Levent Cantek's Blog, page 10

July 29, 2025

HYL


 

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on July 29, 2025 14:00

July 27, 2025

Neye Bakarız?

Sosyal medyada gezinirken, parmağımız ekran üzerindekayarken karşımıza çıkan içerikler, aslında daha önce neye baktığımıza göreşekillenen yönlendirmelerdir. “İlginizi çekebilir”, “bu yazıyı okuyanlar şunuda okudu”, “bu ürünü alanlar bunu da aldı” gibi ibarelere hepimiz denkgelmişizdir. Baudrillard’ın dediği gibi, imgeler artık kendi anlamlarınıyitirmiştir; sadece dolaşımda kalabilme kapasiteleriyle var olurlar. Yani bizegösterilen, gördüğümüz şeyin kendisi değil onun algoritmik bir yenidensunumudur.

Paylaştığım görsellerin tuhaf olduğunun farkındayım.Sırtında “LeCe” yazan, mayolu bir kadın çizimi ve onun baktığı (ya da hiçbakmadığı) olağanüstü bir başka imge: yanan tanklar, düşen uçaklar, taşıdığıtabutla ilerleyen adamlar, gökyüzünde alevlenmiş bir balık ya da karanlık birgüneş. Kadın niye hep aynı pozda? Çünkü algoritma onun hangi açıda, ne kadartıklandığını bilir. Tekrar eden klişe, değeri belirler.

Laura Mulvey’nin “male gaze” (eril bakış) kavramı buradabir evrim geçiriyor. Bakan özne artık erkek değil, makinedir. Bu, algoritmikbakıştır. Yani artık sadece neye baktığımız değil, ne kadar baktığımız daölçülebilir durumdadır ve tam da bu yüzden bize bakılacak şeyler “hazır” olaraksunulur.

Felaket ve cinsellik -ya da daha doğru bir ifadeyle,dehşet ve arzu- her sahnede yan yana gelir. Yanan tanklar, düşen uçaklar,patlayan arabalar, gökten süzülen kara delikler… Hepsine sırtı dönük, duygusuzbir teşhir hâlinde duran kadın figürü eşlik eder. Kadın sadece teşhir edilendeğil, aynı zamanda sahnenin duyarsız seyircisidir de.

Byung-Chul Han’ın “şeffaflık toplumu’nda” mahremiyet,gizem, utanma ortadan kalkar. Geriye sadece “görünmekten çekinmeyen ama hiçbirşey hissettirmeyen” nesneler kalır. Bu kadın figürü tam da bu şeffaflığıntemsili: sahneye konmuş, duygudan arındırılmış, hızla tüketilmek üzerepaketlenmiş bir görüntü.

Žižek’in sözünü hatırlayalım: Felaket pornografisi, tıpkı“clickbait (tıklama tuzağı) erotizmi” gibi çalışır. İzleyeni sabitler amaanlamasına izin vermez. Bu görsellerde de tankla kalça, uçakla omuz çizgisiaynı dikkat yoğunluğuna taliptir. Çünkü algoritma bilir: İnsan gözü aşırılığısever.
Ben figürün her sahnede aynı kalmasına özellikle dikkatettim. Pozu değişmemeli, ifadesi sabit kalmalıydı. Görselin içinde yer almalı amaanlatının öznesi olmamalı... Walter Benjamin’in “auranın yitimi”dediği şey yani: özgünlük yoktur, tekrar vardır. Bu artık sanatsal değil,endüstriyel bir görsel üretimdir.

Şimdi tekrar soralım: Sosyal medyada biz neye bakıyoruz?

Algoritmayı dışarda bırakarak bu soruya cevap veremeyiz.Çünkü artık biz bakmıyoruz, bize baktırılıyor. Arzu ve felaket birlikte servisedildiğinde, bakışımız sabitleniyor. Ve belki de en trajik olanı şu: gördüğümüzhiçbir şey artık bizi değiştirmiyor. 

Ne kadınne yangın ne tabut, her şey birer görsel yapıntıya dönüşüyor. İzleyen de gözdeğil, sadece "kaydıran" bir parmak hareketi artık.


 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on July 27, 2025 14:00

July 26, 2025

Çadır'daki Seyirci

Hiç çadır tiyatrosu görmedim. Ha evet, belki gidenlerdendaha fazla fotoğrafını görmüş olabilirim ama reel olarak deneyimlemedim. “Gitmesenne olur?” diyebilirsiniz, bir ukde gibi anlattım, evet, ukde sayılabilir, çünkübir hikâyesi var.
Çocuk sayılacak yaşlardayken Hemingway’in o meşhur “yaşamayanyazamaz” sözünden çok etkilenmiştim. Yazabilmek için bir yazarın kendi rutinindenve çevresinden çıkması gerekiyordu, “serüven” yaşamalıydı filan…. Beyfendininpek çok açıdan fazla erkek ve “hödük” olduğunu o yaşlarda bilmiyordum tabii…
Ne ki, o sözden o kadar etkilendim ki, ergenlikle berabergarip ortamlara, tekinsiz yerlere bile isteye girer oldum. Görürsem veyaşarsam, daha iyi yazabilecektim filan. İnsan yaş aldıkça bunun da bir pozolduğunu, bir ön şart olmadığını, ısmarlanarak “yaşanamayacağını” anlıyor.
Çadır tiyatrosunu görenlerden birkaçı bana Ankara’da yazaylarında Gençlik Parkı nasılsa, işte çadır tiyatrosu da onun mikro birörneğiydi diye anlatmıştı. İmprovize, grotesk, küfürlü, patlamış hoparlörlü,sokak ruhlu, “erkek işi” yerlerden biri diye hayal etmiştim.
Çadır tiyatrosu denilen şey, geleneksel halk eğlencesiylemodern sahne formunu birleştiren bir gezici tiyatro biçimi aslında. Anlaşıldığıkadarıyla İstanbul’da semt semt, Anadolu’da şehir şehir dolaşılıyor, gösterilerpazar yerlerinde ya da boş arazilere kurulan büyük çadırlarda oynanıyor. Seyirciyledoğrudan ilişki kuran, doğaçlamaya dayalı bir anlayış benimseniyor. Orta oyunugibi geleneksel komikleri, Yeşilçam taklidini ve arabeski, yarı çıplak dansözleriiçeriyor.
Sevda Şener Hoca, bu tür tiyatroların “taşrada tiyatroyu hiçbilmeyenlere oyun tanıtmak” gibi bir işlevi olduğunu anlatmıştı. İyimserdi.Estetik değil, iletişim temelli olduklarını söylerdi. Duygulara ve dürtülereoynayarak zaafiyetlerini kapatıyorlardı.

İlk okullu tiyatrocularımızdan olan Otello Kamil,kendisiyle özdeşleşen ünlü Şekspir oyununu -Otello’yu- Kavuklu gibi, seyirciyegöre her defasında değiştirerek oynamasıyla ünlüydü örneğin. Ömrünü Anadoluturnelerinde geçiren bir çadır tiyatrocusuydu. Otello’yu nasıl seyrettireceğinibilerek oynuyordu.

Gösterilerde seyirciler, gündelik hayatlarında hiç rastlamayacaklarıgüzel oyuncu kadınlarla, artiz erkeklerle, moda olan içli şarkılarla karşılaşabiliyorlardı.Çünkü benim için Gençlik Parkı yaz aylarında böyle bir yerdi.Hele büyüdüğüm yıllarda, Ankaralı okur yazarlar oradan uzaklaşmışlardı.Yoksulların, eğitimsizlerin ve alt sınıfların karşılaştığı ve o karşılaşmalarıheyecanla hatırladığı bir “panayır alanıydı.”

İnsan manzaraları bakımından dehşetli güzeldi. Tahminedebileceğiniz gibi ben gösteriden çok, gelen seyircileri izlemeyi seviyordum. Çadırtiyatrosundan çok seyircileri izlemek isterdim.

Panayırların en ilginç yönlerinden biri kadınlar matinesiydi

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on July 26, 2025 14:00

July 25, 2025

Ruhhattı

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on July 25, 2025 14:00

July 24, 2025

Ben büyürken yalnızlık

Ben büyürken, “yalnızlık”dendiğinde akla bir başına yaşayan yaşlılar gelirdi. Herkesin onlara karşı marazibir merhamet duyduğunu hissederdiniz. Bugün dahi yalnızlık deyince yaşlı evi kokanbir yalnızlık geliyor aklıma.

Geçtiğimiz günlerde, şehrimizin tatlı alkoliklerinden birarkadaşımla karşılaştım. Ailesindeki herkesin genetik olarak uzun yaşadığını,kendisinin ise üç kuruşluk emekli maaşıyla yalnız ve yoksul bir hayatsüreceğini, öldüğünde günlerce bulunamayabileceğini filan anlattı. Tarumaroldum. Of puf.

Tabii bir de şu var: Ben büyürken yalnızlık, şiirlerde veşarkılarda geçen aşk acısıydı, romantizmdi. Aşık olunca söyleye söyleye kahrolurduk.“Yalnızım doktor, çın çın” yapardık. Yetmişli yıllarda evden kaçardık,özgürleşmeye, kaderimizi değiştirmeye, aileden kurtulmaya… Ama doksanlardansonra eve sığınmaya başladık. Yalnız kalmak istemezken yalnız kalmak isterolduk. Pandemi ise hepimizi iyice nakavt etti.

Dijital yalnızlık ise bambaşka bir şey. Yaşlılarınyalnızlığı değil, eski şarkılardaki sevgili özlemi hiç değil. Romantizeedilecek bir tarafı da yok. Bu, bir duygudan çok, çağın arızası. Klinik birsorun.

Çevrimiçi olan, bildirimler alan ama gerçek ilişkileriçinde bulunamayan insanların yaşadığı bir durumdan söz ediyoruz. Psikiyatristbir arkadaşım sadece şunu söyledi: “Son on yılda yalnızlığı tanımlayan o kadarçok kavram üretildi ki, bu bile meselenin ne kadar büyüdüğünü gösteriyor.”

Gerçekten de öyleymiş. Doomscrolling’den (sürekli kötühaberlere bakmak), dijital dikkat dağınıklığına, anlamsızlık hissinden öfke patlamalarınakadar uzanan o hâldeki insanlar, “dijital yalnızlığın” içindeymiş. Sosyalmedyada okuduğunu anlamadan yorum yapanlara “idrak yoksunu” derdim. Meğer bu dayalnızlığın bir belirtisiymiş. Sosyal medyada ilgisizlikle karşılaşmak, beğenialamamak, görülüp yanıtlanmamak gibi mikro-yalnızlıklar varmış.

İstisnasız hepimiz başkalarının hayatlarından haberdarızama onlarla gerçek bir bağ kuramıyoruz. Görünürde birbirimize bağlıyız ama istersekizole de yaşayabiliyoruz.  Bu durum hemlüks hem yük olabilir. Lüks, çünkü bazen gerçek temastan kaçmak isteriz. Yük,çünkü tüm sosyal temaslarımız dijital olursa, gerçek dünyaya olan aidiyetimiziyitirebiliriz.

Bence yalnızlık, bir tür “açlık”. Mecaz olarak söylüyorumama bence beynimiz bunu tehdit gibi algılıyor ve anksiyete üretiyor. Bu hisarttıkça insanlar daha da izole oluyor. Bu da daha fazla yalnızlığa yol açıyor.Hatta bunca insanın eklem ağrısı çekmesinin bile bunda bir payı olabilir. Sankibeyin yalnızlık ağrısı üretiyor.

Geçenlerde eve kitap getiren kargocu, “Abi sen yalnızlığıseviyorsun, kitap okuyanlar sever” dedi. Cevabını bilmiyorum. Galiba seviyorum ama her şeyin "fazlasından" korkarım. Bir arkadaşım yalnızlığıyla baş edemediğini söylerse,onunla daha çok vakit geçirmem gerektiğini bilirim. Yalnızlık bir hastalığadönüşmesin isterim. Tadında bırakalım canım kardeşim derim.

Haksız mıyım Mıstık abi, birer tane yaprak sarması…güzelolmaz mı…


 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on July 24, 2025 14:00

July 23, 2025

Kıkırda!


 

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on July 23, 2025 03:00

July 22, 2025

Aracınız sanatçı değildir

Yapay zeka sanat üretir mi? Evet. Peki sanatçı mıdır? Hayır, asla. 

Yapayzeka, sanatsal üretim yapmakla birlikte bir sanat aracı değil, toplumsalsorumluluk taşımakla birlikte vicdani bir akıl hiç değil.  Önceliği, yaratıcılık göstermek ve yenilik yapmakdeğil, hemen her koşulda ihlalleri önlemek.

Çünkü o bir sanatçı değil; bir araç,bir yapay zekâ modeli. Sanat üretmesi demek, bir kullanıcı isteğini yorumlamasıdemek. Ve bu yorumlama süreci, yalnızca estetik ya da içerik taleplerine değil,etik kurallara, toplumsal normlara ve yasal sınırlandırmalara bağlı.

Sanat, malum, tarihsel olarak her zamansınırları zorlar. Cinsellik, şiddet, tabular, siyasi eleştiri, toplumsalnormların bozulması… Sanatın en büyük işlevlerinden biri, bastırılmış olanıgörünür kılmak, toplumu rahatsız eden imgelerle yüzleştirmektir. Egemen ahlakınkarşısına sanatın özgürlüğü çıkar.

Oysa yapay zeka bunu yapamaz, birsanatçının yerine geçemez. Kendiliğinden yaratamaz, siyasi ya da estetik birrisk alamaz, bir değerler silsilesi üretemez. Ve hepsinden önemlisi, yaptığıçalışmanın arkasında duramaz, sorumluluğunu üstlenemez. Onun için sorumluluk, hukuki, etik, sosyal sorumluluk anlamına gelir.

Yapay zeka kullanarak görsel ürettiğim içineleştiriliyorum, kimi arkadaşlarım yüzüme de söylediler, bir kısmını başkalarındanduydum. Herkese anlattığımı yineleyeyim,  Photoshop çıktığında ağlayangrafikerler gördüm. 

Böyle bir keşif ve üretim alanı artık var ve ne kadar kavgaederseniz edelim, ne kadar sevmezsek sevmeyelim, bu gerçeği değiştiremeyiz.Var işte ve hep birlikte kullanacağız. Yaptığım işler nedeniyle ileride ben de mağdur olabilirim, klişeleri yapay zeka kolaylıkla üretiyor çünkü. 

Hissettiğimi yazayım, olumlutarafından bakıyorum, ben "aracı" gayet ansiklopedist ve  yaşadığım hayata bakarak gayet “demokratik” buluyorum.Tabii ki endişe duymamızı gerektirecek tartışmalı çok yönü var, ne ki, olumlu yönleri bence onlardan fazla... Aracı bilmeye ve öğrenmeye, onunla rekabet etmeye mecburuz. 

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on July 22, 2025 14:00

July 20, 2025

Milano'ya Giden Yol

Çok isteyip de bir türlü okuyamadığınız, çocuksu birmerakla kavuşmayıbeklediğiniz bir kitap, bir hikâyeya da bir çizgi roman oldu mu hiç?Biliyorum, biraz bayat bir gazeteci girizgahı oldu ama size kendi “okuyamama” hikâyemi anlatacağım. Birkavuşma hikayesi  de diyebilirdim…
Yıl1977. Tarkan’ın yeni macerasıolan Milano’ya Giden Yol’un Hürriyet’te tefrika edileceği ilan ediliyor. Bizim evde o ara Milliyet alınıyordu,haliyle okuyamayacağım. Meraktankavruluyorum. Yayının başladığı ilk gün harçlığımla gidip gazeteyi aldım. İlk cümlesi hâlâkulağımda: “MS 452 yılında…”Aynı cümleyle yıllarboyunca onlarca hikâyeyazdım.
Ertesiyıl babam Hürriyet almaya başladı.Nihayet, serüveni düzenli okuyacağım derken… Her şey bir anda altüst oluverdi.Serinin yaratıcısı Sezgin Burak intihar etti. Aklımda kaldığı kadarıyla, bir misafirlik sırasında,pencereye çıkıp tümikna çabalarına rağmenkendini aşağı atıyor.
Dokuz yaşındayım.Ne böyle bir ölümükavrayabiliyorum ne deTarkan’ın akıbetini… Hikâye yarım kalıyor.
Dört yıl sonra garip bir şey oluyor. Bulvar gazetesi Tarkan’ın yarım kalan hikâyesini tekrar yayımlamaya başlıyor. Acaba biri mi tamamlayacak derken ilk gün bir Tarkan posteri veriyorlar. Gidip alıyorum ama yinetakip edemiyorum. Bulvar, bizim evde satın alınmasımümkün olmayan kıytırık gazetelerden.
Sonraöğreniyorum ki serüveni Özcan Eralp tamamlamış — ya da tamamlamaya çalışmış. İlk kitabımıyazarken, henüz 21yaşındayım, İstanbul’daÖzcan Abi’yleröportaj yapıyorum.Tarkan’ı da, “Milano’ya Giden Yol”u da konuşuyoruz. Aklımda çünkü.
Ertesi yıl Milli Kütüphane’dearşivde çalışırken gidip gazeteyibuluyorum… ne ki saçma bir şeyler oluyor yine okuyamıyorum. Niyeki diyenler çıkabilir? O yıllarda cep telefonu filan yok, fotoğrafpahalı, fotokopi ayrımasraf. Oturup okuyarak notlar alırdım. Bugün tek bir işe yaramayannotlarla dolu defterlerim var...
Yakınzaman önce, Sezgin Burak’ınçocukları Tarkan’ıhaftalık dergi olarak yayımlamayabaşladı. E güzel, bukez okuyabilirim artık derken o dergi de satmadı ve serüven yine yarım kaldı.  Zagor ile Çiko, oturup ağlasalar yeridir.
Geçtiğimiz aylarda bir koleksiyoncu, Özcan Eralp’in Bulvar’daçizdiği serüvenleri kendi imkanlarıyla çoğaltmış-basmış, satıyor, “Alır mısınız?” dedi. Elbette! dedim. Sonundaokuyabilecektim. Kitaplar geldi…bir baktım içlerinde  “Milano’ya Giden Yol” yok!
1978’deokuyamamışım. 1983’tetamamlanmış, yineokuyamamışım. Tam 42yıl. Koleksiyoncuyayazdım. Bir başkası gazeteden fotoğraflamış, bir sonraki basıma eklenecekmiş. “Ben yinesatın alırım” dedim. “Ama pdf’ini şimdi verin, okuyayım.”
Senaryo işlerim bitince oturup okudum ama okudum dediğimebakmayın, çocukken büyülendiğim şeylerle yeniden karşılaşırken ciddi biçimdekorku duyuyorum. "Tereddütler ve ihtilaçlar içinde" kıvranarak okudum. Hem hikâyeçok dağınıkmış, hem de Özcan Eralp dahi hikâyeyi bitirmemiş, yine yarımbırakmış...Hikâye, şehirde geçerken, almış Tarkan'ı şehir dışına çıkarmış,yaralamış, bir mağaraya götürmüş, orada geçmiş hikayeleri biri kere dahaçizmiş, sonra dışarı çıkarmış, kendi hikayelerini anlatmaya başlamış. Ne Milanokalmış ne benim merakım...  
Off of Mıstık Abi…“Gökdüşsün, hayalleryerinde dursun”derdin sen, değil mi?Yoksa demez miydin?
[Not:Sezgin Burak’ın “de-da” ekleriniayıramadığını ve koca Hürriyet gazetesinde kimsenin bunudüzeltmediğini oncayıl sonra fark etmek de tuhaf bir his. Sonra neden çizgi romanlar küçümsenirdi diyoruz.]


 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on July 20, 2025 14:00

July 19, 2025

Başarısızlığın Piyasa Değeri: “Fail Culture”

Hepimiz farkındayız, sosyal medya, mutluluk, başarı vegüzellik “manzaralarıyla” dolu. Herkesin bu kadar başarılı ve güzel olduğu birdünyayla rekabet etmek kolay değil. İnsanlar artık sadece fotoğrafçektirebilmek için bile zayıflıyor, spor yapıyor ya da seyahat ediyor. “Bakınne kadar başarılıyım, mutluyum ve çekiciyim” diyebilmek sahiden külfetli veyorucu hale geldi.

Bu içeriklerin vahim ya da tekinsiz tarafı, “sıradanlık”ya da “başarısızlık” gibi temel insani deneyimleri görünmez kılmasında yatıyor.Oysa hepimiz bunun bir tür kurgu olduğunu biliyoruz ama yine de etkilenmeden duramıyoruz.

Peki “başarısız” olmak bizi bu kadar korkuturken,“başarısızlara” ve “başarısızlığa” nasıl bakıyoruz? Onları görmezden migeliyoruz, yoksa kendimize mi malzeme ediyoruz?

Geçtiğimiz günlerde bir yönetmen arkadaşım, bir projeiçin YouTube yöneticileriyle görüşmüş. Sohbet sırasında sıkça “başarısızlık” hikâyelerindensöz edildiğini anlattı. Yalnızca YouTube değil; hemen tüm büyük dijitalmecralarda başarısızlık hikâyelerinin ciddi ilgi gördüğü anlaşılıyor.

İnsanlar başarısızlık ve çuvallama hikâyelerini neden bukadar çok izlemek istiyor.

Tahmin edileceği gibi, bu hikâyeler insanlara dahasahici geliyor. Popüler kültürün bilinen kuralıdır: İnsanı insana yaklaştıran,bağ kurduran hikâyeler çoğu zaman “gösterişsiz” olanlardır.

Bunu bir tür “gerçeklik açlığı” olarak nitelemek mümkün. Başarıimgelerine artık inanmıyor, onları boş ve yapay buluyoruz. Fiyasko ise bizedaha samimi, daha dürüst geliyor. Kendimizi daha iyi hissettiriyor. Çünküaslında başarı hikâyelerinden sıkılmış durumdayız. Filtrelenmemiş, cilasızanlatılara meylediyoruz. Zira her birimiz istisnasız çuvallıyoruz ama bu anlarıvideoya çekip paylaşmıyoruz. Galiba başkalarını çuvallarken görmek içimizirahatlatıyor. “Sadece ben değilmişim” duygusunu yaşıyoruz; hatta kimi zamanempati bile kuruyoruz.

Psikolog değilim ama belki de bir başkasının utancı ya dasaçmalaması, kendi kırılganlıklarımıza merhem oluyor. Ve bu, bir süreliğine bileolsa, bize iyi geliyor.

Şunusormasak olmaz tabii. Peki, biz gerçektenbaşarısızlığa alan açıyor muyuz, yoksa onu da bir gösteri malzemesi haline migetiriyoruz?

İngilizce’de buna artık bir ad veriliyor: fail culture.Başarısızlık, çuvallama, rezil olma anlarının estetikleştirilip eğlenceyedönüştürüldüğü bir dijital kültür biçimi bu. Yüksek meblağlar kazanıldığı için “Cringeeconomy” (utanma ekonomisi) adlandırması da yapılıyor. Para devreye girincedoğal olarak iş zıvanadan çıkıyor. Yukarıda insanlar yapaylıktan ve filtrelerdenbıktı demiştim, “gerçek” diye sunulan yeni içerikler de para getirdikçe kurgulanmış,seçilmiş, pazarlanmış ürünlere dönüşüyorlar.

Burada da akademide yakın zamanlarda çok kullanılan birkavram çıkıyor karşımıza. Gerçek görünmeye çalıştıkça yapaylaşmak anlamındaki authenticityparadox.

İlk fırsatta devam edeceğim. 

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on July 19, 2025 14:01

July 18, 2025

Popüler kültürün yeni küratörü

Yapay zekâ için fazla heyecanlandığımı düşünen arkadaşlarımvar. Bunu zaten inkâr etmiyorum. Kalpsiz değilim, yapay zekânın insanların işleriniellerinden alabileceği endişesini görmezden gelmiyorum.

Öte yandan -burayı gülümseyerek yazıyorum- bizim gibiülkelerde yapay zekânın bazı işleri insanlardan daha doğru yapabileceğinidüşünmeden edemiyorum. Hatta yer yer daha hakkaniyetli, daha tutarlı ve dahayaratıcı bile olabileceğinden eminim.

Yapay zekânın sahip olduğu potansiyel kadar, taşıdığıtehlikeler de var. Bunların başında klişe üretme kapasitesi geliyor. Yalnızcadil üretmiyor, aynı zamanda kalıpları çoğaltıyor, onları yeniden dolaşımasokuyor. Popüler kültürü sadece yansıtmıyor; onu yönlendiriyor, filtreliyor,standardize ediyor. Kendi anlatım biçimini, karakter arketiplerini, görsel estetikleriniyaygınlaştırarak bir içerik normuna dönüştürüyor. Global ölçekte üretimyaptığını, içerikleri trend haline getirip tüm platformlara yaydığınıunutmayalım. Frankfurt Okulu’nun “kitle kültürü” dediği şeyi bugün büyük ölçüdeyapay zekâ biçimlendiriyor.

Üstelik yalnızca içerik üretmekle kalmıyor; neyinüretilemeyeceğini de kodluyor. Yazılmaması gerekenleri, gösterilmemesigerekenleri tespit edip dışarıda bırakıyor. Böylece yalnızca estetik değil,etik ve siyasi sınırları da tanımlıyor. Bu da onu sadece bir araç olmaktançıkarıyor; bir filtreye, bir denetleyiciye, bir tür ideolojik silahadönüştürüyor.

Yapay zekâ “evrensel” bir dil sunduğunu iddia etse debelirli varsayımlarla çalışıyor: liberal birey, seküler devlet, kapitalistpiyasaya göre hareket ediyor. Bu nedenle yerel dilleri, marjinal sesleri,kültürel farklılıkları sönümlendiriyor. Her şeyi tek bir düzleme çekiyor.Homojen, steril ve standart bir estetik evren yaratıyor. Kültürel norm gibigörünen şey aslında sistemik (yeknesak batılı) normalleştirmeden başka bir şey değil.

Geçenlerde bir arkadaşım: “Senin Angaralı yerelliğinibile sistemin estetiğine uyduruyor bu yapay zekâ!” dedi bana. Sonra gemi azıyaalıp işi at terbiyesine kadar getirdi. Güldük. Çünkü aslında kırk yıldır bueleştirileri konuşuyoruz: kültürel emperyalizm, popüler kültürün hegemonyası,medyanın yönlendirici gücü… En azından ben akademideyken benzer şeyleri anlatırdım. Hatta sınıfta içi kararan öğrencilere hiç şaşmaz şöyle derdim:

“Egemen olanı sorgulayacaksınız. Onun yaptıklarını ifşaedecek, bastırılanı görünür kılacaksınız, her zaman direneceksiniz. Size verileni ya hiç tüketmeyeceksinizya da bilinçli tüketeceksiniz. Üretmek mi istiyorsunuz? Popüler kültürü, neolduğunu bilerek, içeride kalarak, onun klişelerini kullanarak başka türlü 'yaşayacaksınız',başka türlü hikayeler üreteceksiniz.”

Başka da çare yok, karşımızda bir heyula var... İçindeyiz ve yaşıyoruz. Başka bir akıl yürütmesi gerekiyor bize. Dağılabiliriz Romalılar. Mıstık abi, iyi oldu di mi Orkun Kökçü? Çok para yaa...


 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on July 18, 2025 14:00

Levent Cantek's Blog

Levent Cantek
Levent Cantek isn't a Goodreads Author (yet), but they do have a blog, so here are some recent posts imported from their feed.
Follow Levent Cantek's blog with rss.