasın?
September 11, 2023
Günün izi: 9
9 Eylül
Bugün İzmir'in kurtuluşu. Çok eskiden tanıdığım bir arkadaşımın da doğum günü. 9 Eylül'den mütevellit unutmam mümkün değil. Arayıp soruyor musun dersen, hayır, epeydir aramıyorum. Öyle kırgınlık, tatsızlık olduğundan değil. Hayat gailesi işte, hepimizi bir taraflara savurdu. Yıl boyu aramayıp mesajlaşmayıp yalnızca doğum günü mesajı gönder, hayırlı bayramlar dile tipi değilim, ben. Ne fark eder, hatırlanmak, önemsenmek her ne vesileyle, ne sıklıkta olursa olsun güzel diyebilirsin. Belki de haklısın ama isim vermesi zor bir ince çizgi o galiba. Sosyal medyada ya da bir whatsapp grubunda hatırlatıldığı için kutlama ya da baş sağlığı dileme kervanına katılmak. Nereden baksan yüzeysel...
Günün önemine atfen izlene
*
10 Eylül
Bir haftadır arabam serviste. Annemi yurt dışına çıkarma yolculuğu esnasında gümrük sırasının dur kalkında yandaki bariyeri fark etmeyip sürttüm. Ufak bir şey ama işin içine kasko girince süreç uzuyor. Haliyle iki ayağım olduğunu, kalkıp yürümemin yeterli olduğunu hatırladım. Günlük adımlarım, kardiyo puanlarım yükseldi. Bunun yanında pilates-yoga karışımı bir derse de başladık. Hocamız hem pilates hem yoga eğitmeni. Pilatesle başlayıp yogayla bitiriyoruz. Türler arasılık diyelim, geçelim. Sürekli oturmaktan katılaşmış bedenime iyi geldi harekete geçmek, özellikle de kalça açıcı hareketler.
11 Eylül
Okullar açıldı. Yaz döneminde de erken kalkıyordum. Deniz o saatlerde uyuduğu için evde yalnız sayılırdım ama okulların açılması yine de bir şeylerin farklı olacağını, düzene gireceğini hissettiriyor. Döngüleri o yüzden seviyoruz galiba. Bir şeyleri kurallara bağlı olmasından sıkılınca yaz mevsimi imdadına yetişiyor. Geç saatlere kadar oturmalar, daha çok dışarıda olmalar keyif veriyor ama evdeki düzen sapıyor. İşler birikiyor. Okullar açılana kadar fazlalıkları tasnif etmek, vermek gibi planlarımdan bahsetmiştim daha önce. Kimini yapabildim, kimini yapamadım. Ama pazar gününü ev değişikliği ile geçirdim. Tek başıma bazı mobilyaların yerini değiştirdim. Antre, mutfak, yatak odam, balkon bu değişimden nasiplendi. Sonuç bence çok daha iyi. Antredeki dolap yeniden yatak odasına gidince zaten geniş olan antre hepten havadar oldu. Sani'ye de oyun çıktı. Komodinin üstünden mevcut gardroba zıplayamıyordu ama araya bir mobilya daha girince zıp zıp gezer oldu.
Bu günlerin en güzel deneyimi ise üç haftalık uygulamalı seramik atölyesine başlamak. Oda etkinliği aslında. Üst üste üç cumartesi ikişer saat. Ayın 16'sında bitiyor. İlk ders çamuru açtık, bir köpük tabak yardımıyla kendi tabaklarımızı yaptık. İkinci hafta kurumuş ama fırınlanmamış tabaklara astar boya sürüp içlerini kazıdık. Onlar fırına girecek. İşlem görmemiş tabakların içini de boyayacağız. Seramik işine bayıldım. Daha derinlemesine öğrenmek isterim. Kazıma tekniği hem kolay hem zevkli. Önümde tabak, elimde spatül kazıdım, üfledim, kazıdım, üfledim. Zihnim bir kez olsun yaptığım iş dışında bir şeye yönelmedi, sıçramadı. Meditasyonla anda kalmayı öğrenmek zor iş. Sevdiğin, ilgi duyduğun bir şeyi yaparak anda kalmayı deneyimlemek ise çabasızca oluveriyor.
Tabak dekoru için seçenekler araştırdım. Sence hangisi güzel?
Bu da seramik yaparken hallerimiz. Sence de mutlu ve odaklamış görünmüyor muyuz?
Tuğba Gürbüz's Blog
- Tuğba Gürbüz's profile
- 1 follower

