Prof. Dr. Taner Gören ile söyleşi
İki dönem İstanbul Tabip Odası başkanlığını yürütmüş, bir dönem Türk Tabipler Birliği Merkez Konseyi üyesi olarak çalışmış kardiyolog Prof. Dr. Taner Gören ile TDB Dergi 204. sayıda "Sağlığın Ölümü" kitabını odağa alarak bir söyleşi gerçekleştirdik. Sağlıkta Dönüşüm Programının, artan tıp fakülte sayısı, öğrenci alımlarının arttırılması vb. mesleki problemlerin halk sağlığı üzerindeki olumsuz etkilerine dair güzel bir çerçeve çizen söyleşiyi okuduğunuzda sağlık neden can çekişiyor, sağlıkta şiddeti neler körüklüyor, hekimler neden göç etmek istiyor, neden canlarına kıyıyor, hepsini anlamak mümkün. Sağlıkçı olun, olmayın, okumanızı salık veririm. Söyleşiyi dergiden okumak için buraya
*
"Harcamalar artarken sağlık ölüyor"
Ayrıntı Yayınları Beyaz Kitaplardizisinden çıkan “Sağlığın Ölümü” klinik tıbbın piyasa baskısı altında finanstemelli tıbba dönüştürülmesi ve bunun halk sağlığı üzerindeki olumsuz etkileriüzerine bir kitap. Kitabı üç bölüm halinde yazdığınızı görüyoruz. “Bir HekimYetişiyor” adlı ilk bölümde 1958 yılında Ardeşen’de başlayan ilköğretimsürecinden Tıp Fakültesi’ne, uzmanlığa, akademisyenliğe ve emekliliğe uzananhayat hikâyenizi okuyoruz. Askerlik sonrası İstanbul’a döndüğünüzde SSK EyüpHastanesi Meslek Hastalıkları Kliniği’nde pratisyen hekim olarak çalışmayabaşlıyorsunuz. Bu yıllar sizin aynı zamanda meslek sorunlarının farkına varıpİstanbul Tabip Odası’nda çalışmaya başladığınız dönem. Dilerseniz sizi TabipOdası aktivistliğine yönelten sebepler ve ortamla başlayalım sohbetimize.
Önceliklebu söyleşi fırsatını bana verdiğiniz için teşekkür ederim. “Sağlığın Ölümü”isimli kitabımın önsözünde de söylediğim gibi, makine mühendisi olacakken tesadüfendoktor oldum. Geriye dönüp baktığımda iyi ki öyle olmuş diyorum. Meslekte 48yılı geride bıraktım. Meslek yaşamıma askerlikte başladım. Samsun’daki 3 aylıkeğitimden sonra 15 ay tabip asteğmen olarak bir askeri birliğin revirindeçalıştım. Bu süreçte en büyük korkum bilgi ve beceri yetersizliği nedeniylehastalara zararlı olmaktı. Altı yıllık tıp eğitimi sürecinde hocalarımız“primum non nocere” yani “önce zarar verme” öz deyişini kafamıza kazımışlardı.Askerlik bitince bir süre işsiz kaldım. Mayıs 1977’de SSK Eyüp Hastanesi bünyesindekurulu olan Meslek Hastalıkları Kliniği’nde pratisyen hekim kadrosuna atandım.Hastane başhekimi, Türkiye’de meslek hastalıklarının duayenlerinden Dr. HaldunSirer idi. Meslek Hastalıkları Kliniği’nde, adı üzerinde, mesleklerinden dolayıhasta olan insanların muayene ve tedavileri yapılmaktaydı. Bizim çalışmaşeklimiz sigorta hastanesi kısmındaki çalışmadan farklıydı. Polikliniğe ilk kezbaşvuran hastaya en az yarım saat zaman ayırıyorduk. Önce mesleki anamnezinialıyorduk. Sonra şikayetlerinin hikayesini sorguluyorduk. Sonra tepeden tırnağaayrıntılı fizik muayenesini yapıyorduk. Sigorta hastanesi bölümünde de pratisyenhekim arkadaşlar vardı. Onlar da poliklinik yapıyorlardı. Onların kapılarınınönü hastadan geçilmiyordu. Uzman hekimlerin poliklinik odalarının önü de farklıdeğildi. Hastaların odaya girişi ile çıkışı bir oluyordu. Ellerinde ya birreçete ya da bir tetkik listesi oluyordu. Okulda bize öğretilen hekimlikleburada uygulanan hekimlik birbirine uymuyordu. Hekimler anamnez almadan, fizikmuayene yapmadan hekimlik yapıyorlardı. Bu kabul edilebilir bir şey değildi.Çalışmaya başladıktan kısa süre sonra bu ülkede sağlık sisteminin hiç de sağlıklıolmadığını fark ettim. Sağlık hizmeti yetersizdi. Sağlık çalışanlarıemeklerinin karşılığını alamıyorlardı. Hekimliğin sorunlarına duyarsızkalamayacağımı, bir şeyler yapmam gerektiğini düşünmeye başlamıştım. Tek başımabir şey yapamazdım. O tarihte tabip odasına üye olmak zorunluydu. Hekimliğinsorunları için tabip odasında bir mücadele yürütüldüğünü biliyordum. Ben deonlara katılabilirdim. Eyüp Hastanesinde çok değerli tabip odası aktivistlerivardı. Onlarla tanıştım ve peşlerine takılıp tabip odasına gitmeye başladım.Yıllar sonra tabip odası başkanı olmaya kadar gidecek olan aktivistliğim böylebaşladı.
O zamanlar TTB Merkez Konseyiİstanbul’da. Hekimler ve diş hekimleri aynı çatı altında. Birlikte çalıştığınızoda aktivistleri arasında 23 Mayıs 1980 tarihinde Mecidiyeköy’deki evinde demokrasi düşmanlarınca katledilen dişhekimi Sevinç Özgüner de var. Sevinç Hanım’ı nasıl hatırlıyorsunuz?
Ben1977 yılından itibaren İstanbul Tabip Odasına devam etmeye başlamıştım. Dediğinizgibi o dönemde hekimler ve diş hekimleri Türk Tabipleri Birliği çatısı altındabir arada bulunuyorlardı. TTB Merkez Konseyi de İstanbul’da bulunuyor veİstanbul Tabip Odası binasında faaliyetlerini sürdürüyordu. Haziran 1977’de TTB26. Büyük Kongresi yapılmıştı. O zaman TTB MK 7 kişiden oluşuyordu. BaşkanlığaDr. Erdal Atabek seçilmişti. Konseyin diş hekimi üyelerinden biri SevinçÖzgüner diğeri Sedat Çöloğlu idi. Sevinç Özgüner veznedar üye olarak görevalmıştı. Ben hem İstanbul Tabip Odasının hem de TTB Merkez Konseyinindüzenlediği toplantılara katılma olanağı buluyordum. İşte diş hekimi SevinçÖzgüner’i o toplantılarda tanıdım. Toplantılarda hekimliğin sorunlarının yanısıra toplumsal sorunlar, barış ve demokrasi sorunları gibi siyasi sorunların dakonuşulduğuna şahit oluyordum. Sevinç Özgüner’in bu konulardaki konuşmalarınıhayranlıkla izliyor ve çok şey öğreniyordum. Sosyalist bilgi birikiminisağduyusu ile harmanlamış, cesur, soğukkanlı, insan sevgisi ile dolu birkişilik çiziyordu. Onu tanıdıkça, toplumsal mücadele çizgimi belirlemede örnekalabileceğim bir insan olduğu düşüncesi oluşuyordu kafamda. O dönemde TTBMerkez Konseyi ve İstanbul Tabip Odası yönetimine muhalif hekimler TTB’yi vetabip odasını siyaset yapmakla suçluyorlar; “TTB hekimlerin özlük hakları ileilgili sorunlarla uğraşacak yerde siyaset yapıyor” diyorlardı. Şunu dasöyleyeyim, bu suçlama halen daha devam ediyor. İlk zamanlar ben detoplantılardaki siyasi konuşmaları izlerken “Bu eleştiri haklı mı acaba?” diyebir an için düşünmüştüm. Ancak zaman içinde bu konudaki görüşüm en küçük şüphekalmayacak şekilde netleşti. 6023 sayılı yasa TTB’ye hekimlerin sorunlarıylauğraşma görevi yanında halkın sağlığı ile ilgili çalışma yapma görevi devermekteydi. Dünya Sağlık Örgütü sağlığı “fiziksel, ruhsal ve sosyal tam iyilikhali” olarak tanımlamaktadır. Eğer bir ülkede insan hakları, barış ve demokrasisorunları varsa, işsizlik varsa, fakirlik varsa, sosyal iyilik halinden sözedilemez ve insanlar fiziksel ve ruhsal bozukluklara da daha kolayyakalanırlar. Hekimin görevi yalnızca reçete yazmak, ameliyat yapmak değildir.Hekimin insanları hasta eden her türlü sorunla ilgilenme ve devlet yönetiminibu konularda uyarma görevi vardır. Hekim bu anlamda elbette ki siyasetleuğraşmak zorundadır. İşte benim bu konudaki düşüncemin netleşmesinde SevinçAbla’nın büyük katkısı olmuştu. Kendinden büyükler bile ona Sevinç Abladiyorlardı. Kısaca yaşamından söz etmek isterim. Sevinç Özgüner, o zamanki adıyla SevinçTanık, 1946 yılında tıp fakültesine yazılıyor. O tarihten itibaren ülkesorunları ile ilgilenmeye başlıyor, birçok etkinlikte yer alıyor. 1951 yılı tevkifatındatutuklanıyor ve 2 yıl tutuklu kalıyor, işkence görüyor. Sonunda beraat ediyor.Bu süreçte kaybettiği zamanı telafi etmek için kaydını tıp fakültesinden İ.Ü. DişHekimliği Fakültesine aldırıyor. Diş hekimi olduktan sonra toplumsal sorunlarlamücadelesini çeşitli alanlarda yılmadan devam ettiriyor. Bunlardan biri deİstanbul Tabip Odası oluyor. Sevinç Abla 1979 yılında 28. Büyük Kongre’de Dr.Erdal Atabek’in Başkanlığında, yeniden TTB Merkez Konseyi üyeliğine seçildi. Seçilendiğer diş hekimi üye Sinan Yıldız idi. Ülke hızla 12 Eylül faşist darbesinedoğru yol alırken devlet yönetimi TTB’nin etkili toplumsal muhalefetindenrahatsızdı. Faşist güçler özellikle Sevinç Abla’yı hedef olarak seçmişlerdi.Nihayet 23 Mayıs 1980 günü, sabahın ilk saatlerinde evini basan gözü dönmüşfaşist katiller Sevinç Ablayı ve eşi Vecdi Özgüner’i kurşun yağmuruna tuttular.Sevinç Özgüner yaşamını kaybetti, eşi ağır yaralandı. Sevinç Özgüner, barış,özgürlük, kardeşlik ve eşitlik ilkelerine dayalı bir toplum düzenininoluşturulması mücadelesi verdiği için öldürüldü. Acısını dün gibi içimdetaşıyorum. Yıllar sonra, 2016-2018 yılları arasında TTB Merkez Konseyi üyesiolarak açılışına katıldığım bir diş hekimliği kongresinde, yaptığım konuşmayı“Ben barış ve demokrasi mücadelesini bir diş hekiminden, diş hekimi SevinçÖzgüner’den öğrendim” cümlesi ile bitirmiş ve salonda büyük alkış kopmuştu.Sevinç Abla hiçbir zaman unutulmayacaktır.
Katledildiği dönemde TTB MerkezKonsey üyesi olan Sevinç Özgüner adına verilen bir de ödül var. “İstanbul TabipOdası Sevinç Özgüner İnsan Hakları, Barış ve Demokrasi Ödülleri” fikri nasıldoğdu, gelişti?
Katledildiktenkısa süre sonra, 7 Temmuz 1980’de İstanbul Tabip Odası yönetim kurulu, tabipodası konferans salonuna, onun adını yaşatmak için, Diş Hekimi Sevinç ÖzgünerToplantı Salonu adını vermeyi kararlaştırdı. İstanbul Tabip Odasında toplantılarbugün de onun adını taşıyan bu salonda yapılmaktadır. Sürecin devamında 12Eylül 1980 faşist darbesi geldi. Darbenin ardından en etkili muhalif meslekörgütlerinden biri olan TTB kapatıldı, tüm evraklarına el kondu. TTB MerkezKonseyi 141 ve 142'ye muhalefetten Diyarbakır'da yargılandı. 1980 sonrasında MilliGüvenlik Kurulu'nun sağlık alanındaki çalışmalarına TTB’den dört temsilcigönderildi. 6023 sayılı TTB yasası 1983 yılında 65 ve 83 sayılı kanun hükmündekararnamelerle değişikliğe uğratıldı. Bu değişikliklerle, TTB Merkez YönetimiAnkara'ya alındı, asker hekimlerin tabip odalarına üye olması yasaklandı,kamuda çalışan hekimlerin tabip odalarına üye olma zorunluluğu kaldırıldı. Tahminedilebileceği gibi, bu değişikliklerin amacı TTB’nin muhalif gücünü kırmaktı.Darbe sonrası ilk büyük kongre 1984 yılında Ankara’da yapıldı. Halk sağlığıduayeni ve 224 Sayılı Sosyalizasyon Yasası’nın mimarı Prof. Dr. Nusret FişekTTB Merkez Konseyi başkanı seçildi. Konseyin diş hekimi üyeleri ise HüsnüÇuhadar ve Oktay Kural oldu. 1986 yılında diş hekimleri 3224 sayılı yasaylayeni kurulan Türk Dişhekimleri Birliği içinde yer almak üzere Türk TabipleriBirliği'nden ayrılmışlardır. Bu süreçte darbe sonrasında kapatılan İstanbulTabip Odası, o tarihte oda başkanı olan Prof. Dr. Coşkun Özdemir tarafından İstanbulSıkıyönetim Komutanlığı’na ve İstanbul Valiliği’ne yapılan başvurular sonucunda,sadece mali işlemler ve üyelik işlemleri yapılmak üzere kısa süre sonra açıldı.Diş Hekimi Sedat Çöloğlu ve Diş Hekimi Cengiz Özyalçın Darbe sonrasında 1980-84arasında İstanbul Tabip Odası yönetiminde son diş hekimi üyeler olarak görevyaptılar. İşte bu dönemdeki çalışmalar sürecinde İstanbul Tabip Odası yönetimkurulu, Diş Hekimi Sevinç Özgüner’in anısını yaşatmak, insan hakları, barış vedemokrasi alanında çalışma yapanları onurlandırmak ve bu alanlarda yapılacakyeni çalışmaları teşvik etmek amacıyla her yıl “Diş Hekimi Sevinç Özgüner İnsanHakları Barış ve Demokrasi Ödülü” verilmesini kararlaştırdı. Ödülün koşullarınıve jüri oluşumunu belirleyen bir yönerge hazırlanarak genel kurulda kabuledildi. Ödül her yıl 14 Mart Tıp Haftasında açıklanıyor, ama ödül töreni SevinçAbla’nın öldürüldüğü gün olan 23 Mayıs’ta İstanbul Tabip Odası’nda onun adınıtaşıyan salonda yapılıyor. Bu tören onunla ilgili konuşmaların yapıldığı biranma töreni aynı zamanda. Ödül ilk olarak 1986 yılında Barış Derneği davasındayargılanan eski TTB MK Başkanı Dr. Erdal Atabek’e verilmiştir. Bu yıl ise ödül,25 Nisan 2022 tarihinde tutuklanan ve hala cezaevinde bulunan Gezi Davasıtutsakları Mücella Yapıcı, Tayfun Kahraman, Can Atalay, Çiğdem Mater, HakanAltınay, Mine Özerden, Yiğit Ali Ekmekçi ve Osman Kavala'ya verildi.
Yıllarca iyi hekimlik, meslekhakları, halk sağlığı, barış ve demokrasi için mücadele ederken gün geldi terördestekçisi olmakla suçlandınız. Güneydoğu sorununun silahla değil, görüşmeleryapılarak barışçıl yollarla çözülmesini talep eden Barış Akademisyenlerindenbirisiniz. Aynı zamanda 2016-2018 yılları arasında TTB Merkez Konseyüyesiydiniz. Merkez Konsey üyesi olduğunuz dönemde Afrin Harekatı’nın başlamasıüzerine TTB “Savaş bir halk sağlığı sorunudur” başlıklı bir basın açıklamasıyaptı. Gerek bu açıklama gerekse 2016’da imzaladığınız ortak bildiri, devletyönetimi nezdinde teröre destek olarak değerlendirildi. Dava sürecindeyaşadıklarınızı, “Halkı kin ve düşmanlığa alenen tahrik etmek” suçu işlediğinizkararının alınmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bildiğinizgibi 2015 yılı yazı sonlarında başta Şırnak’ın Cizre, Silopi; Diyarbakır’ınSur, Mardin’in Nusaybin ilçelerinde olmak üzere, Güneydoğudaki pek çok il veilçede, halkı terörden kurtarmak ve halkın huzur içinde yaşamasını sağlamakamacıyla operasyonlar başlatılmıştı. Ancak top, tank gibi ağır silahlarkullanılarak yapılan operasyonlarda çok sayıda insan hakkı ihlaligerçekleşmekteydi. Çok sayıda bina hasar görmüştü. On binlerce insanyaşadıkları yerlerden göç etmek zorunda kalıyordu. Yaşam hakkı ihlalleriyaşanıyordu. Ölenlerin sayısı yüzlerle ifade edilmeye başlanmıştı. Aylarca süren sokağa çıkma yasaklarısürecinde halkın sağlık hizmetlerine, temiz suya ve yiyeceğe ulaşması mümkünolmuyordu. Bu operasyonlar sürecinde yazılı ve görsel basında karşılaştığımhaberler, bir insan olarak, bir akademisyen olarak ve amacı insanları yaşatmakolan bir mesleğin mensubu olarak içimi inanılmaz derecede acıtıyordu. Cizre’deçatışmalar sırasında ölen 13 yaşındaki Cemile Çağırga’nın sokağa çıkma yasağınedeniyle uzun süre defnedilememesi ve cesedinin buzdolabında saklanmak zorundakalınması haberi; yaralanan bir kadına yardım etmeye çalışırken kafasındanvurulan sağlık çalışanı Abdülaziz Yural’ın ölüm haberi dayanılır gibi değildi. Aylarcaağır silah ve bombalama sesleri ile yatıp kalkan çocukların duygu durumunu,yaşadıkları travmanın ileride onları nasıl etkileyeceğini hayal bileedemiyordum. Birçok akademisyen gibi ben de Güneydoğudaki sorunun silahla değilbarışçı yollarla çözülmesi gerektiğine inanıyordum. İşte bu duygu durumuiçerisinde cereyan etmekte olan iç yakıcı olayları çaresizlikle izlemekte iken,Ocak 2016 başında sosyal medyadan, “Bu ülkenin akademisyen ve araştırmacılarıolarak bu suça ortak olmayacağız!” başlıklı metin önüme geldi. Dikkatle okudum;metin esas olarak ölümlerin, hak ihlallerinin durdurulmasını, müzakerekoşullarının hazırlanmasını ve kalıcı barış için çözüm yollarının aranmasınıtalep ediyordu. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası bir vatandaş olarak bana devletieleştirme ve devletten talepte bulunma hakkı vermektedir. Bu nedenle, Anayasa’nınve başta İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesiolmak üzere ülkemin altına imza atmış olduğu ilgili evrensel metinlerin banavermiş olduğu haklara istinaden, metindeki ifadelerin düşünce ve ifadeözgürlüğü kapsamında dile getirilebileceğini ve bu kötü gidişin durmasındayararı olabileceğini düşünerek metni imzaladım. Metin 11 Ocak 2016'da 1128akademisyenin imzasıyla yayımlandı. Bu bildiri başta Cumhurbaşkanı olmak üzeredevlet yönetimi tarafından teröre destek olarak nitelendirildi. Birçokakademisyen ihraç edildi. Çok sayıda akademisyen hakkında dava sürecibaşlatıldı. Bir kısmı tutuklandı. Bu dava sürecinde birçok akademisyenarkadaşım gibi 15 ay hapis cezası ile cezalandırıldım. Daha sonra dava süreciAnayasa Mahkemesine kadar gitti ve sonunda beraat ettik. Bizler de “Barış Akademisyenleri” olarak ülketarihine geçtik. İkinci bir davasürecini de 2018 yılı başında Afrin operasyonu başladığında TTB Merkez Konseyiolarak yayınladığımız “Savaş bir halk sağlığı sorunudur” başlıklı açıklamamıznedeniyle yaşadım. Açıklamanın ardından hakkımızda soruşturma başlatıldı ve 30Ocak 2018 günü sabah saatlerinde 11 arkadaşımla birlikte göz altına alındık.Ben hastanedeki odamdan, çalışma arkadaşlarımın ve hastalarımın gözü önündekelepçe ile çıkarıldım. Bir hafta göz altında kaldık ve sonra tutuksuzyargılamamız devam etti. Sonuçta “Halkıkin ve düşmanlığa alenen tahrik etmek” suçu işlediğimize kanaat getirilerek20’şer ay hapis cezasına çarptırıldık. Mahkeme heyetinin böyle naif bir açıklamadanböyle bir suç üretmesinin adaleti sağlamakla hiçbir ilgisinin olmadığı açık. Bucezanın tek amacı var: Muhalif hareketlere kalkışacaklara gözdağı vermek. Sonuçtayüksek mahkeme beraat kararı verdi. Son yirmi yıldır ülke yönetiminde tek adamrejimine doğru adım adım yapılan değişikliklerin sonucuydu bu. Ama tarih zorladayatılan yönetimlerin uzun vadede başarılı olmadığını gösteren örneklerledolu. Misyonu insanı yaşatmak olan bir mesleğin mensuplarının yasal örgütü olanTTB savaşa karşı çıkmaya devam edecektir.
Her yazarın bir meselesi vardır. Dertedindiği meseleye dair kalemini oynatır. Sizin de anamnez ve fiziki muayeneritüellerinin giderek kaybolmasına üzüldüğünüz ortada. Kitabın ikinci bölümü olan Anamnez Avcısı’ndaanamnez ve fizik muayenenin önemine dikkat çeken, hayli çarpıcı hastahikâyeleri yer alıyor. Anamnez, fizik muayene, yatak başı eğitimi neden bukadar önemli?
Evet,beni “Sağlığın Ölümü” kitabını yazmaya iten sebep, sizin de fark ettiğinizgibi, anamnez ve fizik muayenenin yok olma tehlikesi ile karşı karşıyaolmasıdır. Anamnez ve fizik muayenehekimlik mesleğinin olmazsa olmaz ritüelleridir. Meslekte 48 yılımı doldurdum. Hastalıklarınteşhisini koymada bilgisayarlı tomografi (kısaca BT), manyetik rezonansgörüntüleme (kısaca MR) gibi ileri teknolojiye dayalı birçok tanı yöntemivarken anamnez ve fizik muayeneye bu kadar takılmış olmam eski kafalı bir hekimolduğum algısı yaratabilir. Ama durum öyle değil. Bugün için hiçbir ileri tanıyöntemi anamnez ve fizik muayenenin önüne geçememiştir. Bunu yalnızca bensöylemiyorum. Stanford Üniversitesi Tıp Fakültesinde iç hastalıkları profesörüolan Dr. Abraham Verghese’nin TED portalındaki “Bir doktorun dokunuşu” başlıklıkonuşmasını dinlerseniz aynı şeyleri söylediğini göreceksiniz. Harvard TıpFakültesinin yeni eğitim programı ağırlıklı olarak yatak başı eğitimini öneçıkaran özelliğe sahiptir. Klinik beceriyi geliştirmek için hasta rolü oynayangörevlilerin çalıştığı simüle hasta programları ve gerçekçi mankenlerle verilenhasta başı eğitim programları vardır. İstanbul Tıp Fakültesinde de benzerprogram uygulanıyor. Hekim muayene odasına giren hastayı ayakta karşılar, elinisıkar, “Geçmiş olsun” diyerek onu oturtur. Sonra hasta ile aynı seviyede oturupgöz teması kurarak onu sorgulamaya başlar. Önce hastanın şikayetlerini sorar;ardından belli bir sıra ile sorgulamaya devam ederek hastanın tüm sağlıkhikayesini öğrenir. Böylece hekim hastanın anamnezini almış olur. Sonra,hastanın iznini alarak ve onu bilgilendirerek fizik muayene dediğimiz muayeneyiyapar. Bu iki ritüel için hastaya en az 15-20 dakika vakit ayırmak gerekir. İyibir anamnez ve fizik muayene ile hastaların ’inde teşhis koyulabilir. Anamnezve fizik muayene doğru tanı koymanın yanı sıra hekimin hasta ile iyi biriletişim kurmasını sağlar. Hekimlik bir sanattır diyoruz ya, aslında hekimlikhasta ile doğru iletişim kurma sanatıdır. Ben hocalarımdan bunu öğrendim veöğrencilerime de bunu aktardım. Hasta ile doğru iletişim kurulmadan hekimlikyapılamaz. Uzun sözün kısası, anamnez ve fizik muayene olmadan gerçek anlamdabir hekimlik hizmeti verilemez. Durumun farkında olan tecrübeli bir hekimolarak, bu kitabı yazmayı mesleğime karşı bir vefa borcu olarak gördüm. İnsanlardadurum hakkında az da olsa bir farkındalık yaratmayı hayal ettim.
Kitabın son bölümünde tıbbı sedyeyeyatırıyor, onun anamnezini alıyor, fiziki muayenesini yapıyorsunuz. “CanÇekişen Tıbbın Anamnezi” adlı bölümde tıbbın kelime anlamı, tarihte bilinen ilk hekim İmhotep’ten günümüzetıbbın tarihi, tıp tarihine geçmiş mühim kimseler, kanıta dayalı tıbbıngelişmesi yer alıyor. Son olarak ülkemizde sağlık hizmetinin niteliğinindüşmesine yol açan Sağlıkta Dönüşüm Programı ele alınıyor. SDP’nın yol açtığısayısız sorun var elbette. Bunların başında sevk zincirinin kalkmasıylaüniversite hastanelerinin adeta hizmet hastanesine dönmesi, tıp fakültelerinibilinçli olarak ekonomik sıkıntıya düşüren politikalar izlenmesi, tıp eğitiminin niteliğinin düşürülmesi yeralıyor. Siz de yıllarca Tıp Fakültesi’nde hem hastalara hizmet vermiş hem degerek lisans gerekse uzmanlık eğitimlerinde binlerce hekimin yetişmesinde emekvermiş bir akademisyensiniz. SDP bizden neler aldı, götürdü? Telafisi mümkünmü?
Kitabınson bölümünde belki hekim olmayan okuyucuların sıkılacağı, onları pekilgilendirmeyen, tıp tarihinin kısa bir özetini yapmak istedim. Bu bölümüyazarken tıp tarihi ile ilgili pek çok kaynağı taradım ve ben de birçok şeyöğrendim. Yeni öğrendiğim bazı bilgileri neden daha önce öğrenmemiş olduğumudüşünerek hayıflandım. Bu bölüm daha çok hekim okuyucuların işine yarayacaktır.Bu bölümü yazmamın bir amacı da küresel sermayenin para için nasıl bir birikimiyok etmeye çalıştığını gözler önüne sermektir.
GelelimSağlıkta Dönüşüm Programı (SDP)’na. SDP Dünya Bankası ve İMF destekli birprogram. Amacı sağlık alanına yatırım yapan küresel sermayenin 80 milyon nüfusluTürkiye pazarından en büyük rantı sağlaması. Tohumu 1982 Anayasasında sağlıklailgili 56. Madde ile atıldı. Bu maddenin esasını devletin özel sektörden hizmetalmasını karar altına alması oluşturuyor. Doksanlı yıllarda programın teorikçalışması yapıldı. 2002 yılında AKP’nin tek başına iktidar olması ileuygulamaya konuldu ve yirmi yılın sonunda büyük ölçüde tamamlandı. Çok iyi biralgı yönetimi ile sağlıkta yapılan değişikliklerin halkın yararına olduğuizlenimi yaratıldı. Dediğiniz gibi, SDP’nin pek çok olumsuz sonucu var; banagöre en olumsuz sonucu “kışkırtılmış sağlık hizmeti talebi” olarak ifadeettiğimiz, halkın sağlık hizmetine kolayca ulaşmasının sağlanmasıdır. Hekimlereperformansa dayalı ödemenin getirilmesi, birinci basamak sağlık hizmeti alanındayılların birikim ve tecrübesine sahip sağlık ocaklarının kaldırılıp yerine ailesağlığı merkezlerinin kurulması, SSK ve devlet hastanelerinin aynı çatı altındatoplanması, sevk zincirinin kaldırılması ve nihayet devasa şehir hastanelerininaçılması hep bu amaca hizmet eden değişikliklerdir. Bunu sayılarla şöyle ifadeedebiliriz: 2002 yılında Türkiye’de insanlar yılda sadece 3 kere doktoragidebiliyorlardı. Yirmi yılın sonunda yılda 9 kere doktora gidebiliyorlar. Programınyürütücüleri hiç hicap duymadan, bunun programın en övünülecek sonuçlarındanbiri olduğunu söylüyorlar. Oysa bunun olabilmesi için hastanın hekimle görüşmesüresinin 5 dakikanın altına inmesinden başka bir yol yoktur. Beş dakikadayeterli anamnez alınamaz ve yeterli fizik muayene yapılamaz. Bu durumda hekimve hasta arasında saygı, sevgi ve güvene dayalı bir ilişki kurulamaz. Builişkinin kurulamaması hekime yönelik şiddetin altında yatan en önemlinedendir. Hekim kısa muayene süresi nedeniyle ister istemez çok sayıda ve çoğugereksiz olan tetkikler istemek durumunda kalır. Ya da kısa muayene süresindehekim çareyi hastanın semptomlarına yönelik, tedavi edici olmayan ve çoğugereksiz olan ilaçları yazmakta bulur. Bütün bunlar sağlık harcamalarınıartırır. Anjiyografi ve bilgisayarlı tomografi gibi bazı tetkiklerin vücudazararlı etkileri de cabası. Kısa muayene süresi hastalıkların tanılarınınkonulamamasına, tanının gecikmesine ya da yanlış tanı konulmasına ve yanlıştedavi uygulanmasına neden olur. Bir meslekte işin doğru ve yasal çerçevedeyapılmaması, hatalı uygulanması durumu Latince kökenli malpraktis kelimesi ileifade edilir. Tıbbi malpraktis hekimliğin hatalı uygulanmasıdır. Kısa muayenesüresi tıbbi malpraktisin başta gelen nedenidir. Getirilen sağlıksisteminde daha çok hasta bakılması için daha çok doktora ihtiyaç var. Bununiçin tıp fakültelerinin sayısını artırmak gerekiyordu. İki bin ikide tıpfakültesi sayısı elli iken bu sayı 2019 yılında, sekseni devlet tıp fakültesi,otuz biri özel vakıf tıp fakültesi olmak üzere yüz on bire ulaştı. Yeni açılantıp fakültelerinin çoğunun alt yapısı ve akademik kadrosu yetersizdir. BöyleceSDP tıp eğitiminin de yozlaşmasına neden olmuştur. SDP’nın esas amacı sağlığınticari bir alan haline getirilmesidir. Yirmi yılın sonunda özel hastane sayısının2 oranında artmış olması da bunun gerçekleştiğini gösteriyor. Yıllardır TTBolarak iyi bir sağlık hizmetinin “ulaşılabilir, nitelikli, herkese eşit veücretsiz” olması gerektiğini söylüyoruz. SDP bu dört koşuldan sadeceulaşılabilir olma şartını gerçekleştirmiştir. Bu da programın amacının esasolarak para kazanmak olduğunu göstermektedir. Başka bir ifade ile, SDP ileküresel sermaye büyük paralar kazanırken Türkiye’de sağlık ölmektedir. Budurumun telafisi mümkün müdür? sorusuna da Atatürk’e atfedilen bir sözle cevapvereyim. “Umutsuz durum yoktur, umutsuz insan vardır”.
Mesleki çok sayıda yayının ardındansağlık sisteminin geldiği yeri sorgulayan, hastaların müşteri olarakgörülmesini eleştiren, hekimliğin insani bir hizmet olduğunu hatırlatan birkitaba imza atmışsınız. Yazma süreci sizin için nasıl bir deneyimdi? Devamıgelecek mi?
İyianamnez almayı 1979-83 yılları arasında İstanbul Tıp Fakültesi İç HastalıklarıKürsüsündeki uzmanlık eğitimim sırasında çok değerli hocalarımdan öğrendim.Yıllardır hastalarımın anamnezini alıp yazıyorum. Anamnez yazmak bir tür hikayeyazmak gibidir. Cümleleri düzgün kurmak, noktalama işaretlerine dikkat etmekgerekir. Anamnez yazarken Sait Faik Abasıyanık geçer aklımdan. Böyle birdüşünce yapısına sahip olmam kitabı yazmamı kolaylaştırdı. Kitabı yazmamyaklaşık üç yıl sürdü. 2014 yılında İstanbul Tabip Odasında gerçekleştirdiğimizbir edebiyat etkinliğinde yazar Füruzan ile tanıştım ve tanışıklığımız sonrakiyıllarda devam etti. Bir görüşmemizde kitap yazma girişimimden bahsettim.Yazdığım kadarını kendisine göndermemi istedi. Birkaç gün sonra telefonla beniaradı ve “Hikayelerinize bayıldım. Bu kitabı bir an önce bitiripyayınlamalısınız” dedi. Doğrusu böyle bir geri dönüş beklemiyordum. Bu sözler benicesaretlendirdi ve nihayet kitabı bitirdim. Kitabın bu günlerde yeni birAnamnez Avcısı hikayesi eklediğim 2. baskısı yapılıyor. Bir kitap yazmakonusunda daha önce beni teşvik eden kişi ise kanserle mücadelesine yenikdüşerek kaybettiğimiz, İstanbul Tabip Odası ve TTB’nin sıra dışı aktivisti, 30yıllık mücadele arkadaşım, anestezi uzmanı Dr. Ali Özyurt’tur. Onun “Söz uçaryazı kalır” kitabı benim ilham kaynağım olmuştur. Özlemle anıyorum. Yazmakabiliyetimin olduğunu ve tek kitapla kalmamam gerektiğini hissediyorum. Amayazacağım ikinci kitabın nasıl bir kitap olacağı hususunda henüz net bir fikiroluşmuş değil zihnimde. Bu söyleşi için tekrar çok teşekkür ederim. Kitaptavermek istediğim mesajların çok iyi anlaşıldığını, çok iyi bir okumayapıldığını gösteren kapsamlı sorularınız için özellikle teşekkür etmekistiyorum.
Tuğba Gürbüz's Blog
- Tuğba Gürbüz's profile
- 1 follower

