Tuğba Gürbüz's Blog, page 80

November 23, 2017

ŞEFKATLİ ANNE GÜNLÜĞÜ:1



Çocukla Barış, Bodrum BBOM Öğretmen Okulunda tanışan Özenç, Özge ve Gülesra öğretmenlerin orada öğrendikleri, araştırdıkları, derinleşmek istedikleri konuları ve sınıfa taşıdıklarını paylaştıkları dijital bir platform. Farklı yerlerde, farklı koşullarda çalışan üç öğretmen Sura Hart'ın rehberliğinde çıktıkları yolculuğu "Şefkatli Öğretmenin Günlüğü" köşesinde hafta hafta paylaşıyor. Gündemin ağırlığından kaçmak, umudunu arttırmak, çocuklarla ilişkilerinde fark yaratmak isteyen ebeveynler ve öğretmenler için küçük tavsiyelerle dolu günlükleri, kendi pratiğimize dökebilmek, sürecimizi gözlemlemek için bu şablonu kendi ev hâlimize uygulamak istedim. Adını da Özenç, Özge ve Gülesra öğretmenlerden ilhamla "Şefkatli Anne Günlüğü" koydum.
Sura Hart ne diyor? Kendilerinden sınıf yaşamına aktif olarak katkıda bulunmaları istendiğinde, öğrenciler genellikle hevesli katılımcı olmaya meyillidirler. Şiddetsiz İletişimin özünde karşılıklı anlaşmaya dayalı bir vizyon yaratmak vardır. Öğrencilerinizle birlikte geçirmek istediğiniz okul yılına dair bir vizyon belirleyin. Bu vizyonu yazın. Resimlerini çizin. Vizyonla ilgili konuşun. Ardından bu vizyonu ne tür davranışların destekleyeceği ile ilgili bir grup çalışması yapın. Anlaşmayı çocuklara imzalatın ve görebilecekleri bir yere asın.  
Ben ne düşünüyorum?Sınıf ortamı için tasarlanan bu vizyonu haneye taşımak istiyorum. Amacım haftalık aile toplantıları düzenlemek. Bu toplantılar aracılığıyla birbirini dinleme kültürünün oluşmasını, olumsuz duyguların ardında yatan istek ve ihtiyaçlara kulak verebilmeyi, sakinleştirici otorite rolünü başarıyla yürütebilmeyi, birbirimize, özellikle de kendime alan açabilmeyi hedefliyorum.  Özge'nin şefkatli öğretmen günlüğündeki şu sözleri (çocukla bağ kurmak _şiddetsiz iletişim_, dönemi planlarken gidilecek yollardan haberdar olmak _vizyon belirlemek_ ve bunun güvencesini sağlamak _anlaşma_) hedefimi pratiğe dökmemde bana yardımcı oldu. 
Deniz'in geri bildirimi ne?Deniz çember adabına, konuşma nesnesine kısmen aşinaydı. Hızla adapte oldu ve içselleştirdi. Birinci sınıfa başlamanın getirdiği değişimlere uyum sağlamak, yaşadığımız çatışmaları aşmak, kişisel hayallerimizi gerçekleştirebilmek için katılacağımız okul ve iş dışı aktivitelerin seçimi ve katılımı için çembere taşıdığımız konuların çözümü, aldığımız kararların uygulanması, devamlılığın sağlanması konularında oldukça hevesli ve işbirliğine açıktı. 
Sonrası ile ilgili ne düşünüyorum?Çatışma yaşadığımız anları haftalık olağan çembere taşımaya devam etmek istiyorum. Sakinliğimi kaybettğim anlar üzerinde özellikle durmak istiyorum. Beni tetikleyen neydi? Neden karşı çıktım? Onun isteği ve ihtiyacı neydi? Bu konuları çembere taşıdıkça harçlık, sabah okula hazırlanma, sevilmeyen öğle yemeği menüsü gibi zaman zaman sıkıntı çıkarabilen meselelere işlevsel ve yürüyen çözümler bulabildik. Katılımcılık Deniz'in işbirliğini arttırıyor. 
Kendimi nasıl değerlendiriyorum?Haftalık toplantı günü sabit değil. Bunu sabitleyebiliriz. Deniz'i dinlemek, cevap verene kadar sabretmek, varsayımda bulunmamak, onun adına karar vermemek günlük akışta gözden kaçırabildiğim noktalar. Çemberde onu sessizce dinlerken, anlattıklarının ardındaki ihtiyacı görmek, sıra bana geldiğinde bunu biraz daha derinleştirmesine yardımcı olmak, aldığımız kararlar ve uygulama konusunda geri bildirimde bulunmasını sağlamak attığımız adımların yol açtığı küçük değişimleri fark etmemi sağlıyor, inancımı ve umudumu arttırıyor. Duygu farkındalığıyla ilgili oyunların işimize yarayacağını düşünüyorum. Bu konuya daha da eğilmem gerek.
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on November 23, 2017 02:40

November 16, 2017

YAŞASIN HAYAL GÜCÜ

Yazmayı Sevmeyen Çocuğun Hikâyesi Miriam Dubini'nin yazdığı, Francesca Carabelli'nin resimlediği 9-10-11 yaşları için yazılmış bir çocuk kitabı. 
Kitabın kahramanı Samuele'nin kompozisyon dersiyle başı dertte. Doldurması gereken apak kâğıt karşısında bir hayaletle karşılaşmışcasına ürkek. Boş kâğıdın bilinmezliği, onu endişeye, tutukluğa sürüklüyor. Dile gelen tükenmez kalemi Gigia'nın yardımıyla bu durum çok yakında değişecek. Kelimeler okumaktan sıkılmayacağı şekilde ardı sıra kâğıdın üzerine dizilecek, "yazmak" eşlik etmekten hoşnut olduğu bir oyuna dönüşecek.
Yazmayı Sevmeyen Çocuğun Hikâyesi hem çocuklar hem büyükler için yazı tavsiyeleriyle dolu. Miriam Dubini, metnin büyüsünü ve eğlencesini bozmadan kurgunun içine yedirmiş tavsiyelerini. İşte bazıları:
Tasvirleriniz alışveriş listesine benzemesin.

Okumaktan sıkılmayacağınız hikâyeler yazın.
Merak duygunuzun peşine düşün.

Diyaloglar, kahramanları tanımamıza yardımcı olur ve olay örgüsünü ilerletir.

Kaleminizle dost olun. Size yeni fikirler ve ilham verebilir.

İlham geldiğinde yazdıklarınızı değiştirmekten çekinmeyin.

İmla kurallarını ihmal etmeyin.

Yazdıklarınızı yeniden okuyun.

Hikâyeler kâğıtla mürekkebin buluşmasından doğar. Daha önce yazdıysanız korkmayın, yeniden yazabilirsiniz.

Miriam Dubini yazma tıkanıklığı yaşayan yazarlara da sesleniyor:
Aklınıza yazacak bir şey gelmediğinde bilgisayarınızı bir kenara bırakın ve elinize uğurlu kaleminizi alın. Kaleminiz sizi asla hayal kırıklığına uğratmayacaktır.

Hikâye bittikten sonra bir kısa bölüm daha var. "Niçin Niçin Niçin" adlı  bölümde, Miriam Dubini çocuklara tükenmez kalemin icadı ve mürekkepler hakkında bazı kısa bilgiler veriyor. Çocuklara bir hikâyeye başlayabilmenin yolları üzerine ipuçları sunuyor. Onları kendi hikâyelerinin kahramanı olmaya davet ediyor.
Kitabın bir de kardeşi var: Okumayı Sevmeyen Çocuğun Hikâyesi Okumayı ve yazmayı eğlenceye çevirecek bu iki güzel kitap çocukların ve çocuklar için yazmayı düşünenlerin kitaplığında yer almalı.



Yazmayı Sevmeyen Çocuğun Hikâyesi
Yazan Miriam Dubini
Resimleyen Francesca Carabelli
Çeviren Filiz Özdem
YKY
Doğan Kardeş
9-11

* Bu yazı 13/11/2017 tarihinde Kitapeki'nde yayımlanmıştır. 







 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on November 16, 2017 00:47

November 15, 2017

SAÇMALAMA HAKKI

Deniz resim yapma konusunda fazla mükemmeliyetçiydi. Yaptığı çizimleri gerçekçi bulmaz, siler, üzerinden geçerdi, çizgileri giderek kalınlaşır, kâğıt yer yer incelirdi. Kimi karalar, kimi bırakır, sonuç olarak mutsuz olurdu. Vashti'nin hikâyesi de fayda etmezdi. Tüm bunlar geride kaldı. Deniz'i rahatlatan, mükemmelliği bir kenara koyup zevk almasını sağlayan, katıldığı uzun soluklu (yaklaşık 9 ay) sanat atölyesi ve Gizem öğretmen. Çanakkale Belediyesi'nin açtığı Çocuk Kültür Evi sanat, bale, hareketli saatler, akıl oyunları, robotik, yaratıcı drama, koro, satranç gibi pek çok atölyeye ve kütüphaneye ev sahipliği yapıyor. Çocuklar için tasarlanmış, geniş bir alan. İçinde özgürce koşturup oynuyorlar, öğreniyorlar, eğleniyorlar. Deniz ilk üyelerden. Geçen yıl katıldığı üç atölyeden birisi olan "sanat"ın ondaki değiştirici, dönüştürücü gücünün ilk elden tanığıyım.  Dada Neşeli Fikirler Atölyesi eğitmenleri tarafından Çocuk Kültür Evi'nde verilen atölyede, Deniz sanatın renkli, heyecanlı dünyasını keşfetti, çeşitli sanat akımlarıyla, sanatçılarla ve eserlerle tanıştı. En önemlisi yaratırken sınırsız saçmalama hakkına sahip olduğu bilgisini içselleştirdi ve mükemmeliyetçiliğini aştı.Yaşına uygun çizdiği resimlerle barışık, artık. Resim yapmayı seviyor. Belli bir tema verildiğinde bile içinde kendi hikâyesi olan resimler çiziyor. Eli kâğıdın üzerinde akıp gidiyor, alabildiğine rahat, heyecanlı... Düşünüyor, tasarlıyor, üretiyor. Birdenbire odasına kapanıyor. Kesiyor, boyuyor, yapıştırıyor, üç boyutlu minik eserler hazırlıyor ve bana hediye ediyor. Resim yapmak, eğlenmek, keşfetmek, üretmek, paylaşmak ve beğeni toplamak demek. Bunu eserini her sunuşunda yaptığı reveranstan çıkarıyorum. Deniz'den almam gereken dersler var. Sınırsız saçmalamak, sonuç odaklı düşünmemek ve eğlenmek. Şimdiye dek, aklıma, zihnime öykü geldiğinde, yazı masasına oturduğumda kelimeler, cümleler su gibi akıp gittiğinde yazdım. Elbette yazdıklarım üzerinde çalıştım, sildim, bazı yerleri yeniden yazdım, bağladım, yer değiştirdim ama parmaklarım klavyenin üzerinde dört nala koşacak kıvama gelmediyse yazmadım. Üzerine düşmedim. Öykü çalışmadım. Bir sporcu disipliniyle yazı masasına oturmadım. Bunu değiştirmek istiyorum. Her gün oturmak, iki üç satır da olsa kafamdaki projeye dair yazmak, ilk taslakların çıkmasına izin vermek, bunlara yazı kaslarını geliştirmek için yapılan günlük idmanlar gözüyle bakabilmek istiyorum. Ve yazarların tavsiyelerine kulak veriyorum. 
                                                                                          Karikatür: Yiğit Özgür
On defa yazmak olağandışı bir şey değildir. Saul Bellow Oyun şöyle yazılır: Oyunun lanet konusunu belirleyebilmek için yığınla yazı yazarsın ve bunun dörtte üçünü atıp yeniden yazarsın ve oyunun neyle ilgili olduğunu belirlersin ve bunun dörtte üçünü atarsın ve yeniden yazarsın. David Mamet Aynı öyküye birçok kısa açılış yaz... Bu açılışları bilinçli biçimde yargılama. Onun yerine çeşitlemeler üretmeye devam et... Bunu birkaç kez yaptıktan sonra, artık olasılıklar arasından yöntemli biçimde geçmekte ustalaşacaksın. Ve kaçınılmaz olarak çeşitlemelerden biri kafanda "tık" diye yerine oturacak ve "Evet, bu o" dedirten bir doğruluk ve isteklilik hissi duyacaksın. Kurmaca yazmanın ana zevklerinden biri işte budur. Nancy KressSorun şu ki, yazmaya daha yeni başladığında, kâğıda yazılmış sözcüklerin kutsal, değişmez ve tartışılmaz olduğuna inanabilirsin. Ama bitmiş, basılmış, telif hakkı alınmış bir kitapla uğraşmıyorsun; yalnızca bir fikirle, kitap oluncaya kadar birçok kez değişecek sözcük yığınıyla uğraşıyorsun. Dorothy Bryantİlk taslak, bir kitabın en kesinleşmemiş hâlidir, ki tam da burada, sabra ve cesarete, her şey daha iyi hâle gelinceye kadar kusursuz olmayanı kabul etme becerisine ihtiyacın var. Bernard Malamud
Yazar alıntıları Yaratıcı Yazının Sırları (Roland Fishman Notos Kitap çeviri Haluk Mesci) kitabından yapılmıştır.
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on November 15, 2017 05:47

November 7, 2017

NASIL YAZIYORLAR? (10)

Yazarların yazma alışkanlıkları, okurun ilgisini çeken bir konu. Sevdiğim, sevmediğim, okuduğum, okumadığım tüm yazarların söyleşilerinde yazım, üretim aşamasına dair söylediklerini iştahla, ilgiyle okuyorum. Kurmacabiyografiler, web günlüğüm olduğuna göre, yeri geldikçe buraya da not düşebilirim. İşte onuncusu: Eduardo Galeano 




Sessizlik lütfen 
Yazma uğraşına yeni başladığımda, Uruguaylı yazar Juan Carlos Onetti'den çok şey öğrendim. 
Bakışları tavana çevrili bir halde sigara içerken öğretiyordu, çünkü ağzından az sayıda çıkan ve çok eski uygarlıklara atfettiği sözcüklerine saygınlık kazandırmanın keyfini çıkarıyordu. 
Sigara izmaritleri ve köpek öldüren şarabın eşlik ettiği o suskun gecelerin birinde, üstat her zamanki gibi uzanmıştı, ben de yanında oturuyordum ve zaman bizi umursamadan geçiyordu.
İşte orada öylece dururken Onetti bana bir Çin atasözünün şöyle dediğini söyledi: 
"Var olmayı hak eden yegâne sözcükler sessizlikten daha iyi olanlardır."
Bunun bir Çin atasözü olduğundan pek emin değilim, ama asla unutmadım. 
Hiç unutmadığım bir diğer şey de, Gandhi'nin kız torununun yıllar sonra Montevideo'ya yaptığı bir ziyaret sırasında bana söyledikleri oldu. 
Onunla müdavimi olduğum Cafe El Brasilero'da buluştuk ve orada çocukluğundan bahsederken bana dedesinin ona sözcük orucu tutmayı öğrettiğini söyledi. Haftada bir gün, Gandhi ne bir şey dinliyor ne de bir şey söylüyormuş. Sözcük namına hiçbir şeyin olmadığı bir gün. 
Ertesi gün sözcükler kulağa başka türlü geliyormuş. 
Susarak konuşan sessizlik, sözü söylemeyi öğretir. 

Kaynak:
Hikâye Avcısı Eduardo Galeano
Çeviren Süleyman Doğru Sel Yayıncılık 




 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on November 07, 2017 21:39

BÖĞÜRTLEN ÇETESİ Hazine Peşinde

Bir ağaç, kesildikten sonra bile oyun arkadaşı bize. Önümüzde yatıyor. C şeklinde.Yağan yağmurun, nemin, küfün, böceklerin, kurtçukların etkisiyle içi oyuk. Kovuğun içi mor renkli anemonlarla dolu.  Bir mezarın üstünü örter gibi gelişigüzel serpilmişler. Bir çocuğun işi olmalı. Önünde dikine yerleştirilmiş bir kaç dal parçası var. Bir sunağı andırıyor. Tek eksik, yanan mum.Başımı yukarı kaldırıyorum. Alabildiğine ağaç... Dallar bir parça maviliğe geçit vermiyor. Yolun kalanı gözümde büyüyor ama bu ânı  genişletmek istiyorum. Deniz'i izliyorum. Sanki bir yerden işaret almış gibi başlıyor çalışmaya. Tek söz söylemeden küçük çalı çırpı parçalarıyla kapatıyor anemonların önünü. Babası yarım metre ilerimizde, saatini kontrol ediyor. Nereden baksan yedi saatlik yolumuz var. Deniz de farkında geciktiğimizin. Hareketlerinin hızlanmasından anlıyorum. Az sonra avuç içlerini birbirine sürtüp temizliyor. Yüzünde kocaman bir gülümseme.“Bitti, artık kaçamazlar.” Deniz, doğanın ona sunduğu anları yakalamakta ve oyuna çevirmekte mahir. Bir oyuncağın sunabileceği sınırlı eğlenceye karşın, doğadan toplanan dallar, taşlar, kurumuş yapraklar ve çiçekler içinde sonsuz olasılıklar barındırıyor. Verdiği müthiş rahatlama duygusu da cabası. Parklara, bahçelere, yeşil kitaplara düşkünlüğümüz bundan.Böğürtlen Çetesi Hazine Peşinde sevdiğimiz yeşil kitaplardan. İsveçli yazar Stefan Casta’nın yarattığı çete Ivan, Tim, Mila, Fabian, Fabian’ın köpeği Sivriburun ve Ivan’ın kedisi Uykusuz’dan oluşuyor. Böğürtlen Çetesi üyeleri İsveç’in kırsalında yaşıyor. Böğürtleni çok seviyorlar. Tehlikeli bir durum olduğunda baykuş sesi çıkararak haberleşiyorlar. Çok önemli bir şey olduğunda önceden belirledikleri yere pamuk çiçeği saklıyorlar. Şimdiye kadar önemli bir şey olmadı amma velakin bugün talihleri dönmek üzere. Televizyon, bir soygun haberini duyuruyor. Fısıltı gazetesi iş başında. Tüm işaretler onların ormanda saklandığını gösteriyor. Soyguncular buradaysa, hazine de ormanda bir yerlerde olmalı. Üstelik yerde taze tekerlek izleri de var. Tekerlek izlerini takip edip kayıp hazinenin peşine düşüyorlar ancak soyguncuları onlardan önce polis yakalıyor. Kötü talih. Bir de Mila var. Saçlarının çok güzel koktuğunu söylemiş miydim?İsveç’in kırsalında geçen öykünün anlatıcısı Ivan. Ivan’ın gözünden çocuk dünyası çok doğal ve gerçeğe yakın aktarılıyor. Sahici diyaloglar, fonksiyonel ayrıntılar, araya serpiştirilmiş mizahi ögeler metni zenginleştiriyor. Resimli kitap olduğu için çizer Mimmi Tollerup-Grkovic bize sahneleri çiziyor ancak metnin resimlere ihtiyacı yok. Gözlerinizi kapatın ve dinleyin. Böğürtlen Çetesi, oyun oynadıkları orman, ağaç ev, hepsi gözünüzün önünde kolayca canlanacak.



Böğürtlen Çetesi Hazine Peşinde baskısı tükenmiş bir kitap. Dilerim hem bu kitap hem de çetenin diğer maceraları kısa zamanda okura ulaşır.
Böğürtlen Çetesi Hazine PeşindeYazan Stefan Casta                                       Çizen Mimmi Tollerup-Grkovicİsveççeden çeviren Ali Arda Kanat Kitap 

* Bu yazı 4/11/2017 tarihinde Yeşil Gazete'de Çocuklar İçin Yeşil Kitaplar bölümünde yayımlanmıştır. 




 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on November 07, 2017 08:16

November 6, 2017

Sanal Okuma Kulübü:1

Sanal okuma kulübümü takdimimdir:
Ön açıklama: Bu yazı bol miktarda blog müttefikliği ihtiva ettiğinden henüz denk gelmediğiniz yeni edebiyat bloglarıyla tanış olmanıza vesile olabilir.

Okuma partneri Konserve Ruhlar  Damızlık Kızın Öyküsü Yazan Margaret Atwood Çeviren Özcan Kabakçıoğlu, Sevinç AltınçekiçDoğan Kitap


Damızlık Kızın Öyküsü gibi çok bilinen, hakkında epey söz söylenmiş bir feminist distopya hakkında yazmak kolay iş değil. Söyleyecek büyük büyük sözlerim yok. O yüzden Sanal Kitap Kulübü nasıl doğdu, romanı nasıl seçtik onları yazayım ve eşzamanlı okumaya eşlik eden mektuplardan parçalar koyayım, yoksa bu yazıya başlamam ya da bitirmem mümkün olmayacak.
Onur'un geçtiğimiz günlerde 10. yaşını kutlayan Parşömen Sanal Fanzin'inde yer alan Dünlükler serisini ilk günden itibaren zevkle takip ediyorum. Dünlük ne ola derseniz, ilk yazının girişinde amacını ve yapacaklarını şöyle anlatıyordu Sn Çalı:
"Bundan sonra her gün olmasa bile hemen her gün bir şeyler yazacağım, günlük niyetine. Yazı ister istemez geçmişi imlediği için de bunların adı dünlük olsun. Okuduklarım, izlediklerim, bakıp gördüklerim üzerine birkaç delibozuk söz… Kendi kendime konuşmamak için. İlaç niyetine yazı… Parşömen her ne kadar bir edebiyat dergisi (hatta zaman zaman müzik dergisi ve kitap dergisi) gibi davransa da kökünde bir blog ve blog demek internet günlüğü tutmak demek aslında…
Vira bismillah!"
Dünlüklerdeki önerileri dikkate alıyorum ve şimdiye değin pişman olmadım. Harcadığım zamana değdiğini hissettim, hep. O yüzden 54. Dünlük'te önerilen iki diziyi (Apple Tree Yard ve The Young Pope) izleyebilmek için tereddüt etmeden Blu TV'ye kaydoldum. Siteye her girdiğimde gözüm (o esnada 13 Emmy ödülü adayı, şimdilerde 2017 En İyi Dizi ödülü dahil olmak üzere 10 Emmy ödüllü)  Hand Maid's Tale'e kayıyor, izlediklerim bitince bir bakarım, diyordum. Zira senaryonun Margaret Atwood'un Damızlık Kızın Öyküsü adlı romanından uyarlandığının farkında değildim. Emmy Ödülleri açıklanıp dizi gündeme oturunca tüm faniler gibi ben de öğrendim. Ve nicedir okumayı düşündüğüm romanı satın alıp okunmaya değer diğer güzel kitapların yanına bıraktım. Tecrübeyle sabit, seçeneklerin çokluğu seçim yapmayı zorlaştırıyor. Hepsini aynı anda okumak mümkün olmadığına göre bazı okumaları ertelemek gerekiyor. Bu erteleme hâli yalnızca kitap okumakla sınırlı kalmıyor, yavaş yavaş ince saydam bir örtü gibi yayılıveriyor evin üzerine. Bir de bakıyorsun, motoru bozulmuş avize iki aydır yemek masasının üzerinde yatmakta, çivi çakmak için eve getirilen alet çantası haftalardır holde durmakta, çalışma masama her oturduğumda ayağım Mülteci Derneği'ne vermek üzere ayırdığım içi kıyafet dolu bavula çarpmakta... Silkelenip bir yerden başlamalı diye düşündüm. Düzene ihtiyaç duyuyorum, okurken, yazarken, yaşarken... Listelerle gezmiyorum ama yapmam gereken her ertelenmiş işe bir tik attığımda içim böyle püfür püfür esiyor. İşte bu esintiyi okuma yazma masamın üzerine doğru yöneltmek istedim. Peki ama nasıl?  Blogger arkadaşlarımla ortak belirlediğimiz bir kitabı eşzamanlı okumak, okuma sürerken hakkında yazışmak odaklanmamı sağlayacak, zihin açıcı bir egzersiz gibi gözüktü o anda bana. İlk teklifi Konserve Ruhlar'a götürdüm. Panama'da yaşadığı ve köşe başında Türkçe kitaplar satan bir kitapçı olmadığı için onun elinin altındaki kitaplardan seçmek daha uygun olacaktı. Elimizde mevcut, okunmayı bekleyen kitapları listeledik. Ortak kitaplardan öncelikle okumak istediklerimizi sıraladık. Bir de baktık, ikimiz de o sıralar Damızlık Kızın Öyküsü romanından uyarlanan Handmaid's Tale adlı diziyi izlemeye başlamışız... Nereden başlayacağımız belliydi.

Ve mektuplar:
Dizinin 3. bölümünü izledikten sonra kitabı okumaya da başladım. Konunun ne olduğundan haberim vardı. Mekân, kişiler zihnimde canlıydı. Bununla beraber Margaret Atwood'un kelimelerle çizdiği resmi görmemek imkânsız. Uzun zamandır kendimi külliyattan ziyade, yeni çıkanlarla, nispeten daha yeni yazarlarla hizaladığımı, içlerinde güzel örnekler olsa da, bu okumaların kendi yazma sürecime iyi gelmediğini, hadi açıkça ismini koyayım yazma tıkanıklığı yaşadığımı hissediyordum. Şimdi böylesi güçlü bir feminist distopyayı okumaya başlamanın ruhuma nasıl iyi geldiğini anlatamam. Düşüncelerimin uçuştuğunu hissedebiliyorum. Kendi okuma yazma sürecimle ilgili de bazı fikirler oluştu kafamda. En önemlisi yalınlık meselesi.Öyküde tasarruf, yalın ve ekonomik dil yanlış anlaşılıyor sanki. Piyasada yeni yazarlara ait pek çok yalın dille yazılmış kitap mevcut ama nasıl desem oradaki yalınlık ve akıcılık bana basitlik, kolaycılık gibi geliyor. Olay anlatmakla yetinen, dili araç olmaya mahkum eden, fazla gündelik, sıradan bir dil, blog yazıları gibi, ya da iki kitapseverin bir kafede karşılıklı konuşmalarına kulak kabartmak gibi. Edebiyata teğellenmiş ama tam olarak kendisi değil.

                                                                      *** Damızlık Kızın Öyküsü'nün ilginç bir konusu var. Bu yadsınamaz. Yaşam alanlarımızı giderek  daraltan, özgürlüklerimize göz koyan İslami faşizmin boyunduruğu altında okumak, okuma eyleminin kendisini daha da çarpıcı, unutulmaz kılıyor. Tüm bu baskıya rağmen, hâlâ evlerimizdeyiz işte, yeterince güçlü ses çıkartmıyoruz. Bu hâli anlatan bir sahne: "Hiçbir şey bir anda değişmez: Derece derece ısınan bir küvette farkına varmadan haşlanarak ölürsünüz. Elbette gazetelerde öyküler vardı, hendeklerde ya da ormanlarda bulunan cesetler, ölesiye dövülmüş ya da sakatlanmış, eskiden dedikleri gibi saldırıya uğramış; ama bunlar başka kadınlar hakkındaydı ve bunları yapan erkekler başka erkeklerdi. Hiçbiri tanıdığımız erkekler değildi. Gazete öyküleri bizim için rüya gibiydi, başkalarının gördüğü kötü rüyalar. Ne korkunç, derdik, öyleydiler de, ama inanılır olmaksızın korkunçtular. Aşırı melodramatiktiler, bizim hayatımıza ait olmayan bir boyuta sahiptiler.
Gazetelere konu olmayan insanlardık biz. Baskı kenarlarındaki beyaz boş alanlarda yaşıyorduk. Bu bize daha çok özgürlük veriyordu.
Öyküler arasındaki boşluklarda yaşardık." s. 77
Benim başıma gelmez hissi yüzünden duyarsızlaşıyoruz sanırım. Sıra bize gelene kadar ses çıkarmıyoruz. Geldiğindeyse ...

                                                                       ***
İlk okuduğum Atwood romanı Kedi Gözü'ydü. Hayal meyal hatırlıyorum. Üniversiteye yeni başladığım sıralar olmalı. Bir büyüme öyküsüydü, anlatılan. O zaman çok farkına varamamıştım. Yerdeniz Büyücüsü'nün arka kapağında şöyle diyor Ursula Le Guin: "Sanırım Yerdeniz Büyücüsü'nün en çocuksu yanı konusu: Büyümek. Büyümek, benim yıllarımı alan bir süreç oldu; bu süreci otuz bir yaşımda tamamladım - ne kadar tamamlanabilirse; o yüzden de çok önemsiyorum. Çoğu genç de önemser. Ne de olsa esas işleri budur: Büyümek" Büyümek mevzuu benim için buradaki masal söyleşileriyle önem kazandı. Benim için yeni bir konuydu. Masallara bakmadığım bir gözle bakmamı sağladı. Masalın aslında çocuklara hitap etmediği, erginlenme zamanındaki bireylere seslendiği, ormanın, dağların ve türlü belanın birer eşik olduğu, bu eşik aşıldığında yetişkin dünyaya adım atıldığı vb. Şimdi okuduğum, izlediğim her türlü yapıta "büyümek" ve "kahramanın yolculuğu" üzerinden bakıyorum. Bunun önemli olduğunu düşünüyorum. Diyeceğim o ki Kedi Gözü'nü şimdi okusam farklı bir tat alırım, eminim.                                                                                                                                     ***
Roman devam ediyor. Severek okuyorum. Ancak yoğunluk nedeniyle henüz 155. sayfadayım. Sen nerelerdesin? Dizi ise bitmek üzere. Son bir bölüm kaldı. Dizide kumandanların eşlerinin içinde bulunduğu durum, onların ruh hâli daha incelikli veriliyor bence. Romanda bunu çok sezmedim. Belki roman June'un yani Offred'in gözünden anlatılırken dizide sinemanın olanaklarından faydalanıp daha geniş bir açıdan verildiği içindir. Okuma devam ettiğinde belki fikrim değişir, bilemiyorum. 
                                                                    *** Son söz: Margaret Atwood'un, Damızlık Kızın Öyküsü'nün MGM/Hulu tarafından diziye uyarlanmasının ardından New York Times için yazdığı "Damızlık Kızın Öyküsü Trump Çağı'nda Ne Anlam Taşır?" başlıklı yazı Emre Akaltın çevirisiyle Sanat Atak'ta yer alıyor. Buradan okuyabilirsiniz.

Sıradaki kitap: Günden Kalanlar Kazuo Ishiguro
Okuma Partneri elmanın içi nam-ı diğer M. Barış Övün











 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on November 06, 2017 05:20

October 31, 2017

Anlık haz maymunu iş başında

Wait But Why bloğunun yazarı Tim Urban'ın "Usta bir erteleyicinin kafasının içindekiler" başlıklı TED konuşması


 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on October 31, 2017 13:53

October 29, 2017

OYUN ARKADAŞIM

Bir ağaç, kesildikten sonra bile oyun arkadaşı bize. Önümüzde yatıyor. C şeklinde.Yağan yağmurun, nemin, küfün, böceklerin, kurtçukların etkisiyle içi oyuk. Kovuğun içi mor renkli anemonlarla dolu.  Bir mezarın üstünü örter gibi gelişigüzel serpilmişler. Bir çocuğun işi olmalı. Önünde dikine yerleştirilmiş bir kaç dal parçası var. Bir sunağı andırıyor, bütünü. Tek eksik, yanan bir mum.
Başımı yukarı kaldırıyorum. Alabildiğine ağaç... Dallar bir parça maviliğe geçit vermiyor. Yolun kalanı gözümde büyüyor ama bu ânı  genişletmek istiyorum. Deniz'i izliyorum. Sanki bir yerden işaret almış gibi başlıyor çalışmaya. Tek söz söylemeden küçük çalı çırpı parçalarıyla kapatıyor anemonların önünü. Babası yarım metre ilerimizde, saatini kontrol ediyor. Nereden baksan yedi saatlik yolumuz var. Deniz de farkında geciktiğimizin. Hareketlerinin hızlanmasından anlıyorum. Az sonra avuç içlerini birbirine sürtüp temizliyor. Yüzünde kocaman bir gülümseme.
"Bitti. Artık kaçamazlar."Deniz doğanın ona sunduğu anları yakalamakta ve oyuna çevirmekte mahir, bütün çocuklar gibi.


 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on October 29, 2017 13:47

October 27, 2017

UYKU, BİRAZ UYKU ...


Deniz uyumaktan pek hoşlanmazdı. Kreşe başlayana kadar gün içinde bizi görmediği ve akşamları birlikte oyun oynamak istediği için uyumak eyleminin en temel işlevini yani bedenin dinlenmesi gerekliliğini gözden kaçırıyordu. Çünkü o uyuduktan sonra biz oturmaya, eğlenmeye devam ediyorduk. Bu düpedüz adaletsizlikti. Eğlenmek, farklı şeyler yapmak, gezmek için bize ihtiyacı vardı. Uyku tüm bu büyüyü bozan, bela bir şeydi. Kreşe başlayınca bizim dışımızda, kendine ait çevresi, dünyası oluşmaya başladı. Amma velakin okulda geçirdiği sürenin büyük kısmı aynı dersliğin içinde ve masa başında yapılandırılmış faaliyetlerle geçtiği için bedenen yorgun düşmüyor, uykuya geçmesi gene kolay olmuyordu. Yo-yo gibi geçti bu yıllar, kural koy, uygula, ihlal et, kabullen. Deniz ise hep ne istediğini bildi: uyumak istemiyorum, uyumayı sevmiyorum. Sonunda yıldım, çekişmeyi bıraktım ve onun benim uzantım olmadığını, ayrı bir birey olduğunu, saygı göstermem gerektiğini öğrendim. Zaman zaman kabullenmekte zorlandım ve yeniden çekişmeye koyuldum. Çünkü bana göre olması gerekenden daha geç bir saatte uyuyordu. Ben de yapacaklarını o uyuduktan sonraya sıkıştırmaya, sığıştırmaya çalışan kişi oluyor, uykusuz kalıyor, sabahları zor uyanıyordum. İlkokul birinci sınıf ikimiz için de milad oldu. İkimiz de kısa sürede bu yeni düzene uyum sağladık. Deniz okul ortamına, teneffüslere, öğretmene, arkadaşlarına, okula servisle gidip gelmeye alıştı. Çantasını toplamak, sorumluluklarını yerine getirmek (öğretmenin ilettiği notları, imzalanacak formları iletmek vb), ödevlerini vaktinde yapmakla yükümlü. Kalan zamanını dilediği gibi kullanabiliyor. Fazla ödevi olmadığı, okuldan erken çıktığı için pek çok akranının aksine "okula başlamak" oyun alanını yitirmesine sebep olmadı. Oyun oynamaya, parka gitmeye, istediği atölyelere katılmaya zamanı, isteği ve enerjisi var. Saat 10'da hem bedenen hem zihnen yorgun düştüğü için kolayca uyuyabiliyor. Okuldan hoşnut döndüğünü görmek de cabası. Zira  ilkokul Deniz'e daha fazla alan ve seçme özgürlüğü verdi. Haftada bir gün kantinden alışveriş yapabilmesi için kendine ait 2 lirası da var. Bu parayı elde etmek için verdiği mücadele ayrı ve takdire şayan bir  hikâye.Benim de yükümlülüklerim var. Deniz'in erken uyanması, kahvaltı yapıp zamanında servis için hazır olması, her gün için belirlenmiş beslenme ve diğer atıştırmalıkları çantaya koymak, ödev-oyun dengesini sağlıklı bir şekilde kurması ve devam ettirmesi konusunda ona yardımcı olmak vb. Kendimi ondan ve tüm yaptıklarından sorumlu görmek yerine ona karşı sorumluluklarım olduğunu kabul etmek ve kendimi onun hayatının kolaylaştırıcısı olarak tanımlamak beni rahatlattı. İlişkimizi de sağlamlaştırdı. İkimiz de memnunuz hayatımızdan. Gece 10 oldu mu evden sesler çekiliyor. 22.00-24.00 arası benim. Dilediğim gibi kullanabilirim. Temel ihtiyaçlarımızı gidermek için yapmam gerekenlerin bir kısmını bu zaman diliminde yapıyorum. Bununla beraber tamamen bana ait geceler de var. Uykusuz kalmak istemiyorum. Dijital tuzaklardan kaçıyorum. Kitap okurken modemi, bilgisayarı kapatıyor, laptopu yakınımdan uzaklaştırıyorum. Facebook hesabımı da dondurdum. Bu seferki mola birkaç haftadan uzun sürecek. Umudum var.
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on October 27, 2017 00:27

October 25, 2017

Daldan dala bu aralar ben


Pazartesi. Haftanın ve günün ilk hastası. Unutulacak gibi değil. Sebebi, kısaca 10 kelime:Mezun olduğu Eğitim Fakültesi'nin kantinini işleten bir sosyal bilgiler öğretmeniydi.
                                                              ***Doğa yürüyüşleri bize avcı-toplayıcı bir topluluğun üyesiymişiz gibi hareket etme fırsatı tanıyor. Denizle bu oyunu seviyoruz ancak biz kesinlikle avcı değiliz, yalnızca toplayıcı. Bu pazar havanın güneşli olmasını fırsat bilip kestane ormanına gittik. Yanlış bir sapağa girince böğürtlen, kuşburnu ve güvem eriği de toplama imkânı bulduk. Güvem eriği su kenarlarında, yol boylarında, tarla sınırlarında kendiliğinden çıkan yabani bir çalılığın meyvesi. Trakya bölgesinde yetişiyor. Halk arasında farklı isimleri var: güven, güvem, gövem, çakal eriği, çoban üzümü. Mavi renkli, hafif mayhoş tadı var. Marmelat ya da şurup yapılıyor, çay (taze ve kurutulmuş) olarak tüketiliyor. Ben 3 su bardağı gövemi 1,5 su bardağı şekerle kaynatarak reçel yaptım. Bir dahaki sefere marmelatını yapmayı deneyeceğim.

                                                                     ***
Bu sabah Şiddetsiz İletişim websitesinde gezinirken okuduğumdur:"Gerçekten bir şeyler öğrenmek için taşkın bir merak lazım, bir de beceriksizlik ve mahçup olmak gibi insan olduğumuza işaret eden belirtilere tahammül etmeye hazır olmak lazım." Dawna MarkovaZamanlama manidar. Dünkü Çağdaş Dans Teknikleri dersinde zorlandım. Ders esnasında "Ne işim var burada?" soruları içimi yokladı. Sınıfın ortasında bedenimle cebelleşirken kendimi pek beceriksiz hissettim. Sonuç olarak beceriksizlik, mahçubiyet, utanma gibi insani duygularımı kabullenmeye ve devam etmeye kararlıyım. Değişiklik yok. İzlerken son derece akışkan görünen hareketleri bedenimin hafızasına yerleştirmek zaman alacak biliyorum. Sık sık kendime performans odaklı bir araya gelmediğimizi, her birimizin yolculuğunun bireysel olduğunu, birinin ileride, diğerinin geride olmasının grup çalışmasını olumsuz etkilemeyeceğini hatırlatmam gerekecek. Tüm bu yere iniş ve yerden kalkışlar, bedeni doğru kullanmaya, omurganın sağlığını korumaya, minimum eforla hareket etmeyi öğrenmeye hizmet ediyor. Ayrıca bedenin mekânla, zeminle, kendiyle ve diğer bedenlerle ilişkisini araştırmak, bedene ve zihne alan sağlıyor, yaratıcılığın önünü açıyor. O yüzden yerlerde debelenmeye devam!                                                                                                                                    ***
Şiddetsiz İletişim buluşmalarında dördüncüyü geride bıraktık. İkili gruplar halinde ihtiyaç meditasyonu yapmak hepimize iyi geldi. Naçizane tavsiyem Şiddetsiz İletişim ile kitap yerine bir başlangıç eğitimi ya da alıştırma grupları aracılığıyla tanışmanız. Zira kitap fazlasıyla Kişisel Gelişim kokuyor. Şöyle bir kurcalayıp elinizden atmanız kuvvetle muhtemel. Oysa Şiddetsiz İletişim ile ilişkilerimize farklı bir bakış açısı getirmek, duygularımızın, ihtiyaçlarımızın farkına varmak, farkındalığımızı arttırmak mümkün. Herhangi bir eğitim almasanız bile konuya ilgi duyan arkadaşlarınızla belli aralıklarla bir araya gelebilir, bildiklerinizi paylaşabilir, alıştırma yaparak içselleştirebilir, kendinizin ve diğerlerinin iyiliğine katkı sunabilirsiniz. Özellikle ebeveynlerin ve öğretmenlerin öğrenmesi fark yaratacaktır. 
                                                 
                                                              ***
Bu hafta fiziksel olarak kendimi oldukça yorgun hissediyorum. Yataktan güç bela çıkıyorum. Dışarısı puslu karanlık. Yorganın içine büzülüp uyumak varken bir telaştır başlıyor. Servis gelene kadar evin içinde bir oraya bir buraya koşturuyoruz. Kahvaltı, tuvalet, giyinme, beslenme çantası hazırlama, diş fırçalama, vitamin, burun spreyi, saç toplama (bu konuda kesinlikle desteklenmeye ihtiyacım var)... Bu hız ikimizin de başını döndürüyor. Sanırım daha erken yatmaya ve biraz dinlenmeye ihtiyacım var. Üç günlük tatil derdime derman olur umarım. Cuma gününü iple çekiyorum. 




                                                         
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on October 25, 2017 01:59

Tuğba Gürbüz's Blog

Tuğba Gürbüz
Tuğba Gürbüz isn't a Goodreads Author (yet), but they do have a blog, so here are some recent posts imported from their feed.
Follow Tuğba Gürbüz's blog with rss.