Levent Cantek's Blog, page 2
November 13, 2025
İkisi birarada: Sulh için Atom
Akbaba, 1955 / yeniden yorum: LeCe, 2025
Mizah dergilerinin kapaklarını yeniden üretme fikrindendaha önce söz etmiştim. Sevdiğim, anlamlı bulduğum kapakları yenidenyorumluyorum. Bu süreç, yoğun iş temposundan kaçmanın, geçmişle bugünükarşılaştırarak düşünmenin bir yolu. Bir tür zihinsel oyun.Kapaklardaki espriyi ve sahne kurgusunu birebir taklitetmiyorum; onları gerçekçi bir tonda yeniden kuruyorum. Bunun iki nedeni var. Birincisi,aynı fikri farklı bir üslupla kurduğumda nelerin değiştiğini görmek. İkincisi,yerel bir mizah geleneğini bugünün küresel kültüründe yeniden dolaşımasoktuğumda nasıl algılanacağını anlamak. Bu süreç, mizahın da zamanın da nasıldeğiştiğini gösteriyor.
Bu kez ellili yıllardan bir Akbaba kapağı seçtim.
Dergi, o yıllarda “resimsi” kapakları severdi; fotoğraflakarikatür arasında duran, hafif erotik etki taşıyan işler… Böyle olunca NeharTüblek gibi karikatür çizgisi belirgin çizerlerin kapağa çıkması zordu. Buörnek, o yüzden istisna sayılır.
Kapağın esprisi bugünden bakınca epey çocuksu: “Sulh içinatom.” Soğuk Savaş yılları… “Atom” derken kastedilen şey malum: genç kadınıngöğüsleri. O dönem argoda “füze” ya da “atom” sözcüğü doğrudan cinsellikleilişkilendirilmişti. Mizah, kadın bedeni üzerinden kuruluyordu; şaka gibigörünse de bakışın ağırlığını taşıyordu.
Ben o kapağı yeniden ürettim. Gerçekçi bir çizgiyle,abartıyı ve espriyi kısmen "bozarak". Soldaki özgün kapak hızlı: göz kırpıyor,güldürüyor, geçiyor. Benim yorumumsa o hızın tam tersine kurulmuş, koyu ve yavaş. Çünkü artık şaka yok; bakışın kendisi var.
Bu yüzden “bakanı” durduruyor. O eski kapağın güvenlimizahını bozuyor, rahat bir gülümsemeyi imkânsızlaştırıyor. Tüblek’infigürü bakılmak için yapılmıştı; benimki onu izleyerek bakışın kendisini sorgulamak için üretildi. En azından niyetim buydu. Kadınartık “şakanın malzemesi” değil, şakanın bedelini ödeyen kişi: “Bak ama bu kezneye baktığını fark et.”
Başta, kapakları yorumlarken güç kaybedeceğimi,ürettiklerimin taklit gibi durabileceğini biliyordum. Sonra bunun illa bir zayıflıkdeğil, tam tersine bir ters yüz etme biçimi olduğunu fark ettim. Bir zamanlar espriolan şey, şimdi bir yüzleşme biçimine dönüşebilirdi. Bu da bir güç değişimi vebaşka türden, daha sessiz ama daha kalıcı bir etki bırakabilirdi.
Bir balkon sahnesi
Fotoğraf, geçen asırdan, otuzlu yıllardan gibi duruyor.Üst-orta sınıfa aitbir evin balkonunda ya da terasında çekilmiş. Zemindeki kilim, arkadaki dökmedemir korkuluklar ve açık kapı detayı, yazlık bir evi ya da köşk benzeri biryapıyı düşündürüyor. Işıkyumuşak; muhtemelen öğleden sonra, doğal ışıkta çekilmiş.Üç kadının ortasında (büyük ihtimalle dayı ya da enişte olan) bir erkek oturuyor. Döneminmodasına uygun şekilde dar paçalı pantolon, açık renk gömlek, kravat veya fulartakmış. Gözlükleri oyılların güneş gözlüğü modasını (belkipince-nez benzeri birmodeli) yansıtıyor. Kadınların üçü de kısa kollu, diz altı uzunluktaaçık renk elbiseler giymiş.Saçlar kısa, dalgalı, “marcel wave” etkisi taşıyor; Cumhuriyet’in ilk kuşağındaki “modern” kadınimgesine denk düşüyor.
Kadın-erkek bir aradalığı gayet rahat; bu da 1930’larınşehirli, eğitimli orta sınıf çevrelerine özgü bir modernlik sahnesi. Kadınlarınbeden dilleri içten, gülümseyen ifadeler doğal. Fotoğraf, erken Cumhuriyet’inkentli yaşam tarzını ve serbest zaman kültürünü (oyun, sohbet, açık havada oturmak) bir arada gösteriyor: “Biz de modern bir hayatsürüyoruz.”
Beyefendininkartları tutuşu, el hareketi ve ifadesi bir falcıyı taklit eder gibi.Kadınların ona ve sahneye bakışı farklı: biri olaya katılmış, biri mesafeli,biri dışarıya, kameraya yönelmiş. Böylecefotoğraf hem içe (oyunun kendisine) hem dışa (fotoğrafın sahiciliğine) birgöndermede bulunuyor.
Fotoğrafınneşesi bana iyi geliyor.Küçük bir teatral sahne kurulmuş;belli ki bir mizah duygusu, bir gösteri isteği var. Ama mizah yalnızca adamın falcı pozunda değil, asıl,kameraya bakan kadının sessiz ironisinde saklı. O bakış, pozun kurmaca olduğunuifşa ediyor, fotoğrafın kendi sahnesini açığa vuruyor. Kare bu yüzden hem komikhem bilinçli: hem oyun, hem kendini fark eden bir temsil.
Meraklısı,fotoğrafın arka yüzüne yazılmış mektuba da bakabilir. O kadarına girmeyeceğim;bana bu mütevazi mizah, kâfi geliyor.
November 12, 2025
Va.
November 11, 2025
Zabıta gazetelerinden skandal estetiğine
Uzun yıllar medya tarihi çalıştım. Ders olarak anlatmaknasip olmadı; içimde ukde de değil ama illa “hangi konuyu heyecanlaanlatırdın?” deseler, eskilerin deyişiyle zabıta gazeteleri derdim. Hemen her dönemde, büyük gazetelerin gölgesinde,aralıklarla “fışkıran” tuhaf skandal gazeteleri çıkar: yarı çıplak kadınlar, ifşalar,ahlak polisinin ilgisini çekecek olaylar, uydurma haberler, büyük iddialar…Ve itiraf edeyim, bu yayınları çıkaran insanları, buhaberleri yazanları, sansürle, okurla ve kendi ahlak anlayışlarıyla didişen ogazetecileri enikonu ilginç buluyorum.
Kırklı yıllarda çıkan Hadise ve Kelepçe gibi dergilerin yarattığıentelektüel paniği ayrıca anlatmak gerek.
Ama bugün söz edeceğim kişi, bu çizginin neredeysemucidi sayılan Robert Harrison. Amerika’da “ucuz skandal dergileri”yle kitlelereulaşan, kendi döneminde milyonlar satan garip bir yayıncı. Sadece Amerika’da değil,dünyada da etkisi hissedilen birisi.
Bizdeki Hadise ve Kelepçe gibi dergiler, meğer onun yayınlarındanesinlenmiş, hatta yer yer birebir taklitmiş, yeni fark ediyorum.
Harrison aslında parlak bir gazeteci değilmiş. Gazetecilikciddiyetinde kendine yer bulamayınca, pin-up çizen arkadaşı Earl Moran’la oturmuş;komik fotoromanlar, “ayıp” sayılan şeylerle ilgilenen, bunları ahlakçı birdille kınar gibi görünürken aslında teşhir eden, her türlü erkek fantezisine hitap edenbir dergi hayal etmiş. Ve çıkarmış.
Onun başarısı, gerçeği çarpıtmaktan çok, onu teatralleştirmesinebağlanıyor. Amerika’daki burlesk gösterilerini model aldığı; komiği, erotizmive bayağılığı doğru dozda karıştırdığı söyleniyor. Beyfendi galiba şunu anlıyor:gerçeklik, ancak abartıldığında değer kazanabiliyor. Harrison’ın asıl keşfi,ahlakın kendisini erotikleştirmesinde... Striptizciler, revü dansçıları,“cheesecake” modelleri akıllı bir dengeyle kullanıyor.
Amerikalılar, onu ve yayınlarını anlatırken şu faslıözellikle vurguluyorlar: “Birini ifşa etmek, onu cezalandırmak değil,seyretmenin bahanesi haline geliyordu. Ünlü dergisi Confidential’ın dili bu yüzdenMcCarthy döneminin diliyle aynıydı: şüphe, günah, itiraf, delil… Hepsi, dinîbir ritüelin unsurları gibi kurgulanmıştı. Bazen ürettiği, bazen gerçektenyakaladığı skandallar, modern toplumun günah çıkarma ayinine dönüştü. Okur, başkalarınıngünahlarıyla arınır, temizlenip bir sonraki sayıyı beklerdi.”
Sürekli “ahlak” diyenlerin kendi ahlakından şüphe etmek,asla şaşmayan bir kural. Kendisi gibi düşünmeyenleri “ahlaksızlıkla”suçlayanlar, sonunda skandalların hem faili hem mağduru oluyorlar. Dünyanıngünbegün ahlaksız bir kıyamete sürüklendiğini haykıran Harrison da, sonunda oskandalların içinde boğuluyor.
Bugün Harrison’ın mirası televizyon reality’lerinde,magazin portallarında, sosyal medya linçlerinde yaşıyor. Whisper kapaklarındagördüğümüz “vahşi kadın” ya da “ahlaksız ünlü” imgesi, bugünün “ifşalıinfluencer” haberlerinden çok da farklı değil. Tek fark estetikte: o zamançizgiyle yapılırdı, şimdi HD kamerayla üretiliyor.
Harrison tarihe “dejenere bir yayıncı” olarak geçti amaaslında modern medya çağının ilk hakikat tüccarıydı. Gerçeği üretmekten çok,onu pazarlamanın yolunu buldu. Ve her zaman şunu iyi biliyordu: gerçeğin piyasadeğeri, ahlakın sınırlarından çok daha yüksektir.
Başa dönelim. Harrison’ı izleyen ve taklit eden çok satandergilerimiz oldu dedim. İster istemez insan merak ediyor, bu formül nasıl bukadar evrensel olabiliyor? Coca-Cola formülü değil sonuçta…
Ama çalışıyor.
Teşhirci bir erotizmle ahlaki çürüme korkusunun arasında gidipgelen bir üslup, her çağda yeniden alıcı buluyor. Belki de Harrison’un deyişiyle "dünya gerçekten bir tımarhane."
November 10, 2025
Çizgilere Derkenar 40
Bedri Koraman’ın eskiz defterlerinden biri geçti elime… Koraman, herzaman erotizme meyilli, kadın çizmeyi seven bir sanatçıydı. Tabir yanlışanlaşılmasın; çizer olarak “womanizer” bir üreticiden söz ediyorum. Defter debunun açık bir kanıtı sanki.Yazarken, çizerken öğrenirsiniz; öğrenirken ararsınız,bulmaya çalışır, yalpalarsınız. “Eskiz” tam da bu sürecin kendisidir aslında.Bedri, eskizlerinde o güzel kadını aramış, bence bulamamış, hep aramış çünkü...
Zaman zaman paylaşıyorum; Faruk Alpkurt’un terekesibirkaç yıldır müzayedelerde satılıyor. Oradan bir “Zenne” çizimi aldım.Alpkurt’un tarzı değildir aslında, portre dışına pek çıkmazdı. Belki de buyüzden ilgimi çekti.Zenne, malum, kadın kılığına girip dans eden erkekleriçin kullanılan bir ad. Geleneksel muhafazakâr çevreler, Karagöz’deki tüm kadınfigürlerin zenne olduğunu öne sürer ama tarihsel kayıtlar pek öyle söylemiyor.
Her dönemin “normal”i başka. Bugünün değerleriyle geçmişiyeniden yargılamak boşuna geliyor bana.
Alpkurt’un Zenne’si, seküler modernleşmenin gözündençizilmiş bir figür gibi duruyor. Biraz abartayım: 1950’lerde şehirli orta sınıfbir kadını nasıl resmediyorlarsa, o kadar yakın bir estetikte. En azından banaöyle geldi.
Semih Balcıoğlu’nun terekesinden Orhan Veli’nin NasrettinHoca kitabı geçti elime. Beni hüzünlendirdiği için paylaşmak istedim. Balcıoğluhenüz 22 yaşındayken, büyük bir hevesle kitabın başına imzasını atmış, satınaldığı tarihi not etmiş.Genç bir karikatürcü, yerel mizahın temel figürünü,çağının “dahi” şairinden okumak istemiş belli ki. Merak etmiş, okumuş, belki dekendi karikatür dünyasında bir tat aramış.
“Hazin” dedim çünkü on ay sonra Orhan Veli absürt birbiçimde ölecek. Kitabın satın alma tarihini görünce ister istemez bunudüşündüm. Dahası, kitap neredeyse 75 yıl boyunca saklanmış, sonra sahaftezgâhına düşmüş.
Bir gençliğin hevesiyle bir ölümün gölgesi arasında duransessiz bir hatıra gibi.
November 9, 2025
Dumanın cinsiyeti
Yüz yıl önce bir kadının sigara içmesi istisnasız herkesetuhaf geliyordu. Tuhaf kelimesini özellikle kullandım ama anlam olarakkastettiğim şeyi tam karşılamıyor… Şoke edici bir şeydi çünkü. Herkesi tarumareden bir eylemdi; isyanın ve ahlaki yozlaşmanın işareti, günahın ve kötülüğünvücut bulmuş hâliydi.İnsanlar bu kadar şaşırınca hem öfkelenir hem de tahrikolurlar. O yüzden kadınların cuara tellendirmesi, ahlak tarihinin anahatlarından birini oluşturuyor.
Sigara içmediğim için tat ve keyif kısmını bilmiyorum;benim ilgimi çeken pulp evreninde sigara içen kadınların gösterilme biçimi vebu kullanımın dönüşümü. Dergi ve kitap kapaklarında ince topuklu ayakkabılar,jartiyerler, yırtmaçlı etekler, dar kazaklar, abartılı takılarla ve mutlakaelde sigarayla resmedilen kadınları o kadar çok gördüm ki… Maceraperest ve azbulunur türden bir fanteziydi galiba.
Üniversitede tanıştığım bütün feministlerin kısa saçlıolması ve sigara içmesi de beni şaşırtmıştı. Onlar da benim gibi gençtiler;kadın özgürleşmesini kısa saçla ve sigara içme hakkıyla ilişkilendiriyorlardı. Böylepopülerleşmişti veya…
Popülerleşmişti demişken, popüler kültür literatürüsigara içen kadına yönelik hoşnutsuzluğun altındaki afrodizyak etkiyi farketmişti. Cemiyetin öfke ve husumetini çekmeyi göze alan kadın erotizmyaratıyordu; kışkırtıcı ve tekinsiz biçimde cesaretliydi. Cehennemlikti,gamsızdı, doymazdı ama sigarayı “emerken” vaad ettiği şeylerle erkeklerebüyüleyici geliyordu.
Bence altmışlı yıllardan sonra sigara içen kadın, azbulunur bir şey olmaktan çıktığı için o serüvenci yönünü kaybetti. Sigaratüketimi arttıkça, reklamlarla kitleselleşip, kolay bulunur oldukça,endüstriyelleştikçe daha çok kadın tarafından kullanılmaya başladı.
Serüven edebiyatı tam o yıllarda bocaladı; klişesinikaybetmişti, kurtarılmayı bekleyen kadınlara döndü… Çığlık atan, masum ve güzel“gerçek kadınlara” (!). Cinsel devrimle ve feminizmle birlikte erkeklerinkorkusu da arttı galiba. Fanteziler, “şımarık cadıları” susturma ve “sütyentakmayan” kadınlara haddini bildirme teması etrafında şekillenmeye başladı.
Özetleyelim, geçen yüzyılın başında sigara içen kadın“ahlaksızlık” ve “tehdit”ti; otuzlu yıllarda “suç ve erotizm” ile özdeşleşti.Bir yirmi yıl sonra arzu ve tekinsizlik sembolü oldu. Feminizm ile birlikte“cezalandırılması gereken isyan”a dönüştü.
Laf uzamasın, sigara yalnızca bir alışkanlık değildi;kadın eline sigara aldığı anda, erkek dünyanın iki uç tepkisini (arzu ve öfkeyi)kışkırtıyordu. Kadının ağzından çıkan duman, onun konuşma hakkının, nefesinin,özneliğinin dışavurumuydu.
Belki de o yüzden, kadınların savurduğu dumanla “şimdibile” bir tür yangın başlıyor; geçen yüzyılın ahlakı mı demeli erkek dünyanınkorkuları mı bilmiyorum, içten içe bir şeyler tutuşuyor…
November 8, 2025
Epistemik Sis: Belirsizliğin Hegemonyası
İnsanlar yaşadıkları dönemi genellikle olumsuz anlamda abartır;hemen herkes “her şeyin kötüye gittiğine” inanır. Geleceğin belirsizliğiylekapitalizmin yarattığı güvensizlik birleşince, endişe kaçınılmaz hale gelir.Elbette ileride “şimdiki zaman” için daha doğru tanımlamalar yapılacaktır ama bugün,internetin ve sosyal medyanın belirleyici olduğu, bilginin hızla dolaşırkenanlamını yitirdiği, tarihin önceki dönemlerine pek benzemeyen yeni bir evreniniçindeyiz.Yaşadığımız şeyi tarif etmek kolay değil. Siyaseti,kültürü, gündelik dili ve hatta zamanın akışını belirleyen bir şey var, amaadını kimse tam koyamıyor. Genel bir epistemik bulanıklık, güvensizlik,inançsızlık ve yönsüzlük hali… Çağdaş siyaset teorisinde ve kültüreleştirisinde sıkça tartışılan bu meseleye dair tek bir “isim-niteleme” yok;birkaç kavram bu tabloyu farklı açılardan yakalıyor.
Yanlış anlaşılmasın, epistemik muğlaklık otuz yıl önce devardı; yönsüzlük, bütün iddiasına rağmen yetmişli yıllarda da yaşanıyordu.Fakat bugün tanık olduğumuz şey, failin ve mağdurun, sebep ve sonuçların sürekliyer değiştirdiği deveranlar silsilesi. Bir günün suçlusu ertesi günün kahramanıolabiliyor.
Bir tür epistemik kriz içindeyiz. Gerçeğin, bilginin veotoritenin kaynağı belirsiz. Kimse kimseyi ikna edemiyor çünkü herkes kendi“hakikat rejimi” içinde yaşıyor. Kimse medyaya, akademiye ya da siyasetegüvenmiyor. Ortada saf bir gerçek varsa bile insanlar buna kesin bir dillei-nan-mı-yor. Malumunuz, buna post-truth da deniyor. Artık insanlar doğruyadeğil, kendi duygusal gerçeklerine inanıyorlar. Bu yüzden tartışmalarınkazananı olmuyor; herkes yankı odalarında dönüp duruyor. Kimse kimseyidinlemiyor, herkes yalnızca kendi yankısını işitiyor.
Kendime yakın bulduğum bir başka kavram, Gramsci’nininterregnum dediği “ara dönem”. Eski düzenin ölmekte olduğu, yenisinindoğamadığı bir evreyi anlatıyor. Gramsci, Hapishane Defterleri’nde mealen şöyleyazar: “Kriztam da şu gerçekte yatar: Eski olan ölüyor,yeni doğamıyor; bu ara dönemde çeşitli hastalıklı belirtileri ortaya çıkar.”Bugün yaşadığımız kafa karışıklığı, tam da bu ara dönemin belirtisi. Neyinmeşru, neyin mümkün olduğunu anlayamıyoruz; hegemonik düzen dağılmış, yenisihenüz kurulamamış.
Fredric Jameson bu belirsizliği, “komplo düşüncesininkültürel mantığı”yla açıklar. Her şeyin ardında gizli bir niyet, görünmeyen birel aramak, aslında sistemin aşırı şeffaf hale gelmesinin sonucudur. Herkes bir tezgâholduğuna emin, ne ki bu “bilme hali” hiçbir işe yaramıyor. Herkes biliyor, amakimse değiştiremiyor.
Bu tartışmalarda iki adlandırma öne çıkıyor: kolektifşüphecilik ve nihilistik uzlaşma. Kimse kimseyi ikna edemiyor çünkü artık kimseikna olmaya değer bir hakikat olduğuna inanmıyor. Siyaset, sanat, medya,popüler kültür hepsi “mış gibi yapma”nın teatral alanlarına dönüşmüş durumda.
Bir örnek: “Memlekette barış olacak mı?” diye soralım.Cevaplar saniyesinde çoğalıyor: “Olacak” demek de zor, “olmayacak” demek de.Tarafları dahil olmak üzere kimse ne olacağını bilmiyor. Bu sadece bize özgübir durum değil. Her kültürde, her gerilimde, her tartışmada aynı tablotekrarlanıyor. Belirsizlikler, istisnasız her meseleyi belirliyor. Artıkinsanlar neye inandıklarından çok, neden inanmadıklarıyla tanımlanıyor.
Şu soruyu sormadan geçmeyelim: Bu belirsizlik haliyalnızca bir kriz mi, yoksa yeni bir hegemonya biçimi mi? Yani Mıstık abi, kimsekimseyi ikna edemiyorsa, bu durumdan kim yararlanıyor?
Kişisel fikrim şu: Artık kimse “eskisi gibi” yararlanamıyor.Yerel ya da küresel muktedirler bile bu belirsizlikten korkuyor, neyin neyedönüşeceğini kestiremiyorlar. Gramsci’nin dediği gibi: “Eski olan ölüyor, yenidoğamıyor.” Bizse o doğamayan dünyanın canavarlarıyla yaşıyoruz.
November 7, 2025
Kuytuda
Bu tür fotoğrafları seviyorum. Fotoromanın öncüsü gibi gibigeliyor bana: hem sahnelenmiş hem de sahici. Poz verilmiş ama içten; bir hikâyesivar, özellikle olsun istenmiş.Fotoğrafta biri subay (!), diğeri belki onun sevgilisi olaniki kadın var. Otuzlu yıllarda çekilmiş olmalı. Gerçek bir subay kıyafeti mi,yoksa bir kostüm mü bilmiyorum, uzmanıdeğilim.
Blogu takip edenler hatırlayabilir; birkaç kez yazdım. Oyıllarda böyle bir moda var: iki erkek ya da iki kadın, fotoğrafçıya gidip çiftolarak poz veriyor; kadın ya da erkek rollerine bürünerek kendilerini yenidenkuruyorlar. Diğer yandan dönemin “erkek gibi poz verme” eğiliminin bir örneğide olabilir bu. Fotoğraf stüdyolarında kadınların erkek şapkası, üniforması yada bastonuyla poz vermesi sık rastlanan bir pratiktir.
Neden moda olduğunu, insanların hangi saiklerle bunu yaptıklarınıbilmiyorum. Varsayılan cinsiyet rolleri katıdır, değişkenliklerin hoş karşılanmadığıyapılardır ama aynı zamanda performatiflerdir. Fotoğraf, bu katılığı bir “oyun”aracılığıyla kırmanın da bir yolu olmuş sanki… Bu bir tür “izin verilmiş-meşru venormal sayılmış komiklik” aslına bakarsanız, sistemin çizdiği sınırlar içindeküçük bir kaçamak.
Geçen yüzyılın ilk yarısında fotoğraf stüdyoları tiyatrosahnesine benziyordu: kostümler, fonda doğa ya da şehir manzaraları, yapayışıklar… Bu karedeyse doğa fonu gerçek; belki de “oyun” dışarı taşmış. İkikadının birbirine yakınlığı (ister dostluk ister aşk olsun) bu “oyun”un samimiyanını koruyor. Fotoğraf hem bir şaka hem bir itiraf gibi duruyor.
Kadınlardan biri subay kostümünde ciddi ve vakurgörünmüş, diğeri ise gevşemiş, yüzünde gülümseyen bir ifade taşıyor. Bukontrast, dönemin fotoğraf estetiğinde sıkça rastlanan “erkek-kadın” ikiliğiniyeniden üretirken, aynı zamanda onu parodileştiriyor. Belki bu bir aşkfotoğrafı, belki de bir parodi; iki anlamı aynı karede tutuyor. Bugündenbakınca kararsız kalıyoruz ama tam da bu kararsızlık fotoğrafı değerli kılıyor.
Belki bu iki kadının birbirine sarıldığı an, kendiçağlarında sadece bir espri olarak görülmüştü; ama bugün başka bir dile tercümeoluyor: mahremin kıyılarında gezinen bir fotoğraf, artık kamusalın ortasındaduruyor. “Cinsiyet performansı” diyoruz buna şimdi; oysa o gün sadece birgülümsemeydi, bir oyun.
Fotoğrafın çekilme nedeni ciddi bir aşk hatırası daolabilir; belki bu yüzden kuytuda çekilmiş. O zaman kim çekti diye merak ediyorinsan… Fotoğrafçı, o hatıranın sessiz şahidi olmuş çünkü.
Belki bir şakaydı, belki bir itiraftı, bilemiyoruz. Amabelli ki, bir anlığına bile olsa, dünyayı kendi sahnelerine göre yenidenkurmuşlar…. Ve elimizde kalan, o küçük tiyatrodan bir kare: sahici, tuhaf,gizli saklı.
November 6, 2025
Yazılamalar
Gittiğim her yerde duvar yazılarını fotoğraflarım. Ne olduklarınave ne olmadıklarına dair bir fikrim var elbette. Ama insan, alışkanlıkla (ya dabelki ümitle) aramayı ve toplamayı sürdürüyor.Michel de Certeau’yu izlersek, duvarlara yazılan veçizilenler bir tür “mekânı sahiplenme taktiği”dir; insanlara küçük kaçışalanları yaratır. Diğer yandan bu taktikler, tekrarlama yoluyla kısa süredeestetize olur, etkisini yitirir.
Yani duvar yazısı bir “direniş mitolojisi” kurma iddiasıtaşır ama çoğunlukla “direnişin imgesi”ne indirgenir.
Lefebvre, bu küçük direnişlerin “özgürleşme” potansiyelitaşıdığını ama aynı potansiyelin sistem tarafından hızla soğurulduğunusöylerken tam da bunu işaret eder. Anti-kapitalist bir mesajın kapitalizm dekorunadönüşmesi trajik ama olağandır.
Ben niye topluyorum, neden fotoğraflıyorum?
Başlangıçta, muhalif bir ton, direniş potansiyeli,yaşanan yeri dönüştürme arzusu arıyordum.
Bir dönem, sokak yazılarını “halkın yaratıcı enerjisi” yada “bastırılmış zekânın kendiliğinden dışavurumu” olarak değerlendiren romantikyaklaşımlar yaygındı. İster istemez etkileniyordum.
Zamanla, bunların çok da parlak şeyler olmadığını; siyasiöfkenin ya da estetik yeniliğin değil, çoğunlukla sıradanlığın, tekrarın vehazır kalıpların ürünleri olduğunu fark ettim diyelim.
Geçtiğimiz hafta sonu, mahalledeki pazar yerinderastladığım yazılamayı paylaşıyorum: “Rezillik görmeyen vezir olamaz.”
Bu ifade, vasat aforizma üretiminin tipik bir uzantısı. Hemenyanında “kahve gibi kahpeler vardır” yazıyor. Hımm diyorsun, of puf ediyorsun;sıradanlığın yaratıcılık kılığına bürünüşü bu.
Topluyorum dedim ama artık bir anlam aramıyorum. Benicezbeden şey anlam değil, o anın sapması.
Bu durumda benim toplama pratiğim, “sokak eylemini”belgeleyen değil, “sıradanlığın ikonografisini” toplayan bir rutine dönüştü.
Yıllar önce bir popüler kültür tartışmasında, ilginçyazılamaları yoksulların değil, yoksullardan yana olan radikal öğrencilerin;orta sınıftan gelme, eğitimli muhaliflerin ürettiğini söylemiştim.
Yani o ilginç ifadeler sokakta değil, medya atölyelerindedoğuyordu bana göre.
Hâlâ aynı fikirdeyim.
Benim toplayıcılığım, bir noktadan sonra “yaratıcılık”beklentisinden çok “sıradanlığın dolaşımı”na odaklandı.
Böyleyken böyle, Romalılar.
October 17, 2025
LeCe
Blogu takip edenler biliyor, bir süredir görsel işler üretiyorum ve bunların neredeyse dörtte üçünü global sanat platformlarından birinde paylaşıyorum. Büyük bir iddiam yok ama bu değişiklik ve yeni yoğunlaşma hoşuma gidiyor. Birikim için yaptığım işlerden biri son sayısının kapağı oldu, distopik durmuş...
Levent Cantek's Blog
- Levent Cantek's profile
- 44 followers

