Mutlu Binark's Blog, page 16

February 7, 2020

Çocukların Çevrimiçi Dünyası Ebeveynleri Giderek Endişelendiriyor

Kaynak: Ofcom’un websitesinde yayınladığı “Parents more concerned about their children online” başlıklı yazısı.


Türkçe Özetleyen: Şule Karataş Özaydın, H.Ü.İ.F. Ar.Gör. 


Ofcom’un çocukların medya kullanımı ve çevrimiçi yaşamları hakkında yaptığı son araştırma, gün geçtikçe daha fazla ebeveynin çocuklarının internet kullanımlarının yarardan çok zarar getirdiğini düşündüğünü ortaya koydu.


Ofcom uzmanları, “Çocukların Medya Kullanımları ve Tutumları 2019” raporu kapsamında ebeveyn ve çocuklardan oluşan 3,500 kişiyle görüşmeler gerçekleştirdi. Raporun alt başlıklarından biri olan “Çocukların Medya Yaşamları” niteliksel araştırmaya dayalı olup 8-18 yaş gurubu çocukların dijital medyaya yaklaşımları ve kullanımları üzerinedir.


Ebeveynler ve bakıcılar, daha küçük yaşta dijital bağımsızlık kazanan çocuklarına giderek daha fazla güvenmekte. Fakat 5 yıl öncesine kıyasla daha az ebeveyn çocuklarının internet kullanımlarını olumlu yönden değerlendiriyor. Bugün yaklaşık iki milyon ebeveyn internetin çocuklarına yarardan çok zarar getirdiğine inanıyor.


Araştırma sonuçları ebeveynlerin kaygılarını haklı çıkarır nitelikte. Günümüzde çocukların çevrimiçi nefret içeriklerine maruz kalması daha olası… 12-15 yaşlarında olan internet kullanıcılarının 2019 yılında nefret içerikleriyle karşılaşma oranı 2016 yılı verileriyle kıyaslandığında üçte bir artmış durumda.


Ebeveynler, çevrimiçinde çocuklarının kendilerine zarar vermeye yönlendirecek içeriklerle karşılaşması konusunda oldukça endişeliler. Bu bağlamda ebeveynleri endişelendiren özellikle oyunla bağlantılı iki sorun dikkat çekmektedir: çocukların üstünde yaratılan oyun-içi satın alma baskısı ve çevrimiçi oyunlarda çocuklarının zorbalığa uğrama olasılığının bulunması.


Raporun önemli çıktılarından bir diğeri de 2018 yılına kıyasla ebeveynler çocuklarıyla çevrimiçi güvenlik meselesi hakkında daha sık konuşuyorlar. Bunun birlikte çocuklarının çevrimiçi güvenliği için araştırma yapan ve destek alan ebeveyn sayısı iki kat artmış durumda.


Influencerlar, çevrimiçi aktivizm ve kız oyuncular


[image error]


Çocukların çevrimiçinde ne yaptıklarına bakan araştırma, şu üç büyük eğilim üzerinde yoğunlaşıyor:



“Greta” etkisi: Çocuklar arasında sosyal aktivizm artmış durumda. 12-15 yaş grubu çocukların beşte biri sosyal medyayı bir meseleyi ya da örgütü desteklemek amacıyla kullanıyor. Her on çocuktan biri sosyal medyada kampanya imzacısı oluyor.
“Komşu vloggerların” yükselişi: Yüksek popülerliğe sahip Youtuber’ların yanı sıra, çocuklar “mikro” ya da “hiç” influencerlar olarak adlandırılan kişileri giderek daha fazla takip ediyorlar. Bu kişiler çok az takipçiye sahip olmasına rağmen yaşadıkları mahalleden ya da çocukların ilgi alanına giren paylaşımlarından dolayı tercih ediliyorlar.
Kız oyuncuların yükselişi: 5-15 yaş gurubu kızların neredeyse yarısı çevrimiçi oyun oynuyorlar. Bu oran 2018 yılında 8’di. Erkek oyuncuların oranı geçen yılla benzer şekilde q oranında kalırken, erkekler kızlara göre çevrimiçi oyunlarda iki kat daha fazla zaman harcıyorlar.

  Giderek parçalanan sosyal medya kullanımı


Çocuklar daha önce hiç olmadığı kadar geniş yelpazede sosyal medya platformlarını kullanıyorlar. Özellikle WhatsApp uygulamasının 12-15 yaş gurubu çocuklar arasındaki popülerliği 2018 yılına göre artmış durumda. Oysa ki WhatsApp uygulamasının yaş sınırı 16…


Çocuklar arasında yeni platformlar da giderek popülerlik kazanıyor. Her yedi çocuktan biri TikTok kullanırken yaş büyüdükçe ilgi Twitch gibi canlı yayın platformlarına kayıyor.


Çocukların akıllı cihaz kullanımı


Çocuklar tarihte ilk defa bu kadar yaygın şekilde akıllı cihaz kullanıyor. Özellikle 2019 yılında akıllı hoparlörlerin (smart speakers) kullanımı çocuklar arasında artmış görünüyor. Çocukların akıllı televizyon kullanımı da 2019 yılı itibariyle artmış durumda.


Çocukların izleme alışkanlıkları da kökten değişiyor. Streaming içerikler çocuklar tarafından beş yıl öncesine kadar iki katı daha fazla tercih ediliyor. 2019 yılında daha az çocuk geleneksel televizyon yayınlarını tercih ederken bir kısmı ise bu yayınları hiç izlemediğini beyan etmiştir. Youtube hiç olmadığı kadar çocuklar arasında popüler bir video platformu haline geldi. Youtube platformunu Netflix, Amazon Prime, the BBC ve ITV takip ediyor.


Dijital bağımsızlık çağı


Konu çevrimiçi olmaya geldiğinde, tabletler hala çocuklar tarafından en çok kullanılan cihazlar fakat akıllı telefonlar popülerliğini arttırmaya devam ediyor. Artık çocuklar bir dizüstü bilgisayar gibi cep telefonlarını kullanıyorlar.


Akıllı telefonlara geçiş özellikle yaşça büyük çocuklarda daha sık yaşanıyor. 10 yaş dijital bağımsızlığın kazanıldığı yaş olarak araştırmada ortaya çıkıyor. 9 ve 10 yaş arasında çocukların akıllı telefon sahipliği iki katına çıkıyor. Akıllı telefonlar çocuklara ortaokula geçiş zamanında büyük bir dijital bağımsızlık duygusu veriyor. Araştırma sonuçlarına göre 2019 yılında 15 yaşında olan her çocuğun bir akıllı telefonu bulunuyor.


Link: https://www.ofcom.org.uk/about-ofcom/latest/features-and-news/parents-more-concerned-about-their-children-online?utm_source=twitter&utm_medium=social


Raporla ilgili detaylar için bknz. https://www.ofcom.org.uk/research-and-data/media-literacy-research/childrens/children-and-parents-media-use-and-attitudes-report-2019


Araştırmayla ilgili detayları için bknz. https://www.ofcom.org.uk/research-and-data/me...


 

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on February 07, 2020 08:08

January 30, 2020

Wuhan Korona Virüs ve Kişisel Verilerin Güvenliği

Metin / Meng Ran (Media) Editor Chen Jing proofread Wang Xin


Türkçe özetleyen: Gökçe Özsu


Wuhan’a geri dönenlerin kişisel bilgileri sızdırıldı, “salgına karşı” mücadele fobiye dönmemeli. Salgının engellenmesi konusunda iç tartışmalar yerine hastalığa odaklanılmalı.


Bu fare yılı sıra dışı olmaya mahkum ve yeni korona virüsüyle ilgili haberler hala ekranlardan çarpıcı bir şekilde geçiyor.


Ağdaşlara [netizens] göre, Wuhan’a çeşitli yerlerden geri dönenlerin isimleri, ev adresleri, telefon numaraları, kimlik numaraları, dönüş yolculukları ve hatta üniversite giriş sınavı sonuçlarının içinde bulunduğu kişisel bilgileri sızdırıldı. Çok sayıda kişi telefonla ya da WeChat üzerinden taciz edildiğini bildirdi.


Yeni Çin yılının ilk günlerini yaşıyoruz. Bugünler, pek çok kişinin Bahar Bayramı dolayısıyla ailelerini ve sevdiklerini ziyaret etmeleri için en çok seyahat ettikleri zamanlar. Ancak, bu kişiler, kendilerinin ve sevdiklerinin sağlığı için “kapıları kapatma” konusunda ilk adımı atmış durumda. Evet, hiç kimse bu ortak savaşın dışında değil. Ancak bu savaşta açıklığa kavuşturulması gereken şey “yeni korona virüsün” tek ve ortak düşmanımız olduğudur. Virüsün vurduğu kişiler bizlerin yoldaşları. Wuhan’da, hatta Hubei [Wuhan, Hubei eyaletinin başkentidir] halkı asıl muharebe sahasındaki askerlerdir.


Kimisi “virüsü dışarı taşımamak” için Wuhan’da kalmayı tercih etti; kimisi de salgın hastalık baş göstermeden memleketlerine zaten dönmüştü ve bu kişiler aynı zamanda kendilerini karantina altına alma konusunda ilk adımı atmıştı.


▲ Wuhan’da bir üniversite öğrencisinin Weibo iletisi


Çoğu [Wuhanlı] bu olağan dışı sürecin genel durumundan hareket ederek, tıbbi tetkikler konusunda gerektiği gibi iş birliği yaptı ve kişisel bilgilerini doğru bir şekilde bildirdi. İlgili birimlerin bu bilgileri toplamasının amacı potansiyel risk noktalarını doğru bir şekilde kavramaktır; Wuhan’a geri dönenlerin kişisel gizliliğini ve bilgi güvenliğini korumak, bilgi toplayanların sorumluluğudur.


Şimdilik, bu bilgilerin düzgün bir şekilde saklanıp saklanmadığı şüphelidir.


İnternet’te yayılan kişisel bilgiler önce şöyle bir mesaj veriyor: “Bu kişilere dikkat et”. Wuhan’dan dönen bir üniversite öğrencisi ise samimi bir şekilde Weibo’da “Biz sadece excel dosyalarındaki o soğuk, çirkin isimler değiliz… Bizler de toplumun içini ısıtan insanlarız ve sadece biraz saygı istiyoruz” diyor.


Bundan da önemlisi, kişisel bilgilerinin rastgele ifşa edilmesi ve dağıtılması ilgili yasal düzenlemelerin de doğrudan ihlalidir. Bir salgın karşısında, enfeksiyon kaynağının yayılmasını engellemek için her türlü yolu denemek gerekir, ancak bu durum hiçbir şekilde hukuku çiğnemek için bir bahane olamaz. Aksine, hukuka ve düzenlemelere uyma ihtiyacı ne kadar acil bir durumsa, bireylerin bilgi ve gizlilik de dahil olmak üzere haklarının korunması da o kadar yerinde olur. Yalnızca hukukun ilkelerine uymak salgın durumunu öncelik olmaktan çıkmasına yardımcı olur.


▲ Bulaşıcı Hastalıkların Önlenmesi ve Tedavisi Kanunu.


Sorun, yalnızca kişisel bilgilerin sızdırılması değildir. Bazı ağdaşlar, kimlik kartları Wuhan’da kaldığı için otel rezervasyonu yaptıramadıklarını bildirdiler. Wuhan’a çalışma için geri dönmek isteyenler de ebeveynlerinin engeliyle. Şu anda ağdaşların mesajlarının tamamen nesnel olup olmadığını doğrulayamıyoruz ancak Hubei’nin zihin dünyasına dair böyle mesajlar paylaşılıyor.


Wuhan ve hatta Hubei halkının bu şekilde etiketlenmesi ve şeytanlaştırılması, ilk önce dış dünyaya karşı ittifak edilmesi gereken bu “salgına karşı savaş”ı içsel bir tüketime dönüştürdü. Hubei Eyaleti’nin nüfusu yaklaşık 60 milyon.  Ben de bir zamanlar Wuhan’da üniversite öğrencisiydim ve [buradakilerin] birçoğu görevlerine bağlı, zor zamanlara karşı deneyimi olmayan sıradan insanlar. Şimdiyse yollar trafiğe kapalı ve bu insanlar ciddi bir salgın tehlikesiyle karşı karşıya. Zaten böylesine büyük bir baskı söz konusuyken Wuhan halkı artık bir başka “psikolojik izolasyona” maruz kalmamalıdır.


Tabii ki, diğer şehirler ölümlerin önüne geçmek için ciddi önlemler almalıdır. Bununla birlikte, bu tür “sıkı önlemler” Wuhan halkını nobran bir şekilde etiketlememeli ya da halkın bireysel hakları pahasına olmamalıdır.


Bu durum hükümetlerin -salgın durumuyla alakalı olsun ya da olmasın- kişisel bilgileri talep etmelerinde, kişisel bilgilerin korunması konusundaki güvenliği arttırmalarını ve kasti bilgi ifşasını sert bir şekilde suçlamalarını da içeren “zorunlu” kurallara uymasını da gerektirir.


Bir taraftan da “korunma ve kontrol”ü sağlarken Wuhan’daki turistlerin ve Wuhan’a tatil sonrası geri dönenlerin temel haklarını garantiye alan hizmetlere destek olmamız gerekir. Bu durumu Guangdong gibi yerlerde görüyoruz. Wuhanlı arkadaşlarımıza otellerde ücretsiz konaklama sağlandı. Bu gibi uygulamalar yalnızca salgının kontrol altına alınmasını sağlamakla kalmaz, aynı zamanda insanların kalplerini de ısıtır.


Bu salgında “yeni koronavirüs” bizim tek ve ortak düşmanımızdır. Kendinizi, silah arkadaşlarınızı koruyun ve virüsü yenmek adına tüm kuvvetleri birleştirmek için salgın karşıtı güçleri bir araya getirin – şu anda iç çekişmeler virüsün “yardımcısıdır”. Atmosfer ne kadar gerginse, o kadar çok sebep vardır; işler ne kadar anormal olursa, hukuka ve haklara saygı duymak o kadar fazla gereklidir. İşin özünde, ölüme karşı önlem alınması gereken Wuhan halkı değil, salgındır.


Kaynak: Beijing News official micro


 

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on January 30, 2020 12:35

January 24, 2020

Twitter’da #WuhanCoronavirus Etiketi ve Çinlilere Yönelik Nefret Söylemi

Yazan: Mutlu Binark, Hacettepe Üniversitesi İletişim Fakültesi


[image error]


1997 yılında Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesinin nefret söylemiyle ilgili aldığı Tavsiye Kararı’nda nefret söylemi şu şekilde tanımlanmaktadır: ırkçı nefret, yabancı düşmanlığı, anti-Semitizm ve hoşgörüsüzlüğe dayalı diğer nefret biçimlerini yayan, teşvik eden, savunan ya da haklı gösteren her tür ifade biçimi.” Nefret söyleminin bir virüs salgını dolayısı ile bir ulusa yönelik nasıl işlediğine ve yaygınlaştırıldığına son günlerde Twitter ortamında rastlıyoruz. Türkiye’de sosyal medya ortamları yurttaşların çeşitli şekillerde kullanıcı türevli içerikler üreterek katılmalarına yönelik olanakların artması ile her konuda kanaatlerin pervasızca beyan edildiği alanlara dönüştüler. Böylece yeni medya ekosisteminde katılımcı kültürün demokratik birikimimizi geliştirmek yerine, banal milliyetçiliğin öfke dilinin, duygu sömürüsü yapan içerik ve görsel imgelerin, önyargıların, basmakalıp yargıların yaygınlaşmasına tanık oluyoruz. Bildiğimiz üzere, nefret söyleminin ortaya çıkmasında, “biz” olarak kurulan aidiyetten farklı olana yönelik üretilen veya kurgulanan olumsuz etiketlemeler, stereotipler, önyargılar ve ayrımcı dil pratikleri rol oynar.


Çin’in Hubei Eyaleti’nin başkenti Wuhan’da başlayarak, coğrafyaları ulaşım ağları ile aşan, koronovirüs türevi, günümüzde toplumların karşı karşıya kaldığı küresel ölçekteki risklerden birisi sadece. Küresel iklim değişikliği, iletilen hava kirliliği gibi salgın hastalıklar da ulaşım hublarıyla, dünyanın kıyısında köşesinde kalmış yerel noktalara  değin yayılabilmekte. Bu yazıya konu olan olay ise, bu salgının kendisini değil, sosyal medyada Türkiyeli İnternet kullanıcıların salgın hastalık üzerinden ürettikleri ırkçı ve yabancı düşmanı nefret söylemi. Yakın zamanlarda Çin Halk Cumhuriyeti ve Türkiye Cumhuriyeti arasında “Kuşak Yol Girişimi”(Belt and Road Inititiave) (一带一路) nedeniyle gelişen diplomatik, ekonomik ilişkilerin kültürler arası iletişim zeminine de yansıması beklenebilirdi. Oysa, her iki ülke arasında halkları birbiriyle samimi anlamda tanımaya yönlendirmenin önünde etnik halkların varlığı sorunu yer almak, her iki ulus-devlette bu “tabu” konu nedeniyle, diplomatik ilişkilerinde temkinli ama pragmatik söylemi benimsemektedir. Ancak, ÇHC Xinjiang Uygur Otonom Bölgesi (新疆维吾尔自治区) olarak adlandırdığı, çoğu Türkiyeli’nin “Doğu Türkistan” olarak tanımlaya geldiği bölgede özellikle Batılı medya kuruluşlarında yakın zamanlarda gündeme  getirdiği devlet yeniden eğitim kampları/tecrit kamplarının varlığı nedeniyle, Türkiye’de hükümetin ve ilgili kamusal aktörlerin gündeminde olmasa dahi, kamuoyunda bu olguya yönelik bir duyarlılık, diğer bir deyişle duygusal farkındalık söz konusudur. İşte tam bu zamanda, Wuhan kentinde ortaya çıkıp, önce Çin’in farklı kentlerine daha sonrada dünyanın farklı coğrafyalarına yayılan virüs meselesi Çinlilere yönelik ırkçı ve yabancı düşmanlığını üreten nefret söylemini meşrulaştırma ve yaymada devre girmekte.


23 Ocak’ta Wuhan başta olmak üzere 10 kentin karantinaya alınmasını #WuhanCoronavirus etiketi altında tartışan Türkiye’den sosyal medya kullanıcılarına bakıldığında, Çin parti-devletinin etnik ve dinsel azınlık yönetimi politikası ile Çinli ulusun kendisi arasında ayrım gözetmeden, küresel ölçekte yaşanan epidemik bir sorun üzerinden bir ulus ile ilgili beddua okumaya yönelik söylem geliştirdiğini görmekteyiz. Kullanıcıların paylaştıkları görsel işitsel imgeler, Çinlilerin yeme-içme alışkanlıklarını olumsuz bir şekilde etiketlerken, onları “bize” göre “barbar” olarak kurmakta, yeme-içme alışkanlıklarını arzu nesnesi olmaktan çıkarmakta, Çinlileri gayri insani kılmakta, “iğrençleştirmektedir”. Üstelik, bu alışkanlıkları ile virüs arasında parça bütün ilişkisi kurularak, olayın/durumun kendisi, Çin devletinin Sincan Uygur Otonom Bölgesindeki uygulamalar nedeniyle Çinlilerin başına gelen “ilahi bir ceza” olarak doğallaştırılmaktadır. Burada rasyonel aklın yerine, duygu dilini, öfke saçan söylemi görmekteyiz. Hatta bu duygu dili gayri ahlaki… Çünkü Çinlilerin bu hastalık nedeniyle yok olmasını dileyerek beddua okumaya gidecek kadar öfkeli bir söylem. Üstelikte, Çinlilere yönelik nefret söylemi, hemen başka bir nefret nesnesine de eklemlenmekte: Suriyeliler.  Hatta mevcut siyasal iktidara muhalefet partileri ve medya kuruluşlarına da bu söylem de referansal bağ kurulmaktadır. Böylece, yabancı düşmanlığı katlanmakta, söylemin meşruluk arayan gücü/iddiası pekiştirilmektedir.


Epidemik hastalığın büyüklüğü ve yol açtığı can kayıplarından dolayı, o ulusun başına gelenlere yönelik üzüntü  ve kaygı duymak yerine, kamusal erkin yurttaş gözetim ve denetim politikasını halkın kendisine genelleştirerek nefrete dönüştüren bu söylem, hiç kuşkusuz her iki ülkenin kamu erkinin “Kuşak ve Yol” Girişimine temellenerek yukarıdan belirlenimci bir şekilde kurmaya çalıştıkları kültürel diplomasi yoluyla ortadan kaldırılamaz. İlişkilerin örtük ve ard yapısında, Çinlilere ilişkin verili kabul edilen ve sorgulanmayan basmakalıp yargıların ve etiketlemelerin sosyal medya ortamlarında herhangi bir sorun olduğu zaman hortlaması işte bu nedenledir.


Wuhan’dan başlayarak genişleyen epidemik kriz,  Türkiye’de nefret söylemi sorunun ne kadar derinlere köklendiğini bir kere daha gösterdi…Şu analoji de yerinde olacak: nefret söyleminin kendisi de korona virüsü gibi, tutunduğu zihni  son kertede sönümlendirmekte…


Bu yazının sonunda, Türkiye’deki sosyal medya ekosisteminde iki günlük bu gözlemin sonunda, şu öneride bulunma gereği duyuyorum: kullanıcının nefret söylemi üreterek ve paylaşarak, bu coğrafya/lar/da barışı ve karşılıklı kavramayı, böylece yaşamımızın her anlamda zenginleşmesini tesis edemeyeceğinin farkına varması gereği…


 


https://www.bbc.com/news/world-asia-china-50511063 vb.


Ayrıca bakınız:


https://yenimedya.wordpress.com/2012/01/20/sosyal-medyanin-nefret-soylemi-icin-kullanilmasi-ifade-ozgurlugu-degildir/

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on January 24, 2020 14:00

November 27, 2019

İ-Nesli* Büyürken Ebeveyn Olmak: Çocuklar ve Dijital Medya Teknolojileri

Yazan: Uzman Psikolog Beren Kandemir, Hacettepe Üniversitesi SBE İletişim Bilimleri Doktora Öğrencisi


Dijital teknolojilerde yaşanan hızlı ilerlemeler günümüz ebeveynlerini bazı ortak endişeler ve kafa karışıklıkları etrafında bir araya getirmektedir. Öncelikle söz konusu değişimler, son yıllarda oldukça büyük bir ivme kazandığından ebeveynler bu teknolojilerin kullanımı ile ilgili olarak çocuklara yaklaşımlarında herhangi bir referans noktası bulamamaktadırlar. Dijital yerliler, internet nesli gibi birçok farklı adlandırmayla kategorize edilmeye çalışılan, özellikle 2000’ler sonrası akıllı telefonlar ve internetin yaygınlaştığı dönemde dünyaya gelen çocukların dijital teknolojilerle aşinalıkları dolayısıyla birçok bakımından ailelerine göre oldukça farklı bir dünyaya gözlerini açtıklarını söylemek mümkündür. Bu durumun, söz konusu çocukları, gerek dünyaya bakışları gerekse çevrelerinde olup biteni algılayışları bakımından kendilerinden önceki jenerasyonlardan büyük ölçüde ayrıksılaştırdığı üzerine birçok görüş bulunmaktadır. Twenge (2018), i-nesli olarak adlandırdığı, 1995 ve sonrası doğan bu jenerasyonun; zamanı değerlendirme şekli, davranış, din, cinsellik ve politik yaklaşımlar gibi birçok konudaki kendine özgü tutumlarına dikkat çekmiştir. Twenge’e göre i-nesli önceki kuşaklara göre yetişkinliği daha geç benimsemekte ve daha yavaş büyümektedir.  Ruh sağlığı olarak ise daha kırılgan bir yapıdadırlar. Bunun yanında yan yana ve yüz yüze sosyal etkileşimleri azalmış bunun yerine internet ve akıllı telefonlarla geçirdikleri süre yaşamlarında önemli bir yer tutmaya başlamıştır (Twenge, 2018). Dijital medya teknolojilerinin gelişmesi ve yaygınlaşması ile birlikte ortaya çıkan çocukların; internet, akıllı telefon, tablet gibi çeşitli dijital medya teknolojileriyle iç içe olması hali ise ebeveynleri, çocuklarının bu teknolojileri kullanımına yönelik olarak benimseyecekleri yaklaşım konusunda soru işaretleriyle baş başa bırakmaktadır.


Ebeveynlerin, çocukların dijital teknolojileri kullanımına yönelik olarak benimseyecekleri yaklaşımlarda öncelikle göz önünde bulundurulması gereken bazı temel hususlar var. Bunlardan ilki çocuğun içinde bulunduğu gelişim evresidir. Jean Piaget’nin kendi çocuklarının gelişimi sürecindeki gözlemleriyle de desteklediği Bilişsel Gelişim Kuramı’na göre; çocuklar yaklaşık 6 yaşına kadar işlem öncesi dönemde bulunmaktadır. Çocuğun temel bilişsel becerileri kazandığı bu dönemde, mantık yürüterek değil sezgisel olarak düşünür. Bu evredeki çocuklar karmaşık simgeler dünyası ve simgelerin temsil ettiği kavramlarla düşünmekten uzaktırlar (Elkind, 1999). Bu nedenle, çevrimiçi dünyada karşılaştıkları simgesel temsillerle, gerçek dünyada karşılaştıkları durumları birbirinden ayırt edemeyebilirler. Bu yaş dönemindeki çocukların dijital teknolojilerle etkileşiminin ebeveynleri eşliğinde olması daha uygun olacaktır. Örneğin bir çizgi film izlemek veya bir oyun oynamak istiyorsa; bu ebeveyni eşliğinde belirli bir süreyi geçmeyecek şekilde düzenlenmelidir. Ebeveynlerin bu yaş grubu çocuklarıyla ilgili sıkça düştükleri bir hata olan, çocuğa cep telefonu veya tabletten bir çizgi film videosu veya bir çocuk programı açıp onu adeta bir “dijital bakıcı” ile baş başa bırakmanın, henüz değil yeni medya okuryazarlığı, soyut düşünme becerisini bile kazanamamış bir çocuğun gelişiminde olumlu bir etkisi olmayacağı öngörülebilir bir durumdur. Bu gelişim dönemindeki çocukların dikkat süreleri yaşla birlikte artmakla birlikte ortalama 15 dakikayı geçmemektedir. Okul çağına yaklaştığında 20-25 dakikaya kadar uzayabilen bu süre, okul çağının başlamasıyla yarım saate kadar çıkabilmektedir. Ebeveynler, çocuklarının bilgisayar veya mobil teknolojilerle uzun süre ilgilenebiliyor olmalarını, dikkatini uzun süre odaklayabildikleri yönünde yorumlayarak bir yanılgıya kapılmaktadırlar. Oysa bu durum, bahsi geçen platformlarda ses, ışık ve benzeri uyaranların sürekli olarak değişiyor olmasından kaynaklanmaktadır ve çocuğun tek bir uyarana uzun süre odaklanması söz konusu değildir. Okul öncesi dönemde çocuğun dijital teknoloji kullanımının, daha önce de belirtildiği gibi ebeveyniyle birlikte bulunması koşuluyla, 2-4 yaş arasında ortalama 20 dakikayı, okul çağı çocuklarında ise ortalama 1 saati geçmemesi uygun olacaktır. Okul öncesi çocuklar, dijital teknolojilerle kontrolsüz olarak yalnız bırakılmamalı, çocuk oyun da oynasa, çizgi film veya çocuk programı da izlese kontrol ebeveynde olmalıdır.


Okul çağı çocuğu olarak adlandırabileceğimiz 6-12 yaş arasındaki çocuklar ise, internette karşılaşabilecekleri tehlikeler konusunda yaş gruplarına uygun bir biçimde bilgilendirilmelidirler. Piaget’nin somut işlemler dönemi olarak adlandırdığı dönemdeki bu çocuklar, basit neden sonuç bağlantıları kurabilirler. Soyut kavramlar, somut kavramlar üzerinden izah edilirse anlayabilirler. Diğer yandan bu yaşlardaki çocuklar dijital teknolojileri tek başlarına kullanabilmekle birlikte yine ebeveyn gözleminde bulunmalıdırlar. Örneğin çocuk bilgisayar kullanacaksa, bilgisayar çocuğun odasında değil ortak kullanım alanında bulunmalı ve ekranı ebeveynlerin görebileceği bir şekilde konumlandırılmalıdır. Dijital teknolojilerle geçirecekleri sürenin yine ortalama 1 saati geçmemesi uygun olacaktır. Benmerkezcilikten uzaklaşan okul çağı çocuğu için, toplumsal oyun da yavaş yavaş bireysel oyunun yerini almaya başlamaktadır (Elkind, 1999). Çocuk belirli kurallara göre oyun oynayabilmeyi, akranlarıyla ortak bir etkinlik etrafında bir araya gelip bunu sürdürebilmeyi öğrenmektedir. Bu açıdan ebeveynlerin, çocuğun dijital medya kullanımının belirli kurallar ve belirli saatlerle sınırlarını belirleyerek yaşıtlarıyla birlikte kurallı oyun oynama gibi toplumsal becerileri kazanmasına yönelik etkinliklere de vakit ayırmasını sağlaması uygun olacaktır. Fakat bu düzenlemelerin yasaklama biçiminde olmaması oldukça önemlidir. Yasak çocukta olumlu davranış kazanımını sağlamaz. Hatta yasak faktörü ortadan kalktığında istenmeyen davranışın daha şiddetlenerek geri dönmesi de olasılık dâhilindedir. Çocuğa asıl kazandırılması gereken dijital medya teknolojilerini doğru kullanım bilincidir. Bu bağlamda, çocuğa bu teknolojileri kullanmayı yasaklamak da uygun bir tutum olmayacaktır. Çocuğa bu teknolojileri doğru ve kontrollü kullanım sorumluluğu öğretilmezse, ilerleyen yaşlarda çocuk bu teknolojilerle karşılaşmasında hazırlıksız olacak ve onları yetkin bir biçimde kullanamayacaktır. Feindel (2019) medya yetkinliğinin kabaca; kendi sorumluluğunda, eleştirel ve sorumluluk bilincine sahip katılım ve teknik bilgi olmak üzere iki bileşenden oluştuğunu belirtmiştir. Bu bağlamda çocuğun medya yetkinliği kazanabilmesi için hem eleştirel ve sorumluluk bilinciyle kullanma becerilerini geliştirebilmesi hem de teknik açıdan, kullandığı teknolojileri tanıyor olması oldukça önemlidir. Ebeveynlerin çocuklara kontrollü kullanım alışkanlığı kazandırabilmesi için, çocuğun yaşına ve gelişim dönemine göre belirlenecek uygun kullanım süresi ve kullanım biçimi sınırlamalarının tutarlı olarak devam ettirilmesi gerekir. Bu sınırların uygulanmasında tutarlılık gözetilmezse, çocuk kuralları esnetebileceğini fark eder ve kullanım pratiği ile ilgili olarak belirlenen çerçeveyi kabul etmeyebilir. Kimi zaman ısrar ederek, kimi zaman ağlayarak ve benzeri biçimlerde, kullanım süresini ve biçimlerini esnetmeye çalışabilir. Bunun için örneğin ebeveynler çocukla birlikte, çocuğa ekran kendileri tarafından görülebilecek biçimde, salonda yarım saat çizgi film izleme biçiminde bir kullanım sınırlaması getirmişlerse bunu her zaman ve her durumda uygulamaları gerekir. Eğer zaman zaman bilgisayarı odasına götürmesine izin verirlerse veya kullanım süresini esnetirlerse, yerleştirilmek istenen kullanım pratiği çocuk tarafından benimsenmeyecektir. Bununla birlikte ebeveynler ve eğer mevcutsa çocuğun bakımından sorumlu diğer kişiler arasında da bu kurallar konusunda söz birliği olması oldukça önemli bir noktadır. Bunun yanında, bu sınırlamalar yapılırken; çocuğun dijital teknolojilerin yerine vakit geçirebileceği etkinliklerin de belirlenmesi faydalı olacaktır. “Çocuk bilgisayardan çizgi film videosu izlemeyecek fakat bunun yerine ne yapacak?” Bu konuda ebeveynlerin doğru yönlendirici tutumları, çocukların dijital teknolojileri sorumlu kullanabilme becerisi kazanmasını büyük ölçüde kolaylaştıracaktır.


Son olarak vurgulanması gereken çok önemli bir nokta ise, çocuğa dijital teknolojilerin sorumlu kullanımı öğretilmeye çalışılırken, ebeveynlerin kendilerinin de kullanım pratikleri konusunda sorumlu ve kontrollü olmalarının gerekliliğidir. Çocukların da ev içerisinde sürekli olarak, ebeveynlerin kullanım pratiklerini gözlemliyor ve örnek ediniyor olacağı mutlaka akılda bulundurulmalıdır.


Kaynaklar:


Elkind, D. (1999). Çocuk ve toplum: gelişim ve eğitim üzerine denemeler. Ankara: Ankara Üniversitesi Çocuk Kültürü Araştırma ve Uygulama Merkezi Yayınları.


Feindel, H. (2019). İnternet bağımlılığı: bağımlılar ve aileleri için el kitabı. İstanbul: İletişim Yayınları.


Twenge, J. M. (2018). İ-Nesli: Bugünün “süper bağlantılı” gençleri neden bu kadar duyarsız, hoşgörülü ama daha mutsuz ve erişkin olmaya hiç hazır değil. İstanbul: Kaknüs Yayınları.


*İ-Nesli; Jean M. Twenge tarafından, dijital çağda doğup büyüyen 1995 sonrası doğumlu jenerasyon için kullanılan bir tanımlamadır.

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on November 27, 2019 05:28

November 14, 2019

Sosyal Medya Bir Jenerasyonu Dönüştürmedi: Yeni Bulgular Teknolojiye Dair Büyük Bir Yanlış Yönlendirmenin Olduğunu Gösteriyor*

Yazan: Lydia Denworth


Özetleyerek Çeviren: Hasan Hüseyin Kayış, Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Ar.Gör.


Sosyal medyanın etkileri hakkındaki endişe çoğu zaman çocukların eline verilen bir gram kokain ile eşdeğer görülmüştür. Ancak realite daha az kaygı vericidir.  Sosyal medya kullanımına yakından bakıldığında çoğu genç içerik üreticisinin ve Instagram kullanıcısının durumdan memnun olduğu görülüyor. Yoğun kullanım sorunlara yol açabilir, ancak pek çok erken çalışma ve haber içeriği tehlikeleri ve ihmal edilen bağlamı abartmıştır. Araştırmacılar şu anda bu farklı bakış açılarını inceliyorlar, ince farkları arıyorlar ve sosyal medya ile ilgili teknolojilerin zihin sağlığı üzerinde anlamlı bir etkisinin olup olmadığını ölçmek için daha iyi yöntemler geliştiriyorlar.


Bu konuda kötümser olanlardan biri olan Amy Orben, 2017 yılında Oxford Ünivesitesi Psikoloji Bölümü’nde sosyal medyanın iletişime etkileri üzerine bir çalışma yapmaya başlamıştır. Çocuklara akıllı telefon vermenin onlara bir gram kokain vermek ile eşdeğer tutan yaklaşımlara bu ilgisinin sonucunda ulaşmıştır. Ayrıca farklı yaklaşımların akıllı telefonların bir jenerasyonu yok ettiğini ileri sürdüğünü de görmüştür. Ancak Orben böyle sıra dışı durumların gerçeği yansıtmadığını düşünmüş, depresyon ve intihar üzerinde akıllı telefonların etkili olduğunu söyleyen bir araştırmanın verilerini yeniden analiz etmeye girişmiştir. Yeniden analiz neticesinde çalışma çıktılarında temel değişiklikler elde edilmiş ve etkilerin oldukça küçük olduğu ortaya çıkmıştır. Ayrıca bu konuda çalışma arkadaşı Andrew K. Przybylski ile birlikte sosyal medya çalışmalarında kullanılan büyük veri setlerini analiz etmeye başlamışlar.


Stanford Üniversitesi Sosyal Medya Laboratuvarı’nın başındaki Jeff Hancock ise bu konuda endişeli olan bir diğer araştırmacıdır. Kendi araştırmasının hangi araştırmacılar tarafından alıntılandığını bilmek isteyen Hancock, “facebook insanları daha kaygılı yaptı” ile ilgili çalışmaları “sosyal medya sosyal sermayeyi nasıl geliştirir” gibi çalışmaların alıntıladığını gördüğünde şaşkınlığa uğramış ve bu durumu anlamak adına 226 çalışma ve 275 binden fazla insanın verisini kapsayan büyük bir meta analizi işine girişmiştir.


Orben, Przybylski ve Hancock’un girişmleri şu an için dijital teknolojinin zihinsel sağlığımıza tam olarak ne yaptığı sorusuna bir bağlam getirmiş vaziyettedir. Ayrıca bu çalışmaların kanıtları birçok şeyi açıklığa kavuşturmuştur. Fakat sonuçların yine de kendinden karmaşık olduğu bilinmelidir. Çünkü incelenen ortam kendiliğinden karmaşık vaziyettedir. Bu noktada Hancock, “sosyal medyayı kullanmanın aslında bir takas” olduğunu belirtirken, onun küçük harcamalar ile kullanılmasının önemli avantajlar yarattığını belirtmektedir. Przybylski ve Orben da sosyal medya kullanımını gençlere getirdiği kolaylıklar bakımından ele almış ve sonuç olarak gençlerin hayatındaki değişiklikleri bakımından çok da kötümser olunmaması gerektiğinin altını çizmişlerdir. Hatta Przybylski sosyal medyaya yönelik kötümser yaklaşımlara kuşku ile yaklaşmaktadır.


Bununla birlikte söz konusu yeni araştırmalar sosyal medya çalışmalarında bugüne kadar ciddi kısıtlamalar ve eksiklikler olduğunu ortaya koymaktadır. Bahsedilen çalışmaların yüzde sekseni kesitsel ve ilişkisel iken, çoğu kendinden bildirime dayanan güvenilmez bir ölçüm şekline dayanmıştır. Neredeyse tümü içerik veya bağlamdan ziyade sadece kullanım sıklığına ve kullanım süresine odaklanmıştır. Hancock burada “yanlış soruların sorulduğunu” ve sonuçların bazen bilim adamları, çoğu zaman da medya tarafından abartıldığını ifade etmiştir. Orben de sosyal medya araştırmalarından “bilimsel metodolojimizdeki tüm sorunların nerede olduğunu gösteren mükemmel bir fırtına” olarak bahsetmektedir. Bu da bilim insanlarını bir şeyin tam olarak nasıl ölçüldüğünü ve ne tür bir etki büyüklüğünün önemli olduğunu düşünmeye zorlamaktadır.


Sosyal medyanın hiçbir zaman problem olmadığı söylenemez. Yoğun kullanım bireyin üzerindeki potansiyel zararlı etkileri ile ilişkilidir. Ancak sosyal medyadan gelen etkiler kullanıcıya bağlı gibi görünmektedir. Burada yaş ve ruh sağlığı durumu fark yaratan iki önemli faktör olarak ele alınırsa Hancock’un tabiri ile bu durum “iki yönlü bir sokak” olarak ele alınabilir.


Bu noktada alana dair yeni bulguların istatistiksel analiz için daha yüksek standartlar getirmesi, akıl almaz iddialardan kaçınması ve insanları bağlamsal olarak takip eden daha deneysel ve boylamsal çalışmaları içermesi yeni bir sosyal medya bilimi için önemlidir. Hunter College’dan klinik nöropsikoloğu Tracy Dennis-Tiwary “patates yemenin bir nesli tahrip ettiğini söyleyen bir alan olmak istemiyoruz” derken elde yeterli kanıtın olmasının sosyal medya araştırmaları için ne kadar önemli olduğuna dikkat çekmektedir.


Teknoloji Korkusu


Thomas Hobbes ve Thomas Jefferson, toplumsal ilişkilerin endüstriyel toplumda kırsal alanlardan kent yaşamına geçerken zarar göreceği konusunda uyarmıştır. Her ikisi de teknolojik yeniliğin etkilerini inceleyen Michigan Eyalet Üniversitesi’nden sosyolog Keith Hampton ve Toronto merkezli NetLab Network’ten Barry Wellman “akıllı telefonlardan nefret etmeden önce, şehirlerden nefret ettik” diyor. Radyonun, video oyunlarının ve hatta çizgi romanların hepsi şaşkınlığa neden olmuştur. Hatta televizyonun Amerikan toplumunu aşağıladığı öne sürülmüştür. Tüm bunlar teknolojiye yönelik bir önyargının olduğuna işaret etmektedir.


Önyargılara rağmen cep telefonlarından, internetten ve sosyal paylaşım sitelerinden kaynaklanan değişim sarsıcıdır. Cep telefonları ilk kez 1990’lı yıllarda benimsenmeye başlanırken, 2018 yılına gelindiğinde Amerikalı yetişkinlerin yüzde 95’i bu aletlerden kullanmaktadır. İnternete anında erişim sağlayan akıllı telefonlar, iPhone’un 2007’de tanıtımıyla birlikte yaygın hale geldi ve günümüzde ABD’deki yetişkinlerin dörtte üçünden fazlası bu cihazlara sahiptir. Ayrıca söz konusu yetişkinlerin yüzde seksen dokuzu interneti kullanmaktadır. Gençler, 50 yaşından küçük yetişkinler ve yüksek gelirli hane halkları arasında dijital olan her şeye bir doygunluk söz konusudur. Bu aletleri kullanmayanlar ise 65 yaşından büyük, fakir, kırsal kesimde yaşayanlar veya sınırlı hizmet alan diğer yerlerin sakinleridir. 2005 yılında Pew Araştırma Merkezi’nin sosyal medya kullanımını izlemeye başladığı ve 2019 yılında Amerikalılar’ın bağlantı kurmak, haberlere ayak uydurmak, bilgi paylaşmak ve eğlenmek için kullandıkları süreç arasındaki oran yüzde 5’ten 72’ye çıkmıştır. Bu da demektir ki söz konusu oran 20 yetişkinde 1’den,  10 yetişkinde 7’ye çıkmıştır.


Sosyal medya biliminin istatistiksel analiz için daha yüksek standartlar koyması, akıl almaz iddialardan kaçınması ve insanları daha uzun süre çalışması gerekir


Sosyal medya henüz çok yeni olduğundan, etkilerini araştıran bilim de yenidir. Hancock’un bulabildiği sosyal medya kullanımı ve psikolojik refahı ele alan çalışmalar 2006 yılına kadar gitmektedir. Bu konuya erken yaklaşımların sınırlı kalması şaşırtıcı değildir. Arkansas Üniversitesi’ne taşınana dek Pittsburgh Üniversitesi’nde Medya, Teknoloji ve Sağlık Araştırma Merkezine başkanlık eden Doktor Brian Primack “neler olup bittiğine uyum sağlamak iyi araştırma yapan herkes için önemlidir” demektedir. Primack kendi erken dönem çalışmalarına işaret ederek tıpkı genel sosyal medya kullanımına bakılan çalışmalar gibi artık nelerin eksik bırakılamayacağına işaret ediyor. Ve sosyal medyaya geleneksel yaklaşımın kırılması gerektiğinin altını çiziyor.


San Diego Eyalet Üniversitesi’nden psikolog Jean M. Twenge’e göre de bu alandaki pek çok araştırmacının konumu tartışmalıydı. Araştırma makalelerine ek olarak, Twenge’nin 2017 tarihli iGen adlı kitabına dayanan The Atlantic’teki popüler makalesinde şu soru yer alıyordu: “Akıllı Telefon Bir Nesli Yok Etti mi? Bunun sonucunda 1995-2012 yılları arasında doğan gruptakilerin zihinsel sağlık sorunlarında keskin bir yükselişin izinin çoğunun cep telefonlarına kadar sürülebileceğini yazmıştır. Ayrıca gençler arasında artan depresyon ve kaygının akıllı telefonlar ile aynı döneme denk gelmesi çalışmasını desteklemiştir. Twenge, bağlantının ilişkisel olduğunu kabul etmekle birlikte, sonuçlarının kanıtlara dayanarak “mantıksal bir olaylar dizisini” temsil ettiğini savunmaktadır. Ancak “çocukların ve gençlerin sağlığı hakkında konuşurken dikkatli olmalıyız” diyerek konu hakkındaki hassasiyetini de belirtmektedir.


Twenge’nin bu yaklaşımı öznelerin hassasiyetinin bilimin önüne geçtiği eleştirisiyle karşılaşmıştır. Dennis-Tiwary de eleştirenlerden birisidir. Tiwary “neden nedensel kanıt beklemeliyim?” diyerek konunun karmaşıklığına dikkat çekmiş ve Kanada’daki bir çalışmayı örnek göstererek sosyal medyanın depresif belirtilere neden olmadığını ancak genç kızlarda az da olsa görülen bir durum olabileceğinin altını çizerken, büyük gruplarla çalışmanın farklı pratikler gerektirdiğini öne sürmüştür. Bu boylamsal çalışmanın önemine işaret etmektedir.  Stanfordlu ekonomist Matthew Gentzkow da bulguları abartmamanın önemli olduğunu düşünürken, sosyal medyayı inceleyen Twenge’nin çalışması için “oldukça çarpıcı gerçekleri” barındırdığını belirtmektedir. Ayrıca “akıllı telefonların zihinsel sağlık sorunlarına yol açıp açmadığını bize söylemiyorlar, ancak bu olasılığa gerçekten ışık tutuyorlar. Şu an ihtiyacımız olan şey, gerçekten olup bitenleri soyutlamak için daha fazla, daha dikkatli ve harıl harıl çalışmalar yapmaktır” diyerek tartışmaya katılmaktadır.


İki Yönlü Bir Sokak?


Yapılan çalışmalar arasında en güncel olan Twenge’nin çalışmasıdır. Bununla birlikte Hancock’un meta analizi de sosyal medya ve psikolojik refah üzerine yapılan pek çok çalışmanın aynı sonuçları ölçmediğini vurgulamıştır. Bu çalışmada etkiler genellikle altı kategori halinde ölçülmüş, refahın olum göstergelerinin olduğu üç ve refahın olumsuz göstergelerinin olduğu üç kategori belirmiştir. Ayrıca Hancock ve ekibi aşırı sosyal medya kullanımının yüksek depresyon ve endişe ile daha fazla ilişkili olduğunu bulmuşlardır. Hancock ve meslektaşları ayrıca pasif kullanım yerine aktif kullanımın refah ile pozitif ilişkili olduğuna ulaşmışlardır.


Araştırmacıların nasıl soru sorduğu da önemlidir. Soruları “bağımlılık” yerine daha nötr bir şekilde çerçevelemek olumsuz bir bulguyu daha olası kılar. Hancock, “daha yüksek refahınız olduğunda, sosyal medyayı daha az kullanıyorsunuz; bu, refahın bir dereceye kadar sosyal medyadan ne kadar faydalandığını gösteriyor” demektedir. Gençlerin teknoloji kullanımı ile ilgili bir bildiri üçlemesinde Orben ve Przybylski, büyük ölçekli veri setlerinin önceki analizlerinde tanımladıkları üç ana gizli tuzağı ele aldılar. Nature Human Behavior’da Ocak ayında yayınlanan ilk makale, hem bağlam hem de şeffaflığı artırmak için bir yöntem sağladı. Çalışma ABD ve Avrupa’dan 350.000’den fazla gençten oluşan üç veri setini içermektedir. Bu tür veri kümeleri değerlidir ancak pratik açıdan önemli olmayabilecek istatistiksel olarak anlamlı sonuçları bulmayı kolaylaştırır. Przybylski ve Orben, standart istatistiksel işletim prosedürünü izleselerdi, negatif ekran etkileri gösteren yaklaşık 10.000 bildiri, bunların hiçbir etkisi olmadığını belirten 5.000 ve gençler üzerinde pozitif teknoloji etkileri gösteren başka bir 4.000 makale üretebileceklerini hesap etmişlerdir.


Yeni analizleri için, olası ilişkiselliğin bir kerede tamamını inceleyen bir araç olan belirtme eğrisi analizi adı verilen bir teknik kullandılar. Bu yöntem ayrıntılar ile uğraşıp büyük resmi görmenin istatistiksel bir karşılığıdır. Bu şekilde analiz edildiğinde, dijital teknoloji kullanımının gençlerin refahındaki değişimine sadece yüzde 0,4 oranında etki ettiği belirlendi. Ayrıca, esrar ve zorbalıkla sigara içmenin refah için çok daha büyük olumsuz ilişkilere sahip olduğunu ortaya koymuş, hâlbuki yeterince uyumak ve düzenli kahvaltı yapmak gibi olumlu davranışlar teknoloji kullanımından ziyade refah ile çok daha güçlü bir şekilde bağlantılı olduğu sonucu ortaya çıkmıştır. Przybylski, “bu ‘nitelikli seçim’ düşünce yapısını daha bütünsel bir resme taşımaya çalışıyoruz, bunun önemli bir kısmı, ekranların gençler üzerindeki son derece küçük etkilerini gerçek dünya bağlamında ortaya koyabiliyor” demektedir.


Nisan ayında Psychological Science’da yayınlanan ikinci makaleleri, ekran zamanını ölçmek için daha güçlü yöntemler içeriyordu. ABD, İngiltere ve İrlanda’dan, kendileri tarafından bildirilen medya kullanımına ve refah ölçütlerine ek olarak zaman kullanım günlükleri içeren üç veri seti kullandılar. Beş yıllık bir süre zarfında, çalışmalarda 17.000’den fazla gence her yıl günde bir günlük verilmiştir. Dijital teknolojilerin kullanımı da dâhil olmak üzere tam olarak ne yaptıkları hakkında gün boyu 10-15 dakikalık boşluk doldurma işlemi gerçekleştirdiler. Orben ve Przybylski, istatistiki tekniklerini verilere uyguladıklarında, dijital etkileşim ve refah arasında önemli negatif ilişkiler olduğuna dair çok az kanıt buldular. Günlükler ayrıca, gençlerin yatmadan önce de dâhil olmak üzere gün boyunca dijital medya kullanımlarına bakmalarına izin vermiştir. Bir sonuç olarak uyku saatlerine bakmasalar da, bu durum bile refahta bir fark yaratmamış, sadece daha genel psikolojik ölçütleri ortaya çıkarmıştır.


Ve son olarak, Mayıs ayında, Almanya’daki Hohenheim Üniversitesi’nden psikolog Tobias Dienlin ile Orben ve Przybylski, ABD Ulusal Bilimler Akademisi’nde, sosyal medyanın gençlerin yaşam doyumları üzerindeki etkisini analiz etmek için boylamsal veriler içeren bir bildiri yayınladılar. Bu yaklaşım gençlerin herhangi bir dönemde sosyal medyada bulunmalarının bir sonraki dönemde iyi veya kötü bir ruh halinde olup olmadıklarına öğrenmek için soru sorulmasına izin vermiştir. Burada da sonuç küçük ve incelikliydi. Orben, “bir yılda sosyal medya kullanımındaki değişim, bir yıl boyunca yaşam doyumundaki değişimin sadece yüzde 0.25’ini öngörüyor” demektedir. Ancak araştırmacılar, kızlarda erkeklerden biraz daha güçlü etkiler görmüştür. Bu yüzden Orben daha fazla araştırmayı yapmayı planlamaktadır. Bireysel risk sorunu da önemli olacaktır. Przybylski, “gençlerin çoğaltılabilir profillerinin, daha fazla ya da daha az savunmasız, farklı teknoloji türlerine dirençli olup olmadığını görmek istiyoruz” diye eklemektedir.


Ya “Z” Jenerasyonu?


Gençlerin medya kullanımı günümüzde akıllı telefonların yaygınlığı ve gençliğin böylesine şekillendirilmeye müsait bir gelişim dönemi içerisinde olması nedeniyle özel bir endişe kaynağı olmuştur. California Üniversitesi’nden psikolog Candice Odgers endişelenecek olanı seçerken ebeveynlerin bilim adamlarının liderliğini takip ettiğini söylemektedir. Esas olarak, çocuklarının orada ne yaptıkları sorusuna eşit bir dikkat göstermeden çevrimiçi olarak ne kadar zaman harcadıkları konusunda endişelendiğini belirtmektedir. Odgers çalışmasında kullanım miktarının sorun olmadığını gösteriyor. Bu yaz Clinical Psychological Science’da yayınlanan bir çalışma kapsamında Odgers, Greensboro’daki Kuzey Carolina Üniversitesi’nden Michaeline Jensen ve meslektaşları ile birlikte iki hafta boyunca yaklaşık 400 genci izledi ve gençlerin cep telefonlarına günde üç kez sorular gönderdi. Çalışma tasarımı, zihinsel sağlık semptomlarını ve teknoloji daldırma yöntemini günlük olarak ve çalışma haftaları boyunca karşılaştırmalarını sağladı.


Medya kullanımı bireysel gençlerin refahı ile ilişkili miydi? Cevap pek öyle değildi. Başlangıçtaki rutinler daha sonra akıl sağlığı semptomlarını öngörmedi ve gençler, teknolojiye az ya da çok zaman harcadıklarını bildirdikleri günlerde akıl sağlığı daha da kötü değildi.


Odgers, “gerçek tehlikenin en nihayetinde akıllı telefonlar olmaması ironik bir şey ve bunun halka ve ebeveynlere yönelik yanlış bilgilendirme olduğunu” söylüyor. Ayrıca “dijital alanların etrafındaki gerçek tehdit ve sorunların bazılarını kaçırmamıza neden olacak kadar fazla ağa bağlı süreç tüketiliyor” der. Odgers açısından sosyoekonomik durumu iyi olmayan ailelerin çocukları için teknolojiye eşit olmayan erişim ve mahremiyet konusunda çok daha fazla endişe duyuyor. Ayrıca, bazı gençlerin çevrimiçi olarak çok fazla ihtiyaç duydukları sosyal desteğe sahip olduklarından ve yetişkinlerin bu konuda neyin işe yaradığına daha fazla dikkat etmesi gerektiğine şüpheci yaklaşıyor.


Sosyal Medya 2.0


Bu çalışmalar sadece başlangıçtır ve sosyal medya kullanımı konusundaki büyük resmin netleşmesine yardımcı oldular ancak çok daha fazla çalışmaya ihtiyaç vardır. Yapılan çalışma türlerindeki çeşitlilik ince farkın ortadan kaldırılmasına yardımcı olacaktır. Son zamanlarda yapılan bir deneysel çalışmada, Stanford’dan Gentzkow, elektronik olarak onaylı 1.600’den fazla kişiden Facebook hesaplarını kapatmasını istedi. O ve meslektaşları, diğer dijital teknolojilerin ikame edilmesinin aşağı yönlü olduğunu gördüklerinde şaşırdılar. Gentzkow, “insanlar tüm bu şeylere daha az zaman harcadıklarını algılıyor” diyor. Ancak etki büyüklüğünün küçük ve birçok bireysel çeşitliliği maskelediğini belirtmektedir. Bazı insanlar ara vermeyi severken, diğerleri ise çevrimiçi sosyal dünyalarını gerçekten çok özlemiştir. Gentzkow, “facebook insanlara pek çok değer taşıyor, ancak yine de, onlar için gerçekten uygun olandan daha fazla kullanıyor olabilirler” diyor. “Kullanımlarını biraz geriye çeken, onları daha mutlu ve daha iyi duruma getirebilecek birçok insan var.”


Bir takım araştırmacılar ekran süresini daha iyi ölçmeye çalışıyor. Stanford iletişim araştırmacısı Byron Reeves ve meslektaşları, her beş saniyede bir insanların telefonlarının resmini çeken “Screenomics” adlı bir teknik geliştirdiler (izinle). Burada tabiki teknoloji şirketlerinin de payı var. Şirketler, bireylerin farklı etkinliklere ne kadar zaman harcadıklarını bilme konusunda bilim insanlarından daha iyi durumdalar, ancak bilginin özel olduğunu düşünenlerin gizlilik endişeleri var. Przybylski bu politikanın değişmesi için bastırırken, “şirketler bu işlemi kolaylıkla yapmamalı” demektedir.


İlave olarak yeni araştırmalar bireysel çeşitliliği öngörmek için daha iyi bir iş çıkarmaya çalışıyor. Hancock’un laboratuarında, Stanford lisans öğrencisi Angela Lee yaratıcı bir yaklaşım geliştirmiştir. Düşünce yapısı fikrini, insanların gerçeklerini şekillendiren inançlarını, sosyal medyaya uygulamıştır. Lee, görüşmeler sonucunda sosyal medya hakkındaki görüşlerin ikiye ayrıldığını buldu: birileri sosyal medyanın onlar için iyi ya da kötü olduğunu düşünüyor (değerlik) ve birileri de kullanımın kontrol altında olduğunu düşünüyorlar (aktör olarak). Üç çalışma boyunca, Lee ve Hancock 700’e yakın kişiyi test etti ve sosyal medya düşünce yapısının kullanıcıların refahını öngördüğünü keşfetti. Aktörlük duygusu en güçlü etkiye sahipti. Şu anda Hancock’un laboratuarında yüksek lisans öğrencisi olan ve çalışmasını mayıs ayında The Association for Psychological Science toplantısında sunan Lee: “sosyal medyanız üzerinde kontrol sahibi olduğunuza inandıkça, sosyal destek aldıkça, depresyonunuz ne kadar azsa, stres ne kadar azsa, sosyal kaygınız o kadar az olur. Bu noktadan sonra ne kadar sosyal medya kullandığını söylemenin bir anlamı yoktur.”


Düşünce yapısının gücü bakış açısının gücünün bir hatırlatıcısı olarak hizmet eder. 1980’lerde o dönemde çalışmış olan Gentzkow, “insanlar televizyona şuursuz biçimde bakan çocukları konusunda sıkıntılıydı” diyor. Gentzkow çocuklara mesaj, fotoğraf ve video paylaşarak birbirleriyle etkileşimde bulunmalarını sağlayan yeni teknolojiler hakkındaki endişeleri sormayı hayal ediyor. “O zaman muhtemelen herhangi biri buna Vay, bu harika olurdu diyecekti.”


*Bu yazı, “Social Media Has Not Destroyed A Generation:  New findings suggest angst over the technology is misplaced” adlı orijinal çalışmadan özetlenmiştir. https://www.scientificamerican.com/article/social-media-has-not-destroyed-a-generation/


Lydia Denworth, Scientific American için katkıda bulunan editör ve Friendship: The Evolution, Biology and Extraordinary Power of Life’S Fundamental Bond’ın yazarı.


Kaynakça


Twenge, J. M. (2017). Have smartphones destroyed a generation. The Atlantic3.


Orben, A., ve Przybylski, A. K. (2019). The association between adolescent well-being and digital technology use. Nature Human Behaviour3(2), 173.


Orben, A., ve Przybylski, A. K. (2019). Screens, teens, and psychological well-being: evidence from three time-use-diary studies. Psychological science


 

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on November 14, 2019 00:21

November 5, 2019

Kültür, Kültür Politikası, Yaratıcı Endüstriler ve Kore Dalgası “Hallyu”….

[image error]


Bu kitap Güney Kore’den tüm dünyaya yayılan Kore Dalgası (“Hallyu”) olarak bilinen kültürel içeriklerin kültürel diplomasi aracı ve kanalı olarak devlet politikasıyla üretim ve yayılım sürecinin nasıl desteklendiğini örnekler üzerinden tartışmaktadır. Çalışmada, “Hallyu” örneği merkeze alınarak yaratıcı içerik endüstrisinin Güney Kore’de devlet politikası ve büyük şirketlerin desteğiyle gelişme süreci, ulusaşırı popüler kültür pazarına damga vurması hem ekonomi politik bakış açısıyla, hem de kültürel üretim ve mücadele alanı olarak kültürel çalışmaların bakış açısıyla tartışmaya açılmaktadır.  Bu kitapta Kore sinema endüstrisinin, K-dramaların ve K-pop’un  gelişkin hükümet politikalarıyla ilişkisi Kore Dalgası’nın dönemsel farklılıklarını ve gelişme evrelerini ortaya koymak için örnek olarak ele alınmaktadır.


Çalışmanın Türkiye’de kültür politikaları, kültürel diplomasi, yaratıcı endüstriler alanında çalışanlara temel bir kaynak olması amaçlanırken; farklı bir coğrafyada bir ülkenin demokratikleşme sürecine koşut olarak kültürel alana ilişkin yönetsel erkin düzenleyici politikalarının denetimden ve sansürden ilk olarak ifade özgürlüğüne ve en nihayetinde de kültürel içerikleri metalaştırmaya doğru nasıl değiştiği yönünde bir izlek sunması açısından da örnek teşkil edeceğini düşünülmektedir. Bu bağlamda, kitabın Türkiye özelinde demokratik, kapsayıcı, çok yönlü ve sürdürülebilir kültür politikaları üretimi için yeni soruların sorulmasına ve araştırmaların yürütülmesine vesile olacağı umulmaktadır.


Künye: Binark, M. (2019). Kültürel Diplomasi ve Kore Dalgası “Hallyu”: Güney Kore’de Sinema Endüstrisi, K-Dramalar ve K-pop. Ankara: Siyasal Yayınevi. ISBN No: 978‐605‐7877‐32‐1

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on November 05, 2019 15:23

October 24, 2019

YÜZ TANIMA TEKNOLOJİLERİ DİJİTAL GÖZETİMİ DERİNLEŞTİRİYOR!!!

 


[image error]


Uzunca bir süreden bu yana yüz tanıma teknolojilerini Asya Ülkeleri, Amerika, Rusya ve bazı Avrupa devletlerinde güvenlik v.b. sebeplerle kullanıldığını yada kullanılması için girişimlerde bulunulduğunu son dönemde oldukça sık duymaktayız. Yüz tanıma, bireyin yüzünü kullanarak kimliğini tespit veya teyit etme yöntemidir. Yüz tanıma sistemleri, insanın yüzündeki spesifik, ayırt edici detayları kullanır. Gözlerin arasındaki mesafe veya çenenin şekli gibi bu detaylar, matematiksel ifadelere dönüştürülüp yüz tanıma veri tabanındaki diğer yüzlerle karşılaştırır. Belirli bir yüzün verileri genellikle “yüz şablonu” diye bilinir ve sadece bir yüzü diğerlerinden ayırt edebilecek detayları içerdiğinden fotoğraftan farklıdır.


Bazı yüz tanıma sistemleri, bilinmeyen kişiyi birebir eşleştirmekten ziyade bilinmeyen kişi ile veri tabanındaki yüz şablonlarını karşılaştırıp, yaklaşık eşleşme skorunu hesaplamak için tasarlanmıştır. Bu sistemler sadece tek bir sonuç getirmek yerine birkaç olası eşleşmeyi, doğru eşleşme ihtimaline göre sıralar. Bunun içinde farklı algoritmalar kullanır.


Yüz tanımanın sık kullanılmasına ve teknolojideki ilerlemeye rağmen yüz tanıma verilerinin hatalı olma eğilimi vardır. Hatta FBI, kendi mahremiyet değerlendirmesinde, sistemin aynı kişinin diğer fotoğraflarını doğru bir şekilde tespit etmek için yeteri kadar güvenilir olmayabileceğini ve yanlış tanımlamaların oranının artmasına neden olacağını kabul etti.


Ayrıca, yüz tanıma ifade özgürlüğünü kullanan kişileri hedef göstermek için de kullanılmıştır. Yakın gelecekte, yüz tanıma teknolojisi muhtemelen çok daha yaygın olacaktır. Bu teknoloji bireyin dışarıdaki her hareketini, araçları plakalarından tespit eder gibi, takip etmek için kullanılabilir. Gerçek zamanlı yüz tanıma şimdiden diğer ülkelerde kullanılmakta ve hatta Birleşik Devletler’de ve ülkemizde de Pasolig uygulaması ile birlikte spor etkinliklerinde dahi kullanılmaktadır.


Bu teknolojinin ticari hizmetler, devlet idaresi ve polislik hizmetleri için artan kullanımını biliyoruz. Ancak bu teknoloji, kitle gözetimi ve politik kontrol yeteneğine sahip güçlü bir entegre ağa dönüşmüştür. Yüz tanıma şimdi insan kimliği, davranış değerlendirmesi ve tahmine dayalı analiz için kullanılıyor.


Diğer biyometrik teknolojilerin aksine, yüz tanıma özelliği tüm şehir alanlarını inceleme, onlarca veya yüzbinlerce insanın kimliğini aynı anda yakalama yeteneğine sahiptir. Dünya genelinde yüz görüntülerinin toplanmasında ve yüz tanıma tekniklerinin kullanımında toplumda önyargı, zorlama ve sahtekarlık hakkında son zamanlarda yapılan alarm raporlarına da dikkat çekmek istiyoruz. Görüntüler gerek devlet yetkililerince, gerekse özel şirketler tarafından zorunlu izinle veya izinsiz olarak tehlikeli bir şekilde toplanmakta ve kullanılmaktadır.


Bu konu ile ilgili geçtiğimiz günlerde Arnavutluk’ta gerçekleşen Uluslararası Gizlilik Ve Veri Koruma Komisyoncuları Konferansında EFF (Elektronic Frontier Foundation)



Ülkeleri, kitlesel gözetim için yüz tanıma teknolojisinin daha fazla konuşlandırılmasını askıya almaya çağıran
Ülkelere, kişisel verilerin yasal olarak elde edilip edilmediğini tespit etmek ve yasadışı bir şekilde elde edilen verileri imha etmek için tüm yüz tanıma sistemlerini incelemelerini tavsiye eden;
Ülkeleri, temel hakları korumak ve bu teknolojinin daha fazla kullanılmasından önce yasal yükümlülüklere uymak için gerekli yasal kuralları, teknik standartları ve etik kuralları oluşturmalarını isteyen;

bir deklerasyon yayınlanması girişiminde bulundu ancak bu talepler konferansta kabul görmedi.


Alternatif Bilişim Derneği olarak imzalamış olduğumuz ortak moratoryum metnini https://thepublicvoice.org/ban-facial-recognition/ adresinden Türkiye de bilişim alanında faaliyet gösteren tüm sivil toplum kuruluşlarını ve kişileri imzalamaya davet ediyoruz.

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on October 24, 2019 04:16

October 17, 2019

Koreli Ergenlerin Yüzde 96’sı Akıllı Telefon Kullanıyor

Yazan: Kim Rhan


Çeviren ve Özetleyen: Beren Kandemir


Geçtiğimiz haftalarda yayınlanan bir raporun işaret ettiği sonuçlara göre, Kore’de orta dereceli okul öğrencilerinin ’inden fazlası, günde iki saatin üzerinde akıllı telefon kullanıyor.


Kore Enformasyon Toplumu Geliştirme Enstitüsü (Korea Information Society Development Institute) tarafından hazırlanan rapora göre 2018 yılı itibariyle orta okul öğrencilerinin .9’u ve lise öğrencilerinin .2’si akıllı telefon sahibi.


Ayrıca bu ortalamalar, tüm yaş gruplarındaki ortalama akıllı telefon yaygınlığı olan yüzde 87.2’den de daha yüksek.


İlkokul öğrencileri arasında akıllı telefon kullanım yaygınlığı, birinci ve üçüncü sınıf aralığı için 7.8, dördüncü ve altıncı sınıf aralığı için ise .2 oranında. Bu ortalamalar ayrıca 2015’in sırasıyla %.5 ve Y.9 olan ortalamalarından da daha yüksek rakamlara işaret ediyor.


Raporun sonuçlarına göre, akıllı telefon kullanım süreleri bazında en yüksek kullanım oranı günde 144 dakika ile orta okul öğrencilerinde görülüyor. Orta okul öğrencilerini, günde 135 dakika ortalama ile lise öğrencileri takip ediyor. Bu sonuçlar aynı zamanda tüm yaş gruplarını kapsayan telefon kullanım süresi ortalaması olan 113 dakikanın da üzerinde.


Raporun sonuçları ayrıca; çocukların akıllı telefon kullanımlarının dört ve altıncı sınıf aralığına ulaştıklarında iki katından fazlasına çıktığına işaret ediyor. Birinci ve üçüncü sınıf aralığındaki öğrenciler günde 45 dakika akıllı telefon kullanırken, dördüncü ve altıncı sınıf aralığındaki öğrencilerin akıllı telefonlarında geçirdikleri süre ortalama 105 dakika.


Raporda, dördüncü ve altıncı sınıf aralığının, çocukların akıllı telefona bağımlılık düzeylerinin arttığı bir zaman dilimi olduğu ve bu nedenle hem ebeveynler hem de okullar tarafından söz konusu cihazların doğru kullanımına yönelik yönergeler sağlanması gerektiğine de dikkat çekiliyor.


Bunun yanında akıllı telefon sahibi olanlar arasında hemen hemen tüm lise öğrencileri diyebileceğimiz, yüzde 98.9’luk bir kısmın, KakaoTalk gibi mobil mesajlaşma uygulamalarını kullandıkları aktarılıyor. Bu uygulamaların kullanım oranı; dördüncü ve altıncı sınıf arası yüzde 88.8, birinci ve üçüncü sınıf aralığında ise yüzde 76.8 ile, ortaokul öğrencileri geneli düzeyinde ise yüzde 94.5 olarak görülüyor.


En sık kullanılan uygulamalar olarak; ilkokul çocuklarının oyunlar, messenger uygulamaları ve video platformları seçerken, ortaokul öğrencilerinin oyunlar, mesajlaşma uygulamaları ve webtoonları*, lise öğrencilerinin ise, mesajlaşma uygulamaları, oyunlar ve sosyal medyayı tercih ettikleri belirtiliyor.


*Webtoon, Kore’de oldukça yaygın olan, çevrimiçi ortamda yayınlanan çizgi hikâyelerdir.


Kaynak: http://www.koreatimes.co.kr/www/nation/2019/10/113_277023.html


 

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on October 17, 2019 08:08

October 7, 2019

Yeni Medya Çalışmaları IV. Ulusal Kongre Genel Değerlendirme ve Sonuç Bildirgesi

4-5 Ekim 2019 tarihlerinde Alternatif Bilişim Derneği tarafından gerçekleştirilen Yeni Medya Çalışmaları IV. Ulusal Kongre’si, “YENİ EŞİTSİZLİKLER” temasıyla günümüzün anti-hümanist yapılanışını ve işleyişini yeni iletişim teknolojileri/dijital teknolojiler bağlamında irdelemek amacıyla yola çıkmıştır.


Bu amaç doğrultusunda, ‘toplumsal cinsiyet, sınıf ve etnisite gibi konular başta olmak üzere eşitsizliğin yenisinin olup olamayacağı; yeni eşitsizlikle mücadele; gerek küresel gerekse yerel ölçekte dijital/yeni eşitsizliklerin eğitim, kültür, ticaret gibi alanlarda ne gibi görünümler yarattığı; yeni eşitsizlikleri irdelemede mevcut ve geliştirilecek yöntemlerin ve yaklaşımların neler olabileceği; dijital uçurumun, veri eşitsizliğinin ve algoritmaların neden olduğu eşitsizlikler ve bu eşitsizliklerin aşılması için geliştirilmesi gereken tekno-kültürel politikalar; yaratıcı endüstrilerin, yapay zekanın, arttırılmış gerçekliğin ne tür yaratıcı üretimlere neden olabileceği; dijital teknolojilerin bilgi üretim ve tüketim süreçlerinde sunduğu fırsatlar ve kayıplar; yeni eşitsizliklerin haber üretim ve tüketim pratikleri üzerindeki etkileri; yeni eşitsizliklerin teknoloji dolayımıyla ekoloji üzerinde yarattığı/yaratacağı etkiler; dijital teknolojilerin sanatsal üretim alanında resmettiği görüngüler’ gibi birçok konuya odaklanmıştır.


Sonuç olarak;


“YENİ EŞİTSİZLİKLER” temalı Kongre, iki gün sürmüştür. Kongre’de 15 oturumda 77 araştırmacı tarafından 60 bildiri sunulmuş ve 10 araştırmacı 6 atölye düzenlemiştir. Kongrenin geniş ölçekli bir katılımla gerçekleşmesini ve amacına ulaşmasını sağlayan ve Türkiye’nin çeşitli kentlerinden ve üniversitelerinden (Ankara, Akdeniz, Anadolu, Ankara Hacı Bayram Veli, Atılım, Bahçeşehir, Başkent, Beykent, Bilecik Şeyh Edebali, Bilkent, Çukurova, Doğuş, Ege, Hacettepe, İstanbul Bilgi, İstanbul Gelişim, İstanbul Kültür, İstanbul, Kadir Has, Kırklareli, Kocaeli, Marmara, Mersin, Sivas Cumhuriyet, Süleyman Demirel, University of Gröningen, Yeditepe ve Yıldız Teknik Üniversitesi, Sağlık Bakanlığı Yönetim Hizmetleri Genel Müdürlüğü) araştırmacılara/bilim insanlarına bilimsel desteklerinden; İzmir Barosu, İzmir Büyükşehir Belediyesi, Avrupa Birliği Sivil Düşün Programı, Senex Lisansüstü Yaşlılık Çalışmaları Kongresi, Toplumsal Bilgi ve İletişim Derneği ve Veri Okuryazarlığı Derneği gibi kurumlara ve STK’lara ise maddi ve manevi desteklerinden dolayı sonsuz teşekkür ediyoruz. Ayrıca Kongre sürecinde kayıt masalarında, salonlarda, atölyelerde çalışan, görüntüleme ve kayıt işlemlerini yürüten ve bunları sosyal medya ortamlarına taşıyan öğrencilere de sonsuz teşekkürlerimizi sunuyoruz.


Kongrenin açılış konuşmasını Alternatif Bilişim Derneği Başkanı Av. Faruk Çayır yapmıştır. Yeni medyanın sunmuş olduğu olanaklara, internet ortamında yaşanan hak ihlallerine, yeni iletişim teknolojilerinin yeniden ürettiği her türlü ayrımcılığa, siyasal iktidarın, barışı arayan akademisyenlere 2016 yılından itibaren uygulamaya başladığı onur kırıcı muameleye kadar geniş bir yelpazede düşüncelerini bizimle paylaştı.


Alternatif Bilişim Derneği Yönetim Kurulu Üyesi Doç. Dr. Tezcan Durna, YMK üçüncü kongresinde kurumsal akademi ile yaşanan sorunlardan dolayı bağımsız bilimsel toplantı düzenlemenin ve özgür düşünce paylaşımının önemine dikkat çekerek, aralarında Barış İmzacılarının da bulunduğu pek çok değerli akademisyenin akademiden uzaklaştırılmasının üniversitelerde ciddi bir kırılma yarattığını dile getirdi. Bu koşullar altında Alternatif Bilişim Derneği gibi yeni medya mecralarının hak ve eşitlik odaklı tartışılmasına zemin ve platform yaratan sivil toplum kuruluşlarının özgür bir akademik tartışma yapabilmeye olanak tanımasının çok değerli olduğuna dikkat çekti.


Kongreye davetli konuşmacı olarak katılan Elisabetta Costa ise “Sosyal Medya ve Toplumsal Eşitsizlik: Etnografik Bir Yaklaşım” başlıklı bir konuşma yaptı. Sosyal medyanın toplumsal eşitsizlikleri ve hiyerarşik ilişkileri dönüştürme ve desteklemedeki rolüne değinen Costa, Mardin`deki Kürt ve Arap gençler ile Kuzey İtalya’daki Kürt göçmenler üzerine yaptığı araştırmasının sonuçlarını bizimle paylaştı. Sosyal medya ortamlarının insan eylemlerine yönelik yeni olanaklar yarattığına değinen Costa, aynı zamanda bu ortamların eşitsizlikler de ürettiğini vurguladı.


Kongre, yeni iletişim teknolojilerine temelli yeni medya ortamlarının, bilgi eşitsizliğini ve dijital uçurumu keskinleştirdiğini açıkça ortaya koymuştur. Bilginin ya da verinin yerel ve küresel ölçekte hareketinin, geleneksel eşitsizlikleri yeniden ürettiği, ilaveten yeni eşitsizlikler yarattığı ön plana çıkmıştır. Aynı şekilde iletişim teknolojilerini üretenler ile tüketenler arasındaki mücadelenin şiddetle devam ettiği ve bunun da küresel düzlemde iktisadi, siyasi ve kültürel açıdan eşitsizlikler yarattığını ve mevcut eşitsizlikleri devam ettirdiğini açık kılmıştır. Yeni iletişim teknolojileri, yaşamın her alanında eşitsizlikleri devam ettirmektedir. Erişim uçurumu, beceri uçurumu ve kullanım farklılıklarından kaynaklanan kullanım uçurumu bu eşitsizliklerin başlıca kategorileridir. Teknolojinin üreticisi ve/veya tüketicisi olmak, dijital içeriğin üreticisi ve/veya tüketicisi olmak yalnızca toplumsal düzeyde değil global düzeyde de ülkelerin eşitsizlik seviyesini etkilemektedir. Tüm eşitsizlikler kuşkusuz sıraladığımız bu süreçler arasındaki diyalektiğin sonucunda cereyan etmektedir.


Şimdi Kongre’nin sonuçlarını başlıklar altında değerlendirmek gerekirse;



Toplumsal Cinsiyete Dayalı Eşitsizlikler: Geleneksel kitle iletişim araçlarıyla toplumsal cinsiyet üzerinden idealize edilerek ticarileştirilmeye çalışılan beden politikaları, yeni medya ortamlarında da benzeri şekilde devam ederek, toplumsal cinsiyet eşitsizliklerini yeniden üretilmektedir. Yeni medya ortamları, ev içi emek gibi kadın emeğini iktisadi sermayeye dönüştürme potansiyeli taşımasına rağmen bunu da yine toplumsal cinsiyetçi bir bakış açısıyla gerçekleştirmektedir. Kadınlara yüklenen cinsiyetçi kalıp yargıların, iş yapma pratiklerinin Instagram, Facebook gibi platformlarda devam ettiği üzerinde durulmuştur.
Demografi Temelli Eşitsizlikler: Yeni iletişim teknolojileri, teknolojiye ulaşma ya da içeriğini kullanma açısından var olan demografik eşitsizlikleri de sürdürmektedir. Yeni iletişim teknolojileri kuşaklar arası bölünmeyi giderek arttırmış ve hatta kuşaklar arası zaman aralığını daraltmıştır. Teknoloji kullanımında toplumsal cinsiyet temelli eşitsizliklere ilaveten, yaşa, yaşanan kültüre ve coğrafyaya, eğitim düzeyine, etnisiteye, mesleğe vb. göre eşitsizlikler mevcuttur. İktisadi, siyasi ve etnik bağlamda egemen grupların, eğitimli kesimlerin, gençlerin, kent merkezlerinin yeni iletişim teknolojilerine ulaşmada ya da bu teknolojileri kullanmada daha avantajlı konumda oldukları anlaşılmıştır.
Katılımcı Kültürün Kısmen Özendirilmesi: Yeni iletişim teknolojileri, katılımcı kültürü özendirmektedir. Alternatif medya ortamları görece iktidardan bağımsız olmayı başarabilmektedirler. Fakat iktidarın bu oluşumları denetim altına almaya, kendi düşünsel eksenine çekmeye yönelik girişimlerinin devam ettiği ve kısmen başarıya ulaştığı anlaşılmıştır. Ayrıca geleneksel medya araçlarıyla seslerini duyuramayan dezavantajlı grupların sosyal medya aracılığıyla seslerini kısıtlı da olsa duyurabildikleri yönünde bir görüş oluşmuştur. Yeni medya ortamları, birçok grubu ağ üzerinden örgütlediği gibi, hak ihlallerine uğrayan ve günümüzün de temel sorunlarından birisi olan göçmenleri, mültecileri ve sığınmacıları da bir araya getirebilmekte, sosyal bağları güçlendirebilmekte, yerel halk ile ilişkilerini geliştirebilmektedir. Ama aynı zamanda yerel halk arasında dolaşan ve özellikle de televizyon aracılığıyla pekiştirilen ırkçı ve kötü-öteki söylemlerini pekiştirdiği ve yeniden ürettiğine de dikkat çekilmiştir.
Kapitalizmin Giderek Güç Kazanması: Küreselleşmeye hız kazandıran ve küreselleşme söylemlerini olumsallık bağlamında yansıtan aktör ülkeler, aynı zamanda dijital teknolojilerdeki gelişmelerin motor gücü konumundadırlar. Bu aktör ülkeler, dijital toplum öncesi dönemlerden kalma küresel iktisadi ve siyasi dengesizliği devam ettirmektedirler. Doğu-Batı, Kuzey-Güney gibi hem kültürel hem de teknolojik bölünmeyi, dijital teknolojileri üreterek, dağıtarak ve içerik oluşturarak yeniden üretmektedirler. Batı merkezli teknolojik belirlenimcilik gücünü hala korumakla birlikte, Uzak Doğu’daki alternatifleriyle güçlü mücadelelere girmiş durumdadır. Örneğin platform kapitalizmi günümüzde önemli bir mücadele alanıdır. Ayrıca yeni iletişim ortamlarının gerek donanım gerekse içerik olarak dünya genelindeki dengesiz hareketliliğinin dışlanmış grupları, coğrafyaları ya da toplumları daha da dışlayacağı açığa kavuşmuştur.
Dijital Gözetim ve Yönetişim: Teknoloji üreticisi küresel şirketler (Google, Facebook ve Twitter gibi), enformasyon üzerinde tekel kurduklarından dolayı dünyanın veri akışını kontrol edebilmekte ve bu verileri gerektiğinde kullanarak dünya düzenini kendi yaşam dünyasal bakış açılarından kurgulayabilmektedirler. Bu durum, yeni bir eşitsizlik olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu şirketler, depoladıkları verileri yeri geldiğinde paylaşabilmekte ve böylece gözetimi küresel ölçeğe taşıyabilmektedirler. Yine arama motorlarının “kişiselleştirilmiş arama” gibi teknikleri, bireyleri farklı yankı odalarına hapsederek kutuplaşmaya neden olmaktadır. Burada vurgulamamız gereken diğer bir nokta ise, reklam şirketlerinin, yeni iletişim teknolojileri aracılığıyla kullanıcıların verilerine ulaşması, onları depolaması ve böylece de veri gözetimi olgusunu üst düzeye çıkararak güvensiz bir ortam yaratmasıdır.
Dijital Kültür: Ütopya vs. Distopya: Yeni medya içerikleri, kültür endüstrisinin alanı işgal etmesinden dolayı, izleyicilerle/kullanıcılarla gereken düzeyde buluşma şansını yakalayamamaktadır. Çoğulcu ve çok sesli bir ortam yaratma söylemiyle yola çıkan yeni iletişim teknolojileri/yeni medya, algoritmaları da kullanarak aksine bir hareket sergilemiş ve dijital eşitsizliği ve doğru ve güvenilir bilgiye erişimi sorunlu hale getirmiştir.
Yeni Medyada Araştırma Yapmak ve Araştırmacı Olmak: Yeni iletişim teknolojileri, araştırma alanlarında ve araştırmacılar arasında, bu teknolojileri kullanma pratiği/becerisi bağlamında yeni eşitsizlikler üretmiştir. Bilim insanlarının kültürel sermayelerini farklılaştırarak, akademide kültürel ya da teknik sermaye üzerinden bir bölünmeye neden olmuştur. Ayrıca yeni iletişim teknolojilerince sunulan bilgilerin, bilimsel üretim sürecinde karşılaşılan dikkat dağınıklığını artırıcı bir etkiye neden olduğu sonucuna da ulaşılmıştır. Bilimsel araştırmalar için gereken bilgilere erişim, yeni iletişim teknolojileriyle daha elverişli hale gelse de araştırma verilerine ulaşmanın maliyeti giderek artmıştır. Bu durum, özellikle gelişmekte olan ülkelerin araştırmacılarını olumsuz yönde etkileyerek, bilimsel çalışma üretim süreci üzerinde ve küresel ölçekte bir eşitsizlik yaratmıştır. Öte yandan, yeni iletişim teknolojileri, bilimsel araştırmaların yöntemsel olarak çeşitlenmesine neden olmuş, veri toplamada ve işlemede yenilikler yaratmıştır. Konularla ilgili literatür incelemeleri kolaylaşmış ve yeni araştırmaların yapılabilmesine olanak sağlayacak ya da araştırmaları kolaylaştıracak altyapılar inşa ettiği de tartışılan konular arasında yer almıştır. Kongrede sunulan bildirilerde dikkatimizi çeken noktalardan biri, saha araştırmalarının artmış olmasıdır. Yanı sıra araştırmalardaki örneklemlerin çeşitlendirilmiş olması da olumlu bir sonuç olarak göze çarpmaktadır. Ama saha araştırmalarında kullanıcı pratiklerinin çok da göz önünde bulundurulmadığı ve sahadan elde edilen verilerin politik ve sosyolojik bağlama yerleştirilmediği dikkat çekmiştir. Ayrıca yeni medya araçlarını kullanarak disiplinlerarası bir yaklaşımla büyük veri üzerinden analizler yapılmadığı da gözlemlenmiştir.
Dijital Beceriler ve Okuryazarlıklar: Yeni medya, misenformasyon, dezenformasyon, asimetrik bilgi, gündelik yaşama giren oyunlar/yazılımlar gibi sorunları da beraberinde getirmektedir. Bu sorunların aşılmasında, yeni medya ortamlarının yönetilmesi ve denetlenmesi değil, medya okuryazarlığının ya da dijital teknoloji kullanma becerilerinin geliştirilmesi ve tüm düzeylerde eşitlenmesi gerekmektedir. İletişim Fakültelerindeki iletişim eğitiminin de eşitsizlikler bağlamında tartışılması ve öğrenciler arasında katılım eşitliği için politik bir yaklaşım geliştirilmesi gerekmektedir.
Yeni Medyada Habercilik Pratiklerini Düşünmek: Yeni medya haberciliği, geleneksel haberciliğe göre başta hız ve erişilebilirlik açısından çeşitli fırsatlar sunsa da bilgiye erişim engellerini aşarak, sansür mekanizmalarından kurtularak, bilgiyi toplumsal yapıda daha eşit biçimde dağıtarak, geleneksel haber üretim ve tüketim pratiklerinin barındırdığı eşitsizlikleri tümüyle ortadan kaldırdığını söylemek olanaklı değildir. Veri gazeteciliği gibi yeni gazetecilik türlerinin, geleneksele göre fırsatlar yarattığı ama mevcut sorunları ya da eşitsizlikleri tümüyle yok etmediği, veri gazeteciliği gibi türlerin veri ile yaşam, gerçeklik arasındaki bağı basitleştirerek koparttığı şeklinde görüş oluşmuştur. İlaveten yeni medya ortamlarını kullanarak haber üretimi gerçekleştiren gazetecilerin, esnek emek sürecinin ağırlığını koruduğu gazetecilik alanında işgücü ve değer ilişkisi açısından eşitlikçi olmayan bir süreç içerisinde oldukları anlaşılmıştır. Ayrıca siyasi ve iktisadi baskıların yeni medya ortamlarında üretilen haberler üzerinde de egemenlik kurduğu tespit edilmiştir. Gazeteciler arasındaki kültürel, sosyal ve iktisadi sermaye farklılıklarının, sembolik sermaye açısından bir eşitsizlik yarattığı, özellikle teknik sermaye olarak nitelendirilen teknoloji kullanma becerisine sahip medya çalışanlarının ayrıcalıklı konuma ulaşarak eşitsiz bir işgücü görünümünün ön plana çıktığı dile getirilmiştir. Başka bir anlatımla yeni iletişim teknolojilerine paralel olarak ortaya çıkan gazetecilik pratiklerindeki değişimler, gazeteciler arasında eşitsizlikler üretmiştir. Ayrıca tiraj gibi tıklanma oranlarının yeni medya ortamlarının başarısını adil olmayan bir biçimde ölçmesi, SEO uygulamasının neden olduğu sorunlar da yeni eşitsizlikler yaratmaktadır. Fakat sunulan bildirilerin, yeni medya haberciliğinde mevcut eşitsizliklerin ortaya koyduğu sorunları ortadan kaldırmaya yönelik gelir modelleri üzerine odaklanmadığı da gözlemlenmiştir.
Kamusal Alan ve Yeni Medya: Yeni iletişim teknolojilerinin yarattığı yeni kamusal alan, beklentileri yeterli ölçüde karşılayamamıştır. Demokrasiyi geliştirme söylemiyle yola çıkan yeni medya, bazı durumlarda toplumsal kutuplaşmayı derinleştirmiştir. Sosyal ağlar insanları yankı odalarına hapsetmekte ve bu durum kamusal alanı zayıflatmaktadır. Siyasal katılım üzerindeki eşitsizlikleri yeniden üretmiştir. Ayrıca ifade ve düşünce özgürlüğünü kısıtlamaya yönelik hem politikalar hem de uygulamalar da kamusal alanda yurttaş katılımında eşitsizliği beslemektedir.

Bu sonuçlardan hareketle kongrede aşağıdaki öneriler ön plana çıkmıştır:



Hem dünyada hem de Türkiye’de İnternetin düzenlenmesine ilişkin yeni gelişmeler yaşanmaktadır. Farklı ülkelerin bu düzenlemeleri nasıl ve hangi amaçlarla yaptığının saptanması için karşılaştırmalı tekno-siyasal çalışmalara ihtiyaç vardır. Ayrıca, tekno-siyasal politikaların geliştirilmesinde yurttaşların aktif özneler olarak süreçte yer alması ve bu doğrultuda araştırmaların yapılması ve akademisyenlerin olanaklar üzerine somut öneriler geliştirmesi gerekmektedir.
Dijital gözetim ve algoritmaların egemenliğine karşı alternatif teknolojilerin nasıl güçlendirileceği üzerine çalışmalar yapılmalıdır. Karşı gözetim ve alternatif medya çalışmaları birbirinden beslenmelidir. Böylelikle dijital teknolojilerle birlikte iktidarın artan gözetim gücüyle mücadele edebilme kapasitesi artırılacaktır.
Ülkelerin siyasal kültürleri, çevrimiçi katılımı da şekillendirmektedir. İnternet aracılığıyla çevrimdışı ve çevrimiçi politik katılımın nasıl dönüştürülebileceğinin anlaşılması için farklı siyasal sistemleri ve kültürleri olan ülkelerden karşılaştırmalı çalışmalara ihtiyaç vardır.
Yeni medya haberciliği, veri gazeteciliği gibi pratiklerle, yaşam ile veri arasındaki bağın politikleştirilmesi gerekmektedir.
Yeni medya araştırmaları, disiplinleri kesen bir anlayışla ve dijital teknolojilerin sunmuş olduğu imkanları da sınıfsal bir kavrayışla veri toplama ve analiz sürecine dahil eder nitelikte araştırma tasarımları planlamalıdır.
Küresel güç mücadelelerinin anlaşılmasında medya ve yeni medya çalışmalarının önemi giderek artmaktadır; bu nedenle disiplinlerarası çalışma ve işbirliklerinin artması gereklidir.
Yeni medya araştırmalarında, farklı coğrafyalarda, kültür ve dillerde ekosistemlerin varlığı göz önüne alınmalıdır.
Veri etiğiyle birlikte veri okuryazarlığı çalışmalarının ve uygulamalarının güçlendirilmesi gerekmektedir.
Yeni medya çalışmalarında yeni kavramların üretilmesi elzemdir. Bu nedenle yeni medya araştırmalarının, felsefe, sosyoloji, psikoloji gibi beşeri ve sosyal bilimlerle bağlantılı bir şekilde yapılması yeni kavramların üretilmesine fırsat sunacaktır.

Sonuç olarak iki gün süren bu kongrede, bilimsel, maddi ve manevi olarak destek veren herkese teşekkür ederiz. Bir sonraki kongrede, yeni bilimsel çalışmalarla buluşmak dileğiyle.


  Alternatif Bilişim Derneği


5.10.2019 İzmir

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on October 07, 2019 11:07

‘Yeni Medya Eşitsizlikleri Daha Da Büyütüyor’ 

ymk43-1280x853.jpg


İzmir’de yapılan 4. Yeni Medya Kongresi’nde yeni medyanın yarattığı yeni eşitsizlikler ve bu eşitsizliklerle mücadele etme yöntemleri ele alındı. Alternatif Bilişim Derneği Yönetim Kurulu Üyesi Doç. Dr. Tezcan Durna, yeni medyada bıraktığımız izlerin büyük şirketler tarafından ticari bir nesne hale getirilip bilgiye erişimde yeni eşitsizlikler yarattığının altını çiziyor.


 




Yeni Medya Çalışmaları 4. Ulusal Kongresi ‘Yeni Eşitsizlikler’ başlığı ile bu yıl İzmir’de toplandı. İki gün süren kongrede 15 oturumda 29 farklı üniversiteden 77 araştırmacı tarafından 60 bildiri sunuldu ve 10 araştırmacı 6 atölye düzenledi. İzmir Barosu, İzmir Büyükşehir Belediyesi, Avrupa Birliği Sivil Düşün Programı, Senex Lisansüstü Yaşlılık Çalışmaları Kongresi, Toplumsal Bilgi ve İletişim Derneği ve Veri Okuryazarlığı Derneği’nin destekleri ile gerçekleşen kongreye İzmir Barosu ev sahipliği yaptı.


Günümüzün anti-hümanist yapılanışını ve işleyişini yeni iletişim teknolojileri bağlamında irdelemek amacıyla yapılan kongrede ‘toplumsal cinsiyet, sınıf ve etnisite gibi konular başta olmak üzere, yeni eşitsizlikle mücadele; yeni eşitsizlikleri irdelemede mevcut ve geliştirilecek yöntemlerin ve yaklaşımların neler olabileceği; dijital uçurumun, veri eşitsizliğinin ve algoritmaların neden olduğu eşitsizlikler ve bu eşitsizliklerin aşılması için geliştirilmesi gereken tekno-kültürel politikalar; dijital teknolojilerin bilgi üretim ve tüketim süreçlerinde sunduğu fırsatlar ve kayıplar; yeni eşitsizliklerin haber üretim ve tüketim pratikleri üzerindeki etkileri; yeni eşitsizliklerin teknoloji dolayımıyla ekoloji üzerinde yarattığı/yaratacağı etkiler; dijital teknolojilerin sanatsal üretim alanında resmettiği görüngüler’ gibi birçok konu ele alındı.


‘Yeni Medya Ticari Nesne Haline Geldi, Yeni Eşitsizlikler Yarattı’


Kongrenin düzenleme kurulunda yer alan ve Alternatif Bilişim Derneği Yönetim Kurulu Üyesi Doç. Dr. Tezcan Durna, Sivil Sayfalar’a kongre ile ilgili, derneklerinin dijital teknolojilerin getirdiği olanak ve tehditlerle ilgili farkındalığı arttırmak ve toplumsal bilgi yaratmak için çalışmalar yaptığını belirtti. Dijital medyanın ortaya çıktığı 90’lı yıllarda insanların bilgiye sınırsız erişim sağladığı için demokrasiye ve katılımcılığa olanak sağlayacağı yönünde tartışmalar yaşandığını belirten Durna, “Aslında gördük ki yeni medyada bıraktığımız izlerin büyük şirketler tarafından ticari bir nesne hale getirildi ve bilgiye erişimde yeni eşitsizlikler yarattı. Herkesin her türlü bilgiye ulaşabiliyor olarak görünüyor olmasına rağmen her şey pirüpak değil. Kongrenin amacı yaratılan yeni eşitsizlikleri ele almak. Günümüzde ilk akla gelen dijital medya araçlarını kullanan insanlardaki alışkanlık alternatif bilgilere erişimin kanallarını da tıkıyor. Kongrede yeni eşitsizlikleri nasıl aşabileceğimizi, yeni eşitsizliklerle nasıl mücadele edebileceğimizi konuşacağız” dedi.


Toplumsal Cinsiyet Rolleri Akıllı Telefonlarla Yeniden İnşa Edildi’


Dr. Yeliz Dede Özdemir de akıllı telefonlarla toplumsal cinsiyet rollerinin yeniden inşasını anlattı. Akıllı telefon kullanımının toplumsal cinsiyet rollerinden bağımsız olmayacağını ifade eden Özdemir, “Akıllı telefon kimlik ve toplumsal cinsiyet rollerinin inşasında önemli bir yer tutuyor. Diğer tüm evcil teknolojiler gibi akıllı telefonların da kadınlarla erkekler arasındaki geleneksel rolleri kuvvetlendirdiği ve kadınları kendi geleneksel rollerine daha fazla bağladığı görülüyor. Kadınların yaş ve eğitim düzeyi fark etmeksizin bu teknolojilerin kullanım pratikleri dolayımı ile farklı açılardan da olsa hakim toplumsal cinsiyet ilişkilerini yeniden ürettiği gözlemleniyor. Çalışmam boyunca elde edilen tüm bulgular genişleyen teknoloji erişimine rağmen teknolojinin aracılık ettiği toplumsallığın, toplumsal cinsiyet dinamiklerinin büyük ölçüde aynı kaldığını açık ve net bir şekilde göstermektedir” diye konuştu.


‘Sosyal Medya Hak Arama Mücadelesinde Mekan Farkını Kaldırdı’


Arş. Gör. Esra İnce Özer, Batıkent’te yaşanan köpek katliamının ardından sosyal medyanın hak arama alanına dönüşmesini ele aldı. Sosyal medya paylaşımlarının kartopu gibi büyümesiyle birlikte paylaşımların politik bir güç ürettiğini söyleyen İnce, katliamın sosyal medya sayesinde duyulduğunu ve sosyal medyanın mücadele alanı haline geldiğini aktardı.


Yeni mücadele olanakları ile eski mücadele olanaklarının bir araya geldiğini dile getiren Özer, “Orada olsa da olmasa da sanal ortam üzerinden bir hak arama imkanı ortaya çıktı. Twitter üzerinden çağrılar mekan farkını yok etti. Twitter, fiziksel mesafelere rağmen ortak bir dava etrafında toplanmaya, eylemlere öncülük etti. Belediyeler ve bakan  temsilcilerle görüştü, parti genel başkanları telefon aracılığı ile ulaştı. Konu Cumhurbaşkanı’nın gündemine kadar taşındı. Kısa bir süre içinde dava görüldü ve yine twitter üzerinden çağrısı üzerinden katılanlar oldu.  Sosyal medyanın etkisi bu kadar politik çıktı yaratmasına neden oldu.” dedi.


‘Sosyal Medya Verisinin Ticarileşmesi Yeni Bir Ayrım Yarattı’


Arş. Görevlisi Zafer Kıyan, sosyal medya verisinin ticarileşmesiyle birlikte araştırmacılar açısından ortaya çıkan yeni bağımlılık ve eşitsizlik biçimlerini ve sosyal medya verisinin sadece müşterilere erişilebilir hale gelmesinin sorununun baş edebilme yollarının neler olabileceğini dile getirdi. Günümüzdeki sayıları 3 milyarı geçen sosyal ağ kullanıcıları tarafından yaratılan verinin, veri şirketleri tarafından ticarileştirildiğini belirten Kıyan, “Bu ticarileşmiş verinin ücretini ödeme gücüne sahip araştırmacılar için araştırmayı daha kolay ve kısa sürede sonuçlandırmak anlamında kapıların ardına kadar açılmasını sağladı fakat aynı zamanda bu güce sahip olmayan araştırmacılar açısından araştırma olanaklarının büyük ölçüde sınırlandırılmasına neden oldu. Sosyal ağ şirketlerince oluşturulan veri tekelinin günümüzde hem kapsam hem çeşitlilik açısından toplumsal araştırmaları özellikle de az gelişmiş ülkelerin araştırmacıları için güçleştiren en önemli engellerden biri olarak karşımıza çıkmaktadır” dedi.


‘Yeni Medya Mültecilere Yönelik Eşitsizliği Derinleştirdi’


Yeni medyada Suriyeli mültecilerin temsiline ele alan araştırmacı Dilan Ayırkan da haberlerde Suriyeli mültecilere yönelik ayrımcı, ırkçı ve ötekileştirici bir dile sahip olduğunu belirtti. Suriyeli mültecilerin yeni medya platformlarında çoğu zaman ‘hırsız’ ve ‘katil’ gibi anlatılarla suç ile ilişkilendirilerek yer verildiğini dile getiren Yapılan kasıtlı yalan haberlerle Suriyeli mültecilerin ekonomik ve toplumsal tehditlerin kaynağı olduğu algısı yaratılmaya çalışıldığını belirten Ayırkan, “Toplumdaki geleneksel eşitsizlikler dijital teknolojilerdeki gelişmelerle birlikte ortadan kaybolmamış aksine varlıklarını daha da güçlü devam ettirmektedir. Yeni medyanın çarpan etkisiyle bu platformlarda yayınlanan içerikler kitlelere çok hızlı yayılabildiği için bu platformlar çok rahat maniple de edilebilir hale gelmiştir. Bir takım ideolojik saiklerle dolaşıma sokulan yalan haberler nedeniyle toplumda Suriyeli mültecilere ilişkin ırkçı söylemler artmakta ve toplumsal eşitsizlikler derinleşmektedir” diye konuştu.


‘Bilgi Eşitsizliği ve Dijital Uçurum Keskinleşti’


Kongre, yeni iletişim teknolojilerine temelli yeni medya ortamlarının, bilgi eşitsizliğini ve dijital uçurumu keskinleştirdiğini açıkça ortaya konuldu. Bilginin ya da verinin yerel ve küresel ölçekte hareketinin, geleneksel eşitsizlikleri yeniden ürettiği, ilaveten yeni eşitsizlikler yarattığı ön plana çıktı. Aynı şekilde iletişim teknolojilerini üretenler ile tüketenler arasındaki mücadelenin şiddetle devam ettiği ve bunun da küresel düzlemde iktisadi, siyasi ve kültürel açıdan eşitsizlikler yarattığını ve mevcut eşitsizlikleri devam ettirdiği ortaya konuldu.


Yeni iletişim teknolojileri, yaşamın her alanında eşitsizlikleri devam ettirdiği dile getirilirken teknolojinin üreticisi ve/veya tüketicisi olmak, dijital içeriğin üreticisi ve/veya tüketicisi olmak yalnızca toplumsal düzeyde değil global düzeyde de ülkelerin eşitsizlik seviyesini etkilediği vurgulandı.


Kongrede Öne Çıkan Öneriler;



Hem dünyada hem de Türkiye’de internetin düzenlenmesine ilişkin yeni gelişmeler yaşanmaktadır. Farklı ülkelerin bu düzenlemeleri nasıl ve hangi amaçlarla yaptığının saptanması için karşılaştırmalı tekno-siyasal çalışmalara ihtiyaç vardır.
Dijital gözetim ve algoritmaların egemenliğine karşı alternatif teknolojilerin nasıl güçlendirileceği üzerine çalışmalar yapılmalıdır. Karşı gözetim ve alternatif medya çalışmaları birbirinden beslenmelidir. Böylelikle dijital teknolojilerle birlikte iktidarın artan gözetim gücüyle mücadele edebilme kapasitesi artırılacaktır.
Ülkelerin siyasal kültürleri, çevrimiçi katılımı da şekillendirmektedir. İnternet aracılığıyla çevrimdışı ve çevrimiçi politik katılımın nasıl dönüştürülebileceğinin anlaşılması için farklı siyasal sistemleri ve kültürleri olan ülkelerden karşılaştırmalı çalışmalara ihtiyaç vardır.
Yeni medya haberciliği, veri gazeteciliği gibi pratiklerle, yaşam ile veri arasındaki bağın politikleştirilmesi gerekmektedir.
Yeni medya araştırmaları, disiplinleri kesen bir anlayışla ve dijital teknolojilerin sunmuş olduğu imkanları da sınıfsal bir kavrayışla veri toplama ve analiz sürecine dahil eder nitelikte araştırma tasarımları planlamalıdır.
Küresel güç mücadelelerinin anlaşılmasında medya ve yeni medya çalışmalarının önemi giderek artmaktadır; bu nedenle disiplinlerarası çalışma ve işbirliklerinin artması gereklidir.
Yeni medya araştırmalarında, farklı coğrafyalarda, kültür ve dillerde ekosistemlerin varlığı göz önüne alınmalıdır.
Veri etiğiyle birlikte veri okuryazarlığı çalışmalarının ve uygulamalarının güçlendirilmesi gerekmektedir.
Yeni medya çalışmalarında yeni kavramların üretilmesi elzemdir. Bu nedenle yeni medya araştırmalarının, felsefe, sosyoloji, psikoloji gibi temel sosyal bilimlerle bağlantılı bir şekilde yapılması yeni kavramların üretilmesine fırsat sunacaktır.

Kaynak: Metehan Ud


http://www.sivilsayfalar.org/2019/10/07/yeni-medya-esitsizlikleri-daha-da-buyutuyor/

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on October 07, 2019 10:54

Mutlu Binark's Blog

Mutlu Binark
Mutlu Binark isn't a Goodreads Author (yet), but they do have a blog, so here are some recent posts imported from their feed.
Follow Mutlu Binark's blog with rss.