Tuğba Gürbüz's Blog, page 81

October 19, 2017

NASIL YAZIYORLAR? (9)

Yazarların yazma alışkanlıkları, okurun ilgisini çeken bir konu. Sevdiğim, sevmediğim, okuduğum, okumadığım tüm yazarların söyleşilerinde yazım, üretim aşamasına dair söylediklerini iştahla, ilgiyle okuyorum. Kurmacabiyografiler, web günlüğüm olduğuna göre, yeri geldikçe buraya da not düşebilirim. İşte dokuzuncusu: Kazuo İshiguro 


Lorna ve ben bir plan tasarladık. Nasıl olduysa adına “Çarpışma” dediğimiz bu planda, ben, dört haftalık bir zaman dilimi için ajandamı acımasızca boşaltacak ve uzaklaşacaktım. ‘Çarpışma’ sırasında pazartesiden cumartesiye kadar sabah 9’dan akşam 10 buçuğa kadar çalışacaktım. Öğle yemeği için bir, akşam yemeği için ise iki saat ara verecektim. Bırakın biriyle görüşmeyi, telefonunun yanına bile gitmeyecek, e-postalara cevap vermeyecektim. Kimse eve gelmeyecekti. Lorna, dolu takvimine rağmen benim yerime ev işi ve yemek yapacaktı. Böylelikle sadece nicel olarak daha fazla iş tamamlamış olmayacaktım, aynı zamanda kurgu dünyamın gerçek hayatımdan daha sahici olacağı bir ruhsal duruma geçecektim. O zamanlar 32 yaşındaydım ve ilk defa kendimi çalışmalara adadığım Londra’nın güneyindeki Sydenham’da bir eve taşınmıştık (İlk iki romanımı yemek masasında yazmıştım). Aslında taşındığım yer yarı düşmüş büyük bir dolaba benziyordu; kapısı da yoktu, fakat kağıtları istediğim gibi etrafa yayabileceğim ve her geçen günün ardından toplamak zorunda kalmayacağım bir alana sahip olmaktan dolayı oldukça sevinçliydim.‘Günden Kalanlar’ı aslında böyle yazdım işte. “Çarpışma” esnasında, ne yazı stiline aldırdım ne de öğleden sonra yazdıklarımın sabah oluşturduğum kurguyla çelişmesine takıldım; öylece yazdım. Öncelik; düşüncelerin yüzeye çıkması ve gelişmesiydi. Berbat cümleler, korkunç diyaloglar ve hiçbir yere ilerlemeyen sahneler; hepsinin olduğu gibi kalmalarına izin verdim ve devam ettim.

Kaynak: Nobel ödüllü Kazuo Ishiguro anlattı: Günden Kalanlar'ı 4 haftada nasıl yazdı?
              Gazete Karınca
Kazuo Ishiguro'nun Guardian için yazdığı metin Tolga Er tarafından çevrilmiştir. Yazının tamamına Gazete Duvar'dan ulaşabilirsiniz. 


 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on October 19, 2017 14:00

SOSYAL MEDYA ORUCU VE BİRTAKIM KARARLAR

Başlamadan önce: Bu yazıyı sessizlik içinde yazdım ancak yayımlamadan hemen önce okumaya eşlik eden bir müzik parçası seçmek geldi içimden. Buyurun:


Bir süredir dilediğim nitelikte ve nicelikte kitap okuyamamaktan ve yazamamaktan şikayetçiyim. Niteliği de niceliği de belirlemek benim elimde, oysa. Ders hazırlamak, tez yazmak ya da herhangi bir sebeple başkalarının belirlediği, dayattığı kitapları okumak gibi bir zorunluluğum yok. Yalnızca kendim için, kendi dilediğim kitabı, dilediğim hızda okuyabilirim. Yerine getirmem gereken tek şart var: kitap taşımak, bitirene kadar aynı kitabı taşımak. Bir maymunun iştahıyla aynı anda pek çok kitaba saldırmak işime yaramıyor. Hissettiğim, baskı ve sıkışıklık oluyor. Bunun sebebi bir an evvel, olabildiğince kitap bitirme isteğinden ziyade odaklanamamak. Zamanı iyi kullanamıyorum. İnternette, sosyal medyada, e-postada fazlaca vakit geçiriyorum. Sık sık aklım çeliniyor. Hemen şimdi okunacak yeni kitap listeleri oluşuyor zihnimde, onları temin etmeye çalışıyorum. Kitap istifliyorum. Alma ve okuma dengesi bozuluyor. Odaklanma problemi yaşıyorum. Zamanımı boşa harcıyor olduğumu hissetmek bana hiç de iyi gelmiyor. Bir tür suçluluk, kendime yönelen öfke, kızgınlık... Merak, yeni heyecan dalgaları, bitirilmemiş planlar, projeler... Bu döngüyü kırmaya kararlıyım. Bunun için bazı adımlar da attım. İşte reçetem:


Gönüllü sadelik:Çocukları oyun oynarken gözlemlediyseniz bilirsiniz. Sanılanın aksine oyuncağa, etkinliğe boğulduklarında ne yapacaklarını, hangisine saldıracaklarını bilemezler. Ne yapsalar akılları, gözleri diğerinde kalır. Seçeneklerin çokluğu, oyundan aldıkları zevki azaltır. Bir çeşit tükenme, zehirlenme hâli... Aynı çocuk, hele de süre baskısı yoksa doğaya çıktığında bulduğu bir kozalak ve dal parçasıyla saatlerce oyun kurabilir. Çok malzemeyle odağı dağılır, az malzeme ise yaratıcılığı artırır. Bizim okurluk hâllerimiz de buna benziyor. Bir süre yeni kitap almayacağım. Kütüphane ve değiştokuş seçeneklerine ilaveten elimde kışı çıkarmama yetecek kadar okunmamış kitap var. 
Okuma kulüpleri:Okuma kulüpleri güzeldir. Tek sıkıntısı sürekliliğini sağlamak zordur, kişilerin farklı beğenileri vardır, ortak kitap seçmek sıkıntı olabilir. Hoşunuza gitmeyen bir kitabı arkadaşlarınızın emeğine saygısızlık etmemek, onların motivasyonunu bozmamak için okumaya çalışmak can sıkıcı olabilir. Geniş katılımlı okuma kulüpleri yerine iki üç kişi, ortak belirlediği bir kitabı eşzamanlı okuyabilir, hakkında konuşabilir. Okurların aynı şehirde, hatta aynı ülkede yaşamaları bile şart değildir. Ben de kendime bir okuma kulübü arkadaşı seçtim. Konserve Ruhlar bloğunun sahibesiyle eşzamanlı olarak Damızlık Kızın Öyküsü'nü okuyor ve kitap hakkında yazışıyoruz. Henüz devam etmekte olan süreç belki birer blog yazısına da döner. Kim bilir.
Zamanı doğru yönetmek: Vaktimi çar çur etmemek, dijital tuzakların içine düşmemek için kitap okurken modemi, bilgisayarı kapatıyor, laptopu yakınımdan uzaklaştırıyorum. İki gün önce Facebook hesabımı da dondurdum. Bu seferki mola birkaç haftadan uzun sürecek. Umudum var.
Harekete geçmek:Yürümenin Felsefesi kitabının arka kapağında dediği gibi "Yürümek iki mesafe arasında gidip gelmek değil yaratıcı bir eylemdir. Hem kendi yalnızlığımıza çekildiğimiz hem de toplum olarak bizi dönüştürecek bir ayağa kalkıştır. İki büklüm vücudun karşısında dikilmeye çalışan, attığı her adımda yeryüzünün gerçek bir parçası olduğunu fark eden Homo Viator'un eylemidir. Çünkü Yürüyen İnsan kendi üzerine çöken kaygı, haset ve korku yumaklarını çözer, varlığını yeryüzünün ebediyen yeni olan kalbine düğümler. Yürüyoruz işte, bu düğümü atmak için."
Alıntı yukarıda. Harekete geçelim, yürüyelim, koşalım, dans edelim. Böylece kaygılarımızı, korkularımızı çözebilir, dünyayla bağımızı güçlendirebiliriz. Daha fit ve mutlu olmak, heybemizi yeni yazma fikirleriyle doldurmak da cabası.

Ya sonra?Sonrasını bilmiyorum. Elimden geldiğince odağımı dağıtmamaya, bu düzen dahilinde devam etmeye niyetliyim. Bununla beraber tüm kurallar gibi bu kuralın da ihlal edilebileceğini biliyorum. Bunu bilmek de beni rahatlatıyor. Çünkü okumanın ve yazmanın bir sporcu disiplini ya da zorunluluğuyla değil zevk alarak yapılması gerektiğini düşünüyorum. Bu plan da günlük hayatın akışı içinde zamanımı daha iyi ve verimli organize etme isteğinden başka bir şey değil.

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on October 19, 2017 01:42

October 17, 2017

ÇAĞDAŞ DANSIN BENİMLE NE İLGİSİ VAR?

Mesleğimin bedenime verdiği zararlar var. Duruş bozuklukları neticesinde zaman zaman bel, omuz, boyun, sırt, bacak (saymadığım ekstremite kalmamış) ağrıları çekiyorum. Fazla kilo ve hareketsiz yaşam tarzı işimi kolaylaştırmıyor. 2015 yılının bahar ayında pilatesle başladığım hareketi arttırma plan ve projesi, geçen sonbahar beden farkındalığı atölyesine evrildi. Bir yıl boyunca bedenimizle çalıştık. Benim için ilginç ve kazanımları olan, uzun soluklu bir deneyimdi. 8 ay boyunca aynı grupla yol aldık. Bedenimizi dinledik. Ağrı, onun gerildiği, zorlandığı, aynı pozisyonda uzun süre kaldığı durumlarda başlıyordu. Şimdi hasta başında çalışırken ağrının yerleşmesine izin vermeden zorlanmayı hissettiğimde pozisyon değiştiriyor, gerilen kasımı gevşetiyor, ağırlığı transfer ediyorum. Bu önemli bir kazanım ancak fazlası da var. Beden farkındalığı atölyesinde yaptıklarımızı tarif etmekte her zaman zorlandım. "Eveet bu dizlerim, bu bacaklarım, bu da kollarım, hah tamam burdalar, tam olmaları gerketiği yerde" gibi dalga geçmeye açık bir başlık. Hem tam da dalga geçildiği gibi hem de çok daha fazlası. Dilim döndüğünce anlatayım. Benim için beden farkındalığı yeri geldiğinde kelimeleri unutup alışık olduğumuz şekilde iletişim kurmaktan vazgeçebilmek, önyargılarımı, korkularımı bir kenara koyup yeni bir iletişim dili kurmak, yalnızca dile ve kelimelerin anlamlarına yüklenmeden, kendimi görmek, duymak, aynı zamanda diğerlerini de görmek ve duymak demek. Benim için beden farkındalığı kendimi ve diğerlerini görüp işitirken mekânı unutmadan, onu da hissetmek, bize sunduklarını sonuna kadar kullanmaya çalışmak demek. Benim için beden farkındalığı susarak anlaşmak demek. Benim için beden farkındalığı evi paylaştığım minik insan dışında birileriyle konuşmak, paylaşmak, kendi sesim dışında sesler duymak demek. Benim için beden farkındalığı koyduğum sınırları ihlal etmek, hatta bütünüyle yıkmak demek. Benim için beden farkındalığı kendini gerçekleştiren kehanetler, çemberin büyüsü ve istemek demek. Ah bir kez isteyince insan, cânı gönülden isteyince, hele de niyet tohumlarını çembere ekmişse, eşzamanlılık bir fizik formülü gibi işliyor ve kendinden yeni bir ben, dilediğin gibi bir ben çıkarıyorsun. Korkular, tıkanıklıklar bir bir gidiyor, güven inşa ediliyor, dostluklar derinleşiyor, perçinleşiyor. Hâl böyle olunca yaz tatiline giren atölyenin yeniden başlaması dört gözle bekleniyor. Bir süredir Esra'dan gelecek "Hadi" işaretini bekliyorduk. Zaman ve içerik konusunda bir müddet whattsappta yazıştık ve dün akşam biraz daha kalabalık yeniden başladık. Bir ay süreyle çalışacak ve öncelikle bedenimizden gelecek geribildirimleri paylaşacaktık. Böylece Esra atölye müfredatını belirleyecek, gerekirse büyük gruptan iki ayrı atölye çıkaracaktı. Yazışmalarda kullandığı teknik kelimesinden uyanmalıydım! İçimde daha fazla hareket etme isteği duyan Tuğba işitmemi engelledi. Ve dün kendimi Çağdaş Dans Teknikleri atölyesinde buldum. İyi de çağdaş dansın benimle ne ilgisi var?Esra, çağdaş dans adımlarının bütününü bir bebeğin doğumundan yürümesine kadar geçen sürede doğal olarak yaptığı, bedenin hafızasında yerleşik hareketler olarak tanımlıyor. Atölyede yaptığımızın hatırlamaktan ibaret olduğunu söyleyerek üzerimizdeki baskıyı azaltmaya çalışıyor. Onun iyimserliği karşısında gözlerimi kapıyorum. Müziği dinliyor ve dönüyorum, ters x, düz x, hepimiz birer Maksimum Adam'ız. Bedenim bu yeni sürece nasıl uyum sağlayacak, zevk alacak mı bilmiyorum ancak zihnimin atölyeye şimdiden adapte olduğunu, elinden gelenin en iyisini yaptığını, sıvışmayı düşünmediğini söyleyebilirim. Ne de olsa bizden aşağıdaki gibi bir yıl sonu performansı bekleyen ebeveynlerimiz yok. :)



 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on October 17, 2017 04:23

October 16, 2017

Yağmur İçin Teşekkürler

Ekoloji temalı festivallerde gösterilen belgesellerin ortak özellikleri vardır. Dünyanın her köşesinde bizimle benzer sorunlar yaşayan insanların gerçek hayat hikâyelerini, mücadelelerini, dayanışmalarını, değişime olan inançlarını, umutlarını taşır ekrana, iyimserlik bulaştırır. Küçük salonları dolduran bir avuç insan, sen, ben, bizim oğlan aynı yerlerde gülümser, hüzünleniriz. Film aralarında, yemeklerde arkadaşlıklar kurulur, sohbetler derinleşir, bilgi ve deneyimler paylaşılır, yeni projelerin tohumları atılır. Amaç biraz da budur. Üreticiyle, tüketiciyi, kaygılı ebeveynle, aktivistleri yan yana getirmek, birlikte harekete geçmek ve aynı amaç doğrultusunda çalışacak toplulukların oluşumunun fitilini ateşlemek... Düşünüyorum da, en son 2015'in güzünde solumuşum bu havayı. Oysa umuda her daim ihtiyacımız var. O zaman istikamet Bozcaada.Bozcaada 2014 yılından beri Uluslararası Ekolojik Belgesel Film Festivali'ne (BİFED) ev sahipliği yapıyor. Nihâyet bu yıl, son gün de olsa, gitmeye, festivalin havasını koklamaya karar veriyoruz. Çarşamba günü başlayan festival, izleyicilerini dört gün boyunca iki ayrı salonda (Salhane ve Halk Eğitim Merkezi) toplam 29 belgeselle buluşturuyor ancak pazar günü bize düşen ödüllü filmlerin yeniden gösterimi. Saat 11'de adada olmayı planladığımızdan tercihimizi Salhane'deki 13.00 gösteriminden yana kullanıyoruz. Hangi filme gireceğimizi dahi bilmeden deniz otobüsündeki yerimizi alıyoruz. Bir saatlik yol oyunla bir çırpıda bitiyor. Dönüş biletlerimizi de alınca adanın merkezine yürüyoruz. Deniz kendi deyimiyle "dünyanın en güzel parkı"nda oynayacak ama önce Çiçek Pastanesi'ne uğranıyor. 1,5 saat önce kahvaltı masasından kalkan biz değiliz sanki. Elimizde kurabiye poşeti parka bakan çay bahçesine doğru giderken kendimi tutamıyorum, alçak bir duvarın üzerinden yaprak öbeğinin içine atlıyorum, Deniz de ardımdan. Kurabiye, çay, oyun faslını takiben festival kitapçığını almak üzere Dantela Cafe'ye gidiyoruz. Oradan çıkınca öğle güneşi gözümü alıyor. Gözlük kılıfımın içi boş. Filmi geriye sarıyorum. Çanakkale'de iskelede taktığımdan eminim, gerisi flu. Adada dolandığımız yerlerden tekrar geçiyor, uğradığımız, oturduğumuz yerlere soruyoruz. Nafile. Gözlerimi kısa kısa Salhane'ye gidiyorum. Filmin başlamasına daha vakit var. Koltuklardan birine hamile bir kedi yayılmış. Deniz de onun kadar sakin kalabilir mi acaba içeride? Emin değiliz ancak şansımızı denemeye karar veriyoruz. İzleyeceğimiz film Thank You For The Rain (Yağmur İçin Teşekkürler)Kenya, Danimarka, Norveç ortak yapımı belgesel Kenyalı çiftçi Kisilu Musya'nın hayatından kesitler sunuyor.
Kisulu Kenyalı bir çiftçi. Birkaç keçi ve arazi dışında sahip olduğu bir şey yok. Doğanın içinde, doğayla uyumlu her birey gibi yaşıyor. Bulutlara bakıyor, kuşlara, yağmurun, kuraklığın kokusunu duyuyor, değişimleri izliyor, doğanın bereketinden yararlanmak ve yaklaşmakta olan tehlikelerden korunmak için. Ancak doğa alışıldık izlerini sunmuyor ona, değişiyor, şaşırtıyor. Kuraklık uzuyor, mevsim normallerini aşıyor.
Kisulu bir ziraat mühendisi aynı zamanda. Bu değişimin iklim değişikliğinin bir sonucu olduğunun, dünyanın farklı yerlerinde farklı sonuçlar doğurduğunun farkında. Yağmuru çekmek için ağaçlandırma çalışmalarına ağırlık vermek gerektiğini savunuyor. Oysa çiftçiler daha hızlı, gündelik sorunlar peşinde. Karınlarını doyurmak, çocuklarının okul taksidini ödemek, fırtınada zarar gören evlerini tamir etmek... Kisulu yılmıyor. Bıkmadan, usanmadan civardaki köylülere ulaşmaya, fidan dikme çağrısını yinelemeye devam ediyor. Bu toplantılardan birinde Norveçli yönetmen Julia Dahr'ın dikkatini çekiyor. Julia, bir ay boyunca filme almak için izin istiyor. Kisulu'nın tek şartı vardır: kameranın arkasına da geçmek. Çekimler başlıyor. Kisula, Julia ülkesine döndükten sonra kamerasını bir günlük gibi kullanmaya devam ediyor. Kuraklık, yoksulluk, yoksunluk, topluluk kurma çabaları, sel, iş bulma zorunluluğu,  Kisula'nın Norveç'e ve Paris İklim Zirvesi'ne yolculuğu, hepsi kayda alınıyor. Yağmur İçin Teşekkürler Kisula özelinde Kenya'da sahip oldukları bir toprak parçası dışında hiçbir şeyleri olmayan, küresel iklim değişikliğinden en çok etkilenen yoksul çiftçilerin hayatını olanca çıplaklığıyla gözler önüne seriyor. Ve tüm izleyicileri yaşam tarzlarını değiştirme, çevre hareketini destekleme, değişimi yaratmanın parçası olma konularında ahlaki bir seçim yapmaya, doğru yerde durmaya davet ediyor.Yağmur İçin Teşekkürler'i sevdim, çünkü:
Bana zorluklar karşısında devam etme azmi, umudu verdi. Doğanın bana sunduğu nimetler için çok daha fazla şükretmem gerektiğini hatırlattı. Tüketim alışkanlıklarımı yeniden sorgulamama vesile oldu. Daha da sadeleşmek mümkün. Tüm hayvanların, böceklerin aynı amaç için, birlikte çalıştığı zaman başardığını hatırlattı. Bana bir topluluğun parçası olmasının verdiği güven ve umut duygusunu anımsattı. Filmin ardından üreticileri ve tüketicileri biraraya getirmeyi amaçlayan bir sohbete dahil olma imkânı buldum.Güneşli havanın, yavaşlığın tadını çıkardım. Gözlüğümü kaybedip yeniden bulmanın sevincine vardım. 

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on October 16, 2017 01:43

September 30, 2017

ZÜRAFA DÜRÜSTLÜĞÜ


 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on September 30, 2017 13:57

September 29, 2017

What about me?

Etgar Keret'ten kısa film

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on September 29, 2017 12:02

September 28, 2017

ÇÜNKÜ ERGONOMİ ÖNEMLİDİR


Bir süredir sol elimin işaret parmağı ağrıyor. Aeratör tutarken sorun yok ama ne zaman elime bir kalem alsam kendini belli ediyor. Reçete yazdığım ya da protokol defterine hasta bilgilerini kaydettiğim zamanlarda inceden ağrıdığını hissediyorum ama sebebini de bulamıyorum. Kalemi bırakıp masaj yapıyorum. Günün yoğunluğu içinde unutuyorum.Dün aljinat karıştırırken parmağımın yeniden sızladığını duydum ve elime baktım. Bol kaşığını tüm avcumla kavramak yerine işaret parmağımı kaşığın ucuna doğru uzattığımı, parmağımın aşırı gerilmesine sebep olduğumu fark ettim. Diş hekimliği sayısız tekrarlayan hareketten oluşuyor. El bileğimiz, parmaklarımız sayısız kereler dönüyor, itiyor, çekiyor. Günün önemli bölümünü öne eğik bir postürle geçiriyoruz. Diş hekimlerinin büyük çoğunluğunun bel ve boyun ağrıları çekmesi, fıtık olmaları şaşırtıcı değil. Tüm bu risk faktörleri yetmezmiş gibi, bizzat kendim, hiç de gereği olmadığı halde kötü bir duruşla parmağımın ağrımasına yol açmıştım.Farkında olmak her türlü sorunun çözümünde ilk adım. İki gündür aljinat karıştırırken bol kaşığını avucumun içiyle kavrıyorum. Ve ağrı neredeyse tamamen kayboldu. Ağrıyı önlemenin yolunu fark etmek bana katıldığım bir eğitimi hatırlattı. Dört beş yıl önce dental lazerlerin kullanımıyla ilgili bir eğitime katılmıştım. RWTH Aachen Üniversitesi işbirliğiyle İstanbul'da düzenlenen eğitimin dili İngilizceydi ve içeriğin tamamı Aachen Dental Laser Center tarafından sağlanıyordu. İki yıla yayılan dört modülde, farklı dalga boylarındaki dental lazerlerin kullanımıyla ilgili pek çok güncel teorik bilgi edindik. Koyun kafaları üzerinde pratik uygulamalar yaptık. Her modülün sonunda bir sınava girdik. Tüm modüllerin ardından kendi vakalarımızı sunarak sertifikalarımızı aldık. Bu eğitimin, lisans eğitimimden önemli bir farkı vardı. Gerçekten dersi derste, tüm yönleriyle kavramıştım. Sebep sonuç ilişkisini kurmanızı sağlayan, işinde uzman, hitabet sanatını iyi bilen bir eğitmenle dersi derste öğrenmek mümkün. Alman profesörde tüm bunlar fazlasıyla vardı. Profesyonel diş hekimlerine yönelik eğitimin katılımcılarının yaş ortalaması 35'in üzeriydi. Hepimiz uzun zamandır muayenehanecilik yapıyorduk. İçimizde diş hekimliği fakültelerinde çalışan akademisyenler dahi vardı ancak profesör Gutknecht'in anlatım tarzı hiç değişmiyordu. Her bir yeni bilgiyi ilk kez karşılaşıyormuşuz gibi, tabiri caizse Bilal'e anlatır gibi anlatıyordu. Dental lazerin kullanımını anlattığı derse, "Cihazı fişe takın, hasta, hekim ve asistanın koruyucu gözlüğü taktığından emin olun, açma kapama düğmesini açın, her zaman lazerin pedalına kendiniz basın" diyerek  başlayabiliyordu örneğin. Çünkü iş güvenliğini önemsiyordu. Hastanın, hekimin ya da asistanın retinasında oluşabilecek hasarı, asistanımıza kısacık bir an emanet ettiğimiz pedal, istemimiz dışında çalışırsa ya da dur dediğimizde çalışmaya devam ederse yumuşak ya da sert dokuda  oluşabilecek zararı, her daim aklımızda tutmanızı istiyordu. İşte bu yüzden "hiçbir diş hekimi bunu yapmaz  zaten" demeden sabırla, tane tane anlatıyordu. Bu, biraz da kültürel bir farktı. Bazı kültürlerde kervan yolda düzülmüyor, başarısızlık da planlanıyordu. Bizse ulaşmamız gereken sonuç hakkında bilgilenmeye devam ediyorduk. Bu esnada kendimizi nasıl koruyabileceğimize değinen yoktu. Bu yüzden preklinikte elektrik akımına kapılan arkadaşım da oldu, tendonunu kesen de. Almanya'da diş hekimliği eğitimi alsaydım, elimize ilk kez kesici ve delici aletler alıp birtakım modeller üzerinde çalıştığımız preklinik yıllarından itibaren kendimizi koruma yolları, ergonomik bir çalışma alanının nasıl sağlanacağı, kas iskelet sistemini zorlamadan nasıl çalışılacağı vb konuların müfredatın önemli bir parçası olacağına eminim. Çünkü ergonomi önemlidir, hem muayenehanede hem yaşamın içinde. Artık kırklı yaşların başındayım. Geçen yıllar içinde istemediğim pek çok duruma maruz kaldım. Bazılarında süreci hiç de iyi yönetemediğimi düşünüyorum, özellikle ikili ilişkiler söz konusu olduğunda. Çünkü daimi güvence, daimi mutluluk, daimi refah arıyordum. Bunların azaldığı her duruma şiddetle karşı koydum. Oysa değişime karşı koymak hiç de ergonomik değil. Hayatın, enerjinin, gücün, besinin, fırsatların iniş ve çıkışları var. Değişime ve belirsizliğe karşı koymak yerine, durumu kabul etmek ve bu döngüyü yaşamaya izin vermek bazı kalp ve beden ağrılarını dindiriyor.
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on September 28, 2017 13:53

September 26, 2017

Esin Kaynağı Olarak Müzik



...
Ve müzik benim için hep esinleyici oldu. İçimde bir şeyleri hep kıpırdattı. Hatta öğrencilerime zaman zaman, yine kendimden hareketle, şunu söylerim: "Diyelim ki yazı masasının başına oturdunuz, bir yazı yazmaya kalkıştınız ve bir yerde tıkandınız, durun o zaman. Yazmayı bırakın. 'Neden yazamıyorsunuz?' onunla yüzleşin. Belki anlatamıyorsunuzdur, belki birileri anlatmanızı engelliyordur. Belki malzemeniz yoktur. Belki tükenmişsinizdir. Bunların hepsi birer olasılık... Ama eğer kapanmış birtakım kapaklar varsa, müzikle açabilirsiniz. Özellikle sizde hatırası olan müzikleri dinleyin. Bakın o zaman kapaklar açılıyor mu, açılmıyor mu?" Müzik çok güçlüdür. Bu yüzden başka evlerimden taşımış olduğum plaklarımı, kasetlerimi hep korumaya çalıştım. Bunlar benim için birer güvenlik subapı. Biliyorum ki, onlar bir yerde duruyor. Günün birinde yazma konusunda bir tıkanmayla karşı karşıya olduğumu hissedersem, onlara başvuracağımı biliyorum. Onların bana başka kapılar açacağını biliyorum. Bu nedenle müziğin hayatımda çok büyük bir yeri vardır. 
                                                                                                                                               Mario Levi
Kaynak: Notos Öykü
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on September 26, 2017 01:12

September 22, 2017

NASIL YAZIYORLAR?(8)

Yazarların yazma alışkanlıkları, okurun ilgisini çeken bir konu. Sevdiğim, sevmediğim, okuduğum, okumadığım tüm yazarların söyleşilerinde yazım, üretim aşamasına dair söylediklerini iştahla, ilgiyle okuyorum. Kurmacabiyografiler, web günlüğüm olduğuna göre, yeri geldikçe buraya da not düşebilirim. İşte sekizincisi: Julio Cortazar



Hiç değişmemiş, asla değişmeyecek olan tek şey kargaşa ile düzensizlik. Kesinlikle hiçbir yöntemim yok yazarken. Bir öykü yazmak istediğimde her şeyi boş verip öykümü yazarım. Ayrıca kimi zaman, öyküyü yazdıktan sonra bir iki ay içinde iki üç öykü daha yazarım. Genellikle, öyküler bir dizi halinde gelir zihnime. Bir öyküyü yazıp bitirince, algılarım açık kalır, sonrasında bir tane daha "yakalarım." Ne tür bir benzetme yaptığıma dikkat edin, ama gerçekten bu böyle. Öykü birden içime düşüverir. Ama bunlardan sonra, bazen bir yıl geçer hiç ama hiçbir şey yazmadan. Şu son birkaç yılda zamanımın büyük bir kısmını daktilomun başında politik makaleler yazarak geçiriyorum. Nikaragua, Arjantin hakkında yazdığım metinlerin edebiyatla hiç ilgisi yok, militan yazılar bunlar. 

Kaynak: Julio Cortazar söyleşi: "Hayat bana kimsesiz bir ada, kimsesiz bir oda olabilir."
               İngilizceden çeviren Nermin Özdilkural
               Notos Öykü

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on September 22, 2017 23:53

FUAT SEVİMAY İLE ÇEVİRİ VE ÇEVİRMENLİK ÜZERİNE SÖYLEŞİ


Tim Parks "Çevirmenler Niçin Biraz Takdiri Hak Ediyor" (The Observor 25 Nisan 2010 - Çeviri: Yiğit Yavuz) adlı makalesini "Her neslin, kendi çevirmenlerine ihtiyacı vardır. Güzel bir edebiyat eserinin asla güncellenmesi gerekmez; oysa bir çeviri, ne denli harika olsa da zamanla toz tutar. Pope’un Homeros’unu okurken, Homeros’tan ziyade Pope’u duyarız. Constance Garnett’ın Tolstoy’unu okurken, 19. yüzyıl sonları İngiltere’sinin sesini duyarız. Büyük eserleri yeniden ele alıp, onları kendi dilimize uydurmamız icap eder. Bunun için taze zihinlere, taze seslere ihtiyaç duyuyoruz. Her yıl birkaç dakikalığına, çevirmenlerin önemli olduğunu gerçekten kabul etmemiz, en iyi çeviriyi okuduğumuzdan emin olmamız gerekiyor," sözleriyle bitiriyor. Gelin Parks'ı dinleyelim. Birkaç dakikalığına çevirmenlerin önemli olduğunu kabul edelim, yazar ve yayınevi seçimi kadar çevirmen seçimine dikkat etmek gereğini akılda tutalım ve çevirmenlere kulak verelim.  



Çeviriye nasıl başladınız? 
2012 yılında, tamamen kendimi denemek amaçlı giriştiğim bir işti. Altından kalkabilirsem devam edecek, aksi takdirde de biraz dil talimi yapmış olup bırakacaktım. Çevirdiğim ilk metnin, Pirandello’nun nefis romanı “Biri Hiçbiri Binlercesi” olması, romanın eğlenceli dili kendimi çeviri için zorlamama sebep oldu ki iyi ki de öyle olmuş. Çünkü arkasının güzel geldiğini düşünüyorum.  
Sizce çevirmen kimdir? İyi bir çevirmenin taşıması gereken özellikler nedir?
Çevirmen köprüdür. Kültürleri birbirine bağlayan kişidir. Kalem oynatma yeteneği ve dile yatkınlığıyla sınırları ortadan kaldıran, kültürel birikime tuğla koyan kişidir.Bir çevirmen olarak ritüel diyebileceğimiz belirli alışkanlıklarınız, elimden asla düşürmem dediğiniz araç, gereç, başvurduğunuz kaynaklarınız var mı?Çeviriye başlamadan önce amuda kalkarım ki kafam aşağı aksın J İşin şakası bir yana, belli başlı ritüellerim yok ama işin doğasında olan, olmazsa olmaz bir takım araç gereç ve kaynak kitap var tabii. Çeviri sayfalarının uçmasını önlemek üzere kullandığım taş, hayat kurtarıcı olabiliyor bazen. Sonra masa lambası var ki bazen kendisiyle gecenin kör bir saatinde dertleştiğimiz oluyor. O kadar yakınlaştık ve anlayın işte, çevirmen ne kadar yalnız J Elbette sözlüklerden bahsetmeli. Argo sözlüğü, mesleki sözlükler gibi. İrlanda İngilizcesi ile çokça haşır neşir olduğum için bolca kullandığım bir Slanguage sözlüğü hep elimin altındadır. Özellikle Joyce çevirilerinin çilingiri, rehber kitaplar da genelde masanın üstünde yayılıdır hep. Bir de öğlen uykum vardır. Herkes mesaideyken, iki saat uyudum, dediğim dostlarım müthiş rahat ve lüks bir hayatım olduğunu düşünürler ama kazın ayağı öyle değil. James Joyce gibi bir adamın diliyle 4-5 saat uğraştığınızda beyniniz, ringde patates çuvalına dönmüş gibi oluyor. Sonra mutlaka dinlenmek gerekiyor. Belki de çeviriden kaynaklı en büyük alışkanlığım bu öğlen uykusu.  
 
Çeviri yaparken nelere dikkat edersiniz?
En çok ama en çok, son okumayı yaparken, Türkçenin duygularına ne kadar sadık kaldığıma ve çeviri sosuna bulanmamaya dikkat ederim. Okuduğum cümleler Türkçede yanlış tınladığı sürece, kendimi işimi tamama erdirmiş saymam.

Türkçeye henüz çevrilmemiş hangi kitabı dilimize kazandırmak isterdiniz?

Açıkçası ve tam aksine, Türkçeye gereğinden çok ve bazen çok kof kitapların da çevirisinin yapıldığını düşündüğüm için, beni X dilden Türkçeye yapılacak yeni bir metinden çok, Türkçeden yabancı dillere yapılmış çeviriler müthiş heyecanlandırıyor. Ahmet Hamdi, Oğuz Atay, Yusuf Atılgan daha henüz, çok yakın zamanlarda İngilizceye çevrilmişken, Kentucky Postası’nda bestseller görünen, arka kapağına da oh it’s fantastic diye iki yorum geçilen tırı vırılar için vakit ve kaynak harcanması doğrusu canımı acıtıyor. Ne yazık ki sevimsiz bir kültür emperyalizminin etkisi altındayız ve bu müstemleke ruh halinden çıkılması gerekiyor.
Klasiklerin çevrilmesi konusunda yayınevleri ve çevirmenlerin üzerine düşen sorumluluklar nedir? Okur, seçim yaparken nelere dikkat etmelidir?
Klasik, adı üstünde, ağır mesele. Yayınevinin de çevirmenin de bu ağırlığı taşıdığının bilincinde olması gerekir. Okurun yapacağı en doğru iş ise kanımca, özellikle de klasiklerde yayınevi ve çevirmen tercihinde bulunması. Örneğin, İşbankası Yayınlarının klasik serisinde yer almış bir eseri gönül rahatlığıyla elinize alabilirsiniz. Kapakta çevirmen olarak Şadan Karadeniz’in Azra Erhat’ın, çağdaşlardan Sabri Gürses’in Betül Parlak’ın adı varsa, o kitap gönül rahatlığıyla okunur. Oysa okur, aynı Rus, İtalyan ya da İngiliz klasiğinin, Kaydırıkuppak Yayınlarından çıkmış, 3-5,-TL daha ucuzunu aldığında, bir hayli cümle ya da paragrafın eksik olduğunu, cümlelerin tepetaklak yapısını, hepsinden önemlisi bir tür sahtekarlığı satın aldığını da kabulleniyordur.
Yaptığınız çeviriler sizde kurmaca metinler yazma isteği uyandırıyor mu?
Kurmaca metin yazma isteğim hiç sönmediği için, ayrıca çevirinin körüklemesine gerek kalmıyor aslında. Bendeki durum biraz, kurmaca ile çevirinin birbirlerine kuma gözüyle bakmasını andırıyor. Hangisine yoğunlaşsam diğeri kıskanıyor.
Şu anda hangi kitap üzerinde çalışıyorsunuz? Okurla ne zaman buluşacak?
James Joyce’un 6 temel eserinin 5’ini çevirmiştim ki bunlardan 3 tanesi (Finnegan Uyanması, Sanatçının Delikanlılık Portresi ve Deneme Yazıları) yayınlandı, 2 tanesi de (Dublinliler ve Sürgünler) yakında yayınlanacak. Halkayı tamamlamak adına Ulysses’i de ele almam gerekiyordu ki bildiğim kadarıyla dünyada Joyce’un tüm eserlerini çeviren başka bir çevirmen yok. Şimdi Ulysses’i de tamamladım ve edit sürecinde bir aksilik olmazsa Kasım 2017 gibi okurla buluşacak.
Teşekkür ederim.

Dünyanın tüm kurmacaları adına ben teşekkür ederim.


Fuat Sevimay hakkında:
72'de doğdu. Erenköy ve Üsküdar'da yaşadı. Kadıköy Anadolu Lisesi’nde okuldan kaçmayı ve hayattada bazen kaçmak gerektiğini, Marmara Üniversitesi İngilizce İşletme'de dostluğu, arkadaşlığı, ve paranın "beş para etmez" olduğunu öğrendi. Yazarlık ve çevirmenlik yapıp iyi bir insan olmaya çalışıyor.İstanbul Mimarlar Odası, Maden Mühendisleri Odası, Ümit Kaftancıoğlu (2 kez), Yenimahalle Belediyesi, Foça Belediyesi, Ölüdeniz Belediyesi tarafından ödüllendirilen ve dergilerde yayınlanan öyküleri, 2013 yılında Ara Nağme kitabında derlendi ve bu eser, 2014 Orhan Kemal Öykü Ödülü’ne değer görüldü. Ankara Mimarlar Odası tarafından, Kent Öyküleri Yarışması’nda birincilikle ödüllendirilen Haydar Paşa’nın Evi adlı çocuk kitabı yine 2013’te yayınlandı. Kapalıçarşı adlı romanı 2015 yılında Ahmet Hamdi Tanpınar Roman Yarışması’nda ödüle değer görüldü ve 2017 yılında yayınlandı. Yazar, Kadıköy Anadolu Lisesi tarafından, "Kristal Martı" ödülüne değer görüldü. 2015 yılında 2011’de yayınlanan Aynalı ve 2013’te yayımlanan AnarŞık adında iki romanı, İngilizceden James Joyce, Henry James ve Oscar Wilde, İtalyancadan Luigi Pirandello ve Italo Svevo çevirileri var. AnarŞık oyunlaştırıldı ve 2015'te sahnelendi. Literature Ireland ve Trinity College’ın desteği ve kazandığı burs çerçevesinde Dublin’de, James Joyce’un Finnegans Wake eserinin çevirisi üzerine çalıştı ve bu eser 2016 yılında Finnegan Uyanması adıyla yayımlandı. Yazar, muhtelif mekânlarda Türk edebiyatı ve çeviri üzerine dersler veriyor.
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on September 22, 2017 00:02

Tuğba Gürbüz's Blog

Tuğba Gürbüz
Tuğba Gürbüz isn't a Goodreads Author (yet), but they do have a blog, so here are some recent posts imported from their feed.
Follow Tuğba Gürbüz's blog with rss.