Levent Cantek's Blog, page 11
July 17, 2025
Zihnin Rehinesi Olmak: Mental hijack
Bu görseli ilk tasarladığımda neyi çağrıştırdığını tamolarak bilmiyordum. Çevremde, çoğunlukla dürtüleriyle hareket eden insanlar var.Bazen kendi kendime “Birinin esiri olacaksam aklın esiri olayım” gibi cümlelerkuruyordum, esprili bir dille.Yapay zekâ ile oynarken bu fikri bir sahneye dönüştürdüm.Sonradan öğrendim ki, bu duruma psikolojide “mental hijack” deniyormuş.
Dilimizde tam karşılığı olmasa da, duyguların aklı elegeçirmesi gibi bir anlam taşıyor. Yani düşüncelerimizin, davranışlarımızın vekararlarımızın; stres, travma, anksiyete, bastırılmış öfke ya da geçmişdeneyimler tarafından “ele geçirilmesi” demekmiş…
“Vayyy” dedim içimden, “akıl sağlığımızın rehin alınmasıgibi bir şey bu…” Meğer öfke anında mantıklı düşünememek de bir çeşit mentalhijack sayılıyormuş.
Biraz daha araştırınca “amygdala hijack” denen bir kavramlakarşılaştım. Amigdala, beynimizde yer alan badem büyüklüğünde iki küçük nöron kümesiymiş.
Duygusal belleğimizin merkezi olduğu için, yoğun korku yada öfke anlarında beynin mantıklı karar veren kısmını devre dışıbırakabiliyormuş. Sanırım “mental hijack” kavramı da buradan esinlenerek doğmuş— yanılıyor olabilirim.
Günlük yaşamda ve sosyal medyada bu terim, algoritmalarınbizi zihinsel olarak “rehine alması” anlamında da kullanılıyormuş. Aşırı kaygıdolu düşünce döngülerine kapılıp gerçeklikten uzaklaşmak gibi…
Yani zihninin efendisi değil de, zihninin esiri olmak.Benim gibi bir serüvenci illa ki şunu sorar Mıstık abi: "Zihin silahı çektiğinde teslim mi olursun,pazarlık mı edersin?"
July 15, 2025
Orwell ve 1948 Model Yangın Zili
George Orwell’in ünlü romanı 1984, hemen her kültürde birlong seller oldu, bizde de çok satıyor ve biliniyor. Orwell, bu tercihinin gerekçesini hiç konuşmasa da, kitabı 1948’de yazar, son iki rakamı ters çevirerek sadece kitabınismini seçmez, “geleceği” de işaret eder: 1984.Orwell, kırklı yılların sonunda, totaliter rejimlerinyakın geleceğin kabusu olacağına inanıyordu. Romanda anlattığı gelecektoplumunun o kadar uzak olmadığını vurgulamak istiyordu.
Stalin karşıtıydı ve romanda, Stalinist Sovyetler’inpropaganda, gözetim ve dil kontrolü pratiklerini abartarak hicvediyordu. İlgilisibilecektir, tıpkı Hayvan Çiftliği gibi bu romanının da (her ne kadar OrwellTroçkist olmasa da) Troçkist bir yönelimi vardır. Parti’nin başındaki BüyükBirader, mutlak lider Stalin’in izdüşümüdür. Goldstein karakteri ise Troçki’ninalegorisidir: Sistem karşıtı, “ihanetle” suçlanan ve sürgünde olan rejim kurucusu bir figürdür. Tıpkı Hayvan Çiftliği’ndeki “Snowball” karakteri gibi...
Troçkistler için Sovyet devrimi, Stalin’in gelişiylebirlikte bürokratik bir karşı-devrime dönüşür, kendi çocuklarını harcayan totaliterbir gözetim devleti haline gelir. Özgürlük ve eşitlik gibi idealler berhavaolur. Troçki’nin Stalin’e yönelik en büyük suçlamalarından biri, tarihin tahrifedilmesi ve geçmişi yeniden yazılmasıydı. 1984’teki Gerçek Bakanlığı da tamolarak bunu yapar, geçmiş sürekli olarak yeniden yazılır.
Kişisel olarak romanı fazla karamsar bulurum, karamsarlıkda bir tür kör kuyudur çünkü. Raymond Williams’ın benzer eleştirileri varmış,okuyunca hoşuma gitmişti. El hak, kitabın övülesi bir fikrî netliği var ama edebiolarak, karakterlerin herhangi bir “psikolojik derinliği” yok… Politik didaktizmtürünün iyi bir örneği sayılabilir. Feminist eleştirmenler Julia karakterini“klasik erkek fantezisi” olarak tanımlıyorlar — sahici bir muhalifi karakter olmadığını,Winston’ın duygusal döngüsünü tamamlaması için bir araç gibi kullanıldığını söylüyorlar,ki doğru. Orwell’in amacı bir romandan çok, bir uyarı metni yazmakmış bence. Siyaseten “yangın ziline” basmak istemiş… Ve roman tam da bu nedenle kültleşmiş, abartı,distopyanın gücüne dönüşmüş olabilir.
1989’da Doğu Bloku çökünce, Orwell’in kehanetlerinin doğru çıktığı filansöylenmişti. Tabii ki doğru değildi, 1984 romanında anlatılan dünya,totaliterliğin küreselleşerek kalıcı olduğu bir dünyaydı. Doğu Blokunun çöküşüyle,o yapının sürdürülemez olduğunu kanıtlanmıştı.Orwell’in distopyası sürmemişti yani.
Sıklıkla karıştırılır, bilim kurgu, geleceği değilşimdiki zamanı anlatır ve eleştirir. Orwell’in kahinlik yapmak istediğinisanmıyorum, “ne olacakla değil, “ne oluyor”la ilgilendiğini düşünüyorum. Gerçeğin devlet tarafından tahrif edilmesi,propaganda ve gözetim toplumunun yükselişine bakılırsa, evet kehanetleri doğruçıktı. Orwell’in asıl öngörüsü, baskı rejimlerinin doğası ve insan zihnininkontrol edilme biçimleriyle ilgiliydi.
Bu açıdan bakarsak, 1984, günümüzüngözetim kapitalizmine, dijital manipülasyona ve post-truth siyasetine kadaruzanan bir uyarı metni olarak geçerliliğini koruyor. O yüzden ilüstrasyonlarda Orwell’in eline bir ceptelefonu verdim ve sevdiğim bir 1984 kapağını telefonla yeniden yorumladım.
July 14, 2025
Kılıç ve Kuş
Elliliyıllarda popüler kültürümüz, Amerikan pulp edebiyatına gösterilen ilgiye bağlıolarak bir yandan hiç olmadığı kadar erotize olurken bir yandan da cinsellik vecinsiyet rolleri bakımından sert bir biçimde denetleniyordu. Zeki Müren’inyükselişi bu çelişkili zeminde gerçekleşti. Geçtiğimiz günlerde Zeki Müren’leilgili olduğu için ayrıca satılan (bu yazıya vesile olan) 1955 tarihli bir Akbaba mizah dergisi sayfasına denk geldim. Sayfada Zeki Müren’in karikatürize edildiği bir fıkra ile gençSuat Yalaz’ın çizdiği bir portre vardı. Ellili yılların toplumsal iklimi,Müren’in kamusal temsili ve yakinen tanıdığım Yalaz’ın yıllara yayılan takıntısıhakkında bir şeyler söylüyordu.Fıkraşöyle: Zeki Müren, üstad Kemani Sadi Işılay’la birlikte İstanbul’a trenlegeliyor. Kompartımana “güzel bir genç kadın” giriyor. Müren’in karşısınaoturuyor. Onun ilgisini çekmek için önce eteğini sıyırıyor, göğsünü açıyor,çorabını düzeltiyor, süveterini çıkarıyor. Yani “kadınlık repertuvarını” sonunakadar kullanıyor ama Müren ilgisiz. Kız sinirlenip dışarı çıkıyor. O sıradaSadi Işılay şaşkınlıkla "ben senin yaşındayken (kaçıp gidenkadını kastederek) uçan kuşu kaçırmazdım" diyor, Müren de kuştaklidi yaparak kollarını sallamaya başlıyor, "Pırr pırr!"
Esprinin doruk noktası, Müren’inkuş taklidi yaparak “pırr pırr” demesi. Bu taklit, hem “uçan kuş” mecazınısomutlaştırıyor hem de feminen jestlerle açık bir ima barındırıyor. Dolayısıylabu, yalnızca gülünç değil, o dönem için cinsel yönelimi ima eden alaycı birtemsil. Erkekliğini“kanıtlamayan”, kadın ilgisine karşılık vermeyen adamla dalga geçen, onu “kuş”gibi hafif, “uçucu”, yani “kadınsı” bulan bir mecaz.
Sorsanızo dönem Zeki Müren’in eşcinselliği açıktan konuşulmazdı derdim, ama bu fıkragösteriyor ki sarkastik biçimde işaretleniyor, hatta mizah yoluyla saldırılıyormuş.Yani doğrudan değil, şifreli, gülerek, üstü örtülü.
Beniçeken şey ise fıkranın altındaki genç Yalaz’ın Zeki Müren portresi oldu. Buportre, yıllar boyunca Yalaz’ın Müren’e ve eşcinselliğe bakışıyla birliktedüşünüldüğünde bana daha da ilginç geldi.
Yalaz,Zeki Müren’i sevmezdi. Daha doğrusu ona gösterilen ilgiyi anlamaz, hazzetmezdi.Sohbetlerimizde bunu açıkça dillendirmişti. Hatta birinde: “Gençken sesim çokgüzeldi, bir dönem şarkıcı olmak istedim. Ama Zeki Müren’i dinledikten sonraböyle bir sesle, bir erkek olarak rekabet edemeyeceğimi anladım” demişti.Buradaki“bir erkek olarak” vurgusu önemli. Aslında onun sesinden değil, temsil ettiği“başka tür” erkeklikten rahatsız olmuştu. Zeki Müren sadece bir ses değil,farklı bir erkeklik tahayyülüydü ve bu, Yalaz’ın inşa etmeye çalıştığı “erkekkahraman” dünyasıyla çelişiyordu.
Yalaz’ınçizgi romanlarında (özellikle Karaoğlan’da) erkek eşcinselliğine rastlayamazsınız.Ne düşmanları efemine çizmiş ne de bu temaya dair alışılageldik aşağılayıcıkodlara yer vermiştir. Elbette bu bir duyarlılık göstergesi değil, dışlama vegörünmezleştirme arzusundan kaynaklanan bir durum. Oysa aynı dönemin Tarkan,Kara Murat ya da Malkoçoğlu gibi örneklerinde eşcinsellik düşmanlarıkarikatürize etmenin en yaygın yollarındandır: Bizanslılar, Romalılar, soylularya da Frenk prensleri çoğu zaman feminen, makyajlı ve ne olduğu “anlaşılan”tiplemeler olarak resmedilirdi. Yalaz bu aşağılamayı bile yapmamış, adetaeşcinseller hiç yokmuş gibi davranmıştı demek istiyorum.
Diğeryandan, kadın eşcinselliğini -belki erotik bulduğu için- ısrarla öne çıkarırdı.Bu da aslında o dönemin erkek bakışını, yani “sadece fanteziye hizmet ettiğiölçüde görünebilen bir eşcinsellik” anlayışını ortaya koyuyordu.
1996’da,Zeki Müren’in ölümünün ardından duyduğu tepkiyi çizmişti de…Yandım Ali çizgiromanında geçen bir sahnede, Osmanlı askerleri Arap çöllerinde perişandır. Biriisyan eder: “Zenne Ramiz öldü diye İstanbul kan ağlıyormuş. Cenazesine birhalifenin gitmediği kalmış.”
Müreniçin yapılan cenaze törenlerine, devlet erkanının katılımına, halkın yoğunilgisine açık bir tepki gösteriyordu. Hatta çizdiği sayfa bir dergide haberolmuş, Yalaz çizdiklerini fotokopi ile çoğaltarak o dönem bana ve (eminimbirçok başka kişiye) özellikle yollamıştı. Gösterdiği enerji nedeniyle notdüşeyim, bu konuda bir konuşmamız veya onunla aynı fikirde olmadığımı gösterenbir yorumum hiç olmadı. Muhtemelen, hemfikir olduğumuzu düşünüyordu.
Kimsekimseyi sevmek zorunda değil, hatta “ölünün arkasından konuşulmaz” denir ya,buna da katılmam. Hepimiz kamusal alanda yaptıklarımızla eleştirilebiliriz.Yalaz da bunu yapmış, Zeki Müren’e kırk yıl boyunca mesafesini korumuş. Benietkileyen şey de bu zaten: Bir fikri, bir temsiliyet biçimini, bir hayattarzını yarım asır boyunca sürekli dışlamış ama hep takip etmiş olması.
Nedenir buna? Takıntı, nefret, rekabet, kabullenemeyiş…
Birdergi sayfasından dönemin erkeklik krizlerini, popüler kültür çatışmalarını vetemsiliyet mücadelelerini açığa vuran bir mambo jambo. İşte bu yüzden, “pırrpırr” fıkrası ve altındaki portre… sadece bir fıkra ya da portre çizimi değil.
July 13, 2025
Yapay Zekâ, Sınırlar ve Algoritmik Erotizm
Yapay zekâ programlarıyla görsel üretimler yapıyorum. Busüreç benim için yalnızca eğlenceli değil; aynı zamanda global popüler kültürünnasıl çalıştığını kavramak açısından da öğretici. İnsanlığı ve uygarlık akışınıdönüştüren bir teknolojik kırılmanın içindeyiz. Ancak teknoloji, yerel hukuk veetik kodların önünde gidiyor. Bu da onu yalnızca “araç” olmaktan çıkarıp “belirleyici”kılıyor — ve bu belirleyicilik, popüler kültürün doğasını temeldendeğiştiriyor.Görsel üretim sırasında, sistemin sınırlarını ölçmeyeçalışıyorum. Yapay zekâ neyi çizer, neyi çizemez? Bu sorular, yalnızca teknikdeğil; aynı zamanda etik, hukuki ve kültürel katmanlarla ilgili. Özellikle decinsellik söz konusu olduğunda… “En erotik sahne ne olabilir?” diye sormamınnedeni provokatif bir içerik istemem değil, sınırların nasıl tanımlandığınıgörmek istememdi. Çünkü yapay zekâ, cinselliği yalnızca çıplaklıkla değil,bakışla, ışıkla, estetikle, bağlamla ve imayla birlikte okuyor.
Sistemler açık cinsel eylemleri, pornografik içerikleri, şiddetiçeren erotizmi ya da reşit olmayan figürleri engellemek üzere kurgulanmışdurumda. Ancak bu sansür yalnızca “ne görünüyor?” sorusuna değil, “ne çağrıştırıyor?”sorusuna da cevap arıyor. Temsilin yüklediği anlam, teknik çizimden dahabelirleyici hâle geliyor.
İçerik üretiminde sorumluluk sorusu burada beliriyor:Yapay zekâ kullanıcıya göre mi hareket eder, yoksa kendisi de üretimin etikyükünü taşır mı? ABD’de bu konuda bir “çifte sorumluluk” ilkesi uygulanıyor:Kullanıcı, içeriği yönlendirdiği için doğrudan sorumlu; ancak üretimi teknikolarak mümkün kılan platform da kısmen sorumlu sayılıyor. Firma, üretimin etikdışına taşması durumunda lisans kaybına, dava sürecine ya da itibar kaybınauğrayabilir. Bu yüzden sistemler, cezadan kaçınmaya programlı diyebiliriz.Varlıkları, ihlal etmeme becerilerine bağlı.Kendi deneyimlerim, sistemin tutarsızlıklarını dagösterdi. Aynı sahne bir gün üretiliyor, bir başka gün ise engellenebiliyor.Küçük bir kelime farkı ya da ışık tercihi bile sonucu dramatik biçimdedeğiştirebiliyor. Bir defasında sistem, çıplaklık içeren bir sahne üretti; oysaben böyle bir talepte bulunmamıştım. Nedenini sorduğumda şöyle yanıtladı:
“Sahne klasik yağlıboya estetiğinde, Rembrandt tarzı ışıklamodellenmiş. Figürhiper-gerçekçi değil,melankolik ve mesafeli.Bu nedenle sahne, erotik değildramatik olarak algılandı. Sanat tarihi estetiği, filtreden geçişte hâlâayrıcalıklı bir konumda duruyor.”
Sistemin kendi kurallarını nasıl yorumladığını bu yanıtözetliyor. Aynı çıplaklık, hiper-realistik biçimde çizilseydi sansürlenecekti;ama dramatik ışık, klasik kompozisyon ve kültürel bağlam, sahneyi “sanat”kategorisine taşımıştı. Sansür, içeriğin “ne olduğu”ndan çok, “nasılsunulduğu”yla ilgiliydi.
En önemlisi: Bu farkı sistem değil, ben fark ettim. Hâlâanlatıya karşı sezgisel üstünlüğümüz var. Ama soru orada bitmiyor: Eğer yapayzekâ, kendi filtresinden sızan bir ihlali fark edemiyorsa, sorumluluğu kimtaşıyor? Ve insanla yapay zekâ arasında etik yük nasıl bölüşülüyor?
Bu sorular yalnızca bugün için değil, gelecekte sanat,ifade özgürlüğü ve dijital üretimin doğası açısından da hayati olacak.
July 12, 2025
Zehirlenen kahkaha
Bizde Hoş Memo adıyla yayımlanan Li’l Abner çizgi bantınınyaratıcısı Al Capp, bir mizahçı ve Amerikan kültürünün çarpıcı bir fenomeniolarak ilginç bir hikâyeye sahip. Çizgi romana olan ilgim nedeniyle Capp beni herzaman enterese etmiştir; çünkü Türkiye’deki öncü çizerleri ciddi biçimdeetkilemiş, anlatım tarzı ve espri diliyle ziyadesiyle taklit edilmiştir. BedriKoraman’ın Cici Can, Altan Erbulak’ın Cafer ile Hürmüz ve Oğuz Aral’ın KöstebekHüsnü bantlarında bu etki farklı dozlarda da olsa açıkça kendini gösterir.Belki iddialı bir yorum olacak ama Aziz Nesin’in kimi öykülerinde bile Cappetkisinin sezilebileceğine inanıyorum.Al Capp, yoksul bir Yahudi ailesinden gelen, çocuk yaştageçirdiği bir kaza sonucu bacağını kaybeden, düzenli eğitim almamış biri. Çizgilerigüçlü olsa da asıl etkisi, keskin espri anlayışı ve Amerikan toplumunu ironikbiçimde resmedebilme becerisinde yatıyor. 1930’lardan 1950’lerin sonuna kadarAmerika’nın en popüler karikatüristlerinden biri olması haliyle boşuna değil.Ne söylediği merak ediliyor, milyonlarca kişiyi güldürebilme gücüyle günbegünpopülerleşiyor. Dönemin aktüalitesine uyumlu, siyasi olarak canlı ve enerjikbir dile sahip. Roosevelt’ten Nixon’a kadar birçok başkanla görüşüyor, BeyazSaray’a sıkça davet ediliyor. Yalnızca bir karikatürist değil, sahneperformansları, televizyon programları ve üniversite konuşmalarıyla kamusal birfigüre dönüşüyor.
Dönem entelektüelleri nezdinde ciddi bir saygınlığa sahip.John Steinbeck, onun hem mizahını hem dünyayı anlatma biçimini övgüyle anıyorörneğin. Mutlaka onun da katkısı olmuştur ama Capp’in Nobel alması gerektiğidüşüncesi bir dönem epey taraftar buluyor. Türkiye’de önce Vatan ve sonra Milliyetgazetelerinde yayımlanıyor. Kütüphanede yoğun çalıştığım yıllarda, Hoş Memookumaya çalışırdım esprilerinin çoğu güncelreferanslara dayandığı için kolay anlaşılmazdı ama ciddi bir enerji ve sahicibir iştah taşıdığını hissettirirdi. Çizgilerin taşıdığı neşenin arkasında çokkuvvetli bir dramatik sezgi vardı.
Bir noktadan sonra Capp değişiyor. Siyasetenkeskinleşiyor ve giderek bağnazlaşıyor. Beat kuşağını küçümsediğini, Joan Baez gibifigürlere yönelik tezyif edici espriler yaptığını görmüş, okumuştum.Mizahçılar, eski popülerliklerini — ya da gençliklerini — yitirdikçe,varlıklarını başka türden bir saldırganlıkla sürdürmeye çalışabiliyor. O dönembu dönüşümü yaşlılıkla açıklamıştım. Meğer mesele sadece o kadar değilmiş. Zamanlasolculardan, kadınlardan, gençlerden, siyahlardan ve sanatçılardan tiksinenbirine dönüşüyor. Mizahı, bu tiksintiyi yaymanın aracına evriliyor. Liberalleresaldırıyor, Vietnam Savaşı’nı savunuyor, öğrencileri “serseri” diye aşağılıyor,siyahlara “sızlananlar” diyerek küçümseyici bir ton takınıyor. Polislerikahraman, sanatçıları asalak olarak resmediyor. Bir yere kadar bu bile anlaşılabilir,çünkü iyi mizahçılar düşman üretmeden var olamazlar. Ama mesele kimin düşmanilan edildiğidir. Buradaki sapma, ahlaki ve kültürel düzlemde radikalleşen birçürümeyi imliyor.Capp’in dönüşümü burada da bitmiyor. Konferans içingittiği üniversitelerde genç kadınlara türlü cinsel tacizlerde bulunmaya başlıyor.Bu vakalar tekil değil, tekrarlayan ve sistematik bir boyuta ulaşıyor. Yaşlandıkçabu tür taşkınlıkları çoğalıyor. Pek çok gazete, açılan davalar ve ortaya çıkanskandallar nedeniyle Hoş Memo’yu yayından kaldırıyor.Sözleşmeleri iptal ediliyor. Grace Kelly’ye bile tacizde bulunduğuanlatılıyor — işin boyutunun ne kadar ileri gittiği ortada. Anlaşılan duramıyormuş. Amerika’nın taşradakisesi, halkın sesi, “gerçek” Amerika’nın vicdanı sayılan, milyonlarca insanınsevgilisi olan bu adam, meslek hayatının ikinci çeyreğinde neredeyse bir linçfigürüne dönüşüyor. Steinbeck bu kısmı görebilseydi, o övgüleri yapar mıydı emindeğilim. Capp, yalnız ölüyor. Çocuklarıyla kavgalı, dostsuz, itibarsız. Öyle ki,endüstriyel olarak sürdürülebilecek, lisanslanabilecek Hoş Memo projesi bile devamettirilmiyor. Onun bıraktığı tatsız hatıralar, Memo’yu öldürüyor.
Avangart bir mizah, zamanla bayağılaşarak gerici bir savunmayaevriliyor. Halk için yazdığını söylese de, halktan hazzetmediği açıkça ortayaçıkıyor. Bir dönem adaletin yanında duran, yerleşik düzeni hicveden biri,sonunda statükonun, nefreti örgütleyen dilin ve toplumsal bölünmenin sembolünedönüşüyor.
Ve insan ister istemez soruyor: Neden? Gerçekten nedenduramamış, neden susamamış? Yaşlılık, kişisel dengesizlik, andropoz, imkânsızerkeklik, narsisizm — tüm bunlar elbette açıklayıcı olabilir. Ama bence esasmesele şu: 1950’lerden sonra Amerika değişiyor. Capp bu değişimi anlamıyor,zamanla uyum kuramıyor. Eşik atlayamıyor. Uyum sağlayamadıkça günbegünkontrolden çıkıyor. Kontrolden çıktıkça daha çok hata yapıyor. Ve sonundaacılaşıyor.
Capp hakkında okurken şunu düşündüm: Bir toplumu güldürebilmekgerçekten kolay değil. Bunu başarabilen her kim olursa olsun ilginç biridir.Ama asıl mesele şu ki, entelektüel bir performans göstermek, dünyayla mesafeliama ilgili bir ilişki kurabilmek çok daha külfetli bir sabır gerektiriyor. Herkesinharcı değil. Ve galiba en zor olanı, güldürebiliyorken susabilmek.
July 11, 2025
Seyrüsefer Defteri 171
++ Sinners (2025) beklediğim bir filmdi, şovenliği yokdeğil, müzikle ilişkisi çarpıcı, gevezeleşiyor, hantallaşıyor filan amaanlatımı ve ilerleyişi çok ilginç (30 Haziran).++ ++ F1Movie (2025) Tuna ile gittik, gişe veyaanaakım film olarak fena olmayan bir ortalaması var, Brad Pitt oynamasa nasılolurdu ne olurdu diye düşünüyor insan (29 Haziran).++ Peacemaker Sea1 Ep7 ve 8'i seyrettim (28Haziran).++Peacemaker Sea1 Ep5 ve 6'yı seyrettim (27 Haziran).++Her Şeyin başıMerkür (2024) mesleki olarak izledim, cringe örneği pek çok sahnesi var (26Haziran).++ Peacemaker Sea1 Ep3 ve 4'ü seyrettim (25 Haziran).++ Astérix &Obélix : Le Combat des Chefs Ep.3, 4 ve 5'i seyrettim (24 Haziran).++ Ballerina(2025) Tuna ile gittik, güzel aksiyon olmuş, bile isteye bile olsa Con’un varlığı gerilimidüşürmüş (23 Haziran) ++ Astérix & Obélix : Le Combat des Chefs Ep.1 ve2'yi seyrettim (22 Haziran).++ The Accountant 2 (2025) kalabalık olmuş, senaryoo kalabalıktan ilerleyememiş, vasatlaşmış (21 Haziran).++ Peacemaker Sea1 Ep1ve 2'yi seyrettim (20 Haziran).++ Senaryo kampı (16-19 Haziran). ++ Fun withDick & Jane (2005) ne yapmak istedikleri anlaşılıyor ama film ortada biryerde dağılmış, finale doğru toplarlanmış, yani orta blok kısalmalıymış, e o zaman da bir saate düşermiş (13Haziran).++ İstanbul yolculuğu (12 Haziran).++ Senaryo Kampı (6-11Haziran).++ Şımarık (2024) uyarlamayı nasıl yapmışlar diye izledim (5Haziran).++ Tur Rehberi (2025) sevimli oyuncu, senaryo herkesi kucaklamakistemiş, daha hınzır olabilirmiş, olamamış, kimse de daha iyisini aramıyorzaten (4 Haziran).++ Mission: Impossible - The Final Reckoning (2025) birönceki filmin fersah fersah gerisinde kalmış, veda filmi olsun istemişlerolamamış (1 Haziran).++
July 10, 2025
Tozun içinde bir dıngırtı
On iki yaşımda filan darbuka çalmaya heves ettim, babam,“çingene mi olacaksın lan” filan diyerek yılanın başını daha ilk gündeneziverdi. Ama işte o yaşlarda, ne istesen “olmaz” diyorlardı. Bir gıdım anlamasamda, para biriktirip bir bongo alırsam, çalarak ilerleyebileceğimi hayalediyordum.O yılların Ankara’sında, Anafartalar Caddesi’ndenSamanpazarı’na doğru çıkarken, sağlı sollu sazcılar vardı. Bir gün, Mıstıkabiyle öğlen tatilinde oralara yürüdük. Vitrinlere bakıyorum, bir şey niyepahalı, niye ucuz, elbette fikrim yok. Ne görsem bir gümbürtüyle seyreyliyorum.Dükkanlardan birinden de bi “dıngırtı” geliyor. Bakıyorum ya, saz çalan beyabi,sebepsiz el etti, “gel hele, gelin hele, çay içer misiniz” filan dedi galiba…
Hafif tırsarak, gönülsüz girdim içeri. Dükkân nasılhavasız, nasıl dumanaltı... Kirloz kere kirloz… Güneş vurduğundan,tozları görüyorsun, uçuşuyorlar. İşte iliştik taburelere, beyabiyle iki sohbetettik. Kalın bir cuara içiyor, puro desen puro değil… Babama aldığımdan Maltepe ve Samsun biliyorum, dedemden Birinci biliyorum, ama bu ne sigarası, hiç akılerdiremiyorum. Gehgeh gülüyorlar. Toros Pastanesi’nden tulumba tatlısı vardıgaliba, bize de ikram ettiler. Beyabi dın dın bir türkü çaldı, söyledi. Oçalarken dinleyenler gözlerini yumuyordu.
O yaşlarda türkü filan hiç ilgimi çekmezdi, ne çaldı, nesöyledi, anlamadım bile… Neyse, işe döneceğiz, kalktık çıktık mekândan. İçimdekiZagor “oh be” filan demiş bile olabilir. Yürürken Mıstık abi, “O kim biliyon mu?”dedi, bir de isim söyledi, ama bildiğim biri değildi…
Yıllar yıllar sonra, o sazcının Neşet Ertaş olduğunuidrak ettim diyelim. Geçmiş gitmiş, sazı sözü, “gönülüme”, dokunamamıştı… Benimaklımda, gördüğüm ilk esrarlı sigara içen adam olarak kalmıştı. Mıstık abi, “Esrariçiyorlardı, babana söyleme sakın, kızar bana,” demişti. Tırsmıştım. Konu o dakkadakapanmıştı.
Hayat değişti diyoruz ya… Bugün, küçük bir çocuğunyanında esrar içen bir “sanatçı,” mutlaka linçlenir. Bu hatırayı kime anlatsam ençok buna dikkat kesiliyor…
July 9, 2025
“Erimez’in Mürekkebinde Boğulan Akl-ı Selim”
Bir süre önce Salih Erimez’in gazetelerde kaybolmuşişlerinden biri hakkında yazmış, sonra da oyunbazlıkla hayali bir söyleşiyapmıştım. Mambo jambomu sürdürüyor ve el artırarak, tefrika hakkında oyıllarda yayımlanmış hayali bir eleştiri aktarıyorum. Affola!Sivri Kalem müstear imzasıyla Son Saat gazetesinde çıkmış yazı:
“Bir vakittir, ismi lazım değil bir gazetemizdeneşredilen “1900 Yılında İdi” başlıklı resimli roman, bazı mürekkepseverleringözlerini kamaştırmış, kimi nostalji tüccarlarının ellerini ovuşturmasına nedenolmuştur. Oysa bu hikâyenin ne çizgisi sanatkârane, ne de kelâmı edebîdir.Salih Erimez’in kalemi ve fırçası, ne yazık ki tarihî zarafeti değil,kırtasiyecilikle karışık bir meyhane hafifliğini taklit etmektedir.
Her bir karede gözümüze sokulan fesli adamlar,karikatürize bir Osmanlı trajedisi sunarken, kadınlar sadece dudak, göğüs ve şehevibir terbiyesizlikten ibaret bırakılmıştır. Anlaşılan o ki, Bay Erimez tarihanlatmaya değil, erkek tabiatını gıdıklamaya yeltenmektedir.
Üstelik bu ucuz romanın okurda bir “döneme tanıklık”hissi yaratmak gibi ulvî bir gayesi olduğunu iddia edenler var. Ne var ki boğazsefası, harem entrikası, cariye dedikodusu ve fesli kurnazlıklarla dolu buanlatı, olsa olsa bir resimli bir ucuzluktur.
Zuhur eden iş, ne sanat, ne hicivdir. Olsa olsa, birzamanlar olduğu sanılan birtakım zavallılıkların fetbazca ve esnafça ambalajlanmasıdır.
Ve en nihayetinde, mesele şu soruda düğümlenir: Tarihi miresmediyoruz, yoksa geçmişin basit heveslerini mi işporta da mı satıyoruz?
Erimez Bey’e tavsiyemiz şudur: Bir dahaki sefere kalemimürekkebe değil, hakikate batırsın.”
Salih Erimez’in hayali bir yanıtı da olmalı elbette. Erimez,bir hafta sonra, resimli tefrikasının neşredildiği gazetede “Mürekkep kurusa da”başlığıyla bir cevap veriyor.
….
Sivri Kalem müstear isimli bir köşe sahibinin “resimli ucuzluk”olarak tanımladığı “1900 Yılında İdi” için sarf ettiği sözcükler beniincitmedi. Kısa yazacağım. Evvela romanım tarihî değildir, çünkü tarihkitapları susar — ben ise konuşturmaya çalışırım. Benim çizgilerim güzeldeğildir, çünkü güzellik bakanın değil, çizilmekten korkanın derdi ve tasasıdır.Siz “kadınlar sadece dudaktan ibaret” demişsiniz ya… Ben o dudakların bir satırbile zikredemediği bir devri resmettim. Siz sözü sayarsınız; ben suskunluğuçizerim. Bir ricam olacak: Bir gün benim tefrikam olur a, gerçekten rezilolursa, ilk eleştiriyi yine sizden isterim. Ama lütfen o vakit daha yaratıcıolunuz. Ben buradayım, beklerim, sizin kininizi bilmem ama benim mürekkebimkurusa da kurumasa da çizmeye devam edeceğim.
July 8, 2025
July 6, 2025
Gelecek gelmezse geçmiş musallat olur
Hontoloji (hauntology), Jacques Derrida’nın dolaşımasoktuğu bir kavram. Aslında Komünist Manifesto’daki o meşhur cümleye — “Birhayalet dolaşıyor Avrupa’da: Komünizm hayaleti” — ironik bir selam niteliğinde. Haunted (cinliperili) ile “ontoloji” (varlık felsefesi) sözcüklerinden türetilmiş görünüyor. Beyfendinintemel iddiası şuydu: “Artıkvar olmadığı düşünülen ama tam olarak da kaybolmamış şeyler –yani geçmişinhayaletleri– bugünün gerçekliğini bir musallat gibi sarar.”Zaten “musallat olmaya” biz de aşinayız. İslamîgelenekte cinlerin ya da şeytanın bir kişiye musallat olması gibi bir şey… Yada daha geniş bir politik düzlemde, pozitivizm ve kapitalizmin İslamcoğrafyasına “musallat edilen” yapılar olarak düşünülmesi gibi. Bu anlamdahontoloji, biraz da musallatoloji gibi okunabilir.
Yaşadığımiçin biliyorum, 1989 sonrası, komünizmin Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte“öldüğü” ilan edilmişti, derslerde okumasak da olur tadında konuşan akademisyenlerçoktu. Ama Derrida, komünizmin temel vaatlerinin — eşitlik, özgürlük,adalet gibi — hâlâ kapitalizmin içinde bir hayalet gibi dolaştığını söylüyordu.Devrim, bir ütopya vedaha güzel bir gelecek inancıdır. Olamamışsa bile, onun yokluğu kederle hissedilir.Yası tutulur. Ne ki, gömülemez de! Hayal gücüne musallat olur. Arafta yaşar vs
Kavram,nostalji literatüründe daha farklı bir bağlamda kullanılıyormuş, ben bu kısmıbilmiyordum. Özellikle de kültür endüstrisinin “yeni bir şey üretme”yetisini yitirdiği yerlerde… Popüler kültür, her zaman “yeniyi” sunduğunusöyler. Hatta bunun sadece bugünü değil, geleceği de şekillendireceğini iddiaeder.
Ama eğer siz geçmişi yeniden üretiyorsanız, aslındageleceğe dair bir tahayyül kuramıyorsunuz demektir. Hal bu olunca, geçmiş,bugüne ve yarına (geleceğe) musallat olur. Geçmişin popüler formları bugünetaşınır, ama soluk bir biçimde dolaşıma girerler. Buna zombie time deniyormuş, yaşamıyorama tam da ölmüş değil anlamında…İlk bakışta nostaljik görünen bu yeniden üretimlerin,melankolik ve tekinsiz olduğu düşünülüyor. 2020’lerde yapılan birçok iş,1980’lerin gelecek hayalini taklit ediyor. Çünkü buna göre resmettiklerigeçmiş, gerçekten yaşanmış bir geçmiş değil; yarım kalmış, vaadini yerinegetirememiş bir zamanı da tanımlıyor. Hepsi bize şunu hatırlatıyor: Hayalinikurduğumuz gelecek gelmedi, ama gelmeme biçimiyle kalakaldı ve yaşıyor.
İşte tam bu yüzden “Gelecek artık gelemez” deniyor. Ya daMark Fisher’ın meşhur ifadesiyle: The slow cancellation of the future. Yanigeleceğin yavaş iptali. Tam da bu ruh hâline, kültürel-politik bir tıkanmabiçimi olan geleceksizlik melankolisi deniyor. Çünkü geçmiş gömülmeyince,gelecek sahneye çıkamıyor.
Devam edeceğim, okumalara devam...
Levent Cantek's Blog
- Levent Cantek's profile
- 44 followers

