Tuğba Gürbüz's Blog, page 8
March 14, 2025
Bir günlüğü: 14 Mart
Bugün 14 Mart. Tıp Bayramı. Bizim kendi özel günümüz olduğu için ben pek Tıp Bayramı'nı üzerime alınmıyorum ama hastalarımın bir kısmı mesaj atarak ya da telefon açarak kutladı. Sağ olsunlar.
Benim diş hekimi olmam pek bilinçli değildi. Aslında Tıp doktoru olmak istiyordum. Psikiyatri veya çocuk doktoru. İstanbul, Ankara veya İzmir dışında bir yerde okumak da istemiyordum. Bu üç ildeki tıp fakültelerini sıraladıktan sonra açıkta kalmayayım diye altına eczacılık fakültelerini sıraladım. Bizim zamanımızda sıralama sınavdan önce yapılıyordu. Dershanedeki bir öğretmenim "Tıplarla eczacılıklar arasında çok puan farkı var. Sen araya diş hekimliği de yaz," dedi. Baktım Hacettepe Diş'in puanı en yüksek. Neredeyse Gazi Tıp'a yetişecek. Ben de ikinci sıradaki Marmara'yı yazdım. İngilizce eğitime başladığı için ikinci sıradaydı o zaman. Ve 13. terchimle Marmara'ya yerleştim. Kayıt olurken kaçıncı sınıf diye sordu öğrenci işleri. Birinci sınıf, dedim. Olmaz dil sınavı var, hazırlık yazalım, dedi. Ben geçerim o sınavı dedim ama sözlü beyanımla elbette İngilizce seviyemi ispat edemedim. Neyse girdim ben sınava. Hazırlığı da atladım. Ev Kozyatağı'nda, fakülte Nişantaşı'nda. Dersler 8.15'te başlıyor. Liseden beter. Sabah 7.15 vapuruna binersem yetişebiliyorum ancak. Manüpilasyon diye bir ders var. Allahın her günü. Dilim döndü söyledim liseden arkadaşıma. Epilasyonla ilgisi var mı dedi, güldü. Kısmen var. Etrafınızdaki kel dişçilerin saçları ahanda o derste dökülmeye başladı. Yemin edebilirim ama ispatlayamam. Bize bir liste verdiler. Artikülatör, angılduva, spatül, fantom çene, oku oku bitmiyor. Uzaylı gibi bakıyoruz listeye. Nişantaşı'ndaki diş depoları pahalıymış. Taksim'e gidelim dendi. Gittik. Herkes okul çıkışı bara gider, biz elimizde liste. Mum, alçı, ispirto almaya çıkıyoruz Taksim'e. Elimizde portbagler. Ayakkabılarımızda alçı tozları. Tesisatçıdan farkımız yok. Kalıp kalıp Hacışakir sabun alıp yontuyoruz aylarca. Beğendirmek mümkün değil. Kökün apeksi distal eğimli olacak, diyor, cilasını beğenmiyor. Sürekli telafiye. Sınıfçak dökülüyoruz. Ne yapsak yaranamıyoruz. Hele bir hocamız var. Kadın çok iyi bir diş hekimi. Çok iyi ders anlatıyor. Mezuniyet sonrası kongrelerde sunduğu sunumlar şahane ama böyle psikopatlık olamaz! Mobbingin dik alasına uğruyoruz ama kelimenin anlamını bilmiyoruz o yıllarda. Başımıza bir şeyler geliyor. Hiç de hoş değil. Örneğin ben tek dersten bütünlemeye kaldım. Bu mumlar, sabunlar. Bir sabun yontuya 47 veya 50 vermenizi belirleyen şey nedir? Ben 45le tek ders sınavından da çakıp yıl tekrarladım. Birinci sınıfta. Epey de düşündüm o ara. Gır gır sesleriyle ömür geçer mi? Bıraksam mı? Babam hiç yanaşmadı bu fikrime. Bizim nesil bırakın üzülsünler diyemediği için ben tekrar sınava girmedim. Girseydim nereye yerleşirdim, nasıl bir yaşantım olurdu bilemiyorum. Örneğin bizim sınıftan babası da diş hekimi bir arkadaş birinci yılın sonunda bu işi yapamayacağına kanaat getirdi. Boğaziçi İktisat'ı bitirdi. Uzun yıllar Cenevre'de yaşadı. Bir Estonyalı'yla evlendi. Çocukları oldu. Şimdi Amerika'da. Okulu bitirseydi muhtemelen Bağdat Caddesi'nde babasıyla bir kliniği olurdu. Her seçim, diğer seçenekleri öldürüyor.
Günün bitmesine on dakika kala yazdığım üç koca paragraf silindi. Sinirim bozulmasın, hevesim kaçmasın! Yazmaya devam! Tüm bunları ve silinen paragrafları öğle tatilinde yazmıştım. Gece yarısına otuz dakika kala bilgisayarı açıp kaldığım yerden devam ediyordum ki, tıpkı dün olduğu gibi yazdığım paragraflar buhar oldu gitti. Yazının büyüsü kaçtı. Nasıl devam edeceğim belirsizleşti.
Diş hekimliğini sürdürme kararımdan, çalışma koşullarımdan, mesleğime bakış açımdan bahsettiğim üç koca paragraftan sonra ne yazacağım şimdi? Son beş dakikada.
Bilgisayarımın sanırım artık değişmesi gerekiyor. Hızlı hızlı yazarken bir anda yazdığım koca bir paragrafı seçiyor, maviye boyuyor, ben kendimi kaptırmış yazmaya devam ederken, o seçili kısmı iptal edemeden hop diye yutuyor. Obur şey!
Oysa tatlı tatlı anlatıyordum. Öğrenciliğimi, mesleği sürdürme kararlılığımı. Artık başka yazıların konusu olsun onlar. Gelin size biraz havadan sudan, bugünün nasıl geçtiğinden bahsedeyim.
Bugün hava nefisti. Bahar geldi. Haftaya bozacakmış, bir arkadaşımın yalancısıyım. Telefonda konuşurken söyledi. Öğleden sonra bir ara dışarı çıktım. Çarşıda işlerimi hallettim. Bir hasta için geri döndüm. Ayağımı mı sürdüm nedir peşinden iki hasta daha geldi. Muhasebecim geldi. On yıl saklanacak iki poşet evrak getirdi. Aklıma araba değiştirme fikri koydu gitti. İş çıkışı pilatese gittim. Eve gelip yemek yedim. Üzerimi değiştirdim. Pilates öğretmenimle buluştum. Kordondan çarşıya kadar yürüdük ve kahve içtik. Şahane birsunum, ışıl ışıl bir camekân, rahatsız etmeyen müzik... Atmosfer de sohbet de güzeldi. Aynı yolu geri yürüdük.
Bugün Onur Çalı severek takip ettiğim Dünlükler'de Geçmiş Zaman Çileleri'ni anmış. Değer vermiş, okumuş, değerlendirmiş. Benim tarzımın onun kısa öykü anlayışına uyduğundan dem vurmuş. Doğrudur. Onur da ben de kısa kısa yazarız. Nadiren bin kelimeleri geçer yazdıklarımız. Ben onu okumayı severim. O da benim öykülerimi sevmiş. Ne mutlu bana. Yazının tamamı için buraya
Bugün TDB Dergi de çıktı. Oraya da meslek örgütünde kadın temsili üzerine bir yazı yazdım. Merak edenler yazıya buradan ulaşabilir.
Yarın görüşmek üzere...
March 13, 2025
Bir günlüğü: 13 Mart
Ben pek astroloji işlerinden anlamam. Arada denk gelirse Juno Astroloji sayfasını okurum. Çünkü anlattığı insanlık hallerinin gökyüzünün mevcut durumundan bağımsız olarak güzel, her daim geçerli bilgiler olduğuna inanıyorum. Bu ara birkaç arkadaşım Venüs retrosuyla ilgili video yollayınca oturdum izledim. Biri başakların kurtuluşuna adamış kendisini (Allah razı olsun) tüyolarını ciddiye aldım (çünkü evrensellik). Diğeri iletişim kazalarından, yanlış kişiye gönderilen mesajlar vb durumlardan bahsetmiş. Bugün kuronunu beklediğim hastanın ölçüsünün laboratuvara gitmediğini fark ettim. Ölçüleri dijital alıyorum ve elektronik ortamda gidiyor. O gün aldığım dört ölçünün üçü gitmiş. Biri gitmemiş. Panik yok. Data kayıtlı. Yeniden yolladım. Teknisyen aradı hocam zip dosya gelmedi, jpg geldi, ben size yetiştirecektim, bugün yollayın. Tam o esnada marketteydim. Kuronu gelmeyen hastanın randevusunu iptal edince birkaç şey alayım, dedim. Yalan yok abur cuburda da gözüm vardı. Telefonu alınca geri döndüm. Yeniden yolladım. Münasebetsiz bir mesajın yanlış kişiye gitmesi kadar kötü değil. Arada yanlış mesajlar attığım oluyor ama entrika dolu bir hayatım olmadığı için laboratuvara gönderdiğim istem kağıdı fotoğrafı o sıra yazıştığım bir başkasına gidebiliyor, örneğin bir hastama. Bu hafta yaşanan iki iletişim kazası. Neyse ki utandıran bir durum yok. (Edit: akşam derginin oda haberleri sayfası geldi. Bizim odanın haberi yok. Yazdığıma da eminim. Editöre mesaj atıp sordum. Bir yandan da gönderilen epostalara baktım tabi. Gönderilenlerde yok. Genellikle haber metnini ben yazıp fotoğrafları oda sekreterinden yollamasını istediğim için onunla yazışmalarımıza baktım. Bingo! Haber orada. Sen fotoğraflarla beraber yolla demişim ama ne haber ne fotoğraf gitmiş. Sağlık olsun. Gelecek sayıya artık. Görüyorsun sevgili okur, iletişim kazalarına açık bir dönem. Sen de gözden geçir, günlerini uygun düşecek birkaç an yakalayabilecek misin?)
*
Sağlıklı beslenmek, kilo vermek, şekerden kısıtlı bir diyet sürmek hedeflerim arasında. Asistanlarım oruç tuttuğu için ben de öğle yemeklerini sınırlandırdım. Bugün yulaflı yoğurt yedim örneğin. Havalar da ısınmaya başladığı için maske, eldiven, bone, koruyucu gözlük dörtlüsü beni sıcaklatıyor. Susadığımı fark ediyorum. Gidip bir bardak su içiyorum. Bedenim her iki duruma da hızlı tepki veriyor. Dikkat ettiğim zamanlarda kilo kaybını hemen görüyorum. Dikkat etmediğim karbonhidrat, şeker tükettiğim zamanlarda da hemen 400-800 gr ekleniyor. Bu akşam ölçüyü biraz kaçırdım Yarın dengelerim diye umuyorum.
*
Kızım sabahın köründe uyandı. Duş aldı. Kahvaltı hazırladı. Bir yumurta da benim için haşladı. Rafadan. Siparişi tutturamadı ama fark etmez. Ben yumurtanın her halini yiyorum. Salatalıkları halka halka dilimlemiş. Ekmek peynir çıkarmış. Kendisine çay da hazırlamış. Balkonda oturup test çözüyordu mutfağa girdiğimde. Geç yatıp bu kadar erken kalkınca akşam yemeğinden sonra sızdı koltukta. Kanepenin ardından minderleri, ayağından çorapları, gözünden gözlükleri aldım. Üzerini örttüm. Umarım deliksiz iyi bir uyku çeker sabaha kadar. İşte bu yüzden sevgili okur, ben yatak odamdayım. Laptop önümde bağdaş kurmuş yazıyorum.
March 11, 2025
Bir günlüğü: 12 Mart
Günaydın sevgili okur,
Burada saat 8.36. Senin orada kaç? Bilmiyorum. Belki bugün okuyacaksın, belki günler sonra. Yazma ve okunma tarihi arasında hep bir mesafe vardır. Yazmaa başlama ve okura sunma zamanı arasında da keza öyle. Blogtaki yazıları çoğunlukla tek oturumda yazmaya çalışıyorum. Bazen araya başka işler, hayatın sorumlulukları giriyor ve bırakıyorum. Yeniden uygun bir zamanda devam etmek için açıyorum. Bazen o yazma anındaki duygu kaybolmuş oluyor. Okusam bile oradan devam ettiremiyorum. İşte bu gibi durumlar için klavyede şahane bir yardımcı var. Bakın kullanayım. * Bunu yazınca anlıyorsun ki sekans değişecek. Yeni bir gündem, yeni bir madde gelecek. Ya zihin kaymış ya zaman... Senin tek solukta okuyacağın şey anla ki kesintiye uğramış.
Günaydın sevgili okur,
Burada saat 8.40. Kızım okula gitti. Kedinin mesaisi ondan da erken başlıyor. Sabah ilk iş bahçeye fırlıyor. Biz bariyerleri açar açmaz elbette. Açmazsak, bedenimiz açılmadıysa henüz, çıkamadıyak yataktan önce sesini yükseltiyor, sonra krem kutusu, ilaç kutusu, toka Allah ne verdiyse pati atıyor ve yere düşürüyor. Çok fena olacak noktası. Sözle uslanmayanın hakkı kötektir'e doğru yaklaştığı yer. Bu sabah ben yatakta bir sağa bir sola esner bedenimin yanlarını açarken dayanamadı el kremi tüpünü itti. Sakin ol evladım, dedim. Kalktım ayağa. Ben ayaklanınca koridor boyunca bir fırlayışı var. Gözlerinize inanamazsınız. Saatte kaç km hızla kalkıyor acaba o anlarda? Ok gibi fırladı. Kuyruğu dik, havada. Minnetini gösteriyor evladım. Balkon penceresini açtım. Çevik bir hareketle hop diye sıçradı, güp diye atladı. Kızım çıktı sonra. Yatağımı topladım. Su kaynattım. Mütevazi kahvaltımı (iki dilim ekmeğin içine birer dilim eritme peyniri, yolla mikrodalgaya. arasına roka yaprakları koy. yapıştır. iki ceviz de kır. içini soy al tabağa) hazırladım. Sallama çayımı demledim. Doğru salona.
Bildiniz bilgisayarımı açtım ve size yazmaya koyuldum ama önce!
Günaydın sevgili okur,
Burada saat 8.49. Dün mesajla gelen ricaya "Evet," dedim. Elimde öykü yoktu oysa. Ama epeydir kurmaca bir metin yazmamış ve çok özlemiştim. İlham diye bir şey olmadığını da iyi biliyordum. Maksimum 600 kelime, son teslim tarihi pazartesi. Hiç ikiletmeden tamam demiştim. Geriye verdiğim sözü tutmak üzere harekete geçmek kalıyordu. Nasıl yazılıyordu bu öyküler? Hah tamam hatırladım. Bir çatışma lazım, birkaç da kahraman. Bilgisayarda Pelin'in devam öyküleri var, yayınevinin çok da içine sinmeyen ve öylece bekleyen. Onlara baktım. Ühüüü, en kısası 1250 kelime civarı. Öylece kesemem ya... Kızım otur yaz. Bir satır, bir satır daha. Çıkar bir şeyler bekle. Yazdım, çizdim, sildim. Ve uzun aylardan sonra ilk kez yepisyeni, sıfır kilometre, gıcır bir öykü çektim. İşte size yazmadan önce son bir kez daha okudum. Neredeyse hiçbir yerine dokunmadım. Silecek, ekleyecek bir şey bulamıyorsan öykü bitmiş demektir söylemine inandım. Yayın kurulundan arkadaşıma yolladım. Kabul edilirse KE Çocuk'un yeni sayısında ya da sonrakilerde çıkacak. İnsan aklı ne tuhaf değil mi? Aylarca hiçbir şey yazma. Yazmaktan uzak düştüm diye hayıflan. Sonra otur hop diye bir gecede yazabil. İşte o yüzden ilham diye bir şey yok. Yazarsan yazarsın denmesi boşuna değil.
Günaydın sevgili okur,
Burada saat 8.57. Yazmayı çok özlemişim. Dün gece yazdığım o kısacık öykü beni yaratıcı yanımla buluşturdu. Onunla buluşmayı ihmal edince insan kendisini terk ettiğini sanıyor bazen, kullanmamaktan köreldiğini. Oysa yaratıcı yanımız her gün bizimle, yaptığımız her seçimde, çözdüğümüz her olayda yaratıcı yanımız bizimle aslında. Onu hep parlak neon ışıkları altında aramaya gerek yok. Yaratıcılık kırlardan topladığımız renkli kır çiçeklerini vazoya dizerken de bizimle, evdeki malzemelerle salata veya makarna sosu pişirirken de... Ama kabul ediyorum özgün, telifli bir metin yaratmanın, ona biz çizerin çizgilerinin eşlik edeceği bilgisiyle hevesle, heyecanla beklemenin hazzı başka. Ben kendimi giderek çocuk edebiyatından yana bir tarafta görüyorum. Orası daha çok besliyor belki de yazar olarak görülmek, takdir edilmek isteyen yanımı, bilemiyorum. Ya da bu karanlık, umutsuz dünyada, kötü haber sağanağı altında oradaki iyimserlik, dayanışma, dostluk ruhuma iyi geliyor. İstirahat döneminde biraz çalışayım da istiyorum. Hatırlar mısın, birkaç yıl önce aylık bir mektup serisi yapmış, shopier üzerinden erişime açmıştım. Çanakkale mektupları adını verdiğim on iki mektubu elden geçirmek, bir bütünlük vermek istiyorum. Bir kitap dosyası haline gelir mi diye meraktayım. Bu yıl çocuk edebiyatıyla başladı benim için. Pelin ve Küçük Dostu Karamel'in ikinci baskısı, Maya'nın Rüyası (dağıtım sıkıntısı var maalesef. yalnızca yayınevinin kendi shopier mağazasından satışta- ben de kendi shopier hesabımdan satışa koydum o yüzden), KE Çocuk ocak sayısı hepsi bir arada, bir avazda çıktı. Yola yeni çocuk hikâyeleriyle devam o halde.
Günaydın sevgili okur,
Burada saat 09.09. Sen de ekranda bu tür tekrarlayan rakamları görmekten hoşlananlardan, bunu bir tür şans olarak görenlerden misin? Ben öyleyim. Tatlı tesadüfler işte. Düşündüğün birinin seni araması, bir yer ararken hop diye kolaylıkla bulman, kalabalık bir yerde park yerinden bir aracın çıkması ve hop diye oralara yerleşmen. Şu monoton hayatımıza kolaylık katan, şans diye nitelediğimiz şeyler işte, sende de vardır karşılığı... Oralar güzelliklerin, iyiliklerin yeşerdiği yerler. Dünya, biraz da biz onu iyi görme çabasıyla baktığımızda güzel bir yere dönüyor. Yoksa tüm bunlar bir tür kendini aldatmaca mı? Dünyada çok fazla zulüm, gözyaşı var. Yaşananlar çok da adil değil. Bana dokunmayan yılan bin yaşasın bencilliğine düşmeden, kendi biricik hayatlarımıza sahip çıkmak ve hakkını vererek yaşamaktan başka bir yol göremiyorum ben. Bunu da bencillik olarak görmeden, kendimize saldırmadan, içimize sinerek yaşayabilmeyi diliyorum. Dünyadaki utancın kaynağı biz değiliz. Tarafı da değiliz. Kendi kapımızın önünü süpürdüğümüz, kendi dokunabildiğimiz insanlarla güzellikleri paylaşabildiğimiz bir yaşam sürmek neden utanç kaynağı olsun ki bizim için? Mevzu derin, uzun, tartışmaya açık. Tek bir doğru da yok. Hepimizin bir çeşit hayatta kalma stratejisi var. Ara ara değişiyor da üstelik. Benim son yıllarda stratejim bu. Kendi küçük dünyama eğilmek ve orada elimden geldiğince kendi etik değerlerimle uyumlu yaşamayı sürdürmek ve paylaşmak...
Günaydın sevgili okur,
Saat burada 09.19. Bu yazar artık giyinmeli ve işine gitmek üzere hazırlanmalı. Delinecek çok diş, bulunacak çok kanal, alınacak çok diş taşı var. Size keyifli bir gün diliyorum. Ne demişti sevgili Leylak Dalı. Kapınız açık kalsın. Almak ve vermek için. Alma-verme dengesinin bozulmadığı, sevgi, şefkat, huzur, uyum ve kolaylık dolu bir gün olsun efendim. Hepimiz için.
Not: Az önce blogtaki 1100. sayıyı okudunuz. Bileğime, zihnime kuvvet, yola devam!
Bir günlüğü: 11 Mart
Her gün bir şekilde yazıyor(d)um. Ama mesaj, ama sosyal medya için bir kısa ileti ve diğerleri... Bununla beraber her gün buradan yazıp paylaşmak benim için de bir ilk. Ne hissettiriyor?
Çok emin değilim. Her gün yazmak, biraz de kendini tekrarlamak demek. Her gün orijinal bir içerik, tamamen özgün bir yazı paylaşmak mümkün değil gibi. Elbette yazdıklarım özgün, bizzat ben yazdım, yapay zeka değil ama çok fazla gündelik ayrıntılardan bahsedince sıkıcı ve sıradan olma riski taşıyor kelimelerim. Tam burada bir gerçeklik testi yapmalıyım belki de. Evet haklısın yazdıkların çok sıkıcı ve kendini tekrar ediyor diyenler kaleye mum diksin. Ay olur mu canım ne yazsan severek okuyoruz diyenler de keza öyle. Sonuçta bu bir blog yazısı, bir tür kendine meydan okuma, kendini her gün yazı masasına davet etme, verdiğin sözü tutma çabası. Bu bile başlı başına takdir etmem gereken bir özelliğimken her yazdığım şeyin harikulade olması, vay anasını dedirtmesi gerekiyor mu? Bir yazının sıkıcı olduğuna nasıl karar veriyorum örneğin? Okunma sayısı mı belirliyor bunu? Yazılarımı hiçbir yerde paylaşmıyorum. Tabiri caizse onları vitrine çıkartmıyor, üzerlerine spot ışıklar tutmuyorum. 88 kişinin takip ettiği, yazıların eposta kutusuna düşmediği bir gariban blogspotun içinden sesleniyorum. Küçük bir mahalle burası. Yok yok çıkmaz sokak. Ancak sokak sakinlerinin uğradığı. Arada meraklı gezginler geliyor. Başka bloglardan buraya yolları düşüyor. Bazen kalıyorlar, bazen şöyle bir gezinip gidiyorlar. Benim, senin, hepimizin insanlık hâlleri...
Hepimiz birbirimize benziyoruz. Tüm yazmayı sevenler, egünlüğünü tutanlar, hayata bir iz bırakma çabası belki bütün bunlar. Bir evin içinde çekmeceleri açıp silmek, her şeyi yerli yerine yerleştirmek, pencereyi açıp içeriyi oh mis gibi havalandırmak neyse, bir ev için, nasıl ferah, temiz hissettiriyorsa, yazmak da öyle hissettiriyor. Zihnimin içini havalandırıyorum. Örümcek bağlamış tavan aralarına çıkmıyorum her zaman. Oralara varmak kolay değil. Önce pek çok kelimenin önünden çekilmesi gerekiyor. Yazdıkça yazdıkça bir an geliyor zihninin arka planında düşünerek bağ kuramayacağın, bulamayacağın yerlerle temas ediyorsun ve bir şeyler beliriyor. Okuyanda duygular uyandıran, kendi deneyimleriyle özdeşlik kurmalarına sebep olan, onlara bir şeyler hatırlatan, düşündürten şeyler... Beş dakika önce yazsan ya da on beş dakika sonra orayı bulamayacaksın. Her yazı kendi potansiyeliyle ortaya çıkıyor, kaşif olup peşine düşmek isteyene. O yüzden hiçbir yazma çabası nafile değil, burun kıvırmalık hiç değil.
Ben de şimdi burada oturmuş öğle tatilimi değerlendiriyorum. Yazarak, düşünmeden yazarak, bir kelimeyi diğerinin ardına dizerek. Dantel örmek, yazmanın bir metaforu olabilir pekâla. Düz bir zincir çekerek başlıyor dantel. Becerikli ellerde motiflere dönüyor, motifler birleşiyor ve nefis şeyler çıkıyor ortaya. Herkesin zevki başka elbette. Ama ortaya çıkan el emeği göz nuru dantel örtülerin bir seveni de bulunuyor mutlaka. Zincir çeken eller de hata yapıyor, söküyor, yeniden örüyor tıpkı bir yazar gibi. Yazar da bir yandan dokuyor, gerektiğinde söküyor ve sık sık yalnızca ustalaşmak için çalışıyor. Bu yüzden bu yazıları bir tür zincir çekmeye benzet sevgili okur. Sıkılma. Ya da sıkılırsan bir edebi metnin, bir düşünce yazısının içine git. Git ve gir yazarın kelimelerle yarattığı evrenin içinde. Soluklan. Keyif al. Hüzünlen. Düşün. Her ne ise muradın ona var. Canın dönmek isterse dön. İstemezse dönme. Hayatta bazen okumaktan daha zevkli eylemler de var.
Bak bugünkü yazı da böyle oldu. Ne zaman uyandım, bu âna kadar neler yaptım anlatmadan. Anlatsaydım eğer sabah çamaşır katladığımı, bir yerden sonra sıkılıp yarım bıraktığımı, kahvaltıda bir haşlanmış yumurta, peynir, ekmek yediğimi, bir bardak çay içtiğimi, sabah arabamı manavın önüne part ettiğimi, iş çıkışı meyve ve sebze almayı planladığımı, işe gelince bir sade Türk kahvesi içtiğimi, randevulu ilk hastamın kapının önüne geldiğini gördüğüm halde içeri girmediğini, bana kahvemi içme zamanı tanıdığını, köprüsünü çıkarttığımı, eski kanalını söktüğümü, apse sıvısının boşaldığını, ağrısının dineceğini söylediğimi, bu ferahlığın beni de mutlu ettiğini, saatin tam şu anda 12.12 olduğunu (haydi sen de bir dilek dile tam bu anda), dün gece yemeği annemde yediğimizi, yemeğin üstüne Antep'ten gelen baklavalardan götürdüğümüzü, televizyonda "Ben Bilirim" izlediğimizi, annemi bizimle yaşamaya ikna etmeye çalıştığımı, bu amaçla bir süredir ev baktığımı, ev değiştirme konusunda acele etmeyip evin içindeki düzenlemelerle bunu halletmenin daha mantıklı olduğu düşüncesine vardığımı (ev yeterince büyük ve kedi için bahçeye çıkış kapısı olması onu da bizi de çok memnun ediyor. aynı özellikte daha büyük apartman dairesi yok), ben bunları düşünürken annemi ikna etmenin aslında pek mümkün gözükmediğini ama bunun tam bir kazan kazan durumu olacağını anlatırdım sana. Ama öyle yapmadım. Yazmak eylemi üzerine düşünceler döküldü söze. Olan, olacak olandan, okunan yazılacak olandan yeğdir diyelim. Bir atasözü değil. Şimdi ben uydurdum. Kendimize çok da yüklenmemek lazım galiba. Hakikaten olan olmuştur. Önemli olan onunla uyum içinde olmak. Analar taş yemesin. Sık sık bir araya gelsin dertleşsin. Paylaşmak iyi gelir neticede. Bak ben paylaştım. Kendimden, yazdıklarımdan sıkıldığımdan, hayat karşısında bugünlerde zorlandığımdan bahsettim. Yazmaya başlamadan önceki benle aynıyım Belki biraz farklı. Suya anlat derdini der ya yaşlılar. Bir su kenarına bıraktım dertlerimi. Siz de bırakmak istersiniz belki diye...
March 10, 2025
Bir günlüğü: 10 Mart
Şafak vakti
Sabah saat 5.30. Sahur vakti. Yaklaşık bir saattir ayaktayım. Kahvaltı hazırladım. Kızım, arkadaşlarıyla sözleşmiş. 5.30'ta eşzamanlı sahura kalkmaya oruç tutmaya karar vermişler. Ben oruç tutmuyorum ama peynirli gözleme yerini almış sofrada. Kuymak yapmışım kızıma, sıcacık. Daha peyniri uzuyor. Çaydanlıkta çay fokurduyor. Kendime de bir tabak yaptım. Afiyetle yedim. Bir bardak çay daha doldurdum. Salona geldim. Bilgisayarımı açtım. Beynim kaynamadan, günün yorgunluğu araya girmeden sabahın bu sessiz, dingin saatlerinde yazmaya koyulayım istedim.
Ben sabah insanıyım. Geceleri erken yatmayı, uykumu almayı, sabahın erken saatlerinde kalkmayı ve evde çıt çıkmıyorken yazmayı seviyorum aslında. İş çıkışı eve geldikten sonra yemek ye, dinlen, etrafı topla derken zaman geçiyor. Sonra hemen yatarsan da sanki evin işleri tarafından yutulmuşum da, kendime zaman ayıramıyormuşum gibi bir düşünce gelip yapışıyor üstüme. Sonra çoğunlukla zaman öldürüyorum aslında. Anlamlı bir iş yapmadan elimde telefon videolara bakıyorum. Ne saçma! Reels izleyerek uyunduğu nerede görülmüş.
Dün gece erken yatmaya karar verdim. Çünkü erken kalkacaktım. Kızım gerek yok ben kalkarım dese de (oradaki hayır'ı duyamıyorum belki de) ben kalkıp ona güzel bir sahur sofrası hazırlamak istedim. Çünkü Türk anneleri için doyurmak, sevdiceğine sevdiği yemekleri pişirmek, sunmak bir sevgi gösterme biçimi. Sabah derli toplu bir mutfakta, temiz ve boş tezgâhta çalışmak için ortalığı topladım, sildim. İş yaparken de storytelden bir roman dinlemek istedim. Biraz da kısa olsun, çok günlere yayılmasın, sünmesin, unutulmasın istedim. Defne Suman'ın Yağmurdan Sonra romanında karar kıldım. Roman çıktıktan sonra Beliz Hoca'nın İnstagram'dan yazdığı övgü dolu notu aklımdaydı. Distopik bir gelecekte, olayların yaşanma anının içinden anlatıldığını biliyordum. Yaklaşık iki bölüm dinledikten sonra odama gittim. Banyo yapıp çok da geç olmadan uyuyacaktım. Baktım reels çukuruna çekilmişim. Boş ver banyoyu. Sabah yaparsın, dedim. Açtım sesli bir meditasyonu. Ve uykuya daldım.
Meditasyon, bilinçli farkındalıkla yapılması tavsiye edilen bir şey, oturur vaziyette. Oturarak yapmak benim için pek mümkün değil çünkü ben meditasyonu bir gevşeme, düşüncelerimden soyunma ve uykuya dalma aracı olarak kullanıyorum. O yüzden meditasyonda dik oturmak bedenime aykırı. Deneyimlemiyorum.
Saat neredeyse altı. Uyku çağırıyor beni. Bu satırları şimdilik sonlandıracağım. Belki gün içinde devam ederim.
*
Gün içinde yazma fırsatım oldu. Ramazan ayındayız en nihayetinde. Hasta sayısı ister istemez düşüyor. Bununla beraber ne yazma hevesi duydum içimde ne de yazacak konu. Şu ana kadar yazdığım paragrafların uzunluğuna baktım ve bu haliyle paylaşmamaya karar verdim. O yüzden de böyle lafı dolandırıyorum. Pas atıyorum. Bahar sersemliği diyelim ya da sıkıntısı. Bu arada ben de kısmi oruç tutmuş gibi oldum. Öğlen yemek yemedim. Aralarda su ve kahve içtim. Akşam anneme gideceğiz iftara. Aileden biri oruç tutuyor ne de olsa. Birlikte yapalım istedim. Saat altı gibi bitecek işim. Bugün doğru dürüst hareket de etmedim. Belki arabayı muayenehanenin önüne bırakır yürüyerek gider gelirim. Birkaç bin adımı görmüş olurum bu sayede.
*
Dün Serhan Ok'un yazdığı bir çocuk romanı okudum. Günışığı Kitaplığı'ndan çıkma. Evcil robot hayvanların olduğu bir zamanda geçiyor. Temiz gıdayı dert ediniyor. Çiftçilik yapmak üzere şehirden ayrılan bir ailenin ilk hasat dönemi, çektikleri maddi manevi sıkıntılar, evin kızının geride bıraktıkları yüzünden zorlanması gibi meselelerin tam ortasında başlıyor roman. El birliğiyle güçlükler aşılıyor. Hayat bir anda bayram olmasa da o gecenin en karanlığı aşılıyor. Güzel olana yelken açılıyor. MUTLU SON. Hep söylediğim gibi çocuk kitaplarındaki umuda, dayanışmaya, yardımlaşmaya ihtiyacımız var. Bize bunu sağlayacak insanlarla çevrili olmak hayattaki en büyük gayemiz olmalı belki de. Tutturmuşuz iyi okul, meslek, ev, araba diye. Oysa kara gün kararıp dururken yanında kimler var? En büyük zenginlik orayı sağlam tutmakta.
March 9, 2025
Bir günlüğü: 9 Mart
Blogta bir ilk sayın seyirciler. On bir yılı aşan blogçuluk hayatımda ilk kez ayda 8 yazının ötesine geçiyorum. Hedefin altında kalsam üzülürdüm, bozmaz kaidemi ama bu bir aylık pek çok blogseverin katıldığı yazma maratonunda hem birlikte yazmanın görünmez enerjisi hem de daha fazla üretmenin hazzıyla kaidemi bozdum. Hem de gönül rahatlığıyla.
Saat şu anda 14.25. Aşağı yukarı 30-40 dakika oluyor eve geleli. Kızım dün gece babasında kaldı. Pazar sabahları tek başıma kahvaltı yapmayı sevmediğimden (pazar tüm aile bireylerinin rahat rahat bir araya geldiği ucu açık sofralara kurulduğu özel bir dinlenme, buluşma, bir araya gelme günü) annemi aradım hemen. Dün gece ablamla çıktığı Antep gezisinden döndü. Aradığımda ilaçlarını almak için bir şeyler atıştırdığını söyledi. Çamaşır yıkadığını, asması gerektiğini söyledi. Biraz ısrarcı oldum. Çünkü annelere bazen ısrar etmek gerekir.
Evden aldım. Beraber kıyı avmnin (isminin vaadini taşıyan boğaz kenarına konuşlanmış, önünden yürüyüş yolu geçen, yemekçilerden oluşan minnak bir avmdir kendileri) içinde bir kafeye gittik. Annem benim kahvaltılıklardan atıştırdı. Çay içti. Sohbet ettik. Antep gezisini anlattı. İstanbul'da yaptıklarını anlattı. Ben de işten bahsettim biraz. Dünkü 8 Mart törenini anlattım. Onlar yokken yaptıklarımı. Ardından Türk kahvelerimiz geldi. Karşısındaki 17 Burda'ya yaya olarak geçtik. Annem ruj ve yüz temizleme jeli aldı. MR DIY'dan (Ay ne çok reklam aldım yazıya) muayenehane için ayna aldım. Muayene odalarından birinde lavabo ve dolapların olduğu bölüm duvarın önünde yer alıyor. İlk açtığımız zaman oraya uygun kocaman bir ayna yaptırmıştım. Diğer odada lavabo ve dolapların ardı olduğu gibi pencere. Yan cephesi de pencere. Bekleme odasına komşu küçük duvar alçıpan aslında ve Sağlık Müdürülüğü'nden aldığım çalışma belgesi, ruhsat, faaliyet belgesi asılı. Diğer duvar ayna asmaya müsait ama orası da alçıpan olduğu için diğer odada olduğu gibi büyük bir ayna asmak mümkün değil. Bir ara çok küçük bir ayna asılıydı. Sonra yerine ağır olmayan bir çerçevede resim astım. Ne zamandır oraya uygun bir ayna almak aklımdaydı. MR DIY'da dar ama dikey olarak uzun, odanın renklerine uygun, orayı tamamlayan bir ayna buldum. Eve gelmeden doğruca uğrayıp astım. Güzel de oldu. Ben bu işleri hallederken annem manava uğradı. Fırından çavdar ekmeği aldık. Onu kendi evine bıraktım. Ben de eve geldim.
Bekleme odasında karşılıklı duvarlarda iki tablo var. Yapboz. 1000 parçalık İnci Küpeli Kız ve 1500 parçalık Barcelona'nın ikonik noktalarından oluşan bir kolaj. Barcelona'yı eve getirip yatak odamda duran Kaplumbağa Terbiyecisi'ni götürmek istiyordum. Başına bir iş gelmesin diye tabloyu duvarıma astım. Götüreceğimi salonda duvara dayadım. Düşüp kaymasın diye de önüne zigon sehpa koydum. Duvarla sehpa arasına sabitledim anlayacağınız. Akşam üstü pilatese giderken Kaplumbağa Terbiyecisi'ni de götürüp asacağım.
Evi toplamam şart. Çamaşırlar katlanacak. Çamaşır yıkanacak. Ev süpürülecek. Yemek pişirilecek. Bulaşık makinesi boşaltılacak. Kirliler yerleştirilecek. Evdeki dağınıklık toplanacak. Eni konu iş beni bekliyor. Ama hava nasıl güzel, nasıl güneşli. Şeytan diyor, boş ver ev işlerini. Ara birilerini ve buluş. Şeytana kulağımı tıkadım. Annemi bırakır bırakmaz eve geldim. Yavaş yavaş işleri yaparım, rahat rahat yazarım diye düşündüm. Bahar geldi. Balkon mevsimi başlıyor ve benim şahane bir balkonum var. Kocaman. Altı kişinin rahat sığdığı masanın yanı sıra iki rahat koltuk ve çiçekler yer alıyor. Aylardır doğru düzgün temizlik yapılmadı. El süpürgesi ve faraşa topladım ara ara kiri pası. Çünkü o hat aynı zamanda Sani'nin sokağa giriş çıkış yaptığı alan ve tüy yumağının girmediği delik yok. Her dışarı çıkışında tüylerine dikenler topluyor. Dikey saksı güneşten solmuştu. Onu boyatmıştım marangoza yaz sonunda. O gün bugündür içi boş duruyor. Toprak dolduracağım. Üst iki rafa yalnızca. Alt raf koltuğun arkasında kalıyor. Onu açık bir depolama alanı olarak kullanmak istiyorum. Kürek, kazma, bahçe eldivenlerini koyarım. Sapları uzun değil, sığar diye tahmin ediyorum. Hazır evdeyken, küçük bir balkon temizliği yeni çiçekler için yerleri belirlemek iyi olacak.
Bugün birikmiş işlere el atma günü olsun öyleyse. İnceden bahar temizliğine gireyim. Çerleri çöpleri atayım. Eskinin, durağanın enerjisinden kurtulayım. Sonra bir yorgunluk kahvesi de içerim belki.
March 8, 2025
Bir günlüğü: 8 Mart
Siz bugünü nasıl kutladınız? Nerelerdeydiniz? Haliniz niceydi? Bilmiyorum. Kendi günümün nasıl geçtiğini anlatayım o zaman. Aranızda kendi halinden haber vermek isteyen olursa yorumlarda buluşuruz. Sabah 10'da Kent Konseyi Kadın Meclisi olarak baroyla ortaklaşa düzenlediğimiz tören vardı. Sunuculuğu üstlendim. Yoğun geçen haftanın ardından ancak dün gece bir araya geldik meclisten arkadaşımla. Onun okuyacağı yazının üstünden geçtik. Çay, kurabiye, çekirdek, imla, edit, laf kalabalığı yapmayalım şurayı kısaltalım, ay biliyor musun neler oldu derken gece yarısını geçerken kalktım arkadaşımın evinden. Kızım da benimleydi. Sohbet muhabbet hepimize iyi geldi. Eve dönünce yazıyı tekrar gözden geçirdim. Program akışını not aldım. Kendi konuşmamı yazdım. Kızım yatmak bilmedi. Ben bilgisayarda çalışırken salonda koltukta uyuklamaya koyuldu. Üşüyeceksin ısrarıma dayanamayınca yorganını aldı ve orada uyuyakaldı. Koltukta uyumanın dayanılmaz cazibesine kapılıyor kimi zaman. Benim uyumam ise saat 3'ü buldu. Hemen açtım meditasyonu. 4 sayıda nefes al, tut, ver, tut... Bu yöntem çoğu zaman işime yarıyor. Beni uykudan alıkoyan şey, düşünmek çünkü. Dikkati nefese verince, zihin yerine bedenle bağlantı kurabiliyor ve bedenimin ihtiyaç duyduğu uykuyu daha kolay geçebiliyorum. Geç yatmama karşın sabah zamanında ve dinç uyandım. Dün gece şu bir yıldır içine giremediğim pantolon takımı denemiş ve içine sığabildiğimi de fark etmiştim. Yaşasın pilates! Yaşasın süreklilik! Meydana gitmeden önce işyerine uğrayıp yazıların çıktısını almam gerekiyordu. Gittiğimde asistanım yazıları basıyordu. Yaşasın yolunda giden işler! Sabah hava çok güneşli olmasına karşın rüzgârlı ve soğuktu. Üzerimde mantom olduğu halde üşüdüm. Meydana da erken gittiğim için dışarıda üşümeyeyim diye Nar Simit Sarayı'na gittim. Fırından çıkmış sıcak simit, Ezine peyniri, büyük çayla hem karnım doydu hem de ısındım. Yeniden meydana gittiğimde ses düzeni kurulmuş, insanlar yavaş yavaş toparlanmaya başlamıştı. Selamlaşmalar, sarılmalar, uçuşan kâğıtlar, devrilen çelenkler... Yazımın olduğu kâğıdı yedek mikrofonun altına sıkıştırdım. Töreni kazasız belasız, dil sürçmesiz atlattıktan sonra eve gittim. Üzerimi değiştirdim. Kazak, kot pantolon, kalın soket çorapla üstümü sıkılaştırıp, zencefilli boğaz pastiliyle boğazımı rahatlattıktan sonra (ne zaman üşüsem boğazımda hemen bir yanma başlıyor çünkü. orada kendime dikkat etmezsem kolayca soğuk algınlığının, gribin pençesine düşebiliyorum) işe gitmeye hazırdım.3.30'a kadar çalıştım. Hava hâlâ güneşliydi. Kentte pek çok etkinlik vardı. Hepsine geç kalmıştım. Canım korteje girmek istemiyordu. Eve dönmek de istemiyordum. Arkadaşımı aradım. Yanına gittim. Arkadaşıyla tanıştım. Kahve içtik. Yürüdük sonra ve de ayrıldık. Bir şeyler yemek üzere bir yere oturdum. Bir başka arkadaşım aradı. Çok yakınımdaymış. Buluştuk. Kordonda turladık. Güneş inmeye yakındı. Üşüyünce bir kafeye girdik. Lattelerimizi sipariş verdik. Bolca lafladık, gülüştük. Çok iyi geldi görüşmek, aranmak, spontan plan yapmak... Kalktık. Feminist gece yürüyüşü iskeleye varmış. A dedim, kızım buradadır. Adım attığımız anda onu gördük. Başka ortak arkadaşlarımızı da. Sarıldık, konuştuk. Babası kenarda üşümemek için volta atıyordu. Bizi görünce yanımıza geldi, 8 Mart'ımızı kutladı. Medeniyet güzel şey neticede. Eve gelince hemen eşofmanlarımı giydim. Sani'yi besledim. Sohbete, arkadaşa doymuş, halimden memnun oturdum bilgisayarın başına. Bugün sohbette kolaylığa duyduğum özlemi duydum en çok. Tereyağından kıl çeker gibi deyimini hatırlatacak insanlarla çevrili olsun etrafım. Çok amin! Sizin bu ara neye ihtiyacınız, nelere özleminiz var?
March 7, 2025
Bir günlüğü: 7 Mart
Bugün nasıl geçti hiç ama hiç anlamadım. Çok yoruldum. Sırtım, belim feci ağrıyor. Mesleğin cilveleri.
Koştura koştura eve geldim. Yoğurtlu tavuk suyu çorba pişirdim. Yayla çorbası tarifine ek malzeme ilave etmek suretiyle hop diye pişen bir çorbadır kendileri. Artan pirinç pilavlarını dondurucuda saklarım ben. Elinin altında pişmiş pirinç olunca çok hızlı ve pratik oluyor hazırlamak. Akşam yemeğinde çorba vardı yalnızca. İçinde tavuk suyu, pirinç ve haşlanmış tavuk olunca hem lezizdi hem doyurucu. Koca bir kase çorbayı içtim. Bir dilim çavdar ekmeğini, 3-4 afet cherry domatesi yanına katık ettim. Bir küçük muz yedim ardından tatlı niyetine ve kalktım sofradan.
Salonda kanepeye geçtim. Sırt üstü yattım. Pilateste öğrendiğim gibi karnımı içeri çekip bel çukurunu ortadan kaldırdım. Belimden yukarısı zeminle full temas! Dinlenmenin de bir adabı var.
Az sonra bir arkadaşıma çay içmeye gideceğim kızımla. Hem çay içecek, sohbet edecek hem de yarınki tören hazırlıklarını gözden geçireceğiz. Ama önce beni silindir gibi ezen günün yorgunluğunu atmalıyım.
Arkadaşıma gitmeden, yattığım yerden iki satır da olsa yazmak ve paylaşmak istedim çünkü günün kalan kısmında yazmaya, ne yazacağımı ince ince düşünmeye, kurmaya, kurgulamaya zaman olmayacak. Besbelli. O yüzden durum tespitiyle yetiniyor, ilerleyen günlerde, yarın örneğin daha güzel bir yazıda buluşmak umuduyla sözlerimi bitiriyorum.
March 6, 2025
Bir günlüğü: 6 Mart
March 5, 2025
Bir günlüğü: 5 Mart
Güneşli bir Çanakkale öğleninden herkese merhaba.
Sabah gene şagır şungur sesleri duydum salondan. Bu konuda özenliyiz, dikkatliyiz, pati mesafesinde bardak, tabak bırakmıyoruz salonda ve yatak odalarında. Mutfak kapısı ise hep kapılı. Sürgülü kapıda bir ağır ki mübarek, evde küçük çocuk olsa, açamaz o denli. Rüyamda mı gördüm, ne düşürdü acaba sorumun cevabını aldım ayaklanınca. Patili dostumuzun şöyle bir adeti var. Annem yorulmasın, ev kokmasın diye tuvaletini dışarıda yapmayı seçiyor evladım. Dışarı çıkmak istediği zamanlarda geliyor kapalı kapının ardında miyavlıyor. Kalktın kalktın. Yoksa yere bir şeyler itmek suretiyle "bak, biraz daha beklersem fena olacak, sabrım taşıyor" mesajını veriyor. İşini de gördürüyor.
İçinde arkadaşımın kuruttuğu çiçekler olan İKEA vazosunu indirmiş yere. Büfenin üzerinden. Dibe itmiş kendimce sağlama almıştım ama azmedince bir yolunu bulmuş. Üçvazo vardı evde. Yıllarca içinde şans bambuları durdu. Yıllar sonra toprağa nakil edince yaşatamadık. İki vazo dolabın içinde arada bir kesme çiçek alırsam koyayım diye bekliyor. çiçekle kendini şımartmak da lükse girdi. Çok rutinim sayılmaz ama kıştan çıkıp baharı karşılarken nergiz, sümbül gibi kokulu çiçekler ya da dayanıklı kasımpatılarını kim sevmez. En sevdiğim çiçeklerden birisi de katırtırnakları. O küçük, sarı çiçekleri, kendi narin boyutlarına inat dayanıklı sapları ve güzel kokuları ile her gördüğümde içimde iyimserlik, neşe uyandırıyorlar. Ah diyorum onları görünce "Bahar geldi!
Doğanın kıştan uyanışını izlemek ne keyifli, ne umutlu şey. Kendi başımıza gelen zorlukları kış mevsimine benzetmek ve baharın geleceğini en derininde bilmek, kabul etmek ne bilgece şey. Bildiğimiz ama uygulayamadığımız "AKIŞA BIRAK" önerisini ancak doğanın ritmini yeterince izleyenler, oradaki ölüm ve yaşam döngüsnü bilenler kabul edenler uygulayabiliyordur belki de ne dersiniz. Şehrin ritmi, oradaki tempo bizi çok fazla zihne yükseltiyor. Zihnin içinde yaşayınca haklı-haksız düşünceleri içine giriyoruz, bu başıma gelen adil değil diye öfkeleniyoruz, inat ediyoruz, kendi isteklerimizde, bizim belirlediğimiz stratejilerde tutunup duruyoruz. Muayenehanede banko bilgisayarında spotify açık duruyor. Benim oluşturduğum "beğenilen şarkılar" diye bir liste var. İçinde 202 sevdiğim şarkı var. Yerli, yabancı, film müzikleri, hareketli, duygusal ama illaki sevdiğim bir şarkı çıkıyor listeden karışık. Sonuçta muayenehane benim. Dekorasyonundan, çalan ezgilere benim zevkimi yansıtmasını istemekte bir sakınca yok. Bazen araya başka şeyler giriyor, duyuyorum işlem sırasında. İçimde bir huzursuzluk uyanıyor, özellikle müzik kalitesini beğenmediğim Türkçe pop şarkılarını duymak kulaklarımı tırmalıyor. Kendi içimde uyanan huzursuzluktan rahatsız oluyorum sonra. Ne fark eder, on dakika senin kaliteli bulmadığın şarkılar çalsa ne fark eder. Mutlu olma hâlin buna mı bağlı yani, diyorum. Çalışırken aldığım zevk azalmasın istiyorum, kendi seçimlerimi görmek istiyorum etrafımda. Ve bankoya sesleniyorum. Müziği değiştirelim. Ve sevdiğim bir şarkı yükseliyor odanın içine yayılıyor. Oh çok şükür!
Sabah önce hastaneye gittim. Genel anestezi alabilmek için anestezi polikliniğine göründüm. EKG, akciğer filmi çektirdim. Şansıma arkadaşım vardı anestezi polikliniğinde. "Ameliyatına ben girerim Tuğba'cığım," deyince çocuk gibi sevindim. Emin ellerde olmak, güven duymak güzel şey. Kadın doğum uzmanı HBRCa1'imi beğenmedi. Sınırda. İnsülin direnci diye tanımlanabilir. Bu konuda doktora gitmedim aslında. İlaçlık değil, biliyorum. Kilo ver, diyetini düzenle, spor yap diyecekler. Ara ara çaba gösteriyorum. Bazen koyveriyorum. Belki kendime bu tanıyı yakıştırmalı ve bende insülin direnci var diyerek yaşamalı, reddetmeliyim bazı gıdaları. Doktorumun talimatı kesin. Ameliyata kadar diyabetliymişim gibi besleneceğim. Kâr kârdır. Sağlıklı bir bedenin iyileşmesiyle sigara içen, diyabeti olan hastanın iyileşmesi aynı değil. Kendi hastalarımın çekim yaralarından da biliyorum. Sözüm söz. 12 gün var önümde. Bedenimi operasyona hazırlamak için. Sonrasında da dikkat etmeliyim elbette. Kilo vermedeki zorlanma da insülin direncine bağlı muhtemelen. Hastanede işlerimi kolayca ve hızla hallettikten sonra diş hekimleri odasına gittim.
Bu yıl kadınlar gününde kadın meslektaşlarımıza bir jest yapalım birer marteniçka hediye edelim diye düşünmüştük. Özel bir kart da tasarlattık. Oda sekreterimiz dün halletti sağ olsun. İşe dönerken bir kısmını aldım yanıma. Yol üstünde dağıta dağıta geldim. Bir partiyi bir kadın hekim arkadaşa verdim. Kalanlarını da oda sekreterimiz dağıtacak. İlçelerde dağıtmak için uygun ve ekonomik bir yol bulmak gerek. Sizce de kart çok güzel değil mi?
Tuğba Gürbüz's Blog
- Tuğba Gürbüz's profile
- 1 follower

