Levent Cantek's Blog, page 12
July 5, 2025
Tabu, Tiraj ve Troller
LeMan’a yönelik linç kampanyası hakkında fikrimi merakederek medyadan arayanlar, soranlar oldu. Dergileri vetarihleri bilmemin bir faydası olduğuna inanmadığım ve meselenin mizahınkendisiyle ilgili olmadığını düşündüğüm için, itirafedeyim, önce ne söyleyeceğimibilemedim.Genel olarak insanların karikatürü açıklamaya çalışmasıveya karikatürün bir editöryal hata olduğunu düşünmesikonularına girmeyeceğim. İlgisiz çünkü. Ortada bir güçdengesizliği var, olup bitenler eşitler arasında gelişmiyor…
LeMan’ın başına gelenler ülke koşullarında sürpriz mi peki? Mizah dergisiolmasıyla mı ilgili sizce?
Kısa bir tarihçe…Ve bana yöneltilen sorulara verdiğim cevaplar.
Limon ile LeMan birbirinden farklı siyasi tavırlarasahiplerdi. Mizah dergileri her zaman popüler yayınlardır; bu da onlarınhâkim değerlerle bir tür pazarlık içinde olmalarını zorunlukılar. Genellikle sekülerdirler ama çoğu zaman milliyetçi reflekslerde taşırlar. Limon, bu formül içinde özellikle milliyetçilik bağlamındadaha solda duran, dışarıdan bakan bir çizgiye sahipti. Bu nedenle daha sınırlıbir okur kitlesine ulaşabildi ve daha az sattı. LeMan, Türkiye’deçok kanallı televizyonculuğun başladığı, görsel kültürün patladığı 1990’lıyılların ortasında ortaya çıktı. O döneme kadar çok satan Hıbır ve Avnigibi dergiler, televizyonla rekabet edemediler; çünkü o dergilerinürettiği ana akım mizah zaten televizyonda karşılık bulmuştu
LeMan, televizyonda anlatılamayan mizahı üreterek çoksatar oldu. Radikal ve az satar bir yayından, Türkiye’nin en çok satanmizah dergisine dönüşmesi biraz buna bağlıydı. Çok kanallı televizyondönemi, tüm dünyada olduğu gibi bizde de popüler kültürü ve yazılı basınıdeğiştirdi. LeMan çok sattı ama seksenliyıllarda “çok satmak” demek olan tirajlara hiçbir zaman ulaşamadı.
Elbette bunlar geride kaldı, siyaseten çok değiştik. Sekülerlik artık kamusal alanda belirleyici değil; yerinidindarlıkla harmanlanmış bir milliyetçiliğe bıraktı. Yazılı basın neredeyse yokhükmünde. Mizah dergileri için “hiç satmıyorlar” demek abartı olmaz.Etkileri artık satış rakamlarıyla değil, sosyal medyada yankıbulup bulmamalarına göre ölçülüyor.
Kıyaslamak gerekirse, Markopaşa 1940’lardaelli bin satıyordu; bu rakam, dönemin en çok satan gazetesiCumhuriyet’in iki katıydı. Bu yüksek satış, siyasi iktidarı doğrudan rahatsızediyordu. 1978’de çıkan, TKP çizgisine yakın Mikrop dergisi kırk binsatmasına rağmen “az sattığı” gerekçesiyle kapatılmıştı. Bugün ise Lemanve benzeri tüm dergiler toplansa, bu rakamların yanına yaklaşamaz. Hatta yarısına yaklaşabilir mi emin değilim. Satış olarak korkutucu değiller. Esprisi yada dili, sosyal medyanın ajitatif yaygınlığına eklenirse bir etkileriolabiliyor ancak.
Dine “dokunmama” tercihi, doğrudan sansürden değil,popülerliğin ve çoğunluğun hassasiyetlerini gözetme zorunluluğundankaynaklanıyor. Popüler mecralar, hâkim değerlerle çatıştığında değil,onlara dokunmadan, onları dolaylı biçimde oyuna katarak işler.
Dergiler bu nedenle hâkim değerleri zorlamaz. Tabularadokunulduğunda ise savunmacı ve saldırgan tepkilerle karşılaşılır.
Türkiye’de rejimin ilk altmış yılında “tehlikeli olan”komünistler ve şeriatçılardı. 1989’dan sonra komünist imajı sönümlendi;90’lardan sonra ise dindarlar sistem için doğrudan tehdit olmaktan çıktı.
Hâkim değerler ve “iç düşman” imgeleri değişti.
Dolayısıyla bugün karikatürlerin tartışılmasından çok, butartışmaların nasıl kullanıldığı daha hayati. Karikatürüaçıklamaya çalışmak, çoğu zaman savunmapozisyonunu kabullenmek anlamına geliyor.
Oysa böyle bir karikatür, Menderes, Demirel ya da Özaldöneminde yayımlansaydı, bu ölçüde büyük birtartışma yaratmayabilirdi.
Tekrar edeyim: Yaşananların karikatürle ya damizahla ilgisi olduğunu düşünmüyorum. Bu daha çok bir güçgösterisi. Demokratik haklar, ifade özgürlüğü, anayasal güvenceler gibikavramlarla açıklanamayacak kadar çıplak bir baskıbiçimi. Aslında hedef mizah değil, mevcut kutuplaşmayı canlı tutmak.
En üzücü tarafı da bu.
July 4, 2025
“Resimle Söylenmiş Hakikatler”
Hatırlayanlar olacaktır, Salih Erimez’in bir resimlitefrikası hakkında yazmıştım. O fasıldan devam ediyor ve Erimez’le yapılmışhayali (tarafımdan uydurulmuş) bir söyleşi paylaşıyorum. Malumunuz, o yıllarınmagazinleri havasında hafif güdük, Ankara ağzıyla cücük kadar bir söyleşi benzetmeye çalıştım. Erimez ile ilgili pek bir şey bilmiyoruz, o da üzücü. Meraklısına diyelim, affola diye ekleyelim.
Salih Bey, “1900 Yılında İdi” serinizin başkahramanıolan Bayram gibi bir adamı çizerken aklınızda kim vardı?
Salih Erimez: Bayram bir kişiden ibaret değil. Onu hayalederken memlekette ikbalin yolunu yüzsüzlükle, dalkavuklukla bulmuş herkesintoplamı gibi birini düşündüm. Eskiden daha çoktu, şimdi de var, bu topraklardaen hızlı terfi alanlar, güzel eğilenlerden çıkar, en çok onlara nasip olur. Onlarıhicvetmek istedim.
Haremden, saray çevresinden güzel ve yalnız kadınlaranlatmışsınız.
Kadınları süs gibi göstermeye bayılır bu milletama ne söylediklerine kulak veren pek yoktur. Ben onların mahrem içinde çaresizkaldıklarını ne kadar mahkûm olduklarını göstermek istedim. Resmettiklerime “Ahlâkamugayir” diyenler, “edepsiz” bulanlar var… Kadın teni ayıptır da, paşalarınarsızlığı mehabet midir?
Hiciv seviyor musunuz?İşim gereği kullanıyorum. Mesele sevmek ve sevmemekdeğil. Heccavlık, silah değil ama bir aynadır. Eğri duranı daha da eğri, doğruduranı ince ve uzun gösterir. Bir paşayı kahkahayla sarsabiliyorsan, yazın veçizgin kılıçtan keskindir demektir. Benim kalemim ve fırçam, kağıttan birhançerdir. Ucuzdur ama sarsar.
“1900 Yılında İdi” eski mi yoksa eskimeyen bir hikaye misizce?
Eski hikaye…var tabii de, güzelse yenilenir tabide… Memlekette, bana soruyorsan eğer, hiçbir şey tam anlamıyla eskimez. 1900yılında olanlar, 1950’de de olur. Belki şapka değişir, fes gider kravat gelir…ama dalkavuk, jurnalci, sefa düşkünü şu bu hep aynı kalır. E benim de işimtarihin kirli aynasını çizmek. Ayna dedim bak.
Son olarak, bugünkü genç çizerlere ne tavsiye edersiniz?
Cesaret tavsiye ediyorum. Kaleminiz kaş çatmalı,kalbiniz öfkelenmeli diyorum. Mizah, sadece güldürmek için değildir; doğruyerde kullanılırsa devlete fısıldamaktır.
July 2, 2025
Obrula
Blogu takip edenler biliyor, uzun zamandır yapay zekayı kurcalıyorum. Yineleyeyim, yaşarken gördüğüm en büyük keşif olduğunu düşünüyorum. O sebeple programları öğrenmeye, gelişmeleri takip etmeye çalışıyorum. Genel olarak daha önce üretilmiş işlerden ve klişelerden faydalanan bir üretim mantığı var. Doğru şekilde kullanırsanız, verimli olabiliyor. Çok hızlı değişiyor ve ilerliyor ayrıca... Diğer yandan, teknoloji, tüm dünyada etik ve kanunların çok önünde gidiyor. Yapay zeka üreticisi olan firmalar, bizzat kendileri etik ve kanun ko(ru)yucu gibi davranmak zorunda kaldılar. Bu sebeple, yapabilecekleri şeyleri şu anda özellikle yapmamak gibi bir politika güdüyorlar.
Kötüye kullanım ihtimali nedeniyle karakter devamlılığını mutlaka bozuyorlar. Üç ya da dört çizim sonra, kendi ürettiği tiplemeyi değiştirmeye başlıyor, ilk haline kolay kolay dönmüyor. Örneğin beni (Levent'i) devamlılıkla çizmiyor ve mutlaka değiştiriyor. Bunu aşabilmek ve benzetmeme çabasını azaltabilmek için kapşonlu, siyah gözlüklü ve sakallı halimi tipleştirme yoluna gittim. Yoksa bile isteye bozuyordu beni.
Biriyle ya da bir şeyle birden çok üretim olduğunda filtreler mantığı kötüye kullanılma ihtimali üstüne işliyor. Chatgbt programını sekiz yüz milyon kişinin kullandığı tahmin ediliyor. Böyle bir kullanıcı çokluğu kontrol edilebilir değil bu yüzden de sanılanın aksine muhafazakar ölçüsünde bir tutuculuk gösteriyor.
Yukarıda Obrula isimli karakterime dair denemelerim var. İyi bildiğimi düşündüğüm klişeleri kullanıyorum, şu aşamada çok çok farklı bir şeyler çıkarmak pek mümkün değil ama programları öğrenirken eğlenceli bir eğitim aldığımı kabul ediyorum. Umarım hayal ettiğim gibi ileride bu medium'dan kısa da olsa bir film çıkarabilirim. Gayemiz böyledir Romalılar.
July 1, 2025
June 30, 2025
Telif
Bir efemera paylaşmak istedim: Ünlü tefrika yazarı Murat Sertoğlu ile Bolayır Yayınevi arasında 1962 yılında imzalanmış bir sözleşme. Sertoğlu, Tercüman gazetesinde çalıştığı için gazetenin matbu kağıdı sözleşme evrakı olarak kullanılmış.500 lira karşılığında Köroğlu romanının ikinci baskı haklarını devretmiş...Kitap kaç basılmış bilmiyorum, o yıllarda genellikle beş bin civarında yapılır, muhtemelen yine öyledir, tefrika ta kırklı yıllardan beri yayımlanıyor.
Bu para, bugünün ölçeğinde aşağı yukarı altmış bin lira gibi bir şey. Az ya da çok, yorumu size kalsın.
June 29, 2025
June 28, 2025
Retromania: Popüler hafızanın ticarileşmesi
Retromania, duyduğum, ne olduğunu tahmin ettiğim ama tambilmediğim bir kavramdı. Meğer müzik eleştirmenlerinin bir nitelemesiymiş,günümüz popüler kültürünün sürekli geçmişe dönme, nostaljiyi yeniden üretme veyenilik yerine geçmiş stilleri taklit etme eğilimini tanımlıyormuş. Yeni müziküretmek yerine eskileri evirip çevirip paketlememizi niteliyormuş. Bunu birsüreç olarak yaratıcılığın tıkanması olarak görenler de var, gelecek vizyonununkaybı olarak okuyanlar da…Remix ve cover kültürü, eski albümlerin reissue’ları,vintaj kıyafetleri, kaset ve plakların geri dönüşü, genel olarak analogestetiğin yeniden sunumu sanıyorum retromania denince ilk akla gelenler…Nostalji temelli modalar gibi duruyor, işin içine koleksiyonculuk da dahiledilebilir. Bir arkadaşım müzik sektörü için ileriye değil geriye doğru “gerisarıyor” demişti. Üzerine düşünmüştüm, telif hakları bakımından müzik popülerkültürün lokomotifidir, oradaki değişkenlik domino taşı her popüler mecrayı etkilerçünkü.
Şimdiki zamanda, siyaseten gelecek umudunun azaldığı görülebiliyor, ufuktabir devrim ihtimali ya da daha iyiyi hayal ettiren modern bir ütopya vardenemez. Eskiden düşündürürdü, şimdi ise retro bir güvenli alan olarak kaçışkolaylığı sağlıyor. Bu durum, sadece bireysel değil; kolektif bir kültürelyönelim olarak da okunmalı. Siyasi bağlama estetiği de teyelleyelim:postmodernizmin pastiş ve ironisi, özgünlük yerine “yeniden yazımı”normalleştirdi. Ve artık her şeye erişebildiğimiz dijital çağın içindeyiz.Geçmiş, bir tık uzağımızda duruyor, bu da eskiyi “yeniden” üretmeyi hızlandırıyor.
Bu tablonun ilk sonucu, nostaljinin bir duygu-his değilpazarlanabilir bir estetik olmasını getiriyor elbette. Sürekli geçmişe dönmek,daha iyisinin üretilemeyeceği fikrini güçlendiriyor ve yeni olanı yaratmacesaretini öldürüyor olabilir. Yenilik, nostaljinin gölgesinde boy veremiyor. Vebence en önemli sonuç, zamansal bir sıkışma, kültürel yenilenme ya da ilerlemedeğil, kendi içinde dolaşan bir flaneura dönüşmemiz. Geleceğe değil, sürekligeçmişin içine bakan bir tür kültürel panoptikon yaratıyoruz. Arabesk müziğinsahiplenilmesi retromanianın iyi bir örneği…
Bilmiyordum, post-retro diye retro tutkusunun bir sonrakiaşaması varmış, yani geçmişe özenmek değil, o özen ve özlemi oyunlaştırmak,oyunlaştırırken bozmak ve stilize etmeye deniyormuş. Onun yapaylığının farkındaolan estetik bir tavırmış. Yani birinde samimi bir nostalji varmış, diğerindeironik ve bilinçli kitsch üretimi. Biri taklit ediyor, diğeri taklidintaklidini yapıyor ve bilinçli olarak abartılı davranıyormuş. Post-retro,geçmişi ciddiye almaz; onunla oynar, onu sahneye koyar ve bazen bilerekkarikatürleştirirmiş.Kişisel olarak toplumların nostaljik hafızalarının çeyrekasırla sınırlı olduğuna inanırım. O sınırı geçtiği an insanlar geçmişleilgilenmiyorlar. Retromania ya da post -retrodenilen eğilimler, her ne iddia ile kendilerini ortaya koyarsa koysunlar,geçmişi-bugünle ve internet estetiği ile harmanlayarak var ediyorlar. Ve oüretilen geçmiş, popülerleştikçe, bilinir (haliyle satılabilir) bir başka(geçmiş olmayan) geçmiş malzemesine dönüşüyor.
Bir zamanlar yaşanmış olan, şimdi pazarlanabilir bir“hissedilmiş geçmiş” olarak dolaşıma giriyor. Bu döngüde, kültür kendiniyenileyemiyor; sadece aynı şeyleri farklı ambalajlarla tekrar tekrar dolaşımasokuyor.
Giriş metni gibi oldu, aralıklarla değineceğim….
Ruhaltı
June 27, 2025
Seyrüsefer Defteri 170
++ İstanbul yolculuğu (15-16 Mayıs).++ Senaryo kampı (2-5 Mayıs).++ Rüzgara Bırak (2025)netfilizz romantizmi, Hande var, işte yanında bir oğlan filan, çok kötü değil(29 Nisan).++ Gibi Sez 6 Ep 3 ve 4'ü seyrettim (28 Nisan).++ Takıntılar (2025)oyunu bilerek yerli yorumu izledim, tatlı uyarlama olmuş, asansörde adam kalmış(26 Nisan).++ The Leopard Sez1 Ep3 ve 4'ü seyrettim (25 Nisan).++ The Amateur(2025) Tuna ile gittik, bir noktaya kadar iyi gidiyor, finalde düşüyor, filmbittiğinde fazla karakterleri hissettiriyor (23 Nisan).++ Senaryo kampı (19-22Nisan).++ Nosferatu (2024) edebi dilini beğendim, Murnau nasıl yorumlanmış diyeizledim, ki film öyle izleniyor, handikap bence (18 Nisan).++ Trap (2024)şaşırtıcı ölçüde "kötü" film, Shyamalan için cringe çanları çalıyor(17 Nisan).++ Adolescence (2025) Sea1 Ep3 ve 4'ü seyrettim (15 Nisan).++ MoblandSea1 Ep1 ve 2'yi seyrettim (11 Nisan).++ Life or Something like it (2002) birazeskimiş, iyicil bir gişe filmi (10 Nisan).++ Gibi Sez 6 Ep 1 ve 2'yi seyrettim (9 Nisan).++ The Leopard Sez1 Ep1 ve2'yi seyrettim (8 Nisan).++ Gelin Takımı (2024) gişesini bilmiyorum, oyuncuenerjisiyle yürür demiştim, senaryosu kalabalığa rağmen türe hakkını vermiş (7Nisan).++ The Gorge (2025) malzemesi var, romantik bir enerjisi de var ama gerisi yok, düşman kim neolmuş-olmamış umurlarında olmamış (6 Nisan).++ Adolescence (2025) Sea1 Ep1 ve2'yi seyrettim (5 Nisan).++ Delicious (2025) film son on dakika da başka birşey oluyor, ilk kısım güzel, ikinci kısım farklı diyelim (3 Nisan).++ Banger (2025) bir numarası bir gerilimi vezekası yok, müzikti Dj mavraları filan onlara ilginç diyelim, bir vasat daha (2Nisan).++ Pikku-Siperia (2025) bi şeyivarmış ama yetmiş mi derseniz yetmemiş, Netflix vasatı olarak kalmış (1Nisan).++ Mickey 17 (2025) Tuna ile gittik, Joon Ho ve roman ilgi çekiyor,gezegenin canlıları tatlı, fazla mı komik olmak istemiş anlamadım, o çok gözebatıyor, yılın ilginçlerinden (9 Mart).++
June 25, 2025
İmposter Sendromu
Üniversitede lisans eğitimim sırasındaTürkiye sıralamasına giren çok sayıda arkadaşım vardı, hani akıllı, çalışmadisiplini olan çocuklardan söz ediyorum. Bir gün bir tanesi, serviste gidiyoruz,birdenbire “biz bir şey öğrenemiyoruz, çok eksiğiz” filan diyerek ağlamayabaşladı. Kendimce teskin etmeye çalıştım ama açıkçası şaşırmıştım. Kötü birliseden geliyordum, o kadar eksiktim ki, yetişme ve öğrenme iştahıyla doluydum,o gözyaşlarını anlamakta zorlanmıştım.Yıllar sonra akademide çalışırken benzerbir hissin yaygın olduğunu fark ettim. Bunaimposter sendromu (kendini yetersiz hissetme sendromu) deniyormuş. Dışarıdanbaşarılı görünen birinin kendini yetersiz hissetmesi, başarısının geçici ya daşansa bağlı olduğunu düşünmesi diyelim buna. Sanki sahtekarlık yapmış, haketmediği yeri kapmış gibi hissediyorlar, eksiklikleri anlaşılacağından,bilmediklerinin ortaya çıkacağından korkuyorlar.
Klinik psikolojide, özellikle yükseklisans ve doktora öğrencileri arasında gözlemlenen bir durum olaraktanımlanıyormuş. İlk yoğunlaşması seksenli yıllar olsa da artık sadece bireyselbir psikolojik durum değil, sistemik ve yapısal meselelerle (sınıf, cinsiyet,ırk, aidiyet duygusu, kapitalist performans baskısıyla) birlikte ele alınıyor.
Kapitalizmde insan,üreten, başaran ve sürekli ilerleyen bir varlık olarak tanımlanır. Sosyal medyamecraları başarıyı estetikleştirip pazarlanabilir hale getiriyor, herkesin enparlak anlarını görüyoruz, hal bu olunca insanlar kendi normallerini “yetersizlik”olarak kodlayabiliyorlar. Bu da “ben orada olamam çünkü yeterli değilim”hissini yoğunlaştırıyor, başarılarını “şanslı bir tesadüf gibi” görebiliyorlar.
Çünkü sosyal medyada herkesin sahteözgüveni gerçek gibi görünüyor. Günümüz iş ve kültür ortamı insanı sadece “iyi”değil, görünür, kendini pazarlayabilen, network kurabilen biri olmaya zorluyor.İşin içine algoritma girince artık “değerli olmak” sayılarla ölçülüyor. Beğeni almayan birpaylaşım, kişinin değerini sorgulamasına neden olabiliyor. Aynı üretimi yapaniki kişiden biri viral olurken diğeri görünmezse, görünmeyen kendisinibaşarısız hissediyor. Böylece başarının gerçek ölçütü belirsizleşiyor.
On iki sene orada çalıştım. Aşırırekabetçi ve üretim odaklı yapısıyla bu alanı bildiğimi düşünüyorum, halen de benzer bir yaratıcı didişme içindeyim. Akademik ya da yaratıcı alanlardasürekli “daha iyiler” var. Özellikle yüksek lisans/doktora/yaratıcı üretim gibialanlarda insanlar sürekli kendi yetersizliklerini büyüteçle izliyor. Çokhikaye var, yüksek lisans ve doktora arkadaşlarımın nerdeyse tamamı sakinleştiriciilaçlar kullanıyordu. Ve artık, hepimiz sosyal medya normalleri içindeyiz. İçinekapanık ya da mütevazı biriysen, “kendi başarını bile satamıyorsan” değersizgibi hissediyorsun. Yani artık sadece iyi olmak yetmiyor, o iyiliği sürekligöstererek ispat etmen gerekiyor. İşte bu da imposter sendromunu tetikliyor.
İyimser ve inandığım bir yorumla bitireyim: yetersiz olanlar kendini yeterli sanırken, gerçekten yeterli olanlar kendindenşüphe eder. Böyle bir sendrom (veya his) gerçek bir yeterliliği gösteriyor da olabilir. Neoliberal sistem, bireyi her başarısızlıkta kendini suçlamaya iter.İmposter sendromu da bu ideolojinin bir uzantısı olarak, kişiye “senyetersizsin” mesajı veriyor. Bu içselleştirme, dönüp dolaşıp sistemi görünmezkılıyor.
İmposter sendromu, sadece bir psikolojik bir tıkanmaolarak görülemez, görülmemeli veya. Onu bireylerin “özgüven problemi” olarakele almak yerine, onu üreten koşulları sorgulamak gerekiyor.
Levent Cantek's Blog
- Levent Cantek's profile
- 44 followers

