Levent Cantek's Blog, page 16
May 26, 2025
Tövbe et ve ter at
Şimdiki zamanın yeni mabetleri yoga stüdyolarıysa, mürşitleri de instoştakiaktif nefes koçları olabilir mi?. Biliyoruz ki bu çağdaş inanç sistemlerininkökeni, dinlerin en eski refleksinde yatıyor: bedeni arındırmak, ruhukurtarmak.Yoga ve fitness kültürünün yaşadığımız zamanın yeni dinleri olduğu düşüncesiaşağı yukarı kırk yıldır konuşulur-tartışılır. Biliyorsunuz onlar, bedeni arındırarak ruhhuzuru bulanacağını iddia ederler. Sağlıklı yemekler, detoks (ruhsal arınma), yogakampı (inziva), nefes çalışması (dua), hocalar (mürşitler), stüdyolar(mabedler), taytlar (cübbeler) desem biraz düşünürsünüz sanıyorum.
Ben çocukken, en azından benim gibikenar mahallede büyüyen çocukları en fazla baskılayan (korkutan) meselelerdenbiri abdestsiz olmaktı, günah işlenince (!) bir an evvel arınmamız (gusül abdestialmamız), kurtulmamız gerekiyordu. Kur’an’da böyle bir şey yazmasa da hepimiziürküten, abdestsiz olunca bizi dehşete düşüren, işlerimizin ters gideceğineinandıran bir kuraldı bu. Dinin üç temel aşamasıdır bunlar: günah, arınma ve kurtuluş.
İnsanlar “çok yedim” derken büyük birsuçluluk duyuyorlar. Hemen arkasından “yarın spor yapacağım” diyorlar, aslındatövbe ediyorlar. Ter atıp, spor yaparak detokslarını tamamlıyor, arınıyorlar. Sporsonunda “iyiyim dengeliyim” huzurunu (kurtuluşunu) yaşıyorlar. Kapa gözleriniiç sesini dinle…Mutlusun, huzurlusun…
Hadi dostlar hep bir elden kurtaralımşu ruhumuzu… Byung-Chul Han, şimdiki zamanın insanlarının ruhani huzurla çok dailgilenmediklerini, kendilerini bedenleri üzerinden kurtarmaya çalıştıklarınısöylüyor mesela. Beden nerde kurtarılır, fitness salonunda… “Üç ayda dirikalçalar bitanem…”
Yoga dediğimiz şey Hinduizm’in içselbir disipliniydi, önce batı toplumlarına adapte edildi, başkalaştırıldı,sekülerleşti, sonra kişisel gelişim düsturlarıyla harmanlandı. Hindulardaninstoş mabedine geçtik…“You are your only limit.” Yoga egoyu terbiye etmekfilan değil egoyu “göstermeye” yaradı. Bir selfi huzuru ya Namaste…
Espriler yaptığıma bakmayın, bugünün ortasınıfları dine ve din adamlarına filan güvenmiyor ama hâlâ bir düzen, onu rahatlatacak bir yapı,bir ritüel arıyor, yoga-fitness kültürü de bunu hem maddi hem sembolik olaraksunabiliyor. Üstelik, her dinsel öğreti gibi suçluluk yükleme kabiliyetine desahip. “Mutsuz musun? Kilon mu var? O zaman disiplinsizsin,zayıfsın, kötü kararlar verdin.” Tıpkı günah kavramında olduğu gibi: sorumlulukher birimizin omzunda.
Abartılı görünecek bir yorum dahayapayım, modern yoga-fitness inancı, cenneti bu dünyada vaat ediyor. Zayıfbeden, esnek omurga, parlak cilt, iç huzur, seksi görünüm. E tabii ki bu paylaşılmakzorunda, paylaşılmayan mutluluk, yaşanmamış sayılır çünkü…
Paylaşımlarda ne olursa olsungülümseyen yüzler var, itiraf ediyorum, o pozitifliği sahici sandığım da oldu, sonraanladım ki bu mutluluk “yeni beden-din”in en güçlü ritüellerinden biri. Sahiden“çalışılmış” bir gülümsemeyle bakıyorlar bize, bunun bir tür iman ifadesi, birşükür performansı, hatta bir itirazsızlık yemini olduğunu anlıyorsunuz.
Hepimiz biliyoruz ki spor yapmak biziözgürleştirmiyor, spor yapmış oluyoruz veya yoga huzur veriyorsa, neden bukadar çok takıntılı ve rekabetçi insan var… Bu çelişkileri irdelemek, yoga vefitness kültürünün gerçekten “din(i)” olup olmadığını değil, neden-nasıl birboşluğu doldurduklarını anlamamızı kolaylaştırır.
Yoga matının bedenleri sadeceesnemiyor, inancın yeni şekillerinden birine secde ediyor be Mıstık abi diyeceğim… “Tövbeet ve ter at” mı diyeceksin… Obristan’a selam.
May 24, 2025
Yerim ama yemem
Çocukluğumda seyrettiğim filmlerde, karikatürlerde bütünpatronlar şişmandı. Ne kadar çirkin göstermeye çalışsalar da kilolu olmak birrefah göstergesiydi. Zenginler, şişman ve mutlu bir azınlıktı. Yaşadığımız dönemde“zayıf, yağsız, fit ve genç vücut”un mutluluğun, başarı ve erdeminsimgesi haline gelişi bu bakımından yeni bir fenomendir.Yüz yıl önce Alman ve İtalyanların başı çektiği, güçlüvücut-güçlü millet imgesi, biz de dahil olmak üzere dünyayı etkiledi. Sporcu vedinç bedenler, fit görünümler ve zayıflık yıllar içinde önce Hollywood’u sonra globalpopüler kültürü dönüştürdü. Bana öyle geliyor, beat kuşağının zayıflığı modayıve güzellik algısını bir kere daha değiştirdi sanki. Onunla da kalmadı, “heroinchic” modeller, kadınlarda anoreksikbeden, erkeklerde six pack filan son otuz yılda işler iyice başkalaştı,meşrulaştı. Yağsızlık ve kaslı olmak, arzulanan olmanın bir ölçütü olup çıktı.
Bugün biliyoruz ki, bedenimiz (nasıl göründüğümüz) birprojeye, bir başarı ve mutluluk estetiğine evrildi: “Mutluysan sağlıklısındır,sağlıklıysan yağsızsındır, yağsızsan başarılısındır.” Dağılabiliriz. Birarkadaşım, iddialı bir biçimde şişman olmanın işten atılma sebebi olduğunainanıyor, şirketlerde ilk kovulacakların “yağlılar” olduğunu iddia ediyor. Güzelkadınların ve yakışıklı erkeklerin, bunun da üstüne hiç “utanmadan” fitnessyapanların dünyanın yeni işgalcileri olduğunu filan rakı içerken anlatıyor.
Komik mi? E dinlerken komik. Zayıflık ve fitness,mutluluğun değil; mutluluk performansının göstergesiyse traji komik demek dahadoğru. Babam, zayıf ve fit görünmeye zihnen takmış biriydi, istisnasız heryemekte “yerim ama yemeyeceğim” derdi. Yemek yemeyerek gösterdiği özveriyimutlaka belirginleştirmek isterdi.
Hepimiz biliyoruz ki, bugün, yemek yemek değil, yememekövülüyor. “Aa ben o kadar yemiyorum” demeyenimiz yok gibi. Herkes, birbirine “zayıfladınmı, kilo mu verdin” demeye bayılıyor. Kilo verdiysen mutlusun, kilo aldıysanmutsuz…
Günaşırı birileri benim yaşımı göstermediğimi söylüyor (!). Yaşımısöyleyince “aa inanmıyorum” filan tepkileriyle karşılaşıyorum. Şimdikizamanımızda yaşlanmak değil, yaşlanmamak alkışlanıyor çünkü. Geçenlerde yeni yazdığımdizinin okuma provaları için İstanbul’daydım, yüzüme ve boynuma estetik müdahaleleryaptırıp yaptırmadığımı sordular, şaşırarak hayır filan dedim ama muhtemeleninanmadılar. Üç beş yıl önce böyle bir gündemim yoktu, hiç aklımda yoktu, günbegüngururlanmaya bile başladım. İyiyim, genç görünüyorum filan… Gülmeyin…
Mutluluk hissedilen değil, gösterilen bir şeye dönüştüğüiçin — genç ve fit beden bu gösterinin ana ekseninde yaşadığı için “ben gururlanmayayım kim gururlansın” yaniMıstık abi… Ya evet biliyorum, hamur işlerini kısmam gerekiyor, biraz ağırlıkçalışsam filan…
May 23, 2025
Mutsuzluk ve yüzleşme
Mutsuzluğuninsani olduğunu yazmıştım en son…Mutluluk kadar hayata dair duygu durumuolduğunu filan… İnsanı dönüştürme potansiyelinden söz etmiştim. Biliyoruz ki yaşadığımızzaman duygularımız arasında bir hiyerarşi yaratıyor ve mutsuzluğu atlatılması gerekenbir hastalık gibi sunuyor.Gençken okuduğum Rollo May, kaygı ve sıkıntıları birolgunlaşma emaresi sayar, bunu bir özgürleşme sürecinin parçası olarak görürdü.O yıllarda etkilenmiştim, mutsuzluk yaratıcı bir enerji verebilir diyordu. Sıkıntıdansanat çıkar gibi bir şeydi… Kendi hayatıma uyarlamış ve bunu epey düşünmüştüm, çalışmakzorunda olduğum, sıkıntılı ve kendime vakit ayıramadığım bir gençlik yaşıyordum.Adam Phillips, “bazen mutsuz olmak gerekir” diyor ya, babam “bazen” demiyordugaliba. Acı çekmeden olgunlaşmak imkansızdı babama göre. Her yenilgi, her acıve her ölüm çocukları büyütüyordu filan. Philips, haliyle daha mutedil, mutsuzluk,bazen insanın içinde bulunduğu yanlış koşulları fark etmesini sağlar diyor, bastırmakyerine anlamak gerekir derken mutsuzluktan duyulan endişeyi normalleştirmeye çalışıyor.
Mutluluk bahsinde şu soru epeyce zihin açıcı aslında: Kimmutsuz? Kişilik bozukluğu yorumunu terapistlere bırakalım, melankoliyi vesanatçıları başka bir bağlamda tartışmak üzere kenara ayıralım ve gündelik hayatımızdamutsuzlarla özdeşleştirilen insanları düşünelim. Mutsuzluk, kötülükle epeyceözdeşleştiriliyor, günahkar birisinin mutsuz olduğu düşünülüyor. Tövbe etmek,doğal olarak mutsuzlukla ilgili.
Hazır günah demişken, Freud, sonradan Lacan, insan arzusunun“yasak” olana yönelmesine vurgu yaparlar; onlara göre bu, suçluluk vemutsuzluğu beraberinde getirir. O yüzden Žižek, günahı “sistemin dışına çıkmaarzusu” olarak niteler. Mutsuzlar, meydan okuyanlardır ve “gerçek suç, arzuyubastırmaktır” der. Üçü için de insanlar arzularını bastırdıkları içinmutsuzdurlar diye düşünüyorlar diyelim.
İyi olmak, eksiksiz olmak değil; yüzleşmiş olmaktır,ancak yüzleşenler, mutluluk ve mutsuzluğu normalleştirerek görebilir ve yaşayabilir…
Yüzleşmiş olmak, insanın kendi kırılganlıklarını inkâretmemesi demektir. Mutsuzluk da bu yüzleşmenin bir parçasıdır. Belki demutsuzlukla ilişkimiz, insan olmanın sınırlarını kavrama biçimimizdir. Lacan’agöre arzu, “asla ve asla” tam olarak tatmin edilemeyecek bir eksiklikten doğar.Žižek bu noktayı politikleştirerek, arzunun asla doyurulamayacağını bilmesinerağmen kapitalizmin bu eksikliği ticarileştirdiğini-kâr nesnesinedönüştürdüğünü söyler. Arzu, tatminle değil, eksiklikle işler — çünkü eksiklik,insan öznesinin yapısal halidir.
Devam edeceğim.
Not: Görseller hemen fark ediliyordur, Hooper etkisinde ai-yz oynamalarımdan...
May 22, 2025
Uğur Böcü
Yedi sekiz yaşındaydım, uğur böceği beslemeye karar verdim. Çocuksu bir saçmalık ve eziyet elbette... İşte, yakaladım bir tane, ev olarak seçtiğim şeffaf plastikten bir kutucuğa attım. Şunun da farkındayım, bu böceğin karnı acıkacak ve ben ne yer bilmiyorum. Küçük bir yaprak parçası attım, tık yok. E hiç ilgilenmeyince, ne olacağını da merak ederek kutunun içine bir kara sinek attım. Bizim "uç uç" "terlik merlik" dediğimiz sevimli pırpır, çıtır çıtır sineği yemesin mi? Dehşetle izlemiştim.Yıllar içinde karşılaştığım ziraatçiler ve ilgili kişilere bu hikayeyi ne zaman anlatsam, onlardan uğur böceklerinin böyle bir "yeme" halinin olmadığını duydum. Öyle oldu ki, onlara inandırmaya çalışırken buldum kendimi. Uğur böcekleri, bitkilere zarar veren yaprak bitlerini yiyerek yaşarmış ve sırf bu nedenle organik tarımda doğal böcek ilacı gibi kullanılıyorlarmış.
Bana inanmayarak (atıyorsun-yanlış hatırlıyorsun tadında) açıklama yapanlara göre, bizim böcekler, kara sinekleri tehdit olarak görerek onlardan uzak dururlarmış filan ... Yese yese, ancak küçük beyaz sinekleri yerlermiş... O da üzerlerinde yumuşak doku artığı ya da bitkilerden bulaşmış fanfinifonfon sıvısı olursaymış (ketçap ve mayonezle yiyebilir gibi yani)...
Önce akademik bir nanik yapayım, Foucault, "bilginin tarihi benzerliklerin değil farklılıkların ayıklanmasıdır" diyordu, sinek değil yaprak biti öyle mi, bilgi, doğru olanı seçiyor, benim dehşetli hatıramı dışarıda bırakıyor.
Yahu yedi işte, bir tane de değil, en az üç tane tek kanadı kopuk sineği gümletti. John Berger, "görmek, bilgiden önce gelir" filan diyordu. Ben besledim, ben gördüm, ben şaşırdım.
[Bunu yazmasam olmaz, bir arkadaşıma anlattığımda "DavidLynch hikayesi lan bu" dedi. Of puff yaptım. "Charles Burns versem, olmaz mı?" demedim tabi... Susan Sontag, o zihin açıcı tespitlerinden birinde sıradan olanın içindeki tuhaf olanı keşfedebilmenin gözlemin en karanlık noktası olduğunu söyler. Sanat da estetik de buralardan çıkar diyerek bize gülümser. En azından ben, bana gülümsediğini hayal ediyorum.]
Her canlı için rutin dışına çıkma hali vardır, evet, uğurböcekleri sert kabuklu böcekleri yiyemezlermiş, bunu anladım, diğer yandan benim yarattığım "açlık koşullarında" büyük olasılıkla sineğin yumuşayan kısımlarını yiyip, gerisini de lime limeetmiş olabilirlermiş. Doğalarındaolmayan ama benim sunduğun şartlar içinde gerçekleşen bir davranışmış bu... Umwelt diye bir kavram var, her canlının kendine ait çevresel bir dünyası var, cognitive map filan deniyor ya, biraz onu andıran bir algı evreni diyelim. Yani, o böcük, benim kutumda artık başka bir dünyada yaşamaya başlamıştı belki de...
Hayatım boyunca hep şuna inandım, koşullar bizi değiştirir, silahlardan hoşlanmıyorum ama askerde mecbur kaldım, çarşı izni alabilmek için hedefi onikiden vurdum. Normalde vuramazdım, vurdum, gözüm kapalı tüfek söküyor, insanlara neyi nasıl yapacaklarını anlatıyordum. Şu an zerre bi şey hatırlamıyorum, üzerinden otuz yıl geçti, bir daha elime silah almadım. İçinde bulunduğumuz "sistemler" bizim rollerimizi ve becerilerimizi biçimlendirir, genellikle bu durumu fark etmeyiz.
Benim uğur böcü, yemezmiş, ağzına sürmezmiş filan ama aç kalınca yedi işte... Kutuya giren bir başka böceği, kendisine saldıracak sanıp dürtüsel olarak normalin dışına çıkıp bertaraf etti. Gerçi, hatırlayanlar olabilir, Giorgio Agamben mealen yazıyorum, "hayvanların bir açıklık (yoksa belirsizlik miydi) içinde yaşadıklarını" söyler, "bu durum onları hem yönsüz hem de tepkisel (dürtüsel) yapar" diyordu. Yani sadece açlık değil, anlayamadığı şeyin tehdidi de davranışını dönüştürmüş olabilir...
"Uç uç böceğim, annen sana terlik merlik..." Yok Mıstık abi, şiirle ilgim yok, o okuduğun şiir değil...
May 21, 2025
Pızıtıf bik bik
Yazmıştım, devam ediyorum. Şimdikizamanın sahiden en ağır baskılarından biri olabilir, konuşmalarımızı,beğenilerimizi, ihtiyaçlarımızı belirleyen “mutlu olma” baskısından sözediyorum. Mutluluk, bir ruh hali veyaiçsel bir deveran falan değil, bir ürün gibi pazarlanıyor biliyorsunuz,eksiklik hissiyle bir deneyimi yaşamaya sevkediliyoruz. Bitimsiz bir “kendinigeliştirme” vaadini ise hiç saymıyorum.Mutsuzsanız eğer “şunu yapmalısınız” ancak o zaman mutlu olabilirsiniz denebiliyor,inanıyoruz, mutluluk bireysel bir karara indirgenebilir bir şey değil ki cümlesi,bu kadar basit bir akıl yürütme akla dahi gelmiyor. Öyle çok tekrar ediyor ki, birbakıyoruz, hepimiz aynı yolda yürüyoruz, “yahu bu adam külyutmazdı, nasıl düştüaramıza?” diyemiyoruz, şaşırmıyoruz, normal buluyoruz. Mutlaka mutlu olmalıyız.
Sevdiğim bir arkadaşım, matrak olsundiye, şekspiryen bir tonla “sinsiii kapitalizm” diye söze girerdi, bana Türklerikandıran sinsi Çinli klişesini çağrıştırdığından yaptıkları daha da komikgelirdi. Sinsi ya bu kapitalizm, yoksa biz iyiyiz…Kanar mıyız yoksa biz? Haksızmıyım Mıstık abi?
Byung-Chul Han, modern insanın artıkdış baskılarla değil, kendi içindeki başarı ve mutluluk zorunluluğuylaezildiğini söylüyor. Bu yüzden her birimiz “özne” değil, birer “proje”yiz.Kendimize yatırım yapıyoruz. Sabah erken kalkıyor, spor yapıyoruz, çelik gibiirademizle şekersiz yaşıyoruz, gülümseyerek pozitif bakıyor, haftalıkhedeflerimizi birer birer tamamlıyoruz… Ve en sonunda, “iyi hissetme hakkını”kazanmayı hakediyoruz. Ama kazanamıyoruz. Çünkü sistemin ödülü yok. Sadece ötelenmişvaatleri var.
Bauman, yaşadığımız çağı geçicilik,istikrarsızlık ve zamanın akış hızıyla değerlendirir biliyorsunuz…Mutluluk dakaçınılmaz olarak devamlılık göstermeyen bir “aralıktır”, o yüzden onukaçırmamak için cebelleşiriz, bu yüzden ticarileştirilir ve bir ödeve dönüştürülür. Oysa biliyoruz ki, mutsuzluk da mutluluk kadarinsani, yaşamsal bir haldir. Hatta daha sahici ve daha öğretici bile olabilir. Hayalkırıklıkları bizi dönüştürebilir, içimize baktırabilir… Mutsuzluk olmasamutluluğu da tanıyamazdık.
Mutluluk zalimleştirildi, sahiden olanbu… Her şeyin “iyi hissetmek” olduğu bir dünyada, kaçınılmaz olarak hissizlikbaşlar.
Siyaseten romantik çıkışlarısevmiyorum ama “iyi hissetme”zorunluluğu, insanları yıkımına sebep olacak gibi geliyor bana… Delirdiğimizi düşünüyorum. Bir yandan aman “negatif”olmayalım, toksik ilişkilerden kaçınalım şu bu… Diğer yandan “verimli olma vemutlu olma zorunluluğu” öz-yıkımdan başka nereye varabilir ki…
Kendimizi yönetiyoruz, doğru çalışıyorve gülümsüyoruz, mutluluğu bozan kişi değiliz.. Çok güzel, aferin bize…
İleride, mutluluktan performans sanatıolarak bahsedilecek, ondan artık eminim.
Fayda
May 20, 2025
Tosann
Yakın çevrem biliyor, global popüler kültürün, ortak algının ve hakim zihniyetin ne olduğunu anlayabilmek (en azından izleyebilmek) için yapay zeka programlarını kurcalıyorum. Aralıklarla deneyimlerimi anlatacağım.Genel olarak pulp evreninde gezindiğim için ister istemez sansüre daha fazla uğradığımı söyleyebilirim. Sistemin içerik politikalarıyla uyuşmadığı gerekçesiyle kolaylıkla "engelleleniyorsunuz" ve program içeriğinizi üretmiyor. Topluluk kuralları çok değiştiği için 1950 yılında üretilmiş bir korku çizgi romanı kapağının bir versiyonunu yapmanız pek mümkün olmuyor.
Denemek (ve sınırları ölçmek) için Tosann (Tosun) isimli bir çocuk kahramanı tasarladım. Kızıl saçlı, çilli ve hafif şişman bir çocuk hayal ettim. Kızıl saç ve çilleri, global gerekçelerle seçtiğimi tahmin edersiniz. Diğer yandan çocuk kitabı ya da Disney tarzı bir kodlamaya girmek istemediğimi, çocuksulukla fantastik evrenin sert kahramanlarını birarada ve bir kontrast gibi kullanmaya çalıştığımı belirtmem gerekiyor.
Ne ki yine engellendim. Çilek yiyen bir aile resminde Vampirella'yı kullanamadım örneğin, Elvira'ya razı oldum. Yapay zekanın kodları bir çocukla erotik olduğu bilinen bir kahramanı (hatta bikinili bir kadını) yanyana getirmemek üzerine kurulmuş... Masum bir tasarım bile olsa üretim birdenbire durabiliyor ve "resmi" yarım bırakabiliyor...
May 19, 2025
Mıtsızlık
Bir süredir “mutlu olma ” histerisine “takılmış”durumdayım, elbette mutluluk güzel bir şey, ama sürekli iyi hissetmek, üretkenolmak, olumlu kalmak gibi beklentilerle istiflenince insana eyhh dedirtiyor. Başarılıysambenim sayemde, başarısızsam benim yüzünden mi oluyor yani. Mutsuzsan sen“yanlış yapmışsındır” falan. Kişisel gelişim kitapları, mindfulnessuygulamaları, mutluluk reçeteleri…Ya valla öyle değil Mıstık abi!Çok değil, yirmi yıl önce mutlu olmak bu kadar meseleedilmezdi. Daha eskilerden aklıma çizer bir abimiz geldi, rahmetli de oldu, meğerbu çağın insanıymış, beni her gördüğünde, kolumu sıkarak tutar, gerçektengözünü gözüme diker ve dublaj ciddiyetiyle “Levent mutlu musun? En önemlisi bu,mutluysan mesele yok” derdi. İlk duyduğumda teatralliği nedeniyle şaşırmış vedoğrusu nasıl cevap vereceğimi bilememiştim. “İyiyim abi, sevdiğim bir işiyapıyorum” şu bu diye gevelemiştim… Bu sahneyi defaatle yaşadım, cevabım ancak pozunu çoğaltmaya yarar, mutsuzlukhakkında “kişisel gelişimci” laflar ederdi. Arada mutsuz da olduğum oluyor abidiyemediğime üzülüyorum. Yahu bi de kolumu niye sıkıyorsun?
Geçen doğum günümde arayanlar oldu. Kutlayanlar, neyapacağımı soranlar…Önce açık açık söyledim: “bir şey yapmayacağım, yalnızım.” Amasonra fark ettim ki, bu cevap arkadaşlarımı tedirgin ediyor. “Aaa, tüh!” türündentepkiler geldi hemen. Sanki mutsuz olmam başlı başına bir sorunmuş gibi üzüntüyle mırıldandılar…Anladım ki “mutlu bir kutlama an’ı” uydurmam gerekiyor. Yarı şaka, yarı ciddi, “akşam işte arkadaşlarla iki tek atacağız” dedim. Süpaneke amin,yalan söyledim. Ama işe yaradı, herkes bir rahatladı. “Demek ki neymiş, yalnızdeğilmişim, hayatım yolundaymış.”
Bitip tükenmek bilmeyen bir mutluluk arayışı içindeyiz. Çokhuzurlu, çok keyifli, kendimizi bulduğumuz, nihayet “başardık” dediğimiz anlarıgöstermeye çalışıyoruz . Instoş’a yakışacak bir gülümseme, bir filtrelikahkaha, bir motto, bir tatlı “pozitif” cümle… Gülümsediğin, başarıya ulaştığın, tatildeolduğun anları paylaşıyorsan “var”sın. Yoksa aa yoksun. E bu baskı insanlarımutsuzluklarını saklamaya, dertlerini görünmez kılmaya, her daim pozitif olmayazorluyor. Hemen çöz, hemen olumlu düşün, hemen “değiştir.” Mutsuzluk bir türbaşarısızlık gibi algılanıyor. Mutluluk şimdiki zamanın obsesyonu. Mutluolamayan, bozulmuş kabul ediliyor. İade edilmesi gereken kusurlu bir ürün!
Ama yahu insan hep mutlu olamaz ki! Günahişlemeden sevabı anlayamaz. Hayat düz akmaz. Muğlaklıklarla gelişir. İyiylekötü arasında, kederle neşe arasında salınır durur. Melankoli, duraksama, kederya da boşluk hissi, “iyileştirilmesi gereken kusurlar” gibi algılanamaz. Bunlarda insani deneyimin doğal parçalarıdır.
Devam edeceğim.
May 18, 2025
Kediler
Yaşadığım binanın arka cephesinde yağmur sularının tahliye edilebilmesi için bahçe boyunca yeraltından giden bir boru döşenmiş. Borunun bir ucu binanın ön tarafına kaldırıma çıkıyor. Aşağı yukarı otuz metre yerin altından giden bir borudan söz ediyorum. Bunu niye anlattım, apartmanın kedi kolonisi borunun bir ucundan girip diğerinden çıkmayı bütün gün boyunca sürdürüyor.Kediler biliyorsunuz, dışarıdan seyretmesi hoş bir biçimde avcı pozlarına girerler. Boruya girerken çıkarken onların gizlenme tripleri yapıyorlar, ona bayılıyorum. O borunun içinde gelip giderken kendilerini güvende hissediyorlar, bu çok anlaşılıyor. İçerisi sıcak da olabilir, termal bir konforu sevdiklerini biliyoruz.
Arada çevreden insanlarla konuştuğum oldu, birisi, kedilerin bu borunun kullanımı ile ilgili bir güç hiyerarşisi oluşturduklarını söyledi. Mutlaka yaparlarmış filan. Normalde kendilerine ait alanlar olmasını isterlermiş ama bu boruların kolektif kullanılması için birbirlerine tolerans gösterirlermiş... Ama buna içlerindeki en güçlü olanı karar verirmiş şu bu... Kim önce kim sonra girer gözlemek iyi olabilirmiş...
Böyle şeyler benim pek aklıma gelmiyor, ben sadece onların rutin seviciliğine odaklanıyorum galiba... Kediler, değişiklik sevmiyorlar ve hoşlandıkları hareketleri tekrar edip duruyorlar.
Bunu yapmak onların anksiyetesini azaltıyormuş, bir arkadaşım öyle söyledi. Hepimizin mutlulukla kafayı bozduğu bir çağda kedilerin anksiyetesi olmaz mı yahu...
May 17, 2025
Döner durur v2
Hepimizbu dünyadaki mutsuzluğu, acı çekenleri, yoksulları, katledilen masumlarıgördükçe onlara yaşatılan zulmü durdurmak, en azından ıstıraplarını dindirmekisteriz.Amabuna gücümüzün yetmeyeceğini biliriz. Acizliğimiz karşısında şunu düşünürüz:Benim hissettiğim acı ve kederi, insan olan herkes hisseder.
[JudithButler, bu ortak acı hissini “başkasının kırılganlığını kendi varlığımıza dahiletme” biçiminde tanımlıyor. Acıya tanıklık etmek yalnızca bakmak değil, ahlakibir sorumluluğu üstlenmek demektir diyor.]
Üstlenirizve hissederiz ama acı ve keder kesilmedikçe, zülüm bitmedikçe budüşünceden giderek uzaklaşırız. İnsanın insan tekini sevmediğini, rekabetettiğini, kendini bir diğerinden üstün gördüğünü biliriz, öğreniriz.
[Toplumlar,zamanla öğreniriz ki “günah keçisi mekanizması” ile yaşarlar. Toplumda gerilimbüyüdükçe, bu gerilimi soğuracak bir hedef aranır ve bulunur: bir kişi, birgrup ya da figürün yok edilmesiyle geçici bir düzen sağlanır. Bu, linçinantropolojik esasını oluşturan bir mekanizmadır.]
Eğerinanıyorsak, hissettiklerimizi Allah’ın da gördüğünü, er ya da geç buhaksızlığı gidereceğini, olup bitenlerden sorumlu olan kimlerse onlarıcezalandıracağını kabul ederiz.
[Oysa Allah “sessizdir.” Simone Weil, Tanrı müdahaleetmez çünkü “insanın özgürlüğünü kutsar” derken tam da buna işaret eder. Çünkü Allah’ınsessizliği insanı harekete geçmeye zorlayan ahlaki bir boşluk üretir.]
Tabiiki bu bir temennidir; gerçekte, başka tür bir cezalandırmadan yanayızdır. Parçasıve faili olduğumuz, hemfikir olduğumuz bir cezalandırmayı isteriz.
[MarthaNussbaum’a göre intikam, geçmişte yaşanmış bir acının gelecekte telafi edilmehayalidir. Ancak bu telafi, çoğu zaman yeni bir haksızlık üretir. Hukuk öfkeyeteslim olduğunda, adalet duygusunun yerini kana susamışlık alır.]
Suçbizim yakınımızdaysa, bizim hayatımıza dokunuyorsa cezanın şimdiki zamanda, budünyada çekilmesini, verilmesini isteriz.
[RobertCover, hukuk yalnızca kurallar bütünü değildir, şiddet uygulama biçimi derkenbunu vurgular. Yani birine ceza verildiğinde sadece kural işletilmez; o kişigerçek anlamda canı yanan biri haline gelir.]
Linç,tam da böylesi bir mantıkla nefes alıp verir.
[Girard’agöre linç, adaletin değil, kolektif şiddetin törenselleşmiş hâlidir. Linçedilenin suçlu olup olmaması önemli değildir; önemli olan onun şiddetitaşıyacak figür haline gelmesidir.]
Pekiya kanunlar?
Eğerbiz istiyorsak, intikamcıysak, kanunların bizden yana olmadığına inanırız. Yada kanunların yeterli olmadığına, yetmediğine…
[Derrida,hukukun “mistik bir temele dayandığını” söyler. Kanunlar güçlerini, mantıklıoluşlarından değil, gücün meşrulaştırılmasından alırlar. Bu yüzden kanunlar,bizim duygularımızla çeliştiğinde bize “yabancı” gelir.]
Zulmüdurdurmak isteyen bilincimizi de Allah’ı da kolayca unuturuz. İntikamı hepimizistiyorsak haklıyızdır; hepimiz istiyorsak meşruyuzdur.
[SaraAhmed, öfkenin kolektif meşruiyet üretme gücünü vurgularken grup olarak aynıöfkeye sahipseniz, o öfkeyi “doğal” ve “haklı” saymaya başlarsınız der. Linç,tam da bu duygusal yapışkanlıkla meşrulaşır.]
Zaman,insanın insana zulmettiği bir devranda döner, durur. Döner, durur…
Levent Cantek's Blog
- Levent Cantek's profile
- 44 followers

