Tuğba Gürbüz's Blog, page 77

March 19, 2018

UYANAN GÜZEL

Jale Sancak, Hep Kitap etiketiyle yayımlanan son romanı Uyanan Güzel'de, yatalak babası Azim ve yeğeni Deniz'e bakan terzi Vahide ile 5 Şubat 1994 yılında Saraybosna'da Markale Katliamı'nda bacağını kaybeden çingene sokak çalgıcısı Adrian'ın yollarını kesiştiriyor ve okuru içinde barındırdığı cümle kötülüğe, karanlığa rağmen umut dolu, sıcacık bir anlatıyla buluşturuyor. 


Romanın konusu:
Roman Gri Şehrin Masalı ile başlıyor. 

"Komutan kıyıdan içerilere yürüdükçe zambak öbekleri, düğünçiçekleri, mimozalar ve yabani güllerle karşılaştı, yüreğini yumuşattı bu manzara. Durup patikaları kuşatmış katırtırnaklarını, yaseminleri kokladı, başının üstünde dönenen kırlangıçları, güvercinleri, turnaları, çok yüksekten uçan kartalları seyretti, derelerin şırıltısını dinledi.
Yarımada bakirdi, huzurluydu, toprak gümrahtı, denizden bereket fışkırıyordu, hemen işe koyulmalı, koloniyi kurmalıydı.
Şükran duygusuyla, suyla oynaşan kartal gagasının üstüne Denizler Tanrısı Poseidon için bir tapınak inşa ettiler. Ardından surlarla çevirdiler yöresini. Şehir böyle böyle başladı; böyle böyle başladı ağacın kesilişi ve taşın yerinden edilişi."
Coşkun bir doğa betimlemesiyle başlayan masal, ilk kolonilerin yerleşmesiyle birlikte, doğanın kaybedeceğini, bu toprakların giderek yerleşke hâline geleceğini, üzerinde yaşayan insan nüfusu arttıkça renklerini nasıl yitireceğini, giderek nasıl grileşeceğini ima ederek bitiyor.

Sonra Vahide sözü alıyor. Gençliğini, güzelliğini, sevme ve sevilme ihtimalini yitirmiş yalnız, yorgun, cefakar Vahide. Terzi Vahide, yatalak babasına bakan Vahide, öksüz ve yetim yeğeni Deniz'e bakan Vahide. Bir kâbustan uyanan Vahide...

Gördüğü kâbusun etkisiyle yıllarca içinde taşıdığı ağırlığı yeğeni Denizle paylaşınca, anlatmaya başlayınca değişimin ta kendisi oluyor. Büyüyor, yeniliklere açıyor kendisini, yeni kitaplar okuyor, filmler izliyor, aşkı tadıyor.

Kent bir yandan betonlaşırken bir yandan da kolektif hafızaya yerleşmiş tüm mekânlar birer birer yıkılıyor. Sokak müzisyenlerinin sesi kısılıyor. Mücadele zorlu ama yan yana durmanın umudu da bulaşıcı. Gri şehir daha karanlık, kahırlı günlere sürüklenirken roman, bu gidişe dur demek isteyen, sandığınız kadar az değiliz diyen insanların el ele tutuşmaya devam etmesiyle bitiyor. Her türlü zorluğa rağmen dayanışma, dostluk, aşk kazanıyor.
Okuma notları:
1-Jale Sancak'ın yazın dünyasında mekânın ayrıcalıklı bir yeri var. Mekân onun için yalnızca olayların geçtiği yer olmaktan çok uzak. Onu kurmacanın önemli bir kozuna çeviriyor, atmosferi,  kahramanların içinde bulundukları ruh hâlini güçlendirecek şekilde kullanıyor. Uyanan Güzel'de durum farklı değil.
2-Tanrı yazar anlatıcıdan kahramana, kahramanın zihninin derinliklerine sayısız kereler giriyor ve çıkıyoruz. Okurken hiç tökezlemeden takip ediyoruz. Sanki yazarın elinde bir kamera var, geniş açıyla başlıyor, giderek daralıyor, yoğunlaşıyor ve hep beraber sonraki sahneye geçiyoruz. Öylesine akışkan.
3-Uyanan Güzel'de toplumsal, bireysel ve ekolojik yıkımlar anlatılıyor. Bununla beraber anlatı karamsar olmaktan çok uzak. Okuma bittiğinde Romain Rolland'ın ünlü sözünü hatırlayacaksınız: "Bildiklerimle kötümser, irademle iyimserim."

Uyanan Güzel
Jale Sancak
Hep Kitap
roman 
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on March 19, 2018 14:00

Mevzumuz Öykü: Kadire Bozkurt ile söyleşi*


“Öykü, şiirden büyük, romandan küçük değildir.”


Öykü ne değildir?Plastik değildir mesela. Ağzı rujlu, yanağı pembe, cildi porselen, süslü püslü kutulu bebek değildir. Yatırınca gözünü kapasın da kaldırınca açsın, uysal, uyumlu olsun, bıraktığın yerde dursun... Değildir. Şiirden büyük, romandan küçük değildir. Ölçüye tartıya gelmez. Sıkıcı, sıradan, sahtekâr, kibirli, hesapçı değildir. Edebiyat üzerinden akrabalık kurduğunuz bir şairin en sevdiğiniz şiirinden iki ya da üç dizeyi bizimle paylaşır mısınız?Bir şeyden kaçıyorum bir şeyden, kendimi bulamıyorum dönüp gelip kendime yerleşemiyorum, kendimi bir yer edinemiyorum, kendime bir yer... Kuş Koysunlar Yoluna- Nilgün MarmaraAtmosfer, bir betimlemeler zinciri değilse, nedir?Bizim için fiziki anlamda dünya neyse odur sanırım. Yalnız insanlar olsaydı da ağaçlar olmasaydı mesela. Kediler, papatyalar, gökler ve çimenler, koltuklar, hasır tabureler, divanlar ve sedirler olmasaydı. Kahramanlarımız hiçliğin ortasında konuşup dursaydı. Sanırım hiç kimse okumaya âşık olmazdı o halde. Dekordan ötedir atmosfer. Kahramanlar soluk alabilsin, kanlı canlı insanlara dönsün diye onlara bizim bildiğimize benzeyen bir dünya yaratmaktır. Böylece onlar da mavi göğün ya da yıldızların altında, ayaklarının altındaki çimenlere basarak her ne yapacaklarsa onu yaparlar. Biz de okur olarak onlara inanırız. Atmosferin eksik olduğu öyküler bana şu yeni sinema tekniğini anımsatıyor. Bir stüdyoda devasa yeşil perdenin önünde koşan, görünmeyen canavarlardan kaçan, olmayan bir şeylere sevinen, konuşan oyuncular. Öykücü, çağının tanığı olmalı mıdır?        Çağının tanığı olmamayı seçmek mümkün mü? İster istemez tanıklık ediyoruz. Öykücülük de tanıklıktan, yaşamaktan uzak bir yerde durmuyor. Gördüklerimi, duyduklarımı, hatırladıklarımı yazarken istesem de soyutlayamam kendimi. Diyelim ki başka çağlara dair yazacağım, yine sıyrılamam kendi çağımdan. Çünkü baktığım pencere bulunduğum yerden açılacak. Bu kendiliğindenlik sorun yaratmıyor ama kasıtla, illa ki tanıklık edeceğim ve onları yazacağım diye düşünerek yazmak bana göre değil. Tarihçi değilim.
Ernest Hemingway, “... bazen bir öyküye başlayıp da tıkandığımda ateşin önüne oturur ve küçük portakalların kabuklarını ateşin ucuna doğru sıkıp yanarken çıkardıkları mavi alevleri izlerim. Ayağa kalkar, Paris'in çatıları üzerinden bakarak: ‘Endişelenme. Nasıl her zaman yazdıysan şimdi de yazacaksın. Tek yapman gereken doğru bir cümle yazmak.Bildiğin en doğru cümleyi yaz,’ diye düşünürüm,” diyor. Yazarken tıkandığınızı hissettiğinizde bildiğiniz en doğru cümleyi hatırlamak için nelere başvurursunuz?Çok seviyorum Hemingway’in bu söylediklerini. Düştüğümde beni elimden tutup kaldırıyor. Tıkandığımda en çok Vüs’at O. Bener okurum. Hemingway, Faulkner ve Carver da okurum. Bir onu, bir öbürünü alırım elime, üzülür hepsini bırakırım. Ama bildiğim en doğru cümleyi hatırlamak gibi olmuyor benimkisi. Doğru ses veren notayı aramaya benziyor biraz, yazıdan çok müzikle ilgili sanki. Bir ritim var ya öyküde, işte onun açılış ezgisi bir gelse, gerisinde pek takılmıyorum. Başlamak en zoru. Başladıktan sonra, ne anlatmak istediğimi biliyorsam akıp geliyor öykü. Mesele neyi, nasıl anlatacağını bulmakta.Dil amaç mıdır, araç mı?Dil her şeydir. Amaç, araç, varoluşun temeli. Oksijen amaç mıdır, araç mı diye de sorabiliriz. Cevap aynı olur. Öykücü, bir hikâye kahramanı yarattığında onu pek çok özelliğiyle var etme lüksüne sahip değil. Onu bir âna, küçük bir kesite sığdırmakla yetinmek durumunda. Buna itiraz eden, kendi hikâyesini uzun uzun anlatmak isteyen, sizi yazı masasına geri çağıran bir öykü kahramanınız oldu mu?Oldu, bence hep olacak. Kanlı canlı bir karakter yarattıysanız sizi eteğinizden çekip duruyor. Sana şunu anlatmış mıydım peki, diyor. Ben yemek yaparken tezgâha dayanıp anlatıyor ya da parkta yanımda yürüyor. Birebir aynı kişi olarak dönmüyorlar gerçi, hepimiz gibi değişip duruyorlar. İlhan Berk “Anlam ve Anlamı Aşmak” başlıklı yazısında, “Anlamı aşmak, her iyi şiirin neredeyse asıl sorunu olmuştur. Bu da disiplinler zincirini kırmakla başlar,” diyor. Buradan yola çıkarak soruyorum. Anlamı aşmak iyi öykünün de meselesi midir? Anlamı sarsıntıya uğratan, anlamı aşma konusunda size cesaret ve ilham veren, sizi özgürleştiren yazar/şair/metinleriniz hangileridir?Anlamı aşmak yanlış anlaşılıyor belki. Anlamsızlığa varmak değildir sanırım burada kastedilen. Sınırları yıkıp geçmek, sınır var diyenlerin karşısında durmak, tamamen özgün bir yaratımın peşine düşmek olabilir. Faulkner bunun ustası bence. Ses Ve Öfke, Döşeğimde Ölürken hangi sınırların arasında tutulabilir? Ölçülerine uygun bir kap bulup da sığdırmak mümkün mü? En saf haliyle geleneklere başkaldırıdır. Devrimdir. Başkalarının çizdiği sınırlara boyun eğmemektir. Anlamı aşmak bütün sanat dalları için meseledir bana göre. Bunu mesele etmezsek neden uğraşalım ki? Yazılacak ne varsa yazıldı, söylenecek yeni bir şey yok. Peki. “Ört ki ölem,” o zaman. Ya da televizyon karşısındaki koltuğumuza kurulup battaniyenin altında çekirdek çitleyelim. 
Kim konuşuyor burada? Öyküde “ben” kimdir? Öykücü metnin neresindedir?Ben, “herkes” olabilir. Kimin hikâyesini anlatmayı seçtiysem o kişidir “ben”. Eğer tam olarak bensem, yani yazarsa, bu sıkıntılı bir durum. Ahlaksal ya da toplumsal doğrularım, inancım, felsefemi aktarmak için kendime bir vantrilok kuklası yaratıyorsam, bir kahraman değil de bir mikrofon yapıyorsam çok fena. Yazar metne elbette sızar. Hatta pek çok usta, Yazarı metinden ayıramayız, diyor. Akademisyenler, metinden yola çıkarak yazar hakkında çıkarımlara varıyor. Ama burada kastedilenle benim değinmeye çabaladığım şey farklı. Başarıyla çizilmiş bir karakterin kendi kanı, canı, fikirleri vardır, onaylamadığım şeyler de yaparlar, onları yargılayamam, olanı anlatırım, yani tanıklığımı. Yazar olarak yalnızca anlatıcı sesim bulunabilir metinde. Daha ötesi değil. En azından benim yapmak istediğim, yapmaya niyetlendiğim bu.   “Eserin ilk hâli bok gibidir” demiş Ernest Hemingway.İlk taslak ortaya çıktıktan sonra, yazarını bekleyen zor görevdir, yeniden yazmak, bozmak, kulağı tırmalayan, fazladan anlatılmış, gereksiz ayrıntıları silmek, beklemek, metne defalarca yeniden dönmek... Hiç bitmeyecek gibi görünen yeniden yazma süreci sizin için ne zaman biter? Dergilerde yayımlanan öykülerinizi kitaba alırken ya da kitapların sonraki baskılarında herhangi bir değişiklik yapar mısınız? Bu konuda neler düşünüyorsunuz?Dilimi okuduğum kitaplardan öğrendim. İyi yazarlar, iyi çevirmenler sayesindedir okuduğum bir cümledeki hatanın kulağımı tırmalayışı, fazlalıkların ete batan bir diken gibi rahatsız edişi. Bu sayede öyküyü yazarken bir yandan da hatalardan arındırıyorum. Bitirdiğim bölümleri yüksek sesle okurum, ritmi bozan sözcükler, cümle yapısıyla ilgili zayıflıklar hemen göze çarpar o zaman. İçime sinen bir öyküyü daha fazla kurcalamam. “Daha da iyisi olabilir,” der içteki ses, tuzak gibidir biraz, doğrudur ve sonu yoktur. Ben hep ileriye bakmak istiyorum. Geriye dönük çabalamak yorucu geliyor. Yıllardır tek bir öyküyle uğraşan bir yazardan söz etmişti bir arkadaşım, öyle takılmış ki, onu düzelttiğine inanmadığı için yeni bir öyküye başlayamıyormuş. Dergilerde yayımlanan öykülerde sonradan fark ettiğim hatalar varsa onları düzeltirim yalnız.
*Bu söyleşi 2 Mart 2018 tarihinde Mevzu Edebiyat'ta yayımlanmıştır. 

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on March 19, 2018 01:26

March 5, 2018

Kırsala yerleşenler anlatıyor: Burcu Çelebi Öziş



Şehirden ayrılıp kırsala yerleşme süreci nasıl gelişti?
Küçük bir kasabada büyüdüm. 18 yaşımda üniversitede okumak için İstanbul’a taşınmak, sonrasında iş hayatıma yine büyük şehirde devam etmek sorgulamadan gelişen süreçler oldu. O dönemde büyük şehirde yaşamakla ilgili pek bir sıkıntım da yoktu açıkçası. Biri bir yıl (Ukrayna) diğeri 3 yıl (Çin) süren yurt dışında yaşama deneyimlerimin ardından dönüp yerleştiğim yer yine İstanbul oldu. 2009 yılında Buğday Derneği’nin kırsaldaki eğitim merkezi Çamtepe’nin açılışında gönüllü çalışmak için Kazdağları’na gelmemle beraber şehirdeki hayatımı sorgulamaya başladım. Geriye dönüp baktığımda aslında pek çok farklı gelişmenin neticesinde kırsala yerleşme kararı aldığımı görüyorum. 2005’te hayatıma giren yoga ve meditasyon, 2008’de ekolojik yaşamla ilgili ilk tecrübeler, bu süreçte tanıştığım, ilham aldığım kişiler... Hepsi yavaş yavaş beni değiştirmeye, dönüştürmeye başlamış, tabiri caizse içimde filizlenen tohumlar olmuş. Fakat beni radikal bir değişim aşamasına getiren 2012’de doğum yapmamın ardından şehirde yaşadığım izolasyon oldu sanırım. Doğumdan önce şehirde uzun süre kalmıyor, ihtiyaç hissettiğim anda şehirden çıkıp kırsalda vakit geçirebiliyordum. Doğumdan sonra hareket serbestliğim azaldı, şehir içinde dâhil olduğum ve sık görüştüğüm çevrelerden kopmamla beraber bebeğimle vakit geçirebileceğim ortamlar kapalı yerler ya da binbir zahmetle gidilebilen az sayıdaki parklar olmaya başladı. Bu dönemde arkadaşlarımın yaşadığı Küçükkuyu ve çevresine gidip gelmeye başladık. Bu seyahatler sırasında alternatif bir yaşam kurgulayan ve deneyimleyen ve bunu pekâla çocuklarıyla birlikte yapan insanlar tanımak, Adatepe Köyü’nde şans eseri uygun fiyata kiralık ev bularak yazları orada geçirmeye başlamak, kırsalda yaşayan, birlikte çalışan, üreten, çocuklar için alternatif eğitim kurgulamaya çalışan bir topluluğun parçası olma hayali ve nihayet çocuğumu bu ortamda büyütme isteği beni Adatepe Köyü’ne getirdi.
Karar alma aşamasında sizi en çok zorlayan ne oldu?
Eşimin direnci. Doğma büyüme İstanbullu olan eşim başlangıçta şehir hayatını bırakmak istemedi. İlk sene “madem sen yoksun ben tek başıma deneyeceğim” isyanım, havaların soğuması ve sobalı yaşamı, bakımsız bir evde o zaman iki buçuk yaşındaki oğlumla becerememem neticesinde sönümlendi. Birkaç sene sadece yazları Adatepe’de geçirdik. Ara sıra sonbahar ve kış döneminde de gidip geldik. Zamanla eşim de buradaki yaşamda kendine uygun bir şeyler keşfetti, hatta ekip biçme konusunda benim sadece hevesten ibaret olan romantik hayallerim hiçbir zaman hayata geçmezken çiftçi atalarından gelen genetik yatkınlığı sayesinde herhâlde, küçük bahçemizi bostana çevirdiği bir dönem oldu. İki yıl önce yine güzel tesadüfler neticesinde yakınlarda bir köyde bir arsa aldık. Mimar olan eşim bu arsaya küçük bir kulübe inşa etmeye karar verdi ve inşaata yakın olmak için kırsala göçmeyi kabul etti. Geçen sene nihayet tası tarağı toplayıp Adatepe’ye taşındık.
Nasıl bir evde yaşıyorsunuz?

Adatepe’de bir köy evinde yaşıyoruz. Ev, kiraladığımızdan bu yana satılık olduğundan pek fazla iyileştirme yapamadık. Yine de yıllar içerisinde ilk zamanlara kıyasla daha rahat yaşayabileceğimiz bir düzen oluşturduk.
Bir gününüz nasıl geçiyor?
Serbest çalıştığım için oğlumu okula bıraktıktan sonra eve dönüp bilgisayar başına geçiyorum. Telefonlar, bilgisayarda işler, ev işleri derken oğlanın okuldan dönme saati geliyor. Sonra birlikte vakit geçiriyoruz. Şu anda iki ev arkadaşımız var. Biz kulübeye taşındıktan sonra onlar kalacaklar burada. Onlarla ve başka arkadaşlarımızla spontane programlar, Cuma günleri Küçükkuyu pazarına inip günü çay bahçesinde geçirmek de günlük rutinin bir parçası.
Kırsalda sizi en çok ne zorluyor?
Soğuk havalarda ısınmak galiba. Sabahları çok erken kalktığım için soğuk eve uyanmak hâlâ zor geliyor. Neyse ki artık soba yakmayı öğrendim, geçen sene de performansı oldukça iyi bir soba edindik, kısa sürede bütün evi ısıtıyor. İlk başlarda beklentilerim ve gerçeklerin çatışması beni çok zorlamıştı. Yukarıda bahsettiğim üzere birlikte çalışan, üreten, çocuklar için alternatif eğitim kurgulayan bir grubun parçası olma, kısacası kolektif yaşam hayalim daha tam olarak taşınmadan suya düştü. Farklı karakterlerde pek çok insanın bir araya gelmesi şehirde ya da kırsalda olsun çok da farklı değil. Çatışmalar, tartışmalar, ardından uzlaşmalar... Kısacası her şey zamanla yerine oturdu ancak başlangıçtaki romantik hayallerim yıkıldığında epey hevesim kırılmıştı.
Geçiminizi nasıl sağlıyorsunuz?
Serbest çalışıyorum. Ağırlıklı olarak Zeynep Aksoy ve David Cornwell’ın yoga ve mindfulness eğitimlerinin, kamplarının, etkinliklerinin organizasyonunu, eğitim materyallerinin çevirisini yapıyorum, kimi zaman da eğitimler sırasında çeviri yapıyorum. Geçtiğimiz yaz bir arkadaşımın kitabının çevirisini yaptım, ardından başka bir arkadaşımınkini bitirdim. Organizasyon ve çeviri diye özetleyebilirim.
Kendi gıda ormanınızı yaratabildiniz mi? Üretiminiz karnınızı doyurmaya yetiyor mu? Neleri dışarıdan satın alıyorsunuz?Başlangıçta kırsala yerleşmekteki en büyük motivasyonum bir gıda topluluğu olmak ve temiz gıdaya gerek tanıdığımız, bildiğimiz üreticiler vasıtasıyla gerekse kendimiz ekerek, hasat ederek, kısacası birlikte çalışarak ulaşmaktı. Bu yönde son derece iyi niyetli çalışmalar oldu fakat her şeyi bırakıp buna odaklanmak gerektiğini idrak etmekle birlikte çözülmeler oldu. Başta da ben yaptığım işi sevdiğimi ve önceliğimin bu olduğunu idrak ettim. Zaman her şeyi netleştiriyor.Şu anda kaynağını bildiğimiz yerel gıda tüketimine ağırlık vermeye çalışmakla birlikte katiyen marketten almam dediğim şeyleri de darda kalınca alıyor ve tüketiyorum. Bu yüzden strese girmektense “olduğu kadar” yaklaşımını benimsedim zaman içinde galiba. Ayrıca olmazsa olmazlarım da epey azaldı.
Üretim fazlanızı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Üretim yapmadığım için fazlası da olmuyor hâliyle.

Kırsaldaki hayatınızı paylaştığınız bir sosyal medya hesabı ya da bloğunuz var mı?
Yok. Bir dönem oğlumla oynadığımız Yaşam Oyunu’nun Facebook sayfası var. Daha ziyade şehirde oynamıştık Yaşam Oyunu’nu. Gerek Riva’nın okula başlaması gerekse burada o kadar da planlı programlı yaşamamanın neticesinde Yaşam Oyunu görevini tamamladı ve tatlı bir anı oldu.
Çocuğunuz var mı? Okul konusunu nasıl çözdünüz/çözeceksiniz?
Çocuğum var. Şu an 6 yaşında. Geçen yıl burada devlet anaokuluna gitti. Bu yıl şans eseri hayal etsem detaylarını bu kadar muazzam kurgulayamayacağım bir düzenin içine düştük. Sonbaharda eşimin işleri dolayısıyla 3-4 ay İngiltere’deydik. Oradayken de haberleşiyorduk buradaki arkadaşlarımızla ve gelişmelerden haberdar oluyorduk. Çamtepe’de 4 çocukla minik bir anaokulu kurmuş olduklarından haberdardım. Oğlumun Çamtepe’de okula gitmesi fikri beni çok heyecanlandırıyordu ancak vaziyet belli değildi, dönecek miyiz kalacak mıyız derken döndük ve oğlum şimdi bana yaşam okulu olan Çamtepe’de benim de hem insan olarak hem öğretmen olarak daha ilk görüşte kanımın kaynadığı Özge öğretmen ve yıllardır birlikte oynadığı arkadaşlarıyla okula gidiyor. Bu satırları yazarken bile içim ısınıyor. Onun her sabah hevesle hazırlanıp koşa koşa okula gittiğini görmek kalbimi sevgi ve şefkatle dolduruyor. Öğretmeninin bana son derece ilham veren yazılarını https://cocuklabaris.blogspot.com.tr/p/ozgenin-guncesi.htmladresinden takip edebilirsiniz.İlkokul konusu belli değil. Eşimin işleri dolayısıyla yakın gelecekte sık sık yurt dışına çıkma ihtimali var. Böyle bir durumda buraya gelip gitmesi fiziksel olarak zor olacağı için bir süre İstanbul’a geri dönmeyi düşünüyoruz. Her an her şey olabilir. Kafayı çok takmamaya çalışmakla ve “hayırlısı olsun”a bağlamakla beraber benim de merak ettiğim bir konu. 
Yerleştiğiniz araziyle ilgili olarak;
Evimin penceresinden...
Kiraladığımız köy evi Adatepe’nin en tepesinde. Ön cephe vadi üzerinden ve tepelerin arasından denize bakıyor. Ömrümde gördüğüm en güzel manzaralardan biri. Mutfak penceresinden de Taş Mektep, çam ağaçları, köyün diğer evleri görünüyor. Hayatımda yaşadığım en güzel manzaralı ev. Zorluklarını çekilir kılan en önemli özelliği manzarası.
İyi ki yaptım...
İyi ki geçen yıl gürül gürül yanarak bütün evi ısıtan sobayı aldım.
Bir de iyi ki her ne kadar İstanbul’a dönme ihtimali de olsa buraya gelip buradaki hayatı, dostlukları, yaşam biçimini deneyimledim.
Keşke yapmasaydım ...
“Keşke” kullanmayı sevmediğim bir kelime. Hayatta “keşke”lere pek inanmıyorum. Annem hep “olan olmuştur ve iyidir” der. Yıllar sonra benzer bir anlayışa, yani olanı olduğu gibi algılayıp kabul etmeye Mindfulness uygulamalarında rastladığımda annemin kulaklarını epey çınlatmıştım. Velhasılıkelam olan olmuştur ve iyidir.Yine de “keşke”yi cümle içinde kullanmayı bir deneyeyim; keşke doğum yapmadan önce buralara yerleşseymişim, bebeğimi burada doğurup burada büyütseymişim...
Kırsala yerleşmek isteyenlere verebileceğiniz en önemli tavsiye nedir?
Bize de benzer bir tavsiye vermişlerdi, tası tarağı toplayıp yerleşmeden önce ara sıra gidip belirli süreler kalarak dört mevsimini yaşamak... Bir de tecrübe ettiğim üzere geldiğin yerle bağlantın kalırsa kendini yeni yerdeki yaşama tamamen vermek mümkün olmuyor. İstanbul’dan koşarak kaçtım ama geride bıraktıklarımı özlüyorum. Orada çok sevdiğim dostlarım var, çok severek yaptığım işim her zaman İstanbul’da olmamı gerektirmese de ayda bir seyahat etmemi gerektiriyor. O yüzden belki bir süre kışları İstanbul’da, yazları burada olacağım. Kışları da fırsat buldukça gelirim diyorum, çünkü buraların en güzel mevsimi sonbahar ve kış.
Çok teşekkürler sorular için. Cevaplarken epey gerilere gittim, pek çok şeyi gözden geçirdim. Bir kere daha ne kadar şanslı olduğumu düşünüp şükrettim. Bu tecrübe aslında hepimizin bildiği bir klişeyi hayata geçirdi benim için “Nereye gidersen git kendini de yanında götürürsün”. Google, anonim olduğunu sandığım bu alıntı için Neil Gaiman’ın Mezarlık Kitabı’ndan diyor. Hoş bir tesadüf. En sevdiğim yazarlardan biri Gaiman. Benim meselem İstanbul ya da Küçükkuyu ile değil, kendimleydi. Tahammül edemediğim şey şehirden çok kendi içimin sıkışıklığıydı. Yolculuk sadece dışarıda değil, aslında en mühim yolculuk insanın kendi içinde. Değişen pek bir şey yok, birkaç yıl içinde tepeden tırnağa ben değişmedim, kendimle ve dış dünyayla ilişkim değişmeye başladı. Kendime şefkat gösterebilmeye dolayısıyla etrafımla da şefkatle bağlantı kurabilmeye, daha az yargılamaya, daha çok anlayabilmeye başladım. Bitirdim demiyorum, daha yeni başladım. O yüzden galiba kırsala yerleşmek isteyenlere verebileceğim en önemli tavsiye bunu bir hedef hâline getirmemek. Denemek, deneyimlemek, küsmemek, yaptıkların ya da yapamadıkların için pişman olmamak, yaşadıklarından öğrenmeye açık olmak. Kırsala yerleşmeyi gelecekte bir hedef olarak koyup her şeyi ona endeksleyerek ânı kaçırmamak... Her ne oluyorsa şimdi oluyor. Kırsalda da şehirde de...



 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on March 05, 2018 22:42

March 2, 2018

ŞEFKATLİ ANNE GÜNLÜĞÜ:11




Çocukla Barış, Bodrum BBOM Öğretmen Okulunda tanışan Özenç, Özge ve Gülesra öğretmenlerin orada öğrendikleri, araştırdıkları, derinleşmek istedikleri konuları ve sınıfa taşıdıklarını paylaştıkları dijital bir platform.Farklı yerlerde, farklı koşullarda çalışan üç öğretmen Sura Hart'ın rehberliğinde çıktıkları yolculuğu "Şefkatli Öğretmenin Günlüğü" köşesinde hafta hafta paylaşıyor. Gündemin ağırlığından kaçmak, umudunu arttırmak, çocuklarla ilişkilerinde fark yaratmak isteyen ebeveynler ve öğretmenler için küçük tavsiyelerle dolu günlükleri, kendi pratiğimize dökebilmek, sürecimizi gözlemlemek için bu şablonu kendi ev hâlimize uygulamak istedim. Adını da Özenç, Özge ve Gülesra öğretmenlerden ilhamla "Şefkatli Anne Günlüğü" koydum.
Sura Hart ne diyor?
Eğlence ve oyun temel insani ihtiyaçlardır, dinlenecek vakit bulamayan öğretmenler için bile.
Öğretirken eğlenemiyorsanız artık, öğrencilerinizin yaşamlarındaki eğlence ihtiyaçlarını karşılamalarına destek olmak için bir hayli çaba harcamak gerekebilir. Eğlence için illa salıncakların, tahterevallilerin bulunduğu bir oyun alanı gerekli değildir. Nerede olursanız olun oyun oynayabilirsiniz - biraz yaratıcılık yeter.
Eğlence/oyun ihtiyacınızı karşılamak için ne yapıyorsunuz? Yaptığınız şeyleri düzenli olarak mı yapıyorsunuz? Bir yerden başlamak ister misiniz?

Ben ne düşünüyorum?
Sura Hart'ın söylediğini bir kez de  öğretmenler yerine "ebeveynler", öğrenciler yerine de "çocuklarınızın" kelimelerini koyarak sesli okuyorum. Anlam kaybolmuyor, azalmıyor. Anne babaların da en az öğretmenler kadar oyuna, eğlenceye, desteğe, kendilerine ait alana ihtiyaçları var. Modern dünya hayatımızı kolaylaştırıyor. Evde işler çok daha hızlı, pratik yürüyor. Bununla beraber çoğu kadın artık evin dışında da aktif çalışıyor. Eskisi gibi nesiller boyu aynı köyün, mahallenin sınırları içinde yaşamıyoruz. Öğrenim için şehir dışına çıkan gençlerin büyük kısmı ailelerinin, akrabalarının yanına geri dönmüyor. Çekirdek aile sayısı hızla artıyor. Ebeveynler olarak çılgın bir tempo içinde sürükleniyoruz. Ev, iş, sorumluluklar altında kendimizi ezilmiş hissediyoruz. Hayalini kurduklarımızı erteleyip duruyoruz. Yardıma çok ihtiyacımız var ama bir yandan da uzanan yardım eline burun kıvırıyoruz çünkü okuduklarımız, öğrendiklerimiz, uygulamak istediklerimiz geleneksel olanla çatışıyor. Bu çatışmadan kaçmak için giderek daha çok yükün altına girmeyi yeğliyoruz. Annelikte ilk iki yılım böyle geçti. Hatırlıyorum da, Deniz'in iki yaşında gece kendi odasında, neredeyse kesintisiz uyumaya başlaması, benim için küçük çaplı bir mucize etkisi uyandırmıştı. Yeniden kitaplar okumaya başlamıştım. Ayda bir arkadaşlarımla evde buluşuyor, okuduğumuz kitap hakkında sohbet ediyorduk. Şu an yayında olmayan çok yazarlı bloğumuz için yazılar yazmaya başladığımda yitirdiğim oyun alanıma kavuştuğumu, elini bir daha bırakmamaya karar verdiğimi çok net hatırlıyorum. Çok uzun soluklu olmayan okuma kulübümüz, beni bireysel blog yolculuğuma taşıdı. Kurmacabiyografiler, oyunsu arayışımı sürdürdüğüm en önemli mecra. O yüzden filmlerden şehirlere, kitaplardan masallara, sürdürülebilir yaşamdan şiddetsiz iletişime, söyleşilerden günlüklere geniş bir yelpazede yazılar sunuyorum burada.Bir de fiziksel olarak oyun oynamak var. Ondan da çok zevk alıyorum. Çocuğa eşlik etmek için oynanan oyun her zaman o kadar zevk vermiyor. Bazen yorgun olduğum halde, söz verdiğim için, sözümü tutmuş olmak için, oynuyorum. İşte o zaman kendimi arkadaşlarımla oyun oynadığım zamanlarda olduğu kadar yenilenmiş ve eğlenmiş hissetmiyorum. Geçen sene, her hafta oyun ihtiyacımızı da karşılayan beden farkındalığı atölyemizi, mucizevi ve muhteşem salıları özlüyorum. Yerine haftalık bir rutin koyamasam da ayda bir gerçekleştirdiğimiz bol kahkahalı ve alıştırmalı şiddetsiz iletişim buluşmaları beni mutlu ediyor.
Denizle nasıl paylaşıyorum?Oyun oynarken iki ben var. Biri yorgun, oyun oynama sözünü tutmak için oynayan ve o kadar da zevk almayan, oyunu bir lütuf,  hediye gibi sunan ben. Böyle zamanlarda kutu oyunlarını tercih ediyorum. Rekabetçi, kazananı olan oyunlardan uzak duruyorum. Deniz oyunu kaybettiği için üzüldüğünde canım sıkılıyor. Çünkü bu durumu düzeltmenin görevim olduğunu düşünüyorum ve  ekstra çaba harcamak istemiyorum. Öykünün ele avuca sığmayan Kerettasından aldığım tüyo sayesinde bu konu artık başımı ağrıtmıyor. Canım oynamak istemese bile ilgimi ve dikkatimi tamamen Deniz'e vermeye çalışıyorum. İnterneti kapatıyor, telefonu kendimden uzaklaştırıyorum.
İkinci benin bu tür numaralara ihtiyacı yok. O oyun oynamayı seviyor ve istiyor. Kuralların ihlal edilmesine aldırmıyor. Daha katılımcı, sürprizlere açık, kendini oyuna ve eğlenceye kaptırıyor. Yazarken olduğu gibi kendini akışa kaptırıyor. İşte Deniz bu oyuncu anneye daha çok bayılıyor.

Deniz'in geri bildirimi ne?
Annemi seviyorum çünkü ...
Geçtiğimiz yıllarda kreşte anneler günü nedeniyle hazırlanan panoda yazan üç kelime... Renkli kalpli kâğıtlarda çocukların her birinin cevabı yazılı...
Deniz'in değişmeyen cevabı: "Annem benimle oyun oynuyor."

Sonrası ile ilgili ne düşünüyorum?
Hepimiz aynı durumdayız muhtemelen. Ev, iş, çocuğun bakımı, sorumluluklar arasında kendimize ayırabildiğimiz saatler çok sınırlı ve kıymetli. Kitap okumak, film izlemek, arkadaşlık etmek... Hiçbirini oluruna bırakamıyorum. Zeki, hızlı düşünen, düşüncelerini sıraya koyabilen, muhakeme eden, birlikte güldüğüm, eğlendiğim insanlar arıyorum etrafımda. İstiyorum ki sohbetler yeni kapılar açsın, peşine düşülecek yeni sorular doğursun, yeni ilgi alanlarına evrilsin, kolektif işlere dönsün. Kendimi bu konuda şanslı hissediyorum. Eve tazelenmiş, oyuncu bir anne olarak dönmek için bu alandan daha çok faydalanabilirim.

Kendimi nasıl değerlendiriyorum?
Mükemmel anne olma takıntısından kurtuluyorum. Çevremden daha çok yardım istiyorum. Onların Denizle kurduğu ilişkinin şeklini, içeriğini eskisi gibi kontrol etmeye çalışmıyorum. Tam tersi içim şükran dolu. Bu anlar sayesinde Denizle bağları kuvvetleniyor,  ben de kendime vakit ayırabiliyorum.


Eski Günlüklere aşağıdan ulaşabilirsiniz
Şefkatli Anne Günlüğü 1
Şefkatli Anne Günlüğü 2
Şefkatli Anne Günlüğü 3 
Şefkatli Anne Günlüğü 4
Şefkatli Anne Günlüğü 5
Şefkatli Anne Günlüğü 6 
Şefkatli Anne Günlüğü 7
Şefkatli Anne Günlüğü 8 
Şefkatli Anne Günlüğü 9 
Şefkatli Anne Günlüğü 10



 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on March 02, 2018 07:00

February 28, 2018

DİNLEMEK ÜZERİNE


 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on February 28, 2018 05:00

February 25, 2018

OLTAYA TAKILMAK YOK

Olaylar düşünceleri, düşünceler duyguları, duygular da eylemleri doğurur. Herhangi bir olay karşısında içimizde uyanan düşüncelerin bize söylemek istediği birtakım duygular ve ihtiyaçlar vardır. Bunlara kulak vermezsek, kendimizi kolayca olay örgüsüne kaptırırız. Böylece düşünceler zihnimizi bir mikser gibi karıştırır, anlık tepkiler verir ve eylemlerimizin istenmeyen sonuçlarıyla karşılaşırız. Olaylar, düşüncelerimizi tetikleyebilir ancak duygularımızın ve davranışlarımızın sorumluluğu her zaman bize aittir. Hayalini kurduğumuz huzurlu ve sakin ilişkiler büyük ölçüde iletişim becerilerimize bağlıdır. Çocuklara küçük yaşlardan itibaren suçluyu dışarıda aramayı öğretiyoruz. Düştüğü, canı acıdığı zaman canını acıtan nesneye vuruyor, ağladığında ilk olarak "Kim ağlattı seni?" diye soruyoruz. Suçluyu dışarıda arayarak büyüyen çocuklar, karşı karşıya geldiklerinde duygularıyla, düşünceleriyle nasıl başa çıkabileceklerini bilemiyor ve çatışıyorlar. En temel hayatta kalma tepkisi devreye giriyor: savaş ya da kaç. Bir üçüncü yola ihtiyacımız var.Teo'nun Dalga Geçme Kitabı çocuk okura ve ona rehberlik eden ebeveyne, ihtiyaç duydukları üçüncü yolu, adım adım gösteriyor. 
Kitabın kahramanı Teo, heyecanla beklediği, topu defalarca çemberden geçirmeyi umduğu bir basketbol maçı esnasında istediği performansı sergileyemez. Rakip takımın oyuncularının alay etmesi ve gülmesi sonucunda hem utanır hem de öfkelenir. Üst üste kaçırdığı atışlar nedeniyle kendisini yetersiz ve beceriksiz hisseder ve öfkeyle rakip takımın oyuncularına saldırır. Olayı baştan sona gözlemleyen annesi onu sahadan uzaklaştırır ve eve giderler. Teo ya çok sevdiği basketbol antrenmanlarından uzaklaşacak ya da hemen hemen her gün bu çatışmayı yaşayacaktır. Hikâye ebeveynlere asla terk etmemeleri gereken mevkiyi, sakinleştirici otorite olma mevkisini göstererek devam ediyor. Anne, gözlemci pozisyonundan uzaklaşmıyor ve Teo'yu akıl vermeden, onu suçlamadan ya da haklı bulmadan dinliyor. Teo'yu serinkanlı olmaya ve bu durumla başa çıkmaya davet ediyor. Annenin sakinliği bir müddet sonra Teo'ya da sirayet ediyor. Ardından anne Teo'ya bir tablo hazırlamalarını öneriyor. Olay:         Arkadaşlarım basket atamadığım için benimle dalga geçtiler. Duygular: Çok kızdım. Utandım. Düşünme: Hep benimle dalga geçiyorlar. Ben beceriksizin tekiyim. Yapılan     Onlara bağırdım, vurdum. Oyunu bıraktım. Topu fırlattım. hareket:
Bu tabloyla duruma hâkim olduktan sonra ertesi günkü antrenmanda karşılaşabileceklerine dair bir projeksiyon hazırlıyorlar. Döngüyü kırmak, öfkeyle başa çıkabilmek için hâlâ bir eksik var. Eksik olan hikâyeyle geliyor. Annesi Teo'ya çok heyecanlı oldukları için hemen oltaya takılan sazan balıklarının hikâyesini anlatınca eksik parça tamamlanıyor, bir de slogan doğuyor. "Oltaya takılmak yok."Ertesi gün antrenmanda Teo, öğrendiklerini hatırlamakta hiç zorluk çekmiyor. Ve ilk fırsatta armağanını ihtiyaç duyan bir arkadaşıyla paylaşıyor. Çünkü ne derler bilirsiniz: Ne kırılır ne yıpranır Başkasına verseniz de yine sizin kalırHer paylaştığınızda daha da güzelleşir Paylaşmazsanız kimseye bir faydası yoktur.



Yazan Yağmur Artukmaç ve Psikolog Ceylannur Akgün Resimleyen Nurbanu Asena Bilgi Yayınevi Çocuk Kitaplığı 





 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on February 25, 2018 12:36

February 23, 2018

RESET

Spirütüel alemdeki kurs, atölye, online eğitim enflasyonu maşallah edebiyat camiasını aratmıyor. Alınan ücretlerin adına katkı payı, armağan ekonomisi demek bende daha olumlu bir intiba uyandırmıyor. Birlikte öğrenme alanları yaratmanın paraya dayanmayan bir yolu olması gerektiğine inanıyorum. Böyle bir ortamda Zeynep Aksoy'un Youtube üzerinden her akşam Türkiye saatiyle saat 22.00'de yayınladığı Reset dizisini çok anlamlı buluyorum. Reset iki bölümden oluşuyor. İlk bölümde Zeynep Aksoy kendi bilgi ve deneyimlerini, okuduklarıyla, eşi travma terapisti ve psikolog David Cornwell'in bilgi ve deneyimleriyle harmanlıyor ve meditasyon ve bize kattıkları üzerine bilgiler paylaşıyor. Gelen seyirci yorumlarını aktarıyor, soruları yanıtlıyor. Bazen seyircilerden gelen sorular ertesi günlerin konu başlıklarını belirliyor. Bu bölümün ardından Zeynep Aksoy'un yönlendirme ve direktifleriyle canlı yayında mindfulness meditasyonu yapılıyor. Yeni yılla beraber başlayan Reset serisine bir göz atın derim. Aşağıda serinin ilk bölümünü izleyebilirsiniz.



 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on February 23, 2018 04:45

February 19, 2018

ŞEFKATLİ ANNE GÜNLÜĞÜ: 10



Çocukla Barış, Bodrum BBOM Öğretmen Okulunda tanışan Özenç, Özge ve Gülesra öğretmenlerin orada öğrendikleri, araştırdıkları, derinleşmek istedikleri konuları ve sınıfa taşıdıklarını paylaştıkları dijital bir platform.Farklı yerlerde, farklı koşullarda çalışan üç öğretmen Sura Hart'ın rehberliğinde çıktıkları yolculuğu "Şefkatli Öğretmenin Günlüğü" köşesinde hafta hafta paylaşıyor. Gündemin ağırlığından kaçmak, umudunu arttırmak, çocuklarla ilişkilerinde fark yaratmak isteyen ebeveynler ve öğretmenler için küçük tavsiyelerle dolu günlükleri, kendi pratiğimize dökebilmek, sürecimizi gözlemlemek için bu şablonu kendi ev hâlimize uygulamak istedim. Adını da Özenç, Özge ve Gülesra öğretmenlerden ilhamla "Şefkatli Anne Günlüğü" koydum.
Sura Hart ne diyor?Yaptığınız her şey, bir ihtiyaç karşılama çabasıdır. Öğrenme ihtiyacınızı karşılamak için, biraz zaman ayırıp hata adını verdiğiniz şeylere bir bakın. Kendinizi fırçalamak yerine, yapmış olduğunuz şeyi yaptığınızda hangi ihtiyacınızı karşılamaya çalıştığınızı belirleyin. Sonra da, eylemlerinizle karşılanmamış ihtiyaçlarınızı belirleyin. Daha fazla ihtiyacınızı karşılamak için farklı yapabileceğiniz bir şey var mıydı?Bu farkındalık sizin için yeni bir öğrenmeye vesile oldu mu?
Ben ne düşünüyorum?Sura Hart, bizi, kendimizi ya da başkalarını suçlamadan hatalarımızı fark etmeye, kabullenmeye, kendimizi yiyip bitirmek yerine bu hatalarla bağlantı kurmaya, onları büyüme, öğrenme alanı olarak kullanmaya ve bir basamak yukarı zıplamaya davet ediyor. Bu yeni yerin müthiş bir öğrenme ve özgürleşme alanı olduğuna inanıyorum. Hatamızı kabullendiğimizde, onu örtbas etmek yerine sorumluluğunu aldığımızda gerçekten özgürleşiyoruz. İşte o zaman hatalar, bizi utandıran, öfkelendiren, unutmak istediğimiz anlar olmaktan uzaklaşıyor, öğrenmenin, deneyimin ta kendisi hâline geliyor. Deneyim dediğimiz şey, tecrübedir. Hatalarımızdan öğrendiklerimizdir. Telafi ettiklerimizdir. Tekrarlanmaması için aldığımız önlemlerdir. Süreci gözlemektir. Dilimize ve davranışlarımıza yerleşen özendir. Deneyim, başarıyla beraber başarısızlığı da planlayabilmektir.
Denizle nasıl paylaşıyorum?Annelikte kendimi en başarısız ve suçlu hissettiğim anlar, Deniz'e kızdığım, sesimi yükselttiğim ve otoritemi kullanarak onu bir şeyleri yapmaktan men ettiğim anlar. Bu pozisyona düşmekten hoşlanmasam da zaman zaman yaşıyoruz. Deniz de sesini yükseltiyor, bana etiketler yapıştırıyor, kızıyor, ağlıyor. Ona duygularını boşaltması için zaman ve alan tanıdıktan sonra, ben de kendimi hazır hissettiğimde elimi uzatmanın bir yolunu buluyorum. Sakin bir konuşma ortamı hazırlıyorum. Duygu kartlarını yere seriyorum. Etrafında dolaşıp bakıyor ve az evvelki patlama esnasında kendimize en yakın hissettiğimiz duyguyu seçerek hakkında konuşuyoruz. Elimdeki kar küresini sallayarak ona o esnada  yaşadıklarımı, duygularımı, düşüncelerimi, kafama üşüşen yargıları anlatıyorum. O da bana anlatıyor. Birbirimizin sözünü kesmeden sonuna kadar dinliyoruz. Sonra neye ihtiyaç duyduğumu söyleyerek ondan ricada bulunuyorum. Benzer şekilde ihtiyacını belirlemesi, ricada bulunması konusunda onu teşvik ediyorum. Kısa sürede ikimiz de kendimizi rahatlamış ve huzurlu hissediyoruz. Peşinden bir de oyun patlattık mı, bizden mutlusu yok.
Deniz'in geri bildirimi ne?
Çocukların kemikleşmiş yargıları, inanç sistemleri olmadığı için değişime direnç göstermiyorlar, olumsuz davranışlarımızın yerine olumlularını koyduğumuzda altında bir çapanoğlu aramıyor, bıraktıklarımıza değil getirdiklerimize bakıyorlar. Küçücük adımlar kocaman değişimler yaratıyor. Bunu görmek beni motive ediyor. Şiddetsiz iletişim konusunda ilerlemek, derinleşmek için arkadaşlarımla bir araya gelmeye devam ediyorum. Bu konuda Deniz'den aldığım en güzel geri bildirim ise şu: "Anne sen zürafa dili öğretmeni değilsin, arkadaşlarına nasıl öğretebilirsin? ... Ha anladım, sen usta değil, çıraksın." Turgut Uyar'ın kulakları çınlasın. "Efendimiz acemilik"

Sonrası ile ilgili ne düşünüyorum?
Şefkatli ebeveynlik yolunda karşılaştığım bir kalıp "connect or correct". Türkçeye çevrildiğinde kafiye bozuluyor ama anlam değişmiyor. Bağlantı kurmak mı, düzeltmek mi? Amacımız düzeltmek olduğunda, en baştan tüm aile adına en doğru kararı verdiğimizi varsaydığımızı, onların istek ve ihtiyaçlarını görmezden geldiğimizi, kendi istek ve ihtiyaçlarımıza değişmez yargılarmış gibi yapıştığımızın farkına varamıyoruz. Sinirleniyoruz, kızıyoruz, duymazdan geliyoruz. Anlık tepkiler veriyoruz. Bu anlık tepkiler nedeniyle kendimize kızıyoruz ve suçluluk duyuyoruz. Bunu değiştirmek elimizde. Bazen etrafımıza kendi ellerimizle taştan duvarlar ördüğümüzü, kendi inşa ettiğimiz kuyunun içinde bunaldığımızı, ne de olsa düzelmez, değişmez, yardım etmez diyerek kendimize müttefikler seçmediğimizi, görev dağılımı yapmadığımız, kendimize alan açmadığımız için giderek daha da çok sıkıştığımızı düşünüyorum. Sevdiklerimize, güvendiklerimize (buna çocuklarımız da dahil) şikayet etmeden, suçlamadan, sadece ihtiyaçlarımızı anlattığımız zaman bize destek olma konusunda ne kadar cömert olduklarını görebiliyoruz. İşte o zaman etrafımıza ördüğümüz taşlar yıkılıyor, üzerlerine basıp yürüyebileceğimiz tutamaklar, basamaklar hâline geliyor. Bunu unutmamaktır tüm gayem ve gelecek planım.
Kendimi nasıl değerlendiriyorum?
Olaylar düşünceleri, düşünceler de duyguları doğuruyor. Uzun zamandır olumsuz duygularımla somatik ağrılarım arasındaki bağlantıyı görebiliyorum. Çoğu zaman ağrının hangi düşünce neticesinde çıktığını bile fark edebiliyorum. Amma velakin uzun süre bu durumun büyüyüp genişlemesini, sanki tek başına bu duygudan ibaretmişim algısını, hissini engellemenin bir yolunu bulamadım. Şimdi kendimi bu denli çaresiz hissetmiyorum. Çünkü kendime duygusal ilkyardım uygulama yollarını öğreniyorum. O anda yapacak durumda değilsem, ilk fırsatta bu konuya eğilmeye gayret ediyorum.

Eski Günlüklere aşağıdan ulaşabilirsiniz
Şefkatli Anne Günlüğü 1
Şefkatli Anne Günlüğü 2
Şefkatli Anne Günlüğü 3 
Şefkatli Anne Günlüğü 4
Şefkatli Anne Günlüğü 5
Şefkatli Anne Günlüğü 6 
Şefkatli Anne Günlüğü 7
Şefkatli Anne Günlüğü 8 
Şefkatli Anne Günlüğü 9





 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on February 19, 2018 05:31

February 15, 2018

ŞEFKATLİ ANNE GÜNLÜĞÜ:9



Çocukla Barış, Bodrum BBOM Öğretmen Okulunda tanışan Özenç, Özge ve Gülesra öğretmenlerin orada öğrendikleri, araştırdıkları, derinleşmek istedikleri konuları ve sınıfa taşıdıklarını paylaştıkları dijital bir platform.Farklı yerlerde, farklı koşullarda çalışan üç öğretmen Sura Hart'ın rehberliğinde çıktıkları yolculuğu "Şefkatli Öğretmenin Günlüğü" köşesinde hafta hafta paylaşıyor. Gündemin ağırlığından kaçmak, umudunu arttırmak, çocuklarla ilişkilerinde fark yaratmak isteyen ebeveynler ve öğretmenler için küçük tavsiyelerle dolu günlükleri, kendi pratiğimize dökebilmek, sürecimizi gözlemlemek için bu şablonu kendi ev hâlimize uygulamak istedim. Adını da Özenç, Özge ve Gülesra öğretmenlerden ilhamla "Şefkatli Anne Günlüğü" koydum.

Sura Hart ne diyor? 
Temel, evrensel insan ihtiyaçlarından biri kendinin ve başkalarının iyiliğine katkıda bulunmaktır.
Bir eğitimci olarak her gün bir sürü katkıda bulunuyorsunuz. Akademik "başarı" bu kadar çok vurgulanırken, yaptığınız duygusal katkılara da gereken değeri verdiğinizden emin olun. Bazen öğrencilerinizin sahip oldukları potansiyele ulaşma becerilerini geliştirme konusunda en çok işe yarayan katkılar, görünüşte en küçük olanlardır.
Kendinize zaman ayırın ve öğrencilerinize, çalışma arkadaşlarınıza ve ebeveynlere yaptığınız katkıları bir not defterine yazarak fark edin. Bağlantı kurduğunuz o kısacık anları; öğrencinizi can kulağı ile dinlemek, ona mevcudiyetinizi sunmak için kendi duygu veya ihtiyaçlarınızla bağlantı kurduğunuz zamanları fark edin. Başarılarınızın izini sürün ve her başarınızı kutlayın.

Ben ne düşünüyorum?
Bu günlüklerin başında yer alan Sura Hart alıntıları doğrudan öğretmenlere sesleniyor. Onlara temel meselenin yalnızca öğretmek olmadığını hatırlatıyor. Şefkatli, huzurlu, saygılı bir sınıf ortamı yaratmaya gösterilecek özenin, akademik başarıya giden yolu da açtığını, öğrenmeyi hızlandırdığını anlatıyor ve yükte hafif pahada ağır tavsiyelerde bulunuyor. Bazı tavsiyeleri sınıf ortamından ev ortamına nasıl taşıyabileceğimi bilemiyorum. Bu gibi durumlarda kısa molalar veriyorum, günlükleri yazmayı ve hakkında düşünmeyi boş verip başka şeylerle ilgileniyorum ve cevap kendiliğinden geliyor. Yazmak anlamaktır. Öyleyse bu günlüğü yazmaya bir hafta ayıracağım. Bir hafta boyunca Deniz'e herhangi bir katkıda bulunduğumda defterime not alacağım. Hafta sonunda yazdıklarımı okumak, onları duygu ve ihtiyaçlarımla ilişkilendirerek değerlendirmek, üzerine düşünmek için zaman ayıracağım. Bununla beraber Deniz'i fark ettiğim büyük, küçük her türlü akademik ve duygusal başarıda, attığı iyi adımlarda, tekrarlayan çalışmalarında, çaba gösterdiği anlarda sözlü olarak takdir etmeyi ihmal etmeyeceğim.

Denizle nasıl paylaşıyorum?
En temel yazma nasihatlerinden biridir: "Anlatma göster."Deniz'in şu sıralarda en tahammül edemediği şey, yetişkinlerin ona nasihat etmesi, onun tabiriyle vırvırlaması. İçerik ne kadar iyi niyetli, kullanılan dil ne kadar yapıcı olsa da Deniz ona nasihat edildiğini, bir davranışını düzeltmesi konusunda tavsiyeler dinlediğini fark ettiğinde, buna inandığında, surat asıyor, kızıyor, kulaklarını tıkıyor. Çok net şekilde nasihat dinlemekten hoşlanmadığını belirtiyor. Ona hak veriyorum. Ben de bana nasihat edilmesinden hiç hoşlanmıyorum. Bundan hoşlanan kimse de yoktur, sanırım.Anlatmak yerine göstermek, yani okuduğumuz kitapların kahramanlarından yardım almak işleri kolaylaştırıyor. Bize yardımcı olan çok kahraman var, Uzun Yeleli Kedi Çocuk, Zackarina, Teo, ev canavarları bir çırpıda aklıma gelenler.

Deniz'in geri bildirimi ne?
Deniz hayal kırıklıklarını, üzüntüsünü, mahçubiyetini, mutluluğunu, hoşlandıklarını, hoşlanmadıklarını, ciddiye alınma isteğini, duyulma talebini açıkça dile getiriyor. Onun kadar şeffaf olabilmek isterdim. Çocuk ve ebeveynin öğrenme ilişkisi karşılıklı. Onların da bizim üzerimizde değiştirici ve dönüştürücü bir gücü var, hem de tahminimizin çok ötesinde. Bunu görmeye ve uygulamaya açık olduğumuzda sakin ve dengeli ailenin temellerini de sıkıca atmış oluyoruz.

Sonrası ile ilgili ne düşünüyorum?
Bir sonraki günlük, ihtiyaçları fark etmek, olumsuz duygularla savaşmak yerine onları duymak, ardında yatan karşılanmamış ihtiyaçları belirlemeye çalışmakla ilgili. Üzerinde düşünmeye, uğraş vermeye değer.

Kendimi nasıl değerlendiriyorum?
Ülkenin ve gezegenin geleceği konusunda giderek daha kaygılı ve yalnız bireyler hâline geliyoruz. Çoğu zaman akraba, eş dost desteğinden yoksunuz. Sosyalleşme, eğlenme ihtiyaçlarımızı çoğunlukla karşılayamıyoruz. Çocuklarımızın her şeyi olmaya çalışıyoruz. Ahçısı, şoförü, arkadaşı, organizatörü, oyun arkadaşı, öğretmeni... Yorgun ve yalnızız. Kendimiz olmaya ve eğlenmeye ihtiyacımız var. Şİ buluşmaları ve bu günlükler vesilesiyle bu ihtiyaçlarımı gidermeye, kendime odaklanmaya başladım. Kendime odaklandığımda, istek ve ihtiyaçlarımı giderdiğimde, hayallerimi gerçekleştirdiğimde hafifliyorum, sakinleşiyor ve yavaşlıyorum. Bunun için kendimi takdir ediyorum. Hemen ardından rahatlıkla keşke diyebilirim, keşke bunu çok daha erken yaşlarda fark edebilseydim ve hayatıma geçirebilseydim. Ama dilimizi keşke yerine iyi ki ile terbiye etmeliyiz. Ne derler bilirsiniz: "Bir ağaç dikmek için en iyi zaman yirmi yıl öncesiydi. En iyi ikinci zamansa şimdi.

Eski Günlüklere aşağıdan ulaşabilirsiniz
Şefkatli Anne Günlüğü 1
Şefkatli Anne Günlüğü 2
Şefkatli Anne Günlüğü 3 
Şefkatli Anne Günlüğü 4
Şefkatli Anne Günlüğü 5
Şefkatli Anne Günlüğü 6 
Şefkatli Anne Günlüğü 7Şefkatli Anne Günlüğü 8



 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on February 15, 2018 02:01

February 8, 2018

Kırsala yerleşenler anlatıyor: İlknur Urkun Kelso



Şehirden ayrılıp kırsala yerleşme süreci nasıl gelişti? Önce daha sakin ve sağlıklı yaşamak için küçük bir sahil kasabasına taşınmaya karar verdik. Ancak gittiğimiz küçük kasabanın yazları İstanbul'u aratmadığını, çevremizde kimsenin sağlıklı gıda yetiştirmediğini fark edince başka türlü bir yer aramaya başladık ve uzun bir süreçten sonra şu an yaşadığımız köye yerleştik.
Karar alma aşamasında sizi en çok zorlayan ne oldu? Karar almakta zorlandığımızı söyleyemem, kararı almaktan çok uygulamakta zorlandık. Zorlanmamızın başlıca sebebi de sanırım maddi imkânlarımızın kısıtlı olmasıydı.
Nasıl bir evde yaşıyorsunuz? Sahipleri vefat edince satılığa çıkmış, kırmızı tuğladan, bize göre oldukça geniş bir ev. Tabii bol miktarda tadilat yaparak yerleştik.
Bir gününüz nasıl geçiyor? Mevsimden mevsime ve günden güne çok değişiyor ama sabit olanlar sabah kalkınca ördeklere yem atmak, akşam üstü köpeklere yemek pişirmek ve onları beslemek :) Bazı günler erkenden kalkıp akşama kadar bilgisayar başında oturmam gerekiyor, kışın haftanın bir kaç günü halk eğitim kursuna gidiyorum, günün geri kalanı da çalışarak, kitap okuyarak, örgü örerek geçiyor. Yazınsa sabah erken kalkıp bahçede çalışmak, öğlen sıcağı basınca evdeki işlerle uğraşmak, belki biraz öğlen uykusu, akşam hava serinleyince yine bahçe işleri ve sulama, bazı akşamları da köyde yaşayan arkadaşlarımız ve yazın bollaşan misafirlerle yemek, sohbet ve müzik yaparak geçiriyoruz.  
Kırsalda sizi en çok ne zorluyor? Beni en çok zorlayan şey toplu taşıma imkânlarının sınırlı olması sanırım. Arabamız olmadığı için köy dışındaki tüm işlerimi günde bir kere köyden kalkan ve bir kez köye dönen, hafta sonları da çalışmayan otobüsün saatlerine göre ayarlamak zorundayım. Acil durumlarda mutlaka bir araç bulunuyor elbet ama gündelik işler için istediğim saatte kasabaya gidip gelememek bazen hayatımı zorlaştırıyor.
Geçiminizi nasıl sağlıyorsunuz? Serbest çevirmenim.
Kendi gıda ormanınızı yaratabildiniz mi? Üretiminiz karnınızı doyurmaya yetiyor mu? Neleri dışarıdan satın alıyorsunuz? Hayır gıda ormanımızı yaratabilmiş değiliz. Gıda ormanı kurmaya ve ev inşaatı yapmaya başladığımız arazi için bir baraj projesi olduğunu öğrendik. Oraya diktiğimiz ağaçlara hâlâ bakıyoruz ama geliştirmek için yoğun bir çaba gösteremiyoruz. Onun yerine şimdi yaşadığımız evin önündeki küçük bahçeyi ekmeye başladım. Yazlık sebzeler için neredeyse tüm ihtiyacımızı karşılıyoruz ama kışlık sebze, hububat vb ihtiyaçlara hem benim şu an verebileceğimden fazla emek, altyapı hem de biraz daha bilgi ve deneyim gerekiyor. Bazı ürünleri ise tek ailenin ihtiyacı için yetiştirmek verimli olmayabiliyor. Un, pirinç, tahin, pekmez, tuz gibi şeyleri doğal ya da organik tarım yapan küçük çiftçilerden alıyorum. 

Üretim fazlanızı nasıl değerlendiriyorsunuz? Sebze bahçesini ekerken özellikle ihtiyacımızdan fazla ekmemeye çalışıyorum, çünkü kurutmalar, konserveler de ayrıca zaman alıyor ve deneyimsizseniz sağlıksız olabiliyor. Aromatik ve şifalı bitkileri ise bol yetiştiriyorum ve fazlasını hediye ya da takas ediyorum. Meyveleri ise fermente ederek değerlendiriyoruz.
Kırsaldaki hayatınızı paylaştığınız bir sosyal medya hesabı ya da bloğunuz var mı? Hayır, bilgisayar başında geçirdiğim süreyi asgari düzeye indirmeye çalışıyorum.
Çocuğunuz var mı? Okul konusunu nasıl çözdünüz/çözeceksiniz? Çocuğumuz yok.
Yerleştiğiniz araziyle ilgili olarak;Evimin penceresinden bir kavak tarlası ve arkasında uçsuz bucaksız bir dağ silsilesi görünüyor.İyi ki yaptım iyi ki sağlam bir çit yaptırmışız.Keşke yapmasaydım yaptığın değil yapmadığın şeylerden pişman ol lafına inanıyorum :) O yüzden keşke buraya daha erken yerleşip ağaç dikmeye başlasaydım.
Kırsala yerleşmek isteyenlere verebileceğiniz en önemli tavsiye nedir? Eğer kırsala yerleşme sebebiniz ideallerinizse, yani emekliliği geçirmek değil de diyelim kendine yeten bir çiftlik, bir ekoköy, bir eğitim merkezi vs. kurma hayali ise, kırsalda sudan çıkmış bir balık olacağınızı, o ortama ayak uydurmanın ve orada hayal ettiğiniz şeyleri gerçekleştirebilmenin hesapladığınızdan daha fazla zaman alacağını unutmayın. Hesaplarınız tutmadığında ve planlarınız gerçekleşmediğinde tutumunuzun ne olduğu buradaki hayatınızın gidişatını belirleyebilir.





 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on February 08, 2018 11:32

Tuğba Gürbüz's Blog

Tuğba Gürbüz
Tuğba Gürbüz isn't a Goodreads Author (yet), but they do have a blog, so here are some recent posts imported from their feed.
Follow Tuğba Gürbüz's blog with rss.