Paranın Olmadığı Bir Dünya

Alışveriş yapmak üzere bir markete giriyorsunuz. Önce günlük ya da haftalık yiyecek ihtiyacınızı karşılamak üzere gıda reyonuna yöneliyorsunuz. İhtiyaçlarınız üç aşağı, beş yukarı belli: Et, balık, sebze, meyve, yoğurt, kahvaltılık peynir, zeytin, çay, şeker, sucuk, salam, kahvaltı sonrası keyfi için kahve, biraz kuruyemiş, birkaç paket çikolata ve şekerleme.


Alışveriş sepetiniz şimdiden yarı yarıya doldu. Oradan temizlik malzemeleri reyonuna gidiyorsunuz, toz ve sıvı deterjan, bulaşık makinesi tableti alıyorsunuz. Sırada kişisel bakım reyonu var: Diş macunu, tıraş köpüğü, krem, tıraş bıçağı, kolonya parfüm. Gözünüz küçük ev aletleri ve oyuncak reyonlarına takılıyor. Evinizin ihtiyacı olan bir kaç ev eşyası, çocuklarınız için bir kaç oyuncak alıyor ve kırtasiye reyonuna geçiyorsunuz. Sepetinize kalem, defter, defter kabı da ilave ettikten sonra güzel bir akşam yemeğinde yudumlamak üzere bir şişe şarap, bir kaç kutu bira, son olarak yatmadan önce okumak için ilgi alanınıza göre iki-üç dergi aldıktan sonra, tüm alışverişinizi çevre dostu ve geri dönüştürülebilir çantalara yerleştirip marketten dışarı çıkıyor ve gidiyorsunuz. Çıkışta ne ödeme yapmanız gereken bir kasa, ne sizi durdurup çantanızı kontrol edecek güvenlik görevlileri var. Her şey bedava ve ihtiyacınız ne ise alıp çıkma hakkınız var.


Günümüzde bir veya iki alışveriş sepeti dolusu bu ihtiyaç maddelerini edinebilmek için, ciddi bir gelirinizin ve bu gelirin bir ifadesi olarak paranızın olması gerekiyor. Eğer paranız, ya da borçlanarak aldığınız ihtiyaç maddelerini ödeyebilme gücünüz yoksa, ihtiyaçlarınızı kısmak, hatta bazı aşırı durumlarda hiç bir şey almadan elde avuçta ne varsa onlarla idare etmek zorundasınız. Ekonominin “sağlıklı” işlediği zamanlarda insanların yarıya yakını, ekonominin kötü gittiği zamanlarda insanların üçte ikisinden fazlası, ihtiyaçlarını karşılayamadan, “idare ederek” yaşamak zorunda.


Durumun neden böyle olduğunu bazı insanlar en temel ihtiyaçlarını bile karşılayamazken, bazı insanların kolayca karşılayabildiği, hatta ihtiyaç fazlasını adını parasal tasarruf dediğimiz bazı yöntemlerle saklayabildiğini, bazı insanlarınsa ihtiyaçlarından çok daha fazlasını kolayca tüketebildiğini izah eden ciltler dolusu kitap var. Biliyoruz ki, mevcut ekonominin bu şekilde işlemesi, tarihsel, sosyal ve siyasal bazı gelişmelerin sonucu; yani bir anlamda geçmişten gelen ve günümüzde sayısız ekonomik/siyasal krize, toplumsal huzursuzluğa neden olan bir sistemin ürettiği bir ilişki tarzı bu. Doğal ve kaçınılmaz değil, bir iktidar ve güç ilişkisinin sonucu. Bu güç ilişkisi bazı insanlara kolay ve rahat, bazı insanlara katlanması çok zor bir hayat sunuyor; adına eşitsizlik diyoruz.


Neden doğal ve kaçınılmaz değil?


Yüzyıllar boyunca insanlar içinde yaşadıkları doğal ortamı değiştirmek ve daha iyi yaşam koşulları sağlamak için çalışmak, doğayı yeniden üretmek zorundaydı. Bir takım insanlar tarlalarda çalışmalı, bazıları binalar, yollar, duvarlar inşa etmeliydi. Toplumsal düzenin sağlanması için bazı insanlar silahlar kuşanmalı, bazıları yasalar yapmalıydı. Bilginin nesilden nesle aktarılması için bazı insanlar öğretmenlik yapmalı, sağlık sorunlarını çözmek üzere bazı insanlar hekim, hemşire, hasta bakıcı olmalıydı. Yüzyıllar boyunca daha iyi organize olabilen ve emek gücünü daha verimli bir şekilde bölüştürebilen toplumlar daha hızlı ilerlediler. Ancak tarihin bütün dönemlerinde bir de bu emek dağılımının dışında kalan ve toplumun ürettiği fazla ürüne emek sarf etmeden el koyan bir “aylak sınıf” oldu. Değişik coğrafyalarda ve tarihin farklı dönemlerinde bu aylak sınıfların sahip oldukları güç ve zenginlik değişkenlik gösterdi; çalışan sınıflarla, aylak sınıflar arasındaki çatışma, zaman zaman kanlı isyanlara, devrimlere ve katliamlara yol açtı. 


Öyle veya böyle, bir iş bölümü olmak zorundaydı; birileri yerin altındaki karanlık tünellere girip maden çıkartmalı, bazıları tarlalarda yiyecek yetiştirmeliydi. Bu işleri kimse yapmazsa, topluluk ya açlıktan ölecek, ya da daha fazla ilerleyemeden hep aynı koşullarda yaşamak zorunda kalacaktı.


Toplumsal yaşamın devamlılığı bir iş bölümü gerektirirken, bu iş bölümü içinde kimin hangi işi yapacağı sorunu toplumları yüzyıllarca meşgul etti. Toplumun büyük çoğunluğu, yüzyıllar boyunca emek yoğun işlerde çalışmak zorunda olduğu için, bu büyük çoğunluğu işe koşmak için zaman zaman toplumsal uzlaşma, zaman zaman da güç kullanma zorunluluğu doğdu. Güç kullanma, yüzyıllar içinde varlığın ve gelirin eşitsiz ve adaletsiz dağılımı sonucunu doğurdu.


XVIII. yüzyılda Sanayi Devriminden sonra, insan emeğini daha verimli kullanma imkanları doğdu. Bir taraftan işbölümü ve uzmanlaşma yaygınlaştı, diğer taraftan makineler insan emeğinin üretebildiğinden daha fazlasını üretebilir hale geldi. Sanayi devriminin ilk yıllarından itibaren bazı meslekler ortadan kalkmaya, yeni meslekler ortaya çıkmaya başladı. Tarihte ilk defa, yaygın ve güçlü bir orta sınıf ortaya çıktı. Orta sınıfın nasıl tarif edilmesi gerektiği konusunda farklı görüşler var: Orta sınıf, toplam ulusal gelir dağılımı içinde “orta gelire” sahip sınıfın adı mıdır, yoksa çalışmayan sınıfla, emek-yoğun çalışan (ya da iş bulamadığı için çalışamayan) sınıflar arasındaki ilişkileri düzenleyen sınıfın adı mıdır?


Yaşadığımız çağda, orta sınıf olarak tarif edilenler, yukarıdaki tanımların her ikisine de uyan insanlardan oluşuyor: Bu insanlar hem çalışmayan sınıfla, emek-yoğun çalışan sınıfların ilişkilerini düzenliyor, hem de toplam ulusal gelirin dağılımı içinde, orta geliri elde ediyor. Son bir yüzyıldır bu sınıfa (genellikle) beyaz yakalılar deniyor. Beyaz yakalılar kol emeği ile değil, beyin emeği ile çalışıyorlar; çoğunlukla orta üstü eğitim almış oldukları için, belli bir alanda uzmanlıkları var. Bu uzmanlıkları sayesinde emeklerini yedeklemek kolay değil, dolayısıyla ücret pazarlığı konusunda, kol emeği ile çalışanlara göre daha avantajlılar. Ancak hayat bu sınıftan insanlar için bile kolay değil; bilgilerini güncel tutmak zorundalar, genellikle disiplinli ve dikey hiyerarşi içinde çalışmak zorundalar, çok zaman yapay aydınlatılmış, iklimlendirme cihazları ile yapay olarak havalandırılan, ısıtılan, soğutulan kapalı ortamlarda, oturarak çalışmak durumundalar, mesai saatleri belirli olsa da, çoğu zaman mesai dışındaki zamanlarını da işlerine vakfetmek zorundalar. Uğraştıkları işler ekonomik/finansal dalgalanmalardan hızlı ve yoğun bir şekilde etkilendiği için, kısa vadeli şoklarda işlerini kaybetme riski ile karşı karşıyalar. Çalışma koşulları ve biçimleri, sahip oldukları birikimle çeliştiği için, ruhsal sorunlar yaşama ihtimalleri çok yüksek, çünkü uzmanlıklarına, eğitimlerine, birikimlerine, entelektüel yeteneklerine daha fazla saygı duyulmasını istiyorlar, ancak hiyerarşik çalışma ortamları bu insanlara kendilerini geliştirmek ve entelektüel kapasitelerini kullanmak için pek az fırsat veriyor. Dolayısıyla, süpermarketlerde alışveriş sepetlerini daha fazla doldurma imkanları olsa da, bu imkanlara daha az sahip olanlara göre daha mutlu değiller.


20. yüzyılın sonunda yaşanan bilişim devrimi, sanayi devriminden sonraki ikinci büyük değişimi tetikledi ve bu değişim kol emeğini hızla önemsiz hale getirdi. Pek çok sektörde bir işin rutin bir şekilde yapılmasını gerektiren alanlarda makineler, insanlara göre daha etkin ve verimli çalıştığı için makinelere üstünlüğü olmayan insanlar işlerini hızla kaybetmeye başladılar. Önceleri bu insanların büyük çoğunluğu üretim bantlarında çalışan mavi yakalılarken, bilgisayarların hız ve kapasitesi arttıkça beyaz yakalı çalışanlar da işini kaybeden, ya da kaybetme riski taşıyan insanlar kervanına katıldı. Önümüzdeki 25-30 sene içinde daha önceden düşünülmeyen pek çok alanda daha makinelerin iş yaşamında insanların yerini alması bekleniyor; bir tahmine göre günümüz meslek ve uzmanlık alanlarının `’ından fazlasında makineler insanların yerini alacak.


Bu büyük değişim bir taraftan insan yaşamları için büyük tehditler oluştururken, bir taraftan da büyük imkanlar sunuyor. Eğer mevcut sosyoekonomik ilişkiler değişmezse, çoğu beyaz yakalılardan oluşan orta sınıfın ortadan kalkma, toplumun keskin gelir ve varlık uçurumları ile ayrışması riski var. Bu ayrışma ve eşitsizlik sadece ekonomik sınıflaşmayı değil, biyolojik sınıflaşmayı bile getirebilir. Toplum, bir tarafta ortalama yaşam süresi 100 yılı aşan, yaygın sağlık hizmetlerine kolayca ulaşma imkanına sahip, genetik yazılım sayesinde daha doğuştan hastalıklara bağışıklığı olan, yıpranan organları implantlarla sürekli değiştirilen üstün insanlar, diğer tarafta işsizlik/parasızlık nedeniyle en temel sağlık hizmetlerine bile ulaşamayan, ortalama yaşam süresi 55-60 yıl, sağlıksız insanlar olarak bölünebilir. Böylece, on binlerce yıl önce yeryüzünde yaşayan beş insan türünden dördünün yok olması ve sadece homo sapiensin varlığını sürdürmesine benzer biçimde, üstün bir (suni) insan türünün ortaya çıkışıyla, geri kalan milyarlarca insan, sosyoekonomik evrimsel seçilim sonucu “elenebilir”.


Ve bu suni seçilim nedeniyle “elenme”, insan türünün tarihindeki en dramatik gelişmelerden biri olabilir; türümüz yüzyıllar önce kurduğu ve değiştirme becerisi gösteremediği sağlıksız sosyoekonomik ilişkiler nedeniyle, belki de yok olmanın eşiğine gelebilir.


O halde, yazının başındaki dünyanın mümkün olup olmadığını sorgulayalım. Her şey neden bedava değil sorusunun cevabını tarihin sayfaları içinde aradık ve mevcut sistemimizin bir güç ilişkisinin sonucu olarak ortaya çıkan para ekonomisi olduğunu tespit ettik. Buradan para nedir ve nasıl bir işlev görür konusuna geçelim.


Genel kabul gören yaklaşıma göre paranın üç temel işlevi vardır:



Para bir değişim aracıdır. Takasa dayalı ilkel sistemlerde taraflar, ürettikleri metayı, karşılıklı değişiyorlardı. Ancak bu değişim, sınırlı sayıda ürün ve hizmet için yapılabildiği gibi, bölünebilir de değildi. Tarlasında karpuz yetiştiren bir çiftçi, ihtiyacını karşılamak için ihtiyaç fazlası karpuzu pazara sunuyor, bunun karşılığında giyecek, yakacak ve diğer hizmetleri alıyordu. Ancak diyelim ki giyecek sağlayan başka bir üreticinin karpuza ihtiyacı yoksa, ya da karpuzun sadece bir kısmını talep ediyorsa takas istenen sonucu vermiyordu. Bu durumda bir değişim aracı olarak paraya ihtiyaç vardı ve para karpuzun ve giyeceğin dolaylı değişimini sağlayan üçüncü bir değişken olarak işlev görüyordu.
Para bir ölçüm aracıdır. Bir kilo karpuzun değerini takası yapılan diğer tüm ürün ve hizmetler cinsinden tarif etmek zor ve zahmetli bir iştir. Ancak bir kilo karpuzun değerinin parasal anlamda ne kadar olduğunu ölçmek, tüm dolaylı değişimleri kolaylaştırır ve mümkün kılar. Para sayesinde karpuz önce paraya, daha sonra para sahibinin tercihine göre, değeri gene parasal olarak belirlenmiş diğer tüm ürün ve hizmetlere dönüştürülebilir.
Para bir değer saklama aracıdır. Ürününü veya emeğini pazara sunan biri, bunun karşılığında elde ettiği parayı hemen başka bir ürün ve hizmete dönüştürmeyi tercih etmeyip, saklamayı tercih edebilir. Böylece elde ettiği değeri, saklanmış bir servete dönüştürür, bu servetin büyüklüğü parasal bir değerdir. Paranın bu işlevine bağlı olarak dördüncü bir işlevi daha vardır: Para, sahibine bugünden kestiremediği, ancak gelecekte ortaya çıkacak ürün ve hizmetleri tüketebilme imkanı verir. Örneğin bugün sağlıklı olan bir insan, gelecekte sağlığı bozulduğunda harcamak üzere parasını biriktirebilir, ya da bugün parasını harcamak yerine, gelecekte üretilecek sürücüsüz otomobile, kuantum bilgisayarına, aya turistik seyahate harcamak üzere saklayabilir.

Paranın yukarıda tarifi yapılan üç işlevi, aynı zamanda bugün piyasaya sunulan her bir ürün ve hizmetin de değerinin nasıl belirlenmesi gerektiği sorusunu gündeme getiriyor. Bu konuda iki farklı görüş ve ana akım var: i) Tüm ürün ve hizmetlerin değeri serbest piyasada belirlenmeli, ii) Tüm ürün ve hizmetlerin değeri merkezi bir otorite tarafından belirlenmeli. Bu iki temel yaklaşımı, iki uç kabul edersek, ürün ve hizmetlerin değerinin belirlenmesi konusunda ılımlı, ara renkler de var: Bazı ürün ve hizmetlerin değerini serbest piyasa, diğer bazı ürün ve hizmetlerin değerini merkezi otorite belirlesin, gibi. 


En temel ekonomi yasalarından biri, arz/talep yasasıdır. Bu yasaya göre bir ürün ve hizmetin arzı, ona yönelik talepten az ise değeri yükselir, fazlaysa düşer, yani bir ürün veya hizmet kıtsa (parasal olarak) değerli, bolsa değersiz kabul edilir. Ancak bu yaklaşım da tek başına anlamlı ve yeterli değildir. Örneğin üniversite sayısı çoğaldıkça üniversite eğitiminin “değeri” azalmıyor, hatta yakın dönemde Türkiye’de yaşadığımız üzere, fakülte sayısı çoğalsa da, üniversite eğitimi daha pahalı hale geliyor. Çünkü pazara sunulan her ürün yeni tanımlara ihtiyaç duyuyor, bu tanımlara en genel anlamıyla kalite diyoruz. Kalite ise objektif bir kavram değil, her ürün ve hizmetin alıcısı tarafından belirleniyor. Keza, yeryüzünde sayısı çok az olan bazı ürün ve hizmetlerin değeri çok yüksekken, bazı başka ürünlerin sayısı çok az olmasına rağmen değeri çok düşük olabiliyor. Bu da ürün ve hizmeti talep edenin ilgili ürün ve hizmete atfettiği değerle ilgili. Örneğin bir Van Gogh tablosuna milyonlarca dolar değer biçilirken, Tibetli bir sanatçının, belki de aynı sanatsal değere sahip, nadir bir el işlemesi ürünü turistlere bir kaç dolara satılabiliyor.


Dolayısıyla değeri belirleyen temel değişken arz değil taleptir. Talep ise genellikle anlık ve itkiseldir. Örneğin insanlar sigara talep ederler, çünkü sigara anlık olarak haz verir. Oysa uzun vadede ciddi sağlık sorunlarına (ve sağlık harcamalarına) yol açtığı gibi, sigara içmeyenlerin sağlığı bakımından da zararlıdır. Bir dönem dünyaya salgın biçiminde yayılan hulahop, zamanla gözden düşmüştür. Tarım yapmak için yeraltı sularını kullanan bir çiftçi, birkaç nesil sonra tarım yapılamama ihtimalini düşünmez, anlık ihtiyacını gidermeyi daha öncelikli görür.


Bir değişim aracı olarak paraya dayalı serbest piyasa ekonomisinin periyodik krizlerinin gerisinde sadece arz ve talep patlamaları yok; aynı zamanda kendisi de bir değişken olan paranın değerine yönelik endişeler var. Geleceğin belirsizleştiği korku ve kaygı dönemlerinde parayı ürün ve hizmete dönüştürmek yerine saklama eğilimi, ya da tam tersine aşırı ürün ve hizmet talebiyle para ve kredi kullanma eğilimi arttığında da krizler patlak veriyor. Paranın miktarı ve akış hızı, krizleri hızlandıran bir değişkene dönüşebiliyor. Paranın miktar ve akış hızını belirlemek üzere inşa edilen kurumlar ise, her zaman güç ve iktidar ilişkilerinin bir sonucu olarak ortaya çıkıyor ve çoğu zaman da bu güç ve iktidar ilişkilerini şiddetlendirme eğilimini arttırıyor.


Dolayısıyla para, insan uygarlığı için çok yararlı sonuçlar doğurmasının yanı sıra, büyük krizlere ve toplumsal çatışmalara yol açma potansiyelini de içinde barındırıyor.


Paranın olmadığı bir dünya mümkün müdür?


Bu soruya cevap aramadan önce, başka ve çok daha radikal bir soruya cevap arayalım: Her şeyin bedava olduğu bir dünya mümkün müdür?


Bu soruyu bir kaç yüzyıl önce sorsaydık, evet cevabını vermek kolay olmayabilirdi. Çünkü kaynaklar kıttı, talebin sonsuz olduğuna inanılıyordu. Enerji elde etmek güçtü, teknoloji yetersizdi, iş bölümü gerekiyordu ve bu iş bölümü içinde bazı insanların sevimsiz işleri yapması gerekiyordu. İş bölümü, kaçınılmaz olarak güç ve iktidar ilişkilerine yol açıyor, bu ilişkilerin sonucu olarak da servet az sayıda insanın elinde birikiyordu. Servet biriktirenler, servetlerinden ve iktidar ilişkilerinden elde ettikleri güç sayesinde nesiller boyu çalışmadan yaşama imkanını elde ederken, servet sahibi olmayanlar her gün karınlarını doyurmak ve yaşamlarını sürdürebilmek için sağlıklarını yitirme pahasına çalışmak zorunda kalıyordu.


Servet ve gelir bağlamında mutlak eşitliğin iyi olduğunu düşünmüyorum; bir miktar eşitsizliğin daha iyi olduğunu düşünüyorum. Yaratıcılığın, girişimciliğin, maceracılığın gerisinde toplumsal hiyerarşi içinde yükselme motivasyonu olduğu düşüncesini inkar etmiyorum. Ancak eşitsizliğin ve toplumsal hiyerarşi içinde yükselme motivasyonunun sınırları olması gerektiği fikrindeyim. Daha önemlisi de, iş, çalışma ve emek kavramları ile yukarıda işlevleri sıralanan paranın ilişkisinin kopması gerektiğini düşünüyorum. İş para kazanmak için kurulmamalı, çalışmanın amacı para kazanmak olmamalı, emek pazara sürülen bir meta olmaktan kurtulmalı.


Amaç para kazanmak değilse insanlar neden iş kursunlar, neden çalışsınlar, neden emek sarf etsinler?


Şöyle bir dünya hayal edelim: Enerji sınırsız, herkese yetecek kadar ürün ve hizmet üretiliyor, çalışmak zorunlu değil, tercihe bağlı. Bu dünyanın imkansız olduğunu söyleyebilir miyiz? Kardashev skalasına göre, güneş enerjisinin tamamını kullanabilen bir uygarlık Tip1 uygarlık olarak isimlendirilir. Uygarlığımız henüz Tip1 sınıflandırmasına çok uzak, Tip 0 uygarlık seviyesinde ve tepemizde kullanılmayı bekleyen büyük bir enerji kaynağı var. Çok değil, sadece bir yüzyıl öncesine göre ürün ve hizmet üretiminde on binlerce kat ilerledik ve en önemlisi, bugüne kadar ihtiyaç duyulan kol ve hatta beyin emeğimizi devralmak üzere hızla gelişen bir robot ve yapay zeka teknolojisi var. Sadece beş yüz yıl önce, yarım yüzyılda inşa edilen yapılardan çok daha gelişmiş olanlarını bir kaç ayda kuracak, yeni şehirler oluşturacak, insanlık tarihi boyunca üretilen bilginin tamamı kadar bilgiyi birkaç günde üretecek teknolojiye sahibiz. Mevcut sosyoekonomik yapımız ayağımıza bağ olmazsa, birkaç on yıl içinde kol emeğine ve rutin işlere hiç ihtiyaç duyulmayan bir sistem kurmak ve bu sistemle yeryüzünde yaşayan bütün insanların ihtiyaçlarını karşılamak mümkün. Yeter ki, sistemin temel amacı daha fazla para üretmek değil, daha çok ürün ve hizmet üretmek olsun.


Böyle bir dünyada insanlar iş kurmaz, çalışmaz, emek sarf etmez, varoluşsal bir felsefi kriz mi yaşanır? İnsanlar yaşam sevincini yitirir, kitlesel depresyona mı girer? Büyük bir ahlaki yozlaşma yaşanır, bütün toplumsal bağlar çözülür ve gevşer, en sonunda insanlar topluca intihar etmeye, birbirini öldürmeye mi başlar?


Bütün bu kaygıların gerisinde, insanın yaşamını sürdürmek için para kazanmak, para kazanmak için de çalışması gerektiği inancı yatıyor. Oysa iş kurmanın, çalışmanın, kendini geliştirmenin tek amacı para kazanmak değildir; insanlar itibar kazanmak, saygı görmek, onurlu bir yaşam sürmek, bir işe yaradığı duygusunu tatmin etmek gibi motivasyonlara da sahiptir. Bu motivasyonları gerçekleştirmenin tek yolu, mevcut sistemin sınırları içinde iş kurmak ve çalışmak değildir. Hatta tam tersine, mevcut sistem içinde insanların temel motivasyonu sevdikleri, yetenekli oldukları, kendileriyle barışık olacakları alanları seçmek yerine, daha fazla para kazanacakları alanlara yönelmek. Örneğin hekimlik mesleğini seçen insanların çoğunun temel motivasyonu insanları iyileştirmek, bir hastayı muayene etmek, cerrahi müdahalede bulunmak değil, doktorluk mesleği daha çok para kazandırdığı için bu mesleği seçiyorlar: Arz/talep yasasının kaçınılmaz sonucu!


Bu seçimlerin sonucu, gelecekte çok yararlı olacak bazı alanlar, talep olmadığı ve yeterince para kazandırmadığı için tercih edilmiyor. Örneğin hayvanlar dünyasına ve hayvan anatomisine ilgi duyan biri zooloji okumak ve bu alanda çalışmak yerine bankacı olmayı tercih ediyor. Sibernetik alanında çalışmalar çok soyut olduğu ve bu konuda henüz bir sanayi oluşmadığı için, bu alanda büyük başarılar elde edebilecek biri, kazancı daha fazla diye reklamcılık sektörüne yönelebiliyor. Daha çok para üretmek üzere yapılanmış bir sosyoekonomik yapı, bizi kendini yiyip bitiren bir gezegene hapsediyor, kozmik bir uygarlık olma yolumuzu tıkıyor.


Kaldı ki, geçmişin ve günümüzün aylak sınıfları varoluşsal felsefi krizler yaşamadıkları, intihar etmedikleri, yaşam sevincini yitirmediklerine göre, insanların kalan kısmının da ihtiyaçları bedava karşılandığında, bir insanlık krizi yaşanacağını düşünmek gerekmiyor. Çok daha yaygın, insanlığın marjinal ve bohem tercihleri nedeniyle bilerek, isteyerek yokluğu ve yoksunluğu seçmiş kesimleri hariç, yaşam ve çalışma koşulları iyileştirilmiş büyük bir orta sınıf uygarlığına dönüşmemesi için hiçbir neden yok.


Sanayi Devrimi, insanlık tarihinde bir sayfayı kapatmış yeni bir sayfa açmıştı. Ardından Teknoloji Devrimi ve Bilişim Devrimi geldi. Şimdi yeni bir aşamada, iş, çalışma, emek, sermaye, konut, şehir, ulaşım, fabrika, ofis gibi bütün kavramları kökten değiştirecek, temel kavramlarla paranın bağını kopartacak yeni bir devrimin şafağındayız.


Eğer bu devrim başarılı olursa, bütün kaynaklar daha verimli kullanılacak, insanlar arasında daha adil bir şekilde paylaştırılacaktır. Bu aşamada belki de bildiğimiz anlamda, hayvan doğasıyla “insan” ortadan kalkacak, Yeni-İnsan’ın çağı başlayacak. Başarısız olması durumunda, gelecek nesillerin distopyalarda hayal edildiğinden de karanlık bir dünyada yaşaması tehlikesi var.

2 likes ·   •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on November 24, 2019 03:39
No comments have been added yet.