1930-1950 Dönemindeki Toplumsal Katmanlara Türk Edebiyatından Ãrneklerle Sosyonomik BakıÅ
1. 1930-1950 döneminde para
Berber Reşit cebinden çıkardığı gıcır gıcır dört tane yüzlüğü bayrak gibi sallayarak “Gidiyok!” dedi. “Temam!”
“Bunlar ne?”
“Gözün kör mü kız? Para!”
“Ne parası?”
“Ne Parası mı? Ne parası mı kız soyka? Para işte. Anayı kızdan ayıran!”
Kuru karı paraları kocasının elinden çekip aldı. Yere yan yana dizdi. Önlerine diz çöktü.
Orhan Kemal, Hanımın Çiftliği, 1961
1940’ların sonlarını anlatan Hanımın Çiftliği romanında Berber Reşit’in karısına gösterdiği 400 Lira’nın satın alma gücü, 2020’ler Türkiye’sindeki kaç liraya karşılık geliyor? Bunu tespit etmek kolay değil.
1930-1950 döneminde paranın satın alma gücünü ve insanların hayatındaki yerini anlamak için Türk edebiyatında kısa bir tür atmamız gerekiyor.
Orhan Kemal’in Cemile romanından 1930’ların başlarında bir bardak çayın beş kuruş, aynı dönemi anlatan otobiyografik Avare Yıllar romanından, bir bardak şarabın beş kuruş olduğunu öğreniyoruz. Bu romanda, arkadaşlarına göre biraz daha varlıklı bir gencin cebinden çıkanlar şunlar: Paketi 25 kuruşa satılan Köylü sigarası, 45 kuruş ve 18 kuruş fabrika kooperatifi markası.
Orhan Kemal’in 1930’ların başını anlattığı Suçlu romanında İstanbullu taksici Adem, 5.000 lira bulup bir taksi almayı düşünüyor. Günlük brüt kazanç hedefi 20-25 lira.
Cemile romanında fabrikada çalışan bir katibin net aylık ücreti 30 lira civarında. İşçi mahallelerinde, otuz/kırk ailenin oturduğu, avlu biçimindeki toplu konutlarda oda kirası aylık 2,5 lira. Bütün yapının aylık kira geliri 50-60 lira civarında. İşçi kahvelerinde bir kahvenin günlük net kazancı, yeterince çay satabilirse 4,5 lira.
Orhan Kemal’in 1940’ların başını anlattığı Ekmek, Sabun ve Aşk öyküsündeki gardiyan Galip’in aylık maaşı 35 lira. Yaklaşık 10 sene boyunca gelirlerin ve satın alma gücünün fazla değişmediği görülüyor.
Türkiye’de 2. Dünya Savaşı biter bitmez, Türk Lirasını devalüe etme ihtiyacı doğuyor: 1930’ların başında 1.31 TL olan 1 Amerikan Doları, 1946 devalüasyonunda 2.80 liraya yükseltiliyor. Orhan Kemal’in 1940’ların sonunu anlattığı Bereketli Topraklar Üzerinde romanında, vasıfsız bir fabrika işçisinin günlük kazancı 2-3 lira. 1930’lardan 1940’ların ortasına kadar, Türk lirasının satın alma gücünün, yarı yarıya azaldığını varsayabiliriz. Sonraki on senede Türk lirasının satın alma gücü daha da hızlı bir şekilde değer yitiriyor. 1940’ların ortalarından, 1950’lerin ortalarına kadar, Türk lirasının satın alma gücünün yaklaşık dörtte üçünü kaybettiğini tahmin edebiliyoruz. Nitekim 1957 yılında yapılan devalüasyonla Amerikan doları Türk lirası karşısında yaklaşık üç kat yükseliyor ve 9 liraya çıkıyor.
Yukarıdaki verilerden hareketle 1950’lerin başında, Berber Reşit’in cebinden çıkartıp karısının önüne dizdiği 400 liranın satın alma gücünün, 2020’lerdeki 10 bin lira civarında olduğunu tahmin edebiliyoruz. 10 bin lira, 2020’lerde olduğu gibi, 1940’larda da kırsal yerleşimde yaşayan Berber Reşit ve karısı gibi insanlar için büyük para. Berber Reşit’in cebindeki 400 lira, Reşit’in arkadaşı Cemşir’in kızı Güllü için verilen bin lira başlık parasından, aracılık bedeli olarak Reşit’e düşen pay; 16 yaşındaki işçi kızı Güllü için, yaklaşık 25 bin lira başlık parası ödendiğini anlıyoruz.
Orhan Kemal’in 1950’lerde yazdığı öykülerden, tütünde çalışan bir işçinin aylık kazancının 100 lira (Çocuk), sebze tüccarının bir kamyon sebze karşılığı kazancının 700-800 lira (Yeni Şoför), ambar katipliği maaşının 120 lira (Korku) olduğunu öğreniyoruz.
1930-1950 arası gelir gruplarıEn ZenginlerTürk edebiyatının, o yılları anlatan eserlerinden, toplumun sınıfsal yapısını çıkartabiliyoruz:
Toplumun en tepesinde, çok zengin bir azınlık var. Bu sınıfın geliri, toplumun en altındakilerle karşılaştırılamayacak ölçüde yüksek. Bu sınıfı oluşturan insanlar, kültürel olarak birbirinden çok farklı iki tipten oluşuyor: Bir tarafta kent kökenli, zenginliği atadan gelen, çok iyi eğitimli, görgülü, bilgili, dünyayı tanıyan bir sermayedar kesimi var, diğer tarafta kırsal kökenli, servetini genellikle 1910 ve 1920’lerin büyük nüfus hareketleri, savaşlar ve yokluklar sırasında karaborsacılık, vurgunculuk, gaspla edinmiş, eğitimsiz, görgüsüz, dünyayı tanımayan bir sermayedar kesimi.
Cemile romanındaki Numan Şerif bey ve Kadir Ağa, bu iki farklı sermayedar kesimini simgeler:
“Karakulakzadelerin eksiksiz konağında gözlerini dünyaya açan Numan Şerif Bey, bütün ömrü boyunca hesapsız bir refah içinde yaşamış, elli beş yaşlarında gerçekten bir erkek güzeliydi. Yaşamasını, yemesini, içmesini, oturup kalkmasını, görüşüp konuşmasını gayet iyi bilir, yalnız Türkçeyle değil, İtalyanca, Fransızca ve Almancayla da derdini anlatabilirdi.
İstanbul’da yazlık, kışlık köşkleri, bir de yalısı vardı. Köşklerinin, apartman ve yalısının bütün duvarlarında Paris’ten, Londra’dan, Hollanda’dan getirilmiş çeşitli tablolar asılıydı. Amerika’dan otuz küsur bin liraya satın aldığı kahverengi deniz motoru, yalısının önünde her an tertemiz, pırıl pırıl beklerdi. Numan Şerif bey, özellikle divan ve tasavvuf şiirine düşkün, şapkayı fes, Türkçeyi Osmanlıca sayıp bu dünyanın hayhuyu içinde eski günleri tahayyülden zevk alan dostlarıyla mehtap alemlerine çıkardı.
Fabrikayla ilgisi, yılbaşlarında bilançoyu tetkikten sonra, hissesinin üç ayrı bankadaki cari hesaplarına naklinden ibaretti.”
Orhan Kemal’in Cemile romanında Numan Şerif bey olarak boy gösteren bu varlıklı insan tipi, Hanımın Çiftliği üçlemesinde Muzaffer Bey olarak karşımıza çıkar. Ahmet Hamdi Tanpınar da 1949 yılında yazdığı Huzur romanında, toplumun küçük bir azınlığını oluşturan bu kesiminin etrafındaki olayları anlatır.
Cemile‘de Kadir Ağa ise şu şekilde tasvir edilir:
“(Kadir Ağa) okumuş insanları huzuruna alıp onlarla alay etmeye, maaş verdiği memurlardan mutlak bir saygı görmeye bayılırdı. İlle doktor, mühendis, avukat gibi imrenmeyle karışık bir kıskançlık duyduğu kimselere karşı çok daha sertti. Şurda burda lafı gelince hemen taşı gediğine koyuverirdi: ‘tohtur oldular, abukat oldular da ne? derdi, ‘huzuruma vardılar mı, el öfelemiyorlar mı?’ “
Cemile romanında, Numan Şerif “tekniğe ve fenne” değer veren, iş verimliliğini arttırmak için yurtdışından getirdiği İtalyan mühendisin görüşleri doğrultusunda hareket etmek isteyen bir insandır. Kadir Ağa ise İtalyan mühendisin varlığını kendisi için bir tehdit olarak görür ve usta başları vasıtasıyla mühendisin tavsiyelerini sabote etmeye çalışır. Ortağı olduğu fabrikayı büyütmek, teknoloji ile geliştirmek, verimliliği arttırmak gibi bir kaygısı yoktur. İçinden geldiği kültür ve sonradan görmeliği, kültürel olarak kendisinden üstün olan herkesten nefret etmesine yol açar. Numan Şerif bey, iş ortağı Kadir Ağa’yı küçük görür: “.. unuttu Mahmutpaşa Hanı’nın kapısında tavşan derisi beklediği, yapılara eşekle kum, çakıl taşıdığı, peynir, ekmek, turşuyla sürttüğü günleri” der.
2.2 Orta SınıfEn tepedeki bu küçük azınlığın altında, o yılların üst orta sınıfı diyebileceğimiz bir sınıf yer alıyor. Bu sınıftan insanlar, ya Murtaza romanındaki Fen Müdürü gibi, yönetici/işletmeci pozisyonundaki teknokratlar veya Devlet Kuşu romanındaki Zülfikar bey gibi, “şu son birkaç yıl içinde karaborsadan kalınlaşmış orta, hatta aşağı tabakadan” vurgunculardan oluşuyor.
“Fen Müdürü’nün evi şehrin dışında, yüksek sağlam demir parmaklıklarla çevrili, limon, portakal ağaçlarına gömülmüş, tahta saçaklarıyla pancurları tahin renkte boyalı, bembeyaz bir köşktü. Birkaç yıl önce dayısı, bir İtalyan mimara yaptırıp yeğenine hediye etmişti. Bahçesinde yan yatmış kocaman bir arslan heykeli bulunduğu için halk, ‘Arslanlı Köşk’ adını takmıştı. İrili ufaklı geyik, kurt, karaca, kız, oğlan heykellerinin süslediği bahçede çiçek tarhları, daha geride kırmızı topraklı bir tenis kortu, bir dans pisti bulunuyordu. Bazı geceler verilen ziyafetler sabahlara kadar sürer, irili ufaklı lüks arabalarıyla ampullerin bol ışığı altında çılgınlar gibi eğlenilirdi.”
“(Zülfikar bey) ‘memurluk vazifesini kötüye kullanmak’ yüzünden görevden alınmıştı. … Görevden alındıktan sonra parayı uzun zaman aşırı faizlerle çoğaltıp, kaymakamlık günlerinin gözü açık, işbilir, sır saklar yanındaki memurlarından biri aracılığıyla karaborsaya el attı. Şaşılacak bir sezgiyle her tuttuğu sanki altın oluyordu. İkinci Dünya Savaşı sırasında otomobil lastiği, şeker, bu yakınlarda da çivi, nal, kalay, demir, kahve, boru karaborsasından binler değil, yüzbinler vurup iyice kalınlaşınca, İstanbul’un büyük iş hanlarından birinde büyük bir yazıhaneyi maroken koltuk, kanepe, bambu iskemleler, ceviz masalarla döşedi. ‘Hülya İnşaat Bürosu’nu kurdu. Bir yandan eksiltmelerle girip fiyat kıracakmış gibi davranarak müteahhitlerden para sızdırırken, öte yandan adamları aracılığıyla karaborsayı idare ediyordu.
Kazanıyordu, hem de hiçbir zaman burnu kanamadan, ziyan etmeden, yüz binlerini sistemli şekilde çoğaltarak.”
1940’ların Türkiye’sinde, Fen Müdürü gibi yüksek eğitimli uzmanların yolunu açan, güçlü ve zengin aileler ve bu ailelerin yurt içinde ve yurt dışında kurdukları ilişki ağları idi. “Yüksek tahsil”, zengin ailelerin lüksü idi ve teknik bilgi, ancak eğitim ve diplomaya büyük bütçeler ayırabilen ailelerin ayrıcalığıydı. Özellikle yurtdışından alınan diplomalar, bu ailelerin çocuklarının, aile servetini sürdürmesine yardım ediyordu. Zülfikar bey gibilerin ise sınıf atlayabilmek ve zenginleşmek için “görevi kötüye kullanmaktan” başka çaresi yoktu.
Sınıf atlamanın bir yolu daha vardı: Çocuğunu, zengin ailenin çocuğu ile evlendirmek. Orhan Kemal’in Devlet Kuşu romanında ve Hanımın Çiftliği üçlemesinde anlatılan hikaye budur.
Üst orta sınıfın altında yer alan orta sınıf, genellikle devlet memuriyetinde çalışanlardan, üst düzey katip, bankacı, avukat, doktor, hakim, mühendis gibi eğitimlilerden veya tüccar ve “hali vakti yerinde” esnaftan oluşur. Memduh Şevket Esendal, 1934 yılında yayımlanan Ayaşlı ile Kiracıları romanında toplumun bu kesimlerini anlatır.
Köşk ve konaklarda yaşayan üst düzey zenginlerden farklı olarak, toplumun üst orta ve orta sınıflarından insanlar genellikle apartmanlarda yaşarlar. Üst orta sınıfa ait olanlar, genellikle ev sahibidir, orta sınıf ise bunların kiracısıdır. Çoğunlukla bir apartman dairesinin tamamı değil, bir odası kiralanır. Mutfak, banyo ortaktır. Bu evlerin çoğunda elektrik ve kalorifer vardır. Yemek masada ve çatal kaşıkla yenir. Çocukların temel eğitimi sorunsuz bir şekilde, kesintisiz sürdürülür. Alt orta sınıf da genellikle müstakil evlerde oturur, ancak bu evler genellikle kentlerin eski mahallelerinde yer alır ve ahşaptır. Betonarme binalarda oturmak, orta sınıfın daha üst kesimlerinin ayrıcalığı kabul edilir. Binalarda elektrik ve kanalizasyon yoktur. Aydınlatma gaz lambası ile, ısınma sobayla sağlanır. Alt orta sınıf insanlarının ekonomik durumu kırılgandır, sınıf atlama ya da orta sınıf içinde yükselme şansları düşük, yoksullaşma ve sınıf düşme ihtimalleri yüksektir. Bir hastalık, ailede bir ölüm veya başa gelen bir talihsizlik, toplumun bu kesimini hızla yoksulluğa, hatta sefalete sürükleyebilir.
Orhan Kemal’in Suçlu romanında bu kesimden ailelerden birinin hikayesi anlatılır: Bir şirkette mutemet olarak çalışan İhsan Efendi, üç bin yüz yetmiş lirayı çaldırır ve hem kendi hayatı, hem de onlu yaşlardaki oğlu Cevdet’in hayatı mahvolur. Romanda, bir davanın takibi için talep edilen avukatlık ücretinin 500 lira olduğu yazılıyor. Buradan İhsan Efendi’nin hayatının perişan olması için, avukatlık bedelinin yaklaşık altı katı bir parayı çaldırmış olmasının yeterli olduğunu anlıyoruz.
2.3 Yoksullar ve MülksüzlerToplumun yoksul ve mülksüz kesimleri ise, tahminen o yıllardaki toplam nüfusun u-80’ini oluşturuyor. Bunların üst katmanlarında, yaşamını iyi kötü sürdürebilenler yer alıyor. Bunların çok büyük çoğunluğu köylerde yaşıyor, ancak ihtiyaçlarının önemli bir kısmını pazardan değil, kendi emekleriyle ürettikleri için sefalet çekmiyorlar. Buna karşılık tüketimleri çok düşük seviyede ve kendilerine ait mülk hemen hemen hiç yok. Vrsa da, bu mülkten rant geliri elde etmek çok zor. Yoksulların üst katmanlarında olanların küçük bir kısmı, sanayi işçisi ve küçük memur/katip olarak çalışanlar. Bunlar emeklerini ücret karşılığı kiralıyor, bunun karşılığında da ancak yaşamlarını sürdürecek kadar gelir elde edebiliyor. Genellikle eğitimlerini bile sürdürecek bir gelire sahip değiller, çoğu ilkokulu dahi bitiremiyor, çünkü toplumun bu kesimlerinde, ailenin çocuğa katkısı olmadığı gibi, tam tersine çocuğun aile bütçesine katkıda bulunması bekleniyor. Bu nedenle de çalışmaya çok erken yaşta, genellikle de 13-14 yaşlarında başlamak gerekiyor.
Orhan Kemal Avare Yıllar, Cemile, Devlet Kuşu, Hanımın Çiftliği, Murtaza romanlarında bu kesimden insanların, kentlerde sanayi işçisi olarak çalışanlarının hayatını anlatıyor.
Bu insanların 1930’lardaki aylık geliri 25-30 lira, 1940’ların sonundaki aylık geliri ise satın alma gücündeki aşınmaya bağlı olarak 80-100 liraya kadar yükseliyor. Genellikle müstakil evlerde değil, ahşaptan yapılma avlu-ellerinde kira karşılığı oturuyorlar. Gelirlerinin yaklaşık onda birini, oda kirası olarak veriyorlar ve çalışabilir durumda olan herkes çalışıyor. Kazanç bir ortak bütçede toplanıyor ve ailenin yaşlı erkeği (baba veya büyük ağabey) bu toplam gelirin harcama dağılımına karar veriyor. Genellikle yaşamlarını sürdürebiliyor, ancak ondan ötesini hayal bile edemiyorlar.
Fabrika işçilerinin usta başı, tarım işçilerinin ırgat başı olanlarının genellikle küçük de olsa bir ek gelirleri var. Örneğin Cemile‘de dokumacı Musa Usta’nın kendisine ilave gelir yaratan evleri var:
“Tapu ve Kadastro kayıtlarında ‘bir küçük ev olarak gözüken 368 plaka numaralı ev, mahallenin öteki evleri gibi yıkılmaya yüz tutmuştu. Yağmur yiye yiye, güneşte kuruyup çatlaya, fırtınalara göğüs gere aşınmış, öne kaykılmış, bütün tahtaları çürümüştü. … Bundan başka, kocaman avluyu çevreleyen yan yana odalarda birer buçuk, ikişer lira aylıkla işçilere kiralanmıştı. Otuz kırk aileyi barındıran bütün bu avluya ‘Musa’ların Avlusu’ denirdi. Alt Kattaki odalardan birinde İzzet Usta, öbüründe de Cemileler aylığı ikişer buçuk liraya oturmaktaydılar.”
Bereketli Topraklar Üzerinde romanında ise hem fabrikadaki ustabaşı, hem de çiftlikteki ırgatbaşı işçilerin yevmiyesinden kesiyor, ırgatbaşı, yeğeni ile beraber işçilere molalarda çay ve esrar satarak ilave gelir yaratıyor. Fabrikada ustabaşı, çiftlikte ırgatbaşı aynı zamanda üst sınıflardaki insanların işbirlikçisi konumunda; üretim örgütlenmesinin orta üst basamaklarında, yoksulların üst katmanlarında yer alan bu insanlar, “işçi aristokrasisini” oluşturuyorlar. Daha alt katmanlardaki düz işçilerin en büyük hayali, bunların yerini alabilmek.
2.4 En AlttakilerToplumun en alt katmanlarında ise sefiller yer alıyor. Bunlar genellikle suçlular, fahişeler, düşkünler, çalışamaz durumda olanlar, geçici işçiler, hamallar, vs.. Orhan Kemal 72. Koğuş‘ta bunların cezaevine düşmüş olanlarını anlatıyor. Bu “adem babaların” üstlerine giyecek giysileri bile yok. Öykülerinden birinde de, kocası fahişelere para yedirdiği için çocuğu günlerce aç kalan bir işçi karısının, çocuğunun karnını doyurabilmek için, inşaat bekçisi ile bir lira karşılığında fuhuş yapması anlatılıyor.
Yoksulların kendi içlerinde bile bir rekabet ve çatışma var. Cemile‘de isyan eden işçilerin yerine, İstanbul ve İzmir’den işçi getirme fikri ortaya atılıyor, ancak bir sorun var:
“Türkiye’nin en uyanık işçi bölgelerinden getirilecek işçiler… Onlar bizim yerli işçilerin katlandıkları hayat şartlarına tahammül ederler mi? … İzmir yahut İstanbul’dan gelecek işçiler hemen hemen bizim muhasebe servisindekilerle eşittirler. Gözleri açıktır. Amirlerinin azarına, dayağına filan kolay kolay boyun eğmezler. Asıl fenası, İzmir yahut İstanbul’dan gelecekler gelirken dansları, müzikleri, banyoları, haftalık temiz elbiseleriyle filan gelecekler. Bizim sakin, durgun, kendi halinde, fazlasını istemeyi bilmeyen yerli işçilerimize tesir yapacak, gözlerini açacaklar. Çok geçmeden bildiğiniz gibi, bir işçi bunalımıyla karşı karşıya geleceğiz.”
Murtaza‘da ise, fabrikaya bekçi olarak alınan Murtaza ile Kontrol Nuh ve diğer işçiler arasındaki rekabet ve çatışma anlatılır.
3. Özet ve DeğerlendirmeCumhuriyet’in ilk yıllarından 1950’lere kadar geçen yaklaşık 30 sene boyunca toplumsal gelir grupları ve bu grupların toplam nüfus içindeki tahmini oranları şu şekilde görünüyor: En tepede nüfusun %3-5’ini oluşturan bir zengin azınlık, onların altında nüfusun %6-8’ini oluşturan bir üst orta sınıf, toplumun -15’ini oluşturan bir orta ve alt orta sınıf. Bu sınıfların altında, yaklaşık -15’lik bir üst-yoksul tabaka, altta P-55’lik bir yoksullar, mülksüzler sınıfı ve en altta -15’lik bir düşkünler, sefiller tabakası.
Toplumu oluşturan kesimlerin yüzdesel dağılımı benim öznel tahminimdir ve herhangi bir araştırmaya veya somut veriye dayanmamaktadır. O yıllara ait sağlıklı gelir kaydı da mevcut değil. Oransal dağılımlar tartışmaya açık olsa da, toplumsal tabakaların iktisadi/kültürel yapıları biraz daha net. Türk edebiyatında da, o dönem yazarlarının gözlemleri ve tespitleri bu yapıları teyit ediyor.
Toplumun en tepesindeki zengin azınlığın servetinin kökeni ya aileye dayanıyor, ya da Osmanlı’nın çöküşü ve cumhuriyetin kuruluşu dönemindeki kargaşada oluşan dinamiklere. Osmanlı’da özel mülkiyet oldukça sınırlı ve servet birikimi toplumun küçük bir kesiminin lüksü olduğu için, sonraki nesillere devredilen servetten payını alabilenler büyük çiftlik sahiplerinin, zengin tüccarların, Osmanlı devlet aristokrasisini oluşturan kapıkulu, ulema ve paşalarının, yerel eşraf ve ağaların torunları. Bir de o dönemde servete konanlar var: Hıristiyan azınlıklar, ülkeyi terk ederken servetlerini haraç mezat elden çıkartmak zorunda kalır veya düpedüz kaptırırken, o servetlere vurgunculuk veya gasp yoluyla el koyanlar ve Balkan Savaşlarından İstiklal savaşının bitişine kadar geçen dönemde karaborsacılık yaparak, ya da “fırsatları değerlendirerek” zenginleşenler de toplumun en tepedeki zengin azınlığını oluşturuyor. Bu kesimlerin kültürel olarak homojen bir kütle olmadıkları çok açık. Servete erişim yolu ne olursa olsun, kültürel ayrılıklar oldukça belirgin. Kent kökenli olanlar, genellikle eğitimli, birden fazla yabancı dil biliyor, Avrupa’yı tanıyor ve Avrupalı burjuvalara yakın zevkleri var. Kırsal kökenli olanlar ise daha geleneksel yaşıyor, yenilikleri ve eğitimlileri kendilerine tehdit olarak görüyor.
Üst orta sınıfı oluşturanlar, genellikle en tepedeki zengin azınlığın akrabalık ve hısımlık yoluyla bağlı oldukları, daha genç kesimler. Bunların önemli bir kısmı meslek ve diploma sahibi. İçlerinde Avrupa’da ve Amerika’da eğitim alanlar da var. Bunlar muhtemelen 1930-1950 döneminin hem emek, hem de sermaye gelirine sahip nadir kesimlerini oluşturuyorlar. En zenginler gibi bunlar da köşk ve konaklarda yaşıyorlar. Eğlenmeyi, para harcamayı seviyorlar. Üst orta sınıfa yeni katılan bir başka kesim, genellikle memuriyetlerinde görevi suiistimal ederek ilk sermayeyi oluşturmuş, daha sonra da 1940’ların başındaki savaş döneminde vurgunculuk ve karaborsacılık yoluyla servetini büyütmüş olanlar. Ekonomik büyümenin ve sınıfsal geçişkenliğin çok yavaş olduğu bu dönemde zenginleşenlerin servetlerinin yatırım zekasına dayandığını varsaymak için hiçbir neden yok.
Orta ve alt-orta sınıf genellikle kentlerde yaşayan, memurluk, katiplik, muhasebecilik gibi işleri yapan, orta düzey eğitimli insanlardan oluşuyor. Bu kesimlerin kültürel olarak birbirine çok yakın olduğu, farkın genellikle hane halkını oluşturan kişi sayısına bağlı olduğu görülüyor. Daha küçük ailelerin, hane halkı sayısı daha yüksek ailelere göre biraz daha konforlu yaşama şansı var. Kalabalık aileler şehrin eski mahallelerinde ve ahşap konutlarda otururken, küçük aileler apartman dairelerinde kira karşılığı oturuyorlar. İkincilerin birincilere göre elektrik, kanalizasyon, kalorifer gibi ayrıcalıkları var. Orta ve alt-orta sınıf arasında belirgin bir gelir farkı yok. Farkı, gelirin kişi başı dağılımı belirliyor. Kültürel olarak toplumun bu katmanları genellikle daha modern: Yemek yerde değil masada, çatal bıçakla yeniyor, dışarıda yemek, bar, sinema gibi etkinliklere ayrılan bir bütçe var, eğitime devam etme eğilimi çok yüksek. Sadece alt-orta sınıf biraz daha kırılgan ve küçük bir sarsıntıda sınıf düşme riski var.
Toplumun alt katmanlarında yaşayanların üst tabakalarında ya ustabaşı, ırgatbaşı gibi işçi aristokrasisini oluşturanlar var veya bakkallık, mağazacılık gibi küçük esnaf işi yapanlar. Mübadele sonrası iskan politikaları da, alt katmanlardaki dağılımı belirliyor gibi görünüyor. İskan politikaları sayesinde küçük de olsa bir mülk edinebilenler, üst orta tabakada yer alıyor gibi görünüyor. İşçi aristokrasisini oluşturanlar, kendi kazançlarının dışında ya gasp yoluyla vasıfsız işçilerin de kazançlarının bir kısmına el koyuyor veya sahip oldukları düşük değerli emlaki kiralayarak küçük de olsa bir sermaye geliri elde ediyor. Ancak ekonomik durgunluğun yaşandığı 1930 ve 1940’larda küçük sermaye gelirleri bile sınıf atlamaya yetmiyor. Gene de yoksulların bu kesimi, sınıf atlamaya en yakın olanlar. Kültürel olarak kentli orta sınıfa yakın değiller; geleneksel yaşıyor, şiveli konuşuyor, kalabalık aileler biçiminde ve pederşahi yaşıyorlar.
Yoksulların mülksüz, ancak iş güç sahibi kesimleri sefalet çekmiyor. Genellikle çok küçük yaşta çalışmaya başlıyor, bir ortak aile bütçesi içinde geçinmeye çalışıyorlar. Tüketimleri minimum düzeyde, giysilerini sürekli yamalar dikerek tekrar giyiyor, en düşük kent konforu içinde yaşıyorlar. Okul bitirme ve diploma alma şansları çok düşük. Yoksulların büyük çoğunluğu ise köylerde yaşıyor. Yiyecek ihtiyacını kendi emeğiyle karşılıyor, giysilerini ya kendi üretiyor veya köy ekonomisi içinde takasla elde ediyor. Kazançları ve gelirleri toprağa ve kırılgan köy ekonomisine bağlı olduğu için, zaman zaman mevsimlik işçi olarak kentlere gidiyorlar. Kentle bu temas sayesinde gözleri açılıyor, kentli zevkleri ile tanışıyor, kent sosyolojisine uyum sağlamaya çalışıyorlar. Kentten köye genellikle radyo, pikap, şapka, pantolon gibi yeni “oyuncaklarla” dönüyorlar, bu da şehir görmemiş olanların kent dünyası ile dolaylı temasını sağlıyor.
En alttaki sefil ve düşkünler ya beden gücü dışında en ufak bir vasıf bile gerektirmeyen hamallık, seks işçiliği gibi işlerde çalışanlar veya suçlular, hastalar, düşkünler, kimsesizler. Bu kesimlerin mülkü olmadığı gibi, herhangi bir umudu da yok.
Edebiyatımız toplumun her kesiminden insanı anlatan roman ve öykülerle dolu. Genellikle en zenginler ve en yoksullar edebiyatçılarımızın ilgi alanına giriyor, çünkü edebiyat okurlarının çok büyük çoğunluğu orta sınıflar. Doğal olarak da kendi hayatları dışındaki dünyaları okumak onlara daha çekici geliyor. Edebiyatımızda orta sınıfı konu alan eserler, heyecan verici öykülerle beslenmek zorunda. Trajediler, sarsıcı ve fırtınalı aşklar, akıl almaz maceralar, cinayetler gibi zenginleştirici ögeler yoksa, orta sınıf yaşamları, edebiyata konu olamayacak kadar sıkıcı.
Kabaca 1950’ye kadar süren durgun sosyoekonomik süreç, 1950’lerden itibaren hareketlenmeye başlıyor. Bu tarihten itibaren Türkiye tarihinde çok fırtınalı bir dönem başlıyor. Toplum hem göçlerle fiziksel olarak, hem sınıfsal geçişkenlikle ekonomik olarak, hem de toplumun çok farklı kesimlerinin birbiriyle teması dolayısıyla kültürel olarak hareketleniyor. Sonraki 70 yıl, çok büyük krizler, çalkantılar ve şiddetli toplumsal çatışmalarla geçiyor.