Tuğba Gürbüz's Blog, page 14
September 29, 2024
Kıssadan hisse
Ülkemizde yakın tarihi ele alan, toplumcu gerçekçi dizi olarak tanımlayabileceğimiz Çemberimde Gül Oya, Hatırla Sevgili gibi sevilen dizilerin yapımcısı, senarist Tomris Giritlioğlu hayatını kaybetti. Anısına "Bu Kalp Seni Unutur mu?" dizisini izlemeye başladım. Yeniden. 12 Eylül dönemini, Diyarbakır cezaevindeki işkenceyi ilk kez ana akım medyada bu derece açıkça anlatan dizi, pat diye yayından kaldırıldığında izlenme oranlarının düşüklüğü, ekonomik sebepler gösterilmişti. Yeniden izlemek aynı tadı verdi doğrusu. Yer yer gözlerim doldu. Kerim ile Yıldız'ın arkadaşlıkla başlayan, tuğla tuğla örülen ilişkilerine, birbirlerinin hayatlarına havanın boşluğu doldurur gibi sızmalarına imrendim. Yıldız'ın dışarıda, Hüseyin'in içeride kendi gerçeklerine tutunmalarına, boyun eğmeden yaşama dirençlerine, farklılaştıklarını sevgiyle, şefkatle kabullerine, bir o kadar nezaketli ayrılıklarına bayıldım. Gülümsün'ün dönüşümünü başarılı buldum. Hasan abinin çatısı altında dört gazetecinin birbirini güçlendiren, destekleyen dergi ortamının neşesi, hüznü, birbirlerine iyi gelme halleri, atışmaları, şakalaşmaları yüzümü güldürdü en nihayetinde. Keşke dedim, bitseymiş şu dizi, devamı gelseymiş, en azından iki, üç bölüm toparlamalarına izin verselermiş. Sanki bir anda deprem olmuş ya da yanardağ patlamış lavlar altında kalmış gibi, oracıkta bitmiş. Kurmacada bir son istiyor insan zihni. Hayatta bulamadığı finali orada görmeyi istiyor. Çünkü gerçek bunun tam tersi. Bir Zen atasözünün dediği gibi, bir sonraki güne mi, bir sonraki yaşama mı uyanacağımızı bilmiyoruz. Sahiden bilmiyoruz.
*
Güneşli bir pazar günü. Sabah ablama kahvaltıya gittik. Evden çıkarken beyazları atmıştım makineye. Geldiğimde hâlâ dönüyordu tamburun içinde. Aklım dışarıda biraz yürümekte, bir kahve içmekte. Belki kitabımı, defterimi alıp sahilde çay bahçesine yayılmakta ama işler güçler de bir ucundan tutulmayı bekliyor. Koltuğun üstündeki örtüleri aldım, yenilerini serdim. Tezgâhı yemek masasına kurdum. Çiçekli bir masa örtüsü, kedili biblo. Yazıya özen göstermek sebebiyle. Bilgisayarımı açtım. Sevdiğim şarkıları açtım arka fona. Çamaşırları astım ve geldim yazı masasına. Üç dört gün önce başladığım "Bu kalp seni unutur mu?" yazısını toparlamaya. Eh oldu da galiba. Saat henüz iki bile değil. Güneş ve deniz beni çağırsın mı?
*
Fotoğrafın hikâyesi:
Uzun lafın kısası: fazladan köke sahip üst birinci küçük azı.
Kısa lafın uzunu: Olağanın dışına çıkan şeyler düşüne üretir. Fazladan kökü olan bir diş dile gelir örneğin. "Açtım bacaklarımı, yerleştim yerime sımsıkı," der kendinden emin. Ta ki birini rahatını kaçırıncaya kadar. O biri ortodontist olur kimileyin. Yer darlığı nedeniyle çekimli tedaviye karar vermiştir. Hasta elinde kâğıt çıkagelir.
Öğrenciyken ilk çektiğim dişin hikâyesi buydu işte. İki kıvrık kök, ucu kırılır mı telaşı, uçlarını sağlam görünce çekilen derin bir oh! Bugün yine ortodontik tedaviye hazırlık için 24 nolu dişe çektim. Üçüncü kökü görmeye hazırdım. Hafta başı 14'ta fazladan kökü gördüğümden. Doğa simetriyi sever ne de olsa. Açsa da bacaklarını, yerleşse de yerine sımsıkı, davyeye karşı koyamadı.
Kıssadan hisse: fazladan önlem aldığını düşünürsün bazen, her şeyin sabit kalacağını, olduğu gibi kalsın istersin, tutunursun ama yine de kontrol edemezsin. Olacak olan olur.
Söylesene, bu hafta hayat sana hangi hisseyle geldi?
September 22, 2024
Yaz biter, güz belirir
Resmi olarak sonbahar başlamak üzere. Okullar açıldı. Hâlâ pike var üzerimde ama geceleri uyurken pencereler kapalı. Çalışırken klimalar açık. Sandaletler ayakta ama şorta itibar etmiyorum eskisi gibi. Denize girmek hiç ama hiç gelmiyor içimden. Öğlenleri güneşli ve sıcak oysa. Girsen girersin. Ama zorlamaya gerek yok. Bir yaz daha geride kaldı.
*
11-14 Eylül arasında İstanbul'daydım. Toplantı, kongre açılışı, gala yemeği, yurdun dört bir yanından gelen arkadaşlarla ayak üstü sohbetler, aynı otelde kaldıklarımla daha derin sohbetler... Cumartesi eve dönüş telaşı. Yeni yaşıma kızımla girme isteği... Akşam yemeği saatlerinde eve geldiğimde onu mutfakta arı gibi çalışırken buldum. Baharatlanmış patates dilimleri fırına girmek üzere. Salata hazır. Ben yokken yesinler diye pişirilmiş tavuklu pilav ısınmakta. Duşa girdim çıktım. Hazır sofraya oturdum. Pastamı yedim ve hediye paketimi açtım. Daha ne olsun. Saat on bir sularında kızım yorgun olduğunu söyleyip diziye pazar günü devam etmemizi önerdi. Birkaç gün sürecek hastalığının ilk belirtisiymiş meğer yorgunluğu. İlaç, uyku, dinlenmeyle zımba gibiydi. Cuma sabahı ben boğazımda kuruluk ve kaşıntıyla uyandım. Öğle tatilinin önünü arkasını boşalttırdım. Tavuklu şehriye çorbası ve thylol hot içip birkaç saat uyudum ve işe geri döndüm. Vitamin, parasetamol devrilmeden atlattım sezonun bana ilk göz kırpan gribini. Bedenin ihtiyaçlarına kulak vermek gerek.
*
Netflix'te yeni bir dizi izlemeye başladım. Alpha Males. Madrid'te geçen İspanyol dizisinin orta yaşlarında dört erkek kahramanı var. Biri havalı ve bol sıfırlı televizyonculuk kariyerine cinsiyetçi olduğu için son verilen üst düzey yönetici, biri tutkusuz bir evliliğin içinde, biri sevgilisine evlenme teklif etmeyi planlarken onun açık ilişki teklifi karşısında şaşkına dönen, diğeri ise boşanmanın sorunlarıyla boğuşan bu dört adımın hikâyesi, hegemonik erkeklik, toksik erkeklik gibi kavramlar etrafında dönüyor ve inanın bana hem güldürüyor hem düşündürtüyor. İzleme listenize alın.
*
Ben de böyleyim işte ne okuduğunun kaydını tutamayanlardan. Ayın kaçıncı kitabı bilmiyorum ama Erkeksiz Kadınlar'ı okudum. İncecik bir kitap. 1950'li yılların Tahran'ında geçen roman, kadının kendi hayatının öznesi olmasına izin verilmeyen kapalı ve iki yüzlü bir toplumda var olma, özgürlüğüne sahip çıkma kararlılığına sahip beş kadının birbirlerine bağlanan hikâyesini anlatıyor. Kadınların özgürlüğünü kaleme almanın diyeti ağır olmuş elbette Sharnush Parsipur için. İki kere hapse girip çıkmış. Birinde üç ay, diğerinde dört yıl demir parmaklıkların ardında yatmış. Erkeksiz Kadınlar yayımlandıktan sonra yine tepkileri üzerine çeken yazar (fahişe karakterine hamamda çıplak namaz kıldırma sahnesi nedeniyle şimşekleri üzerine çekmiş) çareyi ABD'ne kaçmakta bulmuş. İran'ın bir kadın tarafından yazılan ikinci romanı da yine ona ait. Okumaya devam eder miyim bilmiyorum (çünkü evdeki okunmamış kitap kuleleri, kitapların maliyeti, sadeleşme arzusu vs. vs.) ancak bulabilirsem Şirin Neşat tarafından filme alınan Erkeksiz Kadınlar'ı izleyeceğime eminim.
*
Kızım bu sabah da uykulara doyamadı. Hafta içi süren hastalığın bünyesinde bıraktığı yorgunluğu attı belki de. Güneşli bir pazardı. Pazar aynı zamanda baş başa kahvaltı yapabileceğimiz yegâne gün. Uzun sürmüş bir cumartesiden çıkınca, aklıma ilk gelen seçenek dışarıda kahvaltı ama onun da afyonu erken patlamıyor işte. Uyanmasını beklerken acıktım. Ufak bir kahvaltı sofrası kurdum kendime. Eksik malzemeler vardı zira. Kek, patates salatası gibi önceki günlerden kalan yancılar, haşlanmış yumurta, siyah zeytin, kaşar peyniri, tereyağı, bal, sallama çaydan ibaret kahvaltı karnımı doyurmaya yetti de arttı. Bir civarı uyanan güzel de karnını doyurunca kordona çıktık. Çantamızda kitaplar. Starbucks'a gittik. Bir tanıdığa rastlar mıyız diye sormuştum yolda. Rastladık, elbette. Kızımı tanıştırdım arkadaşımla. Edebiyat vesilesiyle tanıştığım arkadaşım Türk Dili ve Edebiyatı dördüncü sınıf öğrencisi şu sıralar. Okulda çağdaş edebiyata varmaktan memnun, okuma listesine başlamak üzere oradaydı. Ben yanıma aldığım çocuk kitabını bitirmek hedefindeydim. Kızım ise test çözmek. Kafenin sakinleri öğrenci değildi pek. Sesi boyunun on misli çıkan üç dört yaşlarında bir kız evladı, kızımın gözlerini belertmesine yetti de arttı. Kamusal alanda bireylerin sessiz kalma zorunluluğu yok elbette ama ses tonunu ortama göre belirlemek de ebeveynlerin öğretmesi gereken şeylerden biri bence. Çocuk sesi, çocuk kitabını bitirmeme engel olmadı. Ancak ödevlerini bitirme telaşında olan (çünkü akşam Beşiktaş maçı var) kızım için verimsiz bir oturum olunca eve geri dönmeye karar verdik.
Okumaya eşlik eden kahvemin vaadine bakın hele. Çok amin!
September 12, 2024
Süzüldü havaya düşünce balonları
Dün FDI kongresi için İstanbul'a geldim. Kongre vadisinde iki kocaman bina ... Pek çok kat, pek çok salon ... 8 bin katılımcı olduğu söyleniyor. İçeriye girmek ve giriş kartımı almak birkaç dakikayı geçmedi. İçeride tanıdık yüzler gördüm. Ve her birine kalabalıktan şikâyet ettim. Kendiliğinden çıktı bu sözler ağzımdan. Çünkü zihnimde kalabalıktan hoşlanmayan, bunu yıllardır diline pelesenk etmiş ve kaskatı bir yargıya çevirmiş bir yer var. Onunla çoktan el sıkışmışım, anlaşmışım. Kaybetmemek için geviş getiriyorum.
"Ben kalabalıktan hoşlanmam. Sıra beklemeyi sevmem. Herkes bir ağızdan konuşuyor. Bir lokma yemek için saatlerce sıra beklemek çok sıkıcı. Ne işim var burada?"
Sabah erkenden evden çıkmışım. Bir küçük kâse yulaf ezmesi ve süt, bir haşlanmış yumurta saat 06.00 öncesi geçmiş boğazımdan. İstanbul'a var, otele yerleş, kongreye geç, fuar açılışına katıl. Saat 13.15 olmuş. Kafeterya sırası uzun. İlerlemiyor. Milim milim bile gitmiyor. 30 dk sonra dergi için röportaj yapacağım yurt dışında yaşayan bir akademisyenle. Kuyruk uzun... Açlığıma bakıyorum. Izdırap verici değil. Yukarı çıkıyorum. Laf lafı açıyor. Merak ettiklerimi soruyorum. Bittiğinde saat neredeyse üç. Binadan çıkıyorum. Kim bilir neresinden. Harbiye tarafı değil. Yakınlarda beni bekleyen arkadaşımla buluşacağız. Kafam karışıyor. Yönümü tayin edemiyorum. Oturma, dinlenme, açlık ihtiyaçlarımı gidermeyi öncelemeye karar veriyorum. Karşımda mobil bir kafe var: Down Kafe. Umduğum daha hoş bir mekân, daha leziz yemekler. Tost ve soğuk sandviçten ibaret menü. Bir de sınırlı içecek. Soğuk sandviç bitmiş, ayran da. İçimde bir huzursuzluk kıpırdanıyor. Kendime mutlu ve doyumlu olmak için ille güzel bir tabak yemeğe ihtiyacın var mı diye soruyorum. Cevap hayır elbette. Karışık tost ve çay söylüyorum. İlk birkaç ısırığın ardından arkadaşım geliyor. Sohbet başlıyor. Ona da anlatıyorum az kalsın içine düşeceğim mutsuzluğu ve kendimle konuşmamı. Açık hava, Down kafe, ağaçların altında olmak, keyifle gezinen, gerinen kedileri izlemek, bir kuşu avlama ihtimaliyle pusuya yatmalarını seyretmek beni bulunduğum yere sabitliyor. Zihnimin umduklarının ve bulamadıklarının üzerimde bir etkisi yok, artık. En güzel yerdeyim. Bulunduğum yerde. Uzun uzun binaların arasına sıkışmış bu küçük yeşil alan, arkadaşımla sohbet etmek, çay, kahve içmek için yeterli. Kırk yılda bir İstanbul'a gelmişim, güzel bir yerde oturmalıyım, iyi bir yemek yemeliyim, kültürel bir etkinliğe katılmalıyım bu düşünceler uçan bir balon gibi havaya süzülüyor, bırakınca ipi elimi kesmiyor, beni beklentisiz tutuyor, şimdi ve burada ile dost kılıyor. Bu varılacak güzel bir yer. Aldığım Dharma derslerinin de bir sonucu muhtemelen.
Uzun uzun anlattığım bu deneyimin hayal kırıklığı, tatminsizlik, baş ağrısı ile sonuçlanan benzerlerini yaşamışlığım var. Çünkü zihin basma kalıp yargılarla bizi yönetmeye çalışan kötü bir efendi. Yuları onun elinden aldım. Ben kim, zihin kim, içimde mutlu ve mutsuz olmaktan sorumlu olan kim? Bilmiyorum. Ama duygularımı, ihtiyaçlarımı fark etmek, onlarla diyaloğa girmek bana daha iyi geliyor. Şiddetsiz iletişim ve Dharma öğrenme arzusu, çabası da işte bundan.
September 11, 2024
Akılla bir konuşmam oldu
Okullar açıldı. Sonbahar geldi. Hava kapalı ve yağmurlu. Sani sabah erken saatlerde dışarı çıkmak isteğiyle beni uyandırdı. Pencereyi açtım. Hop diye dışarı atladı. Ben de sabah serinliğinin, henüz aydınlanmamış havanın, toprak kokusunun tadına vardım. Pencereyi yarım araladım. Üzerime pikeyi çektim ve bir podcast açtım. Alışkanlık işte, uyumak için bir araca ihtiyaç duyuyorum. Biraz daha uyukladım. Kalkıp tavuk haşladım. Öğle yemeği için un terbiyeli, şehriyeli tavuk suyu çorba pişirdim. Yaklaşık 14-15 aydır muayenehaneye dışarıdan yemek sipariş etmek yerine evde ya da burada kendimiz pişiriyoruz. Sağlıklı beslenmek emek, zaman ve planlama istiyor. Diyete uygun menü hazırlamak da keza öyle. Sonuç: 4,5 haftada -5 kg.
*
Bekar annelikte bir yıldan fazlasını geride bıraktım. Zorlandığım zamanlar oldu, doğrusu. İnkar edemem. Dışarıdan çok yardım isteyen, talepkâr biri olmadığım için henüz ergen bir çocuğun A'dan Z'ye her şeyiyle ilgileneceğim, kendi ayaklarının üzerinde durana kadar sorumluluğun büyük bölümünün bana ait olduğu düşüncesi, kocaman bir kaya, hatta bir dağ kütlesi. Bunu düşününce insan ister istemez çok kaygılanıyor. Maddi güvenlikle ilgili bir korku gelişiyor örneğin. Halbuki kendime ait bir iş yerim var. Mobbinge uğradığım, performansıma bağlı olarak işten çıkarılma tedirginliği yaşadığım bir yerde çalışsam bu korkuyu anlarım. Ama değil. Ekonomik koşullar herkes kadar beni de etkiliyor. Bir şey alacakken örneğin kendime "buna gerçekten ihtiyacım var mı?" diye soruyorum. İhtiyaçlarımı ertelemiyor, arzularım arasında seçimler yapıyorum. Bu, bekar annelikle ilgili değil esasında. Gönüllü sadeliği ilke olarak benimsemiş, elbette sadelikten fersah fersah uzak yaşayan, evinde yığınla nesneyle yaşayan kentli bir kadınım. Tüm bunları zihnimde evirip çevirirken korkularımın kaynağının, fazla düşünmek, gözümü bugünden, şimdiden çok uzaklara dikmek olduğunu fark etmek beni rahatlattı. Elimizde olanın sadece şimdi olduğunu, bugünkü eylemlerimizin geleceğimizi de bir şekilde inşa ettiğini, bununla beraber bugünden geleceğe bakarak tam olarak orada bizi ne beklediğini bilmemizin imkânsız olduğunu, hayatı büyük ölçüde kaosun belirlediğini biliyoruz. Defalarca okuduk bunları, dinledik. Gerçek hayatta, bir kurmaca romanda olduğu gibi nedensellik bağı kuramıyoruz. Akışa bırak, anı yaşa denmesinin sebebi tam da bu yüzden. Kontrolü elden bırakamamak yalnızca korkuları, endişeleri arttırıyor. Oysa dışarıda onlarca güzel şey, bir ihtimal olarak bizleri bekliyor.
Geçen yaz, sonunda artık içinde kalmak istemediğim, bana iyi gelmeyen, canlılığımı yitirmeme yol açan evliliğimi bitirdim. Hayatım hem değişti, hem değişmedi. Yasımı tutmak için kendime zaman tanıdım. Ne yerdim ne sövdüm ama konuştum, neyin yanlış olduğunu kavramaya çalıştım. Zamanla bu konuda konuşmayı da, düşünmeyi de bıraktım. Buraya gelmek zaman istiyor, elbette. Gözümü fazlaca ileriye dikmeden, bugünün ihtiyaçları üzerinden eyleme geçmek, o kadarıyla ilgilenmek, küçük küçük, gerektiği kadar adım atmak krizden çıkmanın en sağlam yolu bu. Gerisi iyilik, güzellik.
*
Netflix'te bir diziye rastladım. İsmi Kaos. Kaynağını antik Yunan mitolojisinden alan, "Olimposlu tanrılar ve tanrıçalara inanan modern insanların hayatı neye benzerdi?" sorusunun yanıtını arayan bir dizi. Kibirli ve özgüveni düşük, her daim tetikte, tereddütte Zeus, kıskanç ve kurnaz Hera ve diğerlerinin ölümlüler üzerindeki etkisi Orfeus ve Euridice'nin hikâyesi üzerinden anlatılıyor. Seyirlik bir dizi. Benim gibi mitolojiyi kısmen, yüzeysel bilenler için görsel hikâye boşlukları dolduruyor ve hikâyeleri birbirine bağlıyor.
*
Eylül pek çok kişi için bir tür başlangıç. Okulların açılması, yeni öğrenim yılının başlaması, yazın bitmesiyle rafa kalkan, ara verilen zihinsel üretimlerin artması gibi sebepler ben dahil pek çok kişinin eylülü bir açılış ayı olarak görmesine sebep oluyor. Benim gözlerimi dünyaya açtığım ay üstelik. Yeni yaşımı karşılamaya ne kaldı şunun şurasında. Bir yılı daha geride bırakırken bir iç muhasebe yapmak kaçınılmaz. Belirsizlikle ve değişimle gelen bir yıldı kucağıma bırakılan. Zor yanları vardı, kolay ve güzel yanları da. Bir teraziye koysam, iyiliğe, güzelliğe çekecek biliyorum. Çünkü ben eskisi gibi olması gerekenler konusunda sabit fikirli ve kontrol manyağı değilim. Bunun tatmini var içimde. Yenisi nelere gebe bilmiyorum. Bir yıl sonra bileceğim. Bu arada gözümü kısa hedeflerde tutmaya, günün içinden iyilikleri, güzellikleri çıkarmaya devam! Bu satıra kadar okumayı sürdüren okur, akılla bir konuşmam oldu, seni de dahil ettim. Sen de var ol. Çünkü duyulmak da zaruri bir ihtiyaç.
Füsun Çetinel ile söyleşi
Füsun Çetinel'in yeni romanı "Son Bahçe" yayımlandı. Ben de hemen edindim ve bir çırpıda okudum. Çocuk edebiyatının insana iyi gelen bir yanı var. Üzerinizde okuma tembelliği, erteleme hastalığı varsa örneğin çocuk kitaplarını hap gibi peş peşe okuyun. Elinizde sürünen kitap kalmayacağı gibi içinize bir iyimserlik de yayılacak, dünyayı iyiliğin, dayanışmanın kurtarmamın umuduyla beraber üstelik. Son Bahçe'yi elimden bırakır bırakmaz kafamdaki soruları toparladım yazarına yönelttim. Sadece romana dair sorular sormadım. Yazma eyleminin kendisini, yaratıcılık süreçlerini de masaya yatırdık. Çünkü bilindiği üzere Füsun Çetinel uzun yıllardır yaratıcı yazarlık atölyeleri düzenleyen, yazar koçluğu yapan, iyi de bir okur. Hâl böyleyken içinden okumak yazmanın geçtiği keyifli, bir o kadar da cesaret verici bir söyleşi çıktı ortaya. Oggito'da yayımlanan söyleşiyi okumak için sizi böyle alalım.
*
"Ayağa kalkıp yürümek varken yerde kalıp sızlanmak niye"
“SonBahçe” adlı yeni romanınızda çevresi hızla betonlaşan bir bahçeyi korumayaçalışan çocukların hikâyesini ele alıyorsunuz. Sizin kitaplarınızı çağdaşgerçekçi olarak tanımlamak mümkün. Yarattığınız kahramanlar, bizimle benzermekânlarda yaşıyor, benzer dertlerle hemhal oluyor. Merakımızı uyandırangerçekçi bir eyleme karışıyor ve olaylar gelişiyor. Gerçekçi kurgu kendiniziyakın hissettiğiniz bir tür mü?
Hayatın içinde olmayı; sokaklarda, kafelerde, bitpazarlarında,yolculuklarda, havaalanlarında, trenlerde, hostellerde, farklı kültürdeninsanlarla farklı dillerde sohbet etmeyi çok seviyorum. İşim ve ilgi alanlarımda buna uygun, sıkça yollardayım, yolculuklardayım, değişik mekânlarda heryaştan insanla birlikteyim. Onları izlemek, diyaloglarını hafızama kaydetmek,duyduklarımdan ve gördüklerimden çıkarım yapmak, keyifli bir oyun benim için.Bunlar harmanlanıp hikâyelere ve kimi kez bünyesinde fantazyayı da barındıran gerçekçikurgulara varıyor.
Romandafarklı depremlerde ailesini kaybetmiş, akraba yanında büyümüş ve çocuk sahibiolmuş iki ebeveyn görüyoruz. Aileleri enkaz altında kalsa da, onlar bir yolunubulup kendi yaşamlarını doğrultmayı, tercihlerini iyilikten, dayanışmadan,paylaşmaktan yana yapmayı başarıyor. Kızları Zeynep “Armut dibine düşer,”atasözünü doğruluyor ve ortak amaç doğrultusunda tüm sınıfı örgütlemeyibaşarıyor. Kötülük, para hırsı, telafi edilmeyen kayıplar hikâyede yer alıyor,görüyoruz ancak daha mühimi devam etmek, ortak değerler, erdemler etrafında biraraya gelmek, çoğalmak, çalışmak ve birlikte başarmak. Siz bu konuda nedüşünüyorsunuz?
Hepimizin başına kötü şeyler gelebilir, her an tökezleyebiliriz hayatta.Ayağa kalkıp yürümek varken yerde kalıp sızlanmak niye? Bizler çokça ondanbundan şikâyet ediyor, birilerini suçluyor, “biz adam olmayız” diyor, sosyalmedyada veryansın ediyor, konuşuyor da konuşuyoruz. İş somut bir şeyler yapmaya geldi mi hiçbirimiz elimizi taşın altına koymak istemiyoruz. Hâlbuki öfke duymakla,suçlamakla, şikâyet etmekle boşa geçireceğimiz zamanı, harcayacağımız enerjiyiçalışmaya, üretmeye, barışçıl bir şekilde bir araya gelerek başarmaya yöneltsek?Yapıcı bir tavır sergilesek? Sanırım ve ne yazık ki “şikâyet kültürü”toplumumuzun bir özelliği oldu.
“SonBahçe” ilk sayfadan itibaren okurun merakını ayakta tutan, sezdirdikleriylefinale giden yolu aralayan, “kurmacada hiçbir şey birdenbire olmaz”ınsağlamasını yapan, mühendisliği sağlam bir metin. Bunu sağlamak için dikkatettiğiniz unsurlar nedir?
Sağlam bir kurguya varabilmenin türlü yolları var. İlki tabii ki çok veiyi okumaktan geçiyor. Çok okuyorum, çok film seyrediyorum ve her hikâyedesarkan yerleri zihnim otomatik olarak algılıyor. Sanırım çok kişiyle birlikte,çok farklı hikâyeleri çalışmanın, didik didik etmenin doğal bir sonucu bu.
Kurguda takıldığım yerlerin çözümlerini kimi kez rüyamda, çok sık vedetaylı film tadında rüyalar görürüm, kimi kez yürüyüş yaparken, bisikletebinerken, duş yaparken buluyorum. Unutmamak için defalarca tekrarlıyorum kendikendime. Eve varıp da dosyayı açınca bilgisayarda hemen değişimleri, eklemeleriyapıyorum.
İlk başlarda deftere yazarak, notlar alarak ilerliyordum artık edindiğimdisiplinle hafızaya alıyorum notlarımı.
Sokaktan,yoldan, yolculuktan beslenen bir yazar olduğunuzu, defterlere sıklıkla notlaraldığınızı, bunları küçük desenlerle desteklediğinizi biliyorum. Bu defterleregiren kelimeleri, küçük notları, her birini ışığa ulaşmak isteyen bir tohumolarak hayal edersek, gelişmeleri, serpilmeleri için nasıl bir tutumizliyorsunuz?
Eğlenceli defterler diye adlandırıyorum onları çünkü içlerinde her şeyvar; fişler, kartpostallar, peçeteler, yapraklar… Yazdığım notlara bir dahaaçıp bakıyor muyum? Kesinlikle hayır! Elle yazdığımız şeyler bir nevi beynimizeyazılıyor, hafızada depolanıyor. Onun için de akıllı telefonun notlar bölümünühiç kullanmıyorum. Defter yoksa yanımda fişlere, paket kâğıtlarına zordakalırsam yaprağa bile yazıyorum. Her yazdığımız şey bir hikâyeye varamaz amadediğiniz gibi minik tohumlar bunlar, beslersek üzerinde düşünür derinlikverebilirsek, başka minik tohumlarla ilişkilendirebilirsek sağlam bir hikâyeyeulaşabiliriz.
Yazıeğitmeni, yazar danışmanı olarak çalışıyor, çocuklar ve gençler için hikâyeatölyeleri düzenliyorsunuz. Bu tür atölyelerin, hikâye anlatıcılığının unsurları, biçimleri üzerine öğretme ve öğrenmealanları yarattığı, yazma becerilerini geliştirmeyi hedeflediği gerçeğindenyola çıkarak sormak istiyorum. Sizin yazarlık yolculuğunuzu da dahil ederekelbette. Zanaat, sanatı mümkün kılar mı?
Tüm yaratıcı yazı eğitmenlerinin savunduğu gibi atölyeler yazar çıkarmakiçin değildir, yazmaya dair teknikler, düşünceler geliştirmek, pratik yapmak,yorumlar almak, aynı zamanda iyi bir okur olmak içindir. Bu çalışmalara devameden kişiler yazmaya tutkuyla bağlıysa ve biraz yetenekleri de varsa geleceğinyazarları arasında yerlerini alabilirler.
Bazı kişiler bu tür çalışmalara önyargılı yaklaşıp, tamamıyla karşı çıkıyorlar.Ama eski yazarların söyleşilerine, hayatlarına baktığımızda hepsi birbiriyletanışık veya arkadaş, edebiyat matineleri düzenliyor, aynı sofralarda edebiyatkonuşuyorlar. Bu tür toplantılara katılan gençler de onları dinleyerek yazmayadair ilk adımlarını atıyor, onlardan geribildirim alıyorlar. Bu türbirliktelikler de atölye sayılmaz mı?
Bence sanat ve zanaat birbirini destekleyen şeyler. Daha yeni EdogawaRampo’nun Aynalar Cehennemi ve Diğer Öyküler kitabındaki bir öyküde; ustanınyanına çırak verilen bir gencin nasıl tutkulu, gerçek bir sanatçıya dönüştüğüanlatılıyordu. Bunun örneklerine eskiden sıkça rastlardık… Atölyelere katılankişiler de bir tür çırak aslında. Kiminden iş çıkıyor, kimi başka şeylereyöneliyor pes edip.
Çocukve genç okur için yazmak, onlarla okullarda, kitap fuarlarında bir arayagelmeyi de mümkün kılıyor. Bu buluşmalarda, sizin için unutulmaz, aklınızda,kalbinizde yer eden ilginç anılarınız var mı?
Yazar etkinliğine gittiğim bir köy okulunda dördüncü sınıf öğrencilerikendi bahçelerinden topladıkları gül yapraklarıyla ismimi tahtanın önüne yereyazmışlardı. Sınıfa girince kendimi assolist gibi hissettim çok hoşuma gitti.
Bodrum’da bir STK etkinliğinde çocuklara benim romanlarım ve Atatürk’ünNutuk kitabı birlikte hediye edilmişti. Kendi kitaplarımı imzaladım ancakçocuklar Nutuk kitabını da imzalamamı istediler ısrarla. Onlara bunun çokyanlış olduğunu, Nutuk’u Atatürk’ün yazdığını anlatsam da ikna olmadılar veüzülerek ayrıldılar yanımdan.
Hediye olarak gofret getirmişti bir çocuk, teşekkür edip aldım ama birazsonra yanıma geldi yine. “Paylaşabilir miyiz,” diye sordu yalanarak. Ben degofreti ona geri hediye ettim (yalanarak).
Çok tatlı da soruları var aklımda kalan… Ne zaman yazmayıbırakacaksınız? Saçınız kına mı? Çok para kazanıyor musunuz? Bu kitabıgerçekten siz mi yazdınız? Youtube kanalıma abone olur musunuz? Benim ismimibir kahramanınıza verir misiniz?
Yüzlerce mektup, kartpostal, not var bana yazdıkları, hepsi de çok özelve samimi.
Tişörtlerini, kollarını imzalatmak isteyenleri de unutmamak gerek tabii.O zaman da kendimi bir pop-star olarak hissediyorum, hoşuma gidiyor amaannelerden korktuğum için imzalamıyorum… Bir tanesi çok şirindi, kandırdı benielini imzaladım. “Bu eli bir daha hiç yıkamayacağım,” dedi. Eyvah eyvah!
“SonBahçe” okurla buluşalı çok kısa bir süre geçti ancak adettendir soralım. Ufuktayeni projeler var mı?
Masaüstünde bir sürü dosya, defterlerde notlar, kâğıtlar, yayınevisepetinde bekleyen dosyalar, çizerini arayan bir resimli kitap… Ama beni çokdaha fazla heyecanlandıran şey hep yeni hikâyelerin ihtimali…
August 31, 2024
Huzurlu Yaşam İpuçları: 20
ww.nonviolentcommunication.com web sitesi Şiddetsiz İletişim ile ilgili Türkçede kaynakların sınırlı olduğu günlerde, ücretsiz belgelerinden sıklıkla yararlandığım bir dijital platformdu. Halen seyrek aralıklarla devam ettiğim Şefkatli Ebeveyn Günlükleri’nin ipuçlarını oradan alıyorum örneğin. O günlerde hevesle üye olduğum bültenlerin her birinden gelen ipuçları kıymetli esasında ama günlük hayatın hızı içinde, İngilizce bültenlere ilgimi, dikkatimi vermek, okuduğumu içselleştirmek her zaman mümkün olmuyor. O yüzden buraya ara ara bir başka serinin, Mary Mackenzie’den Huzurlu Yaşam Meditasyonu çevirilerini paylaşacağım. Her ne zaman, hangisine rastlar ve okursan dilerim şifa olur, ilham olur ve seni dönüştürür.
*
Korkularımızın bizi umut ettiklerimizin peşinden gitmekten alıkoymasına izin vermemeliyiz.
-John F. Kennedy
20. Gün: Talepler, Şefkatli İletişimin Dördüncü Bileşeni
Geçtiğimiz birkaç gün boyunca Şefkatli İletişimin ilk üç bileşenini inceledik: gözlemler, duygular ve ihtiyaçlar. Dördüncü bileşen ise bir talepte bulunmaktır. Bu bileşen kritiktir çünkü sizin ve hayatınızdaki insanlar için ihtiyacınızı karşılamak için ne gerektiğini netleştirir.
Genç kızınıza şöyle dediğinizi düşünün: “Tatlım, son birkaç haftadır seni pek göremiyorum ve buna üzülüyorum çünkü seni özlüyorum ve seninle daha fazla zaman geçirmek istiyorum.”
Eğer bir talepte bulunmazsanız, kızınız ne istediğinizi tahmin etmek zorunda kalır. Onunla çok fazla zaman geçirmek istediğinizi tahmin edebilir, oysa gerçekte istediğiniz bu hafta bir gece birkaç saattir. Ya da arkadaşlarına sizden daha fazla değer verdiği için onu eleştirdiğinizi düşünebilir. Ya da sizinle ne kadar zaman geçirirse geçirsin, bunun sizin için asla yeterli olmayacağını düşünebilir.
Bir talepte bulunmak konuşmaya açıklık ve rahatlama getirebilir ve durumdaki gerilimi büyük ölçüde azaltabilir. İsteğiniz şu şekilde olabilir: “Tatlım, son birkaç haftadır seni çok fazla göremiyorum ve buna üzülüyorum çünkü seni özlüyorum ve seninle daha fazla zaman geçirmek istiyorum. Bu hafta bir akşam birlikte geçirebileceğimiz birkaç saat ayarlamak ister misin? İkimizin de yapmaktan hoşlanacağı şeyler üzerine beyin fırtınası yapabiliriz.”
Gerçekte, kızınız isteğinize yine de direnebilir. Ancak, ne istediğiniz konusunda net olduğunuzda karşılıklı tatmin fırsatı çok daha fazla olacaktır.
Bugün birinden en az bir spesifik ve yapılabilir istekte bulunun.
Huzurlu Yaşam İpuçları: 19
www.nonviolentcommunication.com web sitesi Şiddetsiz İletişim ile ilgili Türkçede kaynakların sınırlı olduğu günlerde, ücretsiz belgelerinden sıklıkla yararlandığım bir dijital platformdu. Halen seyrek aralıklarla devam ettiğim Şefkatli Ebeveyn Günlükleri’nin ipuçlarını oradan alıyorum örneğin. O günlerde hevesle üye olduğum bültenlerin her birinden gelen ipuçları kıymetli esasında ama günlük hayatın hızı içinde, İngilizce bültenlere ilgimi, dikkatimi vermek, okuduğumu içselleştirmek her zaman mümkün olmuyor. O yüzden buraya ara ara bir başka serinin, Mary Mackenzie’den Huzurlu Yaşam Meditasyonu çevirilerini paylaşacağım. Her ne zaman, hangisine rastlar ve okursan dilerim şifa olur, ilham olur ve seni dönüştürür.
*
Dünyada pek çok çeşit ses vardır ve hiçbiri önemsiz değildir.
-1 Korintliler 14:1019. Gün: İhtiyaçlar, Şefkatli İletişimin Üçüncü Bileşeni
Şefkatli İletişim'de ihtiyaçların evrensel olduğunu düşünüyoruz. Bu, hepimizin sevgi, destek, barınma, yiyecek, neşe, ilgi vb. gibi aynı ihtiyaçlara sahip olmamıza rağmen, ihtiyaçlarımızı karşılamak için farklı yollar seçtiğimiz anlamına gelir.
Örneğin, benim ulaşım ihtiyacım var ve bu yüzden bir araba sahibi olmayı seçiyorum. Uzun mesafelere seyahat ettiğimde uçmayı seçiyorum ve Amtrak'ı da kullandım. Tüm bu örneklerde ihtiyaç ulaşım; yöntemlerim ya da stratejilerim ise araba, uçak ve tren.
Kız kardeşlerimden biri bir zamanlar Seattle'ın tehlikeli bir mahallesinde yaşıyordu. Güvenlik ihtiyacı vardı, bu yüzden mahallesindeki çete üyeleriyle arkadaş oldu. İstedikleri zaman onu ziyaret edebiliyor ve evinde takılabiliyorlardı. Kapısını hiç kilitlemedi, böylece serbestçe girebildiler. Bu yöntem bazılarımız için işe yaramayabilir ama onun güvenlik ihtiyacını tam olarak karşılıyordu.
Evrensel ihtiyaçlarımız ile bu ihtiyaçları karşılamak için seçtiğimiz stratejiler arasında ayrım yapmaya başladığımızda, ilişkilerimize netlik getirebiliriz.
Arkadaşınızla tatile nereye gideceğiniz konusunda tartıştığınızı düşünelim. Doğru yeri seçmek ihtiyaçlarınızı karşılamaya yönelik bir stratejidir. Ancak her birinizin bu tatilde karşılamaya çalıştığı ihtiyaçlar nelerdir? Herkesin sizinle aynı ihtiyaçları karşılamaya çalıştığını varsaymayın. Sizin öncelikli olarak eğlenmekle, arkadaşınızın ise dinlenmekle ilgilendiğini fark edebilirsiniz.
Her iki ihtiyacınızı da göz önünde bulundurun ve ardından bunları karşılayabilecek yerleri tartışın. Konuşmalarınızın odağını ihtiyaçlara çevirmek, barışçıl bir çözüm yoluyla herkesin ihtiyaçlarının dikkate alınması ve karşılanması olasılığını yaratabilir.
Evrensel ihtiyaçlar ile bu ihtiyaçları karşılamak için seçtiğiniz stratejiler arasındaki farkın farkında olun.
August 28, 2024
10 Güzel Şey
3 haftada 4 kg vermeyi başardım! Kışa kadar bu beslenme biçimini sürdürmeyi hedefliyorum.
Her gün yürümeyi de rutine bağlıyorum. Yaşasın "walk at home" videoları.
Sani'nin yaraları korktuğum kadar kötü değil. Yara bakımına devam.
Kuruyan çamaşırları katladım. Çekmecelere kaldırdım. Yatağımı da topladım. Yemeğim de hazır. Akşam kirli nevresimleri, çamaşırları tıkıştırıp bulaşık makinesini boşaltacağım. Üç birim iş eksik.
Yaptırmayı planladığım sağlık kontrollerim konusunda bir arkadaşımdan çok samimi destek teklifi aldım.
Yakında İstanbul'a gideceğim. Hem eğitim, hem sosyalleşme imkânı.
Cuma günü Kurtalan Express geliyor. Arkadaşlarımla konsere gideceğiz.
On güzel şey yerine on düzgün gitmeyen şey listesi yazacak olsam bir çırpıda bitireceğimin farkındayım. Her bir madde arasında duraksıyorum. Zihnim, dikkatim iyi yerine kötüyü bulma konusunda nasıl da maharetli. Bunu fark edip dikkatimi, ilgimi daha iyiye, olumluya çevirmeye niyet ediyorum.
Evde okunmayı bekleyen yığınla kitap var. Özellikle de mindfulness, şefkat, Budizm ile ilgili.
Cem Şen eğitimlerine Kalp Yolu Hazırlık eğitimi ile devam edeceğim.
August 26, 2024
Kavga, Titanik faciası ve kurmacanın ekmek kırıntıları
Şu anda kanımda adrenalin ve kortizol fazlası olduğuna yemin edebilirim ama ispatlayamam.
Evde hırçın bir kedi oğlan sahibi olmak, onu ara sıra bahçeye salmak duyularımı keskinleştirdi. Kedilerin şu sahnesini eminim iyi bilirsiniz. Denk gelmişsinizdir. Karşı karşıyadırlar. Henüz birbirine girişmemişlerdir ama eli kulağındadır. Tetikte beklerken de birbirlerine efelenme, büyüklenme sesleri çıkarırlar. Bildiniz. Değil mi?
Elimde temiz çarşaf, yastık kılıfı. Yatakları değiştirir, kirlileri sepete atarken bu sahneye dair kimi sesler işittim. Pencereden başımı uzattım çünkü oğlan deli, oğlan hırçın. Zakkumun önünde bir siyahlı, beyazlı, gerisindeki, sinmiş olan, saklanmış olan görünmüyor. Üzerimde yırtık pırtık bir tayt, saçlarımda yemeni, bizim kıza seslendim. "Evladım bir bakıver, bizimki kavgaya mı karışmış."
Niyetimiz ateşkes sağlamak esasında. Siyahlıyı bahçeden dışarıya, sarılıyı evden içeri kovalayacağız. Sen sağ ben selamet. Eline de biraz su tutuşturdum. Kedi milleti sevmez ya, döksün üzerlerine, çil yavrusu gibi kaçışsınlar.
Evdeki hesap çarşıya uymadı. Kaçmak yerine birbirlerine giriştiler. Kışın deneyimledim, biliyorum. Kavga eden iki kediyi çıplak elle, kolla ayırmak çılgınlık. Bileğimde hâlâ delik izi duruyor. Ben de fırladım artık, kıyafet mıyafet dinlemeyip. Pist dedik, olmadı, kışt dedik bitmedi. Elime aldım bir plastik kapak, siyahlıyı dışarıya kovaladım. Bizim salak sindi komşunun balkon merdivenin altına. Madem saklanacak yerin var, baştan girsene o kovuğa. Ya da eve girsene, açık pencereden. O girdiği kovukta, biz evin içinde adrenalin seviyemizin inmesini bekledik. Baktım çıkmış açık alana. Savanadaki aslan gibi yatıyor. Aldım elime hairlax'ı. Maltlı bir şey. Bir nevi kedi birası. Nasıl geliyorsa ona tadı. Görünce dayanamıyor. Yalata yalata soktum içeri. Hop kanepenin altına. Biraz sabır biraz kandırma, banyoya götürdüm. Sabunlu su, batikon faslı bitince, banyo dolabının altına girer diye düşündüm. Çünkü ne zaman onu duşakabinin içinde temizlesem, batikonlasam hop diye oraya giriyor. Tırıs tırıs dışarı koridora çıktı. Kendini halıya bıraktı. Ben de hop bloğa. Stresi atmanın bir yolu da yazmak çünkü.
*
Adrenalin tavan yapmasa da açacaktım bilgisayarı, başlayacaktım yazmaya... Belirgin bir gündemim yoktu. Bu aralar ne yapıyorum, ne okuyorum, ne düşünüyorum onlardan bahsedecektim. Titanik filminden örneğin.
Dün 26 yıl sonra Titanik filmini izledim. Vizyona girdiğinde üniversite öğrencisiydim. Sonunda çok ağlamıştım. Zavallı Jack'in sevdiği kadını kurtarmak uğruna donarak ölmesi bana çok dokunmuştu. Koca kapı çık sen de üstüne, yatın koyun koyuna, ısıtın birbirinizi, değil mi? Yok ille de trajedi, ille de muradına erememiş bir aşk. Üzerinden bunca yıl geçtikten sonra yeniden izlemek neler hissettirdi? Sayayım.
Kader mi tesadüf mü? Bu tema bitmez, bitemez. Sabahlara kadar da konuşturur. Jack ve arkadaşı son anda kâğıt oyununda Titanik'e çift kişilik bilet kazanmasa gemiye binemeyecekler, İngiltere'de kalacaklar ve yetenekli olduğunu anladığımız Jack belki Picasso gibi, Monet gibi ünlü olacaktı.
Sınıf çatışması. Fimlere, kitaplara bol bol konu olan bir tema daha. Titanik sınıf çatışmasını iyi gösteren bir film. Filikalar birinci sınıf yolcularını alırken üçüncü sınıf yolcuları kaderleriyle baş başa. Hatta kaos çıkmasın diye üst güvertelere çıkan kapılar kilit altında.
İnsanın doğayla çatışması. İnsan kibirli varlık. Gözünü hırs bürümüş. Hangi çağda olursa olsun, bu hırsın, açgözlülüğün sonu fena. Afetlere davetiye çıkarıyor. Filmde gördüğümüz, umulandan daha hızlı Newyork'a varma, manşetlere çıkma sevdası binlerce cana mal oluyor.
Rose, Jack'e verdiği sözü tutuyor. İçine gömdüğü sevgilisinin soyadıyla yeni bir başlangıç yaparak ona olan sevgisini, minnetini gösteriyor.
Jack'in son sözleri. Onu yaşama sımsıkı tutunma konusunda motive ettikten sonra, her şeye değdiğini söylüyor. Kaderi bu gemide Rose ile aşk yaşamak ve donarak ölmekse buna da razıyım tutumu... Hiç de adil değil. Aşka da kurban vermesek kendimizi. Olmaz mı?
Hansel ve Gretel masalını bilirsiniz. Hansel üvey anne ve babasının onlar için biçtiği planı duyunca eve dönüş yolunu bulmak için geçtikleri yollara ekmek kırıntıları bırakır. Ancak geri dönüş yolunu bulamazlar çünkü kuşlar, ekmek kırıntılarını yemiştir. Bu benzetme, okur ve izleyicinin kurmaca bir metinle veya kurgulanmış bir filmle kurduğu ilişkinin bir metaforu. Bizim de finale giden yolu bulabilmek, yazarın, senaristin, yönetmenin inşa ettiği sona varmak ve buradan memnun, tatmin olmuş ayrılmak için bize bırakılan ekmek kırıntılarına ihtiyacımız var. Hatırlayın. Neydi filmde bırakılan kırıntılar? Rose, yolculuğun henüz başında intihar etmek üzere, küpeşte tırmandığında Jack ayakkabısını, ceketini çıkartır. Ve artık ben de müdahilim, sen atlarsan ben de atlarım. Ama beni asıl korkutan şey suyun soğukluğu, der. Suya düşecek olurlarsa, 3-4 derecelik suda donarak ölme ihtimali çok yüksektir. Facia gerçekleştiğinde, filikalar eksik yolcuyla gemiden uzaklaştığında suda ölüm kalım savaşı verenlerin can yeleklerine karşın donarak öleceğini onlar bilmez, biz biliriz. Hem gerçek hayattan, hem de bize sunulan ekmek kırıntılarından.
Gerçek hayattan insanın kanını donduran bir gerçek daha. Titanik uluslararası üne sahip bir gemidir. Bu çok prestijli ilk seyahatte çok sayıda zengin yolcuda taşımakta ve onların ana kara ile telgraf haberleşmesi de sağlanmaktadır. Düşük ücretle çalışan iletişim personeli, bahşiş için önceliği yolcuların haberleşmesine vermiş, gemiye gönderilen buzdağlarıyla ilgili bilgilendirme notları kaptana iletilmemiştir. Titanik'in önünde ilerleyen ve en yakınında bulunan Californian seyir esnasında gördüğü buzdağlarını Titanik'e iletmeye devam etmiş ancak Titanik'in iletişimden sorumlu personeli tarafından kaba yanıt alınca aradaki iletişim ağını kapatmış. Bu da Titanik'e en yakın gemi olan Californian'ın transatlantikten gelen S.O.S çağrısını alamamasına yol açmış. Çağrıyı alan Carpatia geri döndüğünde filikalara binemeyen kazazedeler çoktan donarak öldüğü için filikalara yerleşmiş yolcuları kurtarabilmiştir.
Bu kaza uluslararası deniz taşımacılığında filika, can yeleği sayısı, gemiler arası iletişimin kesilmemesi, Kuzey Atlantik'te uluslararası buzdağı gözetleme gibi pek çok kuralın yerleşmesine vesile olmuş. Bir daha aynı trajedilerin yaşanmaması için gerekli önlemlerin sağlanmasını bir dizi sözleşmeye bağlamak, bilimin ilerlemek için yanılmaya ihtiyaç duyduğunu gösteren, insan canını bir istatistiğe çeviren katı bir gerçeklik. Oysa hikâyelerle başlamıştım söze. Kalplere dokunan, unutulmayan... Aradan geçen yüz yılı aşkın süreye rağmen kolektif hafızada yerini koruyan Titanik faciasını konu edinen filmin şu dokunaklı ezgisini bir kez dinleyip unutmak mümkün mü!
August 24, 2024
Güz sezonu, beklenen kitaplar ve kimi sorular...
Eylülün yaklaşmasıyla yarıda kalan diziler de yeniden merhaba demeye hazırlanıyor. Arada erkenci kuşlar da yok değil.
Dün gece canım bir şeyler izlemek istedi. İnstagramda takip ettiğim bir hesap "One Day" dizisini hatırlatınca bu eski, bildik, dokunaklı hikâyeyi yeniden izlemek, belki yeniden salya sümük ağlamak istedim. Muradına erememiş aşk hikâyelerinde izleyicisine, okuruna dokunan bir yan var, bilirsiniz. Hikâyenin ben içağırması boşuna değil. Buluştuk mu? Hayır! Çünkü ana sayfayı açınca "Emily in Paris"in yeni sezonun geldiği bilgisiyle karşılaştım. Eh severek izlemişliğimiz, Camille'e gıcık kapmışlığımız, Emily ve Gabriel'in kavuşmasını beklemişliğimiz var. İzlemeyelim de ne edelim. Peş peşe beş bölüm izledik. Evlat kişisiyle beraber. Ta ki kalanı 12 Eylül introsuna kadar!
*
Eylülün yaklaşmasıyla yayınevleri de yeni kitapların çıkışına hız veriyor. Yaz, nereden baksan gevşeme, öteleme, erteleme, tatil zamanı. Yakında yeni kitaplar fırından çıkacak. Üst üste yığılacak. Bütçenin, hevesin, zamanın el verdiğince artık. Öncelikle okuyacaklarım arasında üretken arkadaşım Füsun Çetinel'in çocuk romanı "Son Bahçe" var. Geçtiğimiz günlerde yayımlanan kitabın elime ulaşmasını bekliyorum şu sıra. İlk kitabı "Ayasofya Konuştu"dan itibaren ne yazdıysa okuduğum bir yazar, Füsun. Sosyal medyada bloğum vesilesiyle başlayan tanışıklığımız arkadaşlığa dönüştü. Yıllar içinde kızımla da epeyce ilerlettiler muhabbeti. Birlikte yaptıkları bir söyleşi dahi var. 5 yıl önce Deniz henüz 9 yaşındayken yaptıkları söyleşiyi merak edenler böyle buyursun.
Çocuklar ve tatlı soruları... Hepimiz türlü kimlikler altında çocuklarla karşılaşıyor ve onların gülümseten, şaşırtan sorularıyla karşılaşıyoruz. Meslekte karşılaştığım kimi sorular:
Bu işte iyi misin? (Süt dişine dolgu yapacağım bir hastam (5 yaş) yöneltmişti. Diplomamı gösterdim. Mezuniyet yılımı söyledim.)
Yüzünü merak ettim. Maskeni çıkarır mısın? (Pandemide beni hep maskeyle gören bir hastamın (yaş 8) ricası. İndirdim, gösterdim.)
Mikropları mı öldürüyorsun? (Annesine kanal tedavisi yaptığım esnada gütayı yakarak kestiğimi gören hasta yakını (yaş 4).
En yaygın sorular ise: İğne yapacak mısın? Acıyacak mı? Dişimi çekecek misin?
Siz de mesleğiniz gereği karşılaştığınız çocuklardan aldığınız ilginç soruları yazar mısınız? Birlikte gülümsemeye vesile olur, belki.
Tuğba Gürbüz's Blog
- Tuğba Gürbüz's profile
- 1 follower

