Neo-İnsan Çağına Geçiş: 2018 ve Sonrası
24 Aralık 2017 gününden başlayarak 2 Ocak 2018’e kadar bir hafta boyunca twitter hesabımdan paylaştığım 2018 ve sonrasına dair tahminlerim:
1) Mutlak ve değişmez olan hiçbir şey yoktur. Evrende her şey kendi karşıtını da içerir. Değişim ve gelişme karşıtların çatışmasından doğar. Özellikle yaşadığımız çağ, karşıtların çatışmasının zirveye çıktığı bir dönem, bu nedenle tarihsel ölçekli değişimler yaşıyoruz.
— Tuncer Şengöz (@TuncerSengoz) 25 Aralık 2017
Sosyal trendler, politik gelişmeler, finansal piyasalarla ilgili tahminler yapacağım, ancak bu tahminlerin “kehanet” gibi algılanmaması için bu tahminleri yaparken kullandığım yöntemlerden de bahsetmek isterim:
1) Mutlak ve değişmez olan hiçbir şey yoktur. Evrende her şey kendi karşıtını da içerir. Değişim ve gelişme karşıtların çatışmasından doğar. Özellikle yaşadığımız çağ, karşıtların çatışmasının zirveye çıktığı bir dönem; bu nedenle tarihsel ölçekli değişimler yaşıyoruz.
2) Elliott Dalga Prensibi ve sosyonomi, tüm sosyal ve finansal trendlerin bir rastgelelik içinde değil, karmaşık sistemler oluşturarak, ancak düzenli trendler halinde ve belli kalıpları izleyerek ilerlediği temel anlayışına dayalıdır. Tahmin yöntemim budur.
3) Tahminlerimi belli bir ruh hali ifade eden sözcüklerle tanımlamam; bunlar belli bir duygusal algıyı ve birbiriyle çatışan zıtların sadece bir tarafını ifade ederler: İyimserlik, kötümserlik, umut, korku sözcükleri trendin baskın karakterini vurguluyor olabilirler, ancak tahmin değeri taşımazlar.
Bu nedenle 2018 için “iyimserim, kötümserim, umutluyum, umutsuzum, korkuyorum, ürkütücü, heyecan verici” gibi sözcükler kullanmayacağım. Tahminlerimi değerlendirirken okuyucunun da bu algıya teslim olmamasını tavsiye ederim.
Akışa başlamadan önce bir de uyarı: Sizi yerinizden hoplatacak çok muazzam tahminler yapmayacağım, sadece bugüne kadar ilerleyen trendlerin önümüzdeki bir sene boyunca bizi nerelere götürebileceği ile ilgili değerlendirmeler yapacağım. Okurken beklentinizi düşük tutun lütfen.
2018 ve sonrasına yönelik doğru tahminler yapabilmek için dünyada (özellikle) 1980’den beri ilerleyen üç trendin çok iyi anlaşılması gerekiyor; çünkü bu trendler günümüzde patlama haline dönüşen pek çok olgunun da temel nedeni. Sırasıyla inceleyelim, sonra tahminlerde bulunacağım.
i) Ülke bazında baktığımızda, güçlü sosyal devletlere sahip kuzey Avrupa ülkeleri (kısmen) hariç olmak üzere, bütün dünyada en zengin ’un varlıkları ve gelirleri gitgide artan bir hızla büyüyor, en yoksul P’nin varlık ve gelirleri ise gene artan bir hızla azalıyor. Bu trend 1987, 1997, 2002-03 ve 2007-08 kriz dönemlerinde kısa molalar verdikten sonra, özellikle son bir kaç senedir bir patlama halinde, ülkeler içindeki eşitsizliği olağanüstü boyutlara taşıdı. Günümüzde bütün sosyal, ekonomik, finansal trendler bu zemine göre şekilleniyor. Ancak ülkeler içindeki eşitsizlikler hızla artarken, coğrafyalar arasındaki eşitsizlik (Afrika ve Orta Doğu hariç) ortadan kalkıyor. 1980’lerin yoksul Asya’sı, sermaye ihraç eden zengin bir kıtaya dönüşüyor, Latin Amerika toparlanıyor. Dünya coğrafi olarak eşitleniyor.
Sayısal bir örnek, yukarıda anlatılanı somutlaştıracaktır: 1990 yılında kişi başı milli gelir Çin’de 318$, Birleşik Krallık, ABD, Kanada’da 19,900-23,000$ düzeyindeydi. 2016’da Çin’de 8,123$ seviyesine ulaştı. BK ve Kanada’da 40,000$, ABD’de ise 57,500$ seviyesine ulaştı. Başka bir deyişle Birleşik Krallık, Kanada ve ABD’de kişi başı milli gelir, 1990 yılında Çin’e göre 62 kat daha fazlayken, bugün Birleşik Krallık ve Kanada’da (yaklaşık) 5 kat, ABD’de 7 kat daha fazla. Benzer eğilim, diğer Asya ülkelerinde de geçerli. Asya zengin dünyaya hızla yaklaşıyor.
Dünyada eşitliğe doğru bir başka gelişme, cinsiyetler ve renkler arasında: 50 yıl önce ABD’de erkeklerin 1$ aldığı bir iş karşılığında kadınlara 0.64$ ödeniyordu. Bugün 0.85$ ödeniyor. (25-35 yaş kuşağında 0.90$) Avrupa’da erkek ve kadın ücretleri hemen hemen eşitlendi.
Bir başka önemli eğilim, kadınların siyasal temsilinde; Avrupa, Kanada, Avustralya ve Yeni Zelanda’da kadınların siyasal temsili 50 sene önceki -15’lerden en az 0’a, bazı ülkelerde @-45’e kadar ulaşmış durumda. Artık “ideal” kabineler P-50 kadın-erkek dağılımı ile oluşturuluyor. Almanya, Birleşik Krallık başbakanları, FED, IMF başkanları kadın. ABD’de ilk defa bir kadın başkanlığa çok yaklaştı. Pek çok Avrupa ülkesinde, Avustralya ve Yeni Zelanda’da kadın başbakan artık sıradan bir olgu.
50 yıl önce ABD’de hala renkler arasında ciddi hukuksal (ve daha önemlisi toplumsal hafızada) ciddi ayrılımcılık söz konusu idi. Güney Afrika’da ırk ayrımına dayalı bir sistem vardı. Dünyanın pek çok coğrafyasında ırkçılık sıradan bir hukuki durumu ifade ediyordu. Günümüzde ırkçılık en hafif tabiriyle AYIP, daha doğru bir ifade ile bir İNSANLIK SUÇU kabul ediliyor. Örfi ve hukuki olarak buraya geldik, çok önemlidir, ancak ücretler ve gelirler anlamında renk ayrımcılığı ve uçurumlar hala devam ediyor.
Eşitlik konusunda en önemli sorun, küresel olarak ’un, daha dikkatli bir bakışla %1’in, hatta %0.1’in varlık ve gelirlerindeki olağanüstü artış. Başka bir deyişle, dünyada varlığı ve geliri 1980’den sonra “patlayan” kesim bu ultra zengin %0.01.
[image error]
Özetle, 1980’den beri yeryüzünde 1) coğrafi eşitsizlik, 2) cinsiyet eşitsizliği, 3) renge dayalı eşitsizlik hem sosyal, hem hukuki, hem de siyasal olarak ortadan kalkıyor, gelir eşitsizliği devam etmekle beraber azalıyor, buna karşılık çok küçük bir kesim olağanüstü zenginleşiyor.
Yukarıdaki uzun değerlendirme, birkaç şeyin doğru anlaşılması ve doğru tahminler yapılması bakımından önemli: Günümüzde sorun, coğrafyalar, uluslar, toplumlar, renkler, dinler, cinsiyetler arasında değil. Dolayısıyla bu çelişkilere dayalı siyasal programlar demode ve geçersiz. Dünyada bugünkü (neredeyse) tüm sorunların özünde 80’den beri elde ettikleri ayrıcalıklara ve (hayali) servetlere yapışmış bu ultra zengin azınlık var: Eşitsizlik, ekonomik istikrarsızlık, finansal krizler, savaşlar, demokrasilerin çöküşü, iklim değişimi, çevresel yıkım
Yukarıda bu kesimlerin varlıklarının hayali olduğunu özellikle belirttim. Dünyada emekle üretilmiş bu kadar servet yok. Olamaz da… Günümüzde eşitsizliğin temeli, varlıkların çok büyük bir ağırlığının finansal varlıklardan ve şişirilmiş emlak varlıklarından oluşması. Toplumun en yoksul P’si ne finansal varlıklara ne de varlık denebilecek bir emlak stoğuna sahip. Ultra zengin %1 ise finansal varlıkların ve emlak stoğunun çok büyük bir yüzdesini elinde tutuyor. Varlık balonları şiştikçe de uçurum derinleşiyor.
Dünyada hisse senetlerinden, emtiaya, türev araçlardan kripto paralara, sanat eserlerinden (450 milyon $’a satılan Da Vinci tablosunu hatırlayın) devlet tahvillerine balonlaşmış bütün varlıklar, bu (hayali) servetlerin korunma kaygılarından kaynaklanıyor.
Böylece 2018 ve sonrasına yönelik ilk tahminimi yapıyorum: 2018 ilk çeyreği (belki ilk yarısı) balonların daha da şişmesiyle geçtikten sonra, istisnasız tüm balonların DÜNYA REKORU seviyelerde patlayacağını, çoğunun değerinin sonraki 2-3 yılda SIFIRA ineceğini tahmin ediyorum. Hayali servetler buharlaşmaya başladığında, 2007-08’den farklı olarak merkez bankalarının ve hazinelerin elinde atacak kurşun kalmadığı için, yangını piyasa müdahaleleri ile değil, otoriter rejimlerle korumaya çalışacaklar. Bu da, varlık ve gelir uçurumu en derin ülkelerde rejimlerin çok sert ve otoriter tedbirler alacağı ve toplumun en yoksul kesimlerinde sefalet yaşanacağı anlamına geliyor. Orta sınıflar bu ülkelerde hızla ortadan kalkacaktır.
Yukarıdaki değerlendirmeye bağlı ikinci tahminim şudur: Ne 2018’de, ne de 2018’i takip eden yıllarda, (Birinci ve İkinci Dünya Savaşı benzeri) büyük ülkeler arasında bir savaş ihtimali olduğunu düşünmüyorum. Ülkelerin yönetici elitleri arasında çelişki ve çıkar çatışması olmadığı gibi, halklarını düşmanlığa sevk edecek milliyetçilik gibi ideolojilerin de toplumlarda bir karşılığı yok. Bunun tek istisnası Çin olabilir. Ancak Çin’in de görünür gelecekte savaştan kaçınacağını tahmin ediyorum. Bölgesel savaşların da yaygınlaşmayacağını tahmin ediyorum. Bildiğimiz anlamda konvansiyonel savaşlar uzunca bir zamandır dünyanın sadece en geri kalmış coğrafyalarına özgü bir çatışma biçimi ve sanırım görünür gelecekte de böyle olmaya devam edecek. Yeryüzünde asıl çelişki ve çıkar çatışması, yeryüzündeki varlıkları elinde tutan süper zenginlerle, hiçbir varlığa sahip olayan yoksullar ve önümüzdeki yıllarda yaşanacak derin ekonomik krizlerde yoksullaşacak günümüz orta sınıfları arasında. Dolayısıyla olası (politik, kültürel, askeri) tüm çatışmanın ülkeler arasında değil, küresel ölçekte bu kesimler arasında olacağını tahmin ediyorum. (Bu anlamda çok yoğun ve sert sınıf savaşlarına geri dönülecek bir döneme girdiğimizi düşünüyorum.)
ii) Dünyada uzun zamandır ilerleyen ve 2018 sonrasında çok ciddi etkileri görülecek ikinci önemli trend küresel ısınma ve iklim değişimi. Son bir yüzyılda yeryüzü sıcaklığı yaklaşık 1°C arttı ve bu artış görünür gelecekte de (iniş çıkışlarla) devam edecek.
[image error]
Küresel ısınmanın görünen gelecekte beklenen sonuçları şunları: Okyanus seviyesinde yükselme, seller, kuraklık, orman yangınları, aşırı hava koşulları, altyapıda (giderek artan) hasar, üretimde ve üretkenlikte düşüş, kitlesel göçler, artan güvenlik sorunları, türlerin yok oluşu. Bütün bu sorunların bir de mali tablosu var: Bu mali tablo her sene katlanarak artıyor. Ülkeler küresel ısınmanın maliyetini karşılayabilmek için her sene daha büyük miktarda bütçe ayırmak zorunda kalacak. Bu maliyetler bir yerde karşılanamaz seviyeye gelecek. Asıl soru şu: Ne zaman?
Önceleri küresel ısınmanın çok uzun vadeli bir sorun olduğu düşünülüyordu. Daha sonra bilim çevreleri tehlikenin “beklediklerinden” çok daha yakın olduğu uyarılarını yapmaya başladılar. Daha önceki yıllarda 21. yüzyılın sonlarında gerçekleşeceği tahmin edilen “felaketler” sürekli öne çekiliyor. Bazı ülkeler bu sorunları “geri dönüşümsüz bir şekilde yaşamaya başladı bile.
Türkiye’nin sürekli jeopolitik bağlamda tartışılan Suriye ve göçmenler sorunu, sadece bir “politika” sorunu değil, aynı zamanda küresel ısınmayla ve kuraklıkla da ilintili bir sorun. Önümüzdeki on yıllarda 500 milyon civarında insanın (özellikle de kuraklaşan ve verimsizleşen) Ortadoğu’dan daha ılıman kuzeye doğru göç edeceği tahmin ediliyor. Avrupa bütün gücüyle buna önlem almaya çalışırken, Türkiye göç istilasına en hazırlıksız yakalanan ülkelerden biri. Türkiye’nin diğer hatası, gelecekte en önemli zenginlik kabul edilecek doğal varlıklarını, yukarıda anlattığım ultra zengin azınlığın sermaye biriktirme hırslarına kurban ediyor olması. Orman tahribatı, deniz dolgusu, betonlaşma ve inşaata dayalı büyüme intihar demek.
İnsanlığın küresel ısınma ile baş edebilmesi için sorunlara dar milliyetçi, bakıştan, “ulusal çıkar” sığlığından, %1’in servet biriktirme ve saklama hırslarından arınarak yaklaşması gerekiyor. Uluslararası bir dayanışma gerekiyor ve çok yetersiz olmasına rağmen Paris Anlaşması bir umut idi. Küresel ısınmaya en büyük katkıda bulunan ABD’de, Obama döneminde tüm eyaletler, 2020’de yürürlüğe girecek Paris antlaşmasına uygun şekilde yapılanmaya davet edilmişti. Buna bazı cumhuriyetçi eyaletler direnç göstermiş ve itiraz etmişti.
Geçen sene başkan seçilen Donald Trump, ABD’yi Paris antlaşmasından çekeceğini duyurdu. Trump yönetimi ve cumhuriyetçilerin çoğu küresel ısınmanın insan katkısı nedeniyle ortaya çıktığına “inanmıyor”, bunun zamanla tersine dönecek bir doğal gelişme olduğunu düşünüyor. Paris Anlaşmasının 28. maddesine göre bir ülke üç seneden önce antlaşmadan çekilme hakkına sahip değil. Buna göre ABD resmi çekilme başvurusunu 2019’da yapabilir ve ancak 2020’de antlaşmadan çekilebilir.
Bazı bilim insanlarına göre kürsel ısınmada geri dönüş noktası çoktan geçildi; yani bundan sonra insanlık ne yapsa nafile. Bu kadar karamsar olmayan diğer bazılarına göre acil önlem alınırsa felaketin boyutları küçültülebilir.
Öyle veya böyle… Petrol kapitalizmi insanlığa çok büyük zarar vererek tarih sahnesinden çekilecek, kendisiyle beraber insanlığı da yok oluşa götürecek mi? Asıl soru bu. 2018-2024 arasındaki dönem, insanlığın ilerlediği rotayı belirleyecek çok önemli bir zaman kesiti olacak.
[image error]Küresel ısınma grafiğine tekrar bakarak 2018’le ilgili bir tahminde bulunabilir miyiz acaba? 20. yüzyılın başında 1920’lerden 1940’ların başına kadar bir sıcaklık artışı görüyoruz. (Yaklaşık 20 sene), sonraki 20 senede de (1940’ların başı-1960’ların başı) sıcaklık azalması.
Bu dönemdeki artış yaklaşık 0.5°C, azalış yaklaşık 0.3°C. 1960’ların başından itibaren açısı dikleşmiş bir yükseliş başlıyor. Bu yükseliş yaklaşık 0.8°C’lik bir artışla gerçekleşmiş ve 55 senedir devam ediyor.
0.5°C / 0.3°C / 0.8°C 20-21 sene 20-21 sene / 55 sene… Şu ana kadarki görüntü TİPİK bir Elliott dalgası örüntüsü ile ilerlemiyor mu? Eğer öyleyse, Paris Anlaşması tam da üçüncü dalganın zirvesinde gerçekleşmiş bir tarihi olay gibi görünüyor.
Bu durumda ne beklemeliyiz? Yeryüzünde ortalama sıcaklıkların yaklaşık 20 sene süren bir duraklaması; küresel ısınmaya neden olan sektörlerde durgunluk, petrol temelli yakıtlardan yenilenebilir, “doğa dostu” enerjiye geçiş, belki de sanayide, enerji kullanımında durgunluk. Küresel ısınma, insan etkinliğinin bir sonucu olduğu için Elliott kalıpları izlemeli. Tahminim şudur: Küresel sıcaklık 2016 yılında 21. yy ilk yarısı için en yüksek seviyeye ulaşmış olabilir. 2018’den başlayarak 2030’ların sonuna, belki de 2050’ye kadar sürecek bir döneme giriyoruz. 2018’den itibaren enerji kullanımında, sanayi altyapısında, gündelik yaşayışta radikal değişimler başlayacak. Bu dönem bittiğinde yeryüzünde petrol temelli yakıt kullanan araç kalmayacağını tahmin ediyorum. (Bence insanlık kendi sonunu getirecek kadar akılsız değil)
2018 tahminlerime şöyle de bir sansasyonel tahmin ekleyeyim: Doğa, önümüzdeki bir iki sene içinde insanlığa “reddedemeyeceği bir teklif” yapabilir; yani küresel ısınmanın sonucu bir doğal afet, insanlığı daha radikal kararlar almaya ikna edebilir.
iii) Uzunca bir zamandır dünyayı etkisi altına alan üçüncü trend “makine çağı”. Tarım Devrimi ile insan, hayvan ve makine birleşmiş, insanın doğayı yeniden üretme dönemi başlamıştı. 18. yüzyılda gerçekleşen sanayi devrimi bu üçlüden hayvanı çıkarttı, geriye insan ve makine kaldı. 20. yüzyılın ikinci yarısında başlayan ve yüzyıl bitmeden yaygınlaşan elektronik devrimi, doğanın yeniden üretiminde insan emeğini de boşa çıkartıyor. Doğanın yeniden üretiminin tamamen makinelere devredileceği bir dünya artık bilim kurgunun değil, iş dünyasının konusu.
İnsan toplumlarının yaşayışını değiştiren bütün devrimler spekülasyonun geniş alanı içinde başlar, pek çok deneme-yanılma sürecinden sonra kendisine sağlam bir zemin bulur. Toplumların yaşayış ve kültürü de bu deneme yanılma süreçlerinde yoğun çatışma ve devinimle oluşur.
2018 yılını – diyelim ki -1988 yılı ile karşılaştırırsanız, dünyanın sadece bir neslin yaşam süresi içinde ne kadar dramatik bir şekilde değiştiğini görürsünüz. Günümüzde bütün üretken ve kazançlı sektörler, klasik üretim/tüketim/çalışma/iş modellerinin dışında oluşuyor.
Bu trend özellikle son birkaç yılda iyice hızlandı. Otelleri olmayan AirBnB, booking-com, taksileri olmayan Uber, kitapçıları olmayan Amazon, stüdyoları olmayan Netflix, temsilcilikleri, plaza ofisleri olmayan Facebook, Twitter, mağazaları olmayan AliBaba. 21. yüzyılın şirketleri: Minimum sayıda insan çalıştırırken, en geniş coğrafi alanda faaliyette bulunan ve olağanüstü boyutta cirolara ulaşan bu şirketler 21. yüzyılın şirket modellerini de oluşturuyorlar. Bunun yanında verdikleri hizmetleri ve sattıkları ürünleri piyasa koşullarına göre ucuzlatıyorlar. En dramatik örneklerden biri Spotify. Bugün herhangi bir mağazadan bir müzik CD’si satın aldığınız fiyata toplam beş kişi aylık aile paketi satın alabiliyor, Spotify kataloğunda yer alan bütün müziklere erişebiliyorsunuz. Bu “bütün” neredeyse bütün albümleri kapsıyor.
Ve bu şirketlerin tamamı yeni üretim/tüketim/dağıtım modellerinin, yeni çalışma ve iş kültürünün öncüleri. Son 3-5 yılda filizlenen bu iş alanları, önümüzde 5-10 senede patlayacak bir kasırganın sadece öncüleri. 2018-2024 arası benzer modellerle iş yapan binlerce firma doğacak. 18. yüzyılda Watt makinesi ile başlayan sanayi devrimi, verimsiz hayvan emeğini boşa çıkartmış, yeni bir devir başlatmıştı. Yapay Zeka da, günümüzün verimsiz insan emeğini boşa çıkartıyor ve yeni bir devir başlatıyor.
Ancak bu sürecin sosyal ve kültürel bazı şoklara yol açmaması mümkün değil. Gelişmiş dünyada Trump, Brexit, ırkçı/milliyetçi partilerin (marjinal) yükselişi, gelişmemiş dünyada otoriterlik eğilimlerinin artması bu şoklardan sadece bir kısmı. Yeryüzünde hizmet sektöründe çalışan, kendi bedeni ve ilkel makineler dışında hiçbir alet kullanamayan, düzenli gelire, iş güvencesine sahip olmayan, sınıf bilinci taşımayan ve örgütsüz bu yığınlar, yeryüzünde demokrasilere ve 20. yüzyıl kazanımlarına yönelik en büyük tehdit. 2018-2024 döneminde eski toplumdan yeni topluma geçişin pek çok sancısını yaşayacağız. Bir tarafta görkemli ve göz alıcı teknolojilerin, iş alanlarının, yeni iş modellerine göre örgütlenmiş şirketlerin patlamasını, diğer tarafta daha da yozlaşmış kitlelerin sefaletini göreceğiz. Önümüzdeki 5-6 sene içinde yaşanacak bu kaos, 21. yüzyılın ikinci çeyreğinde büyük bir (sosyal ve siyasal) devrimler çağının başlamasına yol açacak: Yeryüzündeki yaşayışı, insan uygarlığının kültürünü kökünden değiştirecek bir BIG BANG.
Türkiye’de neler olur konusundaki tahminlerime geçmeden önce “spor toto” kıvamındaki tahminlerimi sıralayayım (En iddiasız alanım bu) :
-2018 Şampiyonlar ligi: Barcelona
-Türkiye süper lig: Başakşehir (Gönül Beşiktaş ister ama zor)
-Eurolig basketbol: CSKA
-Eurocup basketbol: Darüşşafaka
-Türkiye basketbol süperligi: Fenerbahçe Ülker (Gönül Beşiktaş Sompo Japan ister)
– Dünya kupası futbol: Fransa (sürpriz İngiltere)
2018’de (tarihin garip bir cilvesi) demokrasi karnesi en kötü ülkelerde başkanlık seçimleri var: Rusya, Mısır, Azerbaycan, Venezuela, Gürcistan. Hepsinde iktidar koltuğunda oturan başkanlar “halkın yoğun teveccühü” ile rekor seviyede oy alır ve seçilirler. (Aksi sürpriz olur)
Sandığın, demokrasinin, oy vermenin bir anlam ifade ettiği diğer ülkelerden üçünde genel seçim var:
1) İtalya (Berlusconi yeniden yeşil sahalara çıkıyor. Bence bit pazarına nur yağmaz) Yarış merkez sol koalisyonla Beş Yıldız arasında geçer.
2) İsveç: Sosyal demokratlar açık ara farkla rahat bir seçim zaferi kazanır. Aşırı sağ yükselmez, İskandinav sosyal demokrasisi bu seçimden de sorunsuz çıkar.
3) Brezilya: Çok çekişmeli ve gerilimli bir seçim olacağını tahmin ediyorum. Lula engellenmez ve seçime girerse kazanır.
4) İngiltere: Mayıs ayında ağırlıklı olarak Labour’ın güçlü olduğu bölgelerde yerel seçimler yapılacak. Eğer bu seçimden Labour güçlenerek çıkarsa (ben ezici bir üstünlükle çıkacağını tahmin ediyorum) İngiltere’de politik ortam çok ısınabilir.
Bir başka tahminim şu: 2018’in ikinci yarısında, ya da 2019’un başlarında Birleşik Krallık’ta Brexit’in yeniden oylanması gündeme gelebilir. Benzer şekilde Trump’ın normal süresini tamamlayamayacağını tahmin ediyorum. 2019’a kalabilir.
Katalanya’da ve Irak Kürdistan’ında ayrılma kararı çıkan referandumlar fiyasko ile sonuçlanmıştı. İskoçya’da eğilim hızla BK içinde kalmaya döndü. Bunda Labour’ın yeniden güçlenmesinin de payı olduğunu düşünüyorum.
Finansal piyasalarda:
1) Kripto paralarda tarihi ölçeklerde çöküş olur
2) Borsalar sene içinde gördükleri zirvelerden sene içinde en az -25 ölçeğinde geriler
3) Yılın ilk çeyreğinden sonra $ güçlenir, € ve £ zayıflar
4) Mal piyasalarında yeni bir düşüş dalgası gelir.
Bunların dışında 2018 yılında:
– Dünya dışı akıllı bir uygarlıkla temas kurulmaz
– Dünyaya asteroid çarpmaz
– 7.0 richter ölçeğinin üzerinde en az 3 deprem olur
– Leonardo DiCaprio kesinlikle Oscar ödülü almaz
– Cem Yılmaz’ın yeni filmi gişe yapmaz.
– Roger Waters yeni bir The Wall turnesine çıkmaz
– Iron Maiden ve Metallica yeni albümler çıkartırlar
– Asya’da yeni bir pop-moda uç verir (ne olduğunu kestiremiyorum) ve bu moda bütün dünyaya salgın biçiminde yayılır.
– Birleşik Krallık’ta Charles nihayet kral olur.
Son ve en iddialı tahminim şu: – Yılbaşı büyük ikramiyesi bana çıkmaz (bu twiti şu anda okumakta olanlardan birine de çıkmaz)
Türkiye’yle ilgili tahminlere geçmeden önce var olan durumun bir fotoğrafını çekmek gerekiyor. İlki demografik fotoğraf: (Nüfus piramidi üzerindeki isimlendirmeler bana ait)
[image error]
Türkiye’nin nüfus piramidi, Cumhuriyet kuşağının artık yavaş yavaş tarihten silinmekte olduğunu gösteriyor: Atatürk’ü, devrimlerin coşkusunu, sıfırdan ülke kurma heyecanını, çok okumayı, çok çalışmayı, “medeni dünya” ile müsavi olma mücadelesi vermeyi erdem belleyenler gidiyor. Nüfus içindeki oranı %2.52’ye düşen, savaş görmüş, savaşın yokluğunu, yoksulluğunu yaşamış, her şeyin kıymetini bilen, tüketmemeyi erdem kabul etmiş, 50’lerin romantik, 60’ların onurlu dünyasını kuran sessiz kuşak da gidiyor. (Sadece 2 milyon kaldılar.) Bugünün dünyasını yaratan Daktilo Kuşağı da yavaş yavaş tarih sahnesinden çekiliyor. Pek çok kavramı ve inanç dünyası Soğuk Savaş ideolojisine göre şekillenmiş bu kuşak toplam nüfus içinde ’ye düştü. (Benim de ucundan dahil olduğum) bu kuşakla ilgili birkaç söz etmek lazım:
Bütün büyük kitle eylemlerinde gördüğünüz kuşak ağırlıklı olarak budur: Uğur Mumcu’nun cenazesinde, 1990’ların sonundaki “Türkiye laiktir laik kalacak” eylemlerinde, ışık kapatıp açma eylemlerinde, Cumhuriyet mitinglerinde, Maltepe adalet mitinginde… ve Uğur Dündar’ın halk arenasında heyecanla bayrak sallayanlar. Bu kuşağın mantığı şudur: “Ben muhakkak orada olmalıyım.” “Orada olmak”… Bu nedenle “orada olmayanlar”, “heyecan duymayanlar”, “göbeğini kaşıyanlar”, “çekirdek çitleyerek evinden twit atanlar” pek makbul değildir bu kuşak için. (elbette genel karakteristikten bahsediyorum.) Kaderin cilvesine bakın ki, bu kuşak kendisini yönetsin diye sadece milliyetçi, muhafazakar, sağcı, liberal ve oportünist figürler çıkartabildi ve ülkeyi bunlara teslim etti. Bunun en önemli nedeni de sanırım kentlere akın eden köylüleri dönüştüremeyip onlara teslim olmasından kaynaklanıyor. Bu kuşak aynı zamanda laik yaşamın ne olduğunu bilen SON kuşaktır; Bir insanın karşı cinsten arkadaşı ile özgürce ilişki kurmasının, eğlenmenin, (her konuda) düşüncelerini açıkça ve net ifade etmenin, yaşam ölçütlerini kutsala değil, akla dayandırmanın ne olduğunu bilen SON kuşak.
Türkiye’nin son çırpınışları, işte bu kuşağın çırpınışlarıdır. Bu kuşak da toplam nüfus içinde ’un altına inip marjinalleştiğinde, laik yaşamı bilen, kültürel kodlarını, ahlakını, toplumla, karşı cinsle ilişkilerini laik ölçütlerle oluşturan SON nesil de gitmiş olacak. Bu nesil giderken kendisiyle beraber 1960’ların, ’70’lerin çağıl çağıl çağlamış o müthiş kültür patlamasını, toplumsal ayağa kalkışı, Türkiye’nin bütün tarihi boyunca yaşadığı TEK demokratik dönemini de beraberinde götürecek. Çünkü bu kuşak (Türkiye’de) yenilmiş bir kuşaktır.
Nüfusun !’ini oluşturan Kayıp Kuşak (12 Eylül kuşağı) korkutulmuş, sindirilmiş, kitaptan, sanattan, itiraz etmekten, baş kaldırmaktan ölesiye korkan bir kuşaktır. Bu kuşağın tek ciddi baş kaldırısı ise Gezi Direnişi’dir. O da arkasında bir tek iz bile bırakmadan kaybolup gitmiş, yenilmiştir. Kendisi de bu kuşaktan olan ve bütün mizah anlayışını bu kuşağın küfürbaz, uyanık, açık gözlü, cin fikirli, köşe dönmeci Arif karakteri ile berraklaştıran en baskın figürlerden biri Cem Yılmaz’dır. Bu kuşağın ruhunu Cumhuriyet gazetesine verdiği söyleşide ifade ettiği görüşlerle Cem Yılmaz, Kayıp Kuşağın (12 Eylül Kuşağı) kendisinden önceki bütün kuşaklardan ne kadar farklı olduğunu anlatıyor:
Sosyal yaşamın içine yeni girmeye başlayan ve Gezi ile ilk ciddi tarihsel sınavını veren (ancak hem sayısal olarak, hem de niteliksel olarak henüz yetkinleşmediği için Gezi’nin baskın unsuru olamayan) Dijital Kuşak bambaşka değerlere sahip ve henüz tarihin ateşinde test edilmedi. Bu kuşak için kendisinden önceki bütün değerler demodedir: Anti-emperyalizm, halkçılık, milliyetçilik, din odaklı bir dünya görüşü ve bugünlerde en yüksek perdeden ifade edilen her şey. Gözlerini bambaşka bir dünyaya açtılar ve aileleri tarafından çok büyük bir özenle büyütüldüler; dünyaya çok daha açık bir kuşak ve geçmişle bağları çok zayıf. Bu kuşak için “köy” artık çok uzaklarda. Feodal yaşantıya, feodal ilişkilere sığmıyorlar. Ellerindeki telefon, internet kotası ve arkadaşlarıyla haberleştiği interaktif kanallar onların her şeyi. Bunlar aynı zamanda bu kuşağı potansiyel bir dünya vatandaşı yapıyor. Laik yaşamın ne olduğunu bilmiyorlar. Çünkü gözlerini dünyaya AKP-CHP-MHP döneminde açtılar ve AKP dışında bir parti iktidarı tanımıyorlar (Diğerlerinden farklı söylemi olan, etnosentrik HDP hariç, partilerin hepsi eski kuşakların partisidir, Halk Arenası’nda bayrak sallayanlara bakın mesela)
Dijital kuşak laik yaşamın – en azından bizim bildiğimiz, tanıdığımız anlamda- ne olduğunu bilmiyor, ama laik yaşama. en büyük özlemi duyan nesil de bu olacak. Çünkü bizim için zaten bilinen, yaşanan bir şey olan laik yaşam, laik değerler, laik ilişkiler, bu neslin ütopyası olacak. Bu nesil önceki nesillere bahşedilmiş laikliği yeniden ve çok güçlü bir şekilde kurmak isteyecek ve bu neslin bütün yaşamı – anne babalarının aksine- bu mücadele ile geçecek. Bu mücadelenin hangi şiddette gerçekleşeceği, başka bazı unsurlara ve daha da önemlisi, dünyada yükselecek yeni trendlere bağlı. Ama sanırım Dijital kuşağın ütopyasını yaşamak ancak, şimdi nüfusun #.71’ini oluşturan ve henüz bir isim verilmemiş bugün 0-14 yaş döneminde olanlara nasip olacak. Bu nesil hakkında hiçbir şey bilmiyoruz, sadece teorik yaklaşımlarda bulunabiliriz.
İşte 2018-2024 dönemi, Türkiye’nin bu demografik dönüşümü yaşadığı, Cumhuriyet neslinin ve sessiz kuşağın tarih olduğu, daktilo kuşağının sayıca ve sosyal olarak marjinalleştiği, kayıp kuşağın hayal kırıklıkları içinde DAHA da savrulduğu, ezildiği, hayata küstüğü bir dönem olacak
İkinci fotoğraf: Toplumun en yoksul P’sinin ulusal gelirden aldığı pay… Bu fotoğraf Türkiye’de genel geçer yorumların hepsini boşa çıkartan ezber-bozan bir fotoğraftır ve Türkiye’nin tembel entelijansiyası ne yazık ki verileri yorumlamak yerine ezberine dört elle sarılmayı tercih ediyor.
[image error]
Önümüzdeki günlerde bu grafiği daha detaylı bir şekilde yorumlayacağım. Şimdilik şu notu düşüp geçiyorum: 1995-2007 arasında toplumun en yoksul P’sinin ulusal gelirden aldığı pay %8’den ’ya yükselmiş, yani oransal olarak ikiye katlamıştır.
Peki bu dönemin adı ne? Küreselleşme (yani o çok sevilen soğuk savaş diliyle ifade edelim: “neo-emperyalizm”). Tartışmayı dallandırıp budaklandırmamak için bu grafiği şu notu düşerek ve daha sonra yorumlamak üzere geçiyorum: Ülkelerin içe kapanması, yoksulların lehine değildir. Türkiye’nin dışa açıldığı 1995-2007 küreselleşme dönemi, aynı zamanda toplumun en yoksul P’sinin gelirinin görece arttığı bir dönem oldu. Tarım işçiliğinden kent işçiliğine geçiş, hizmet sektöründe güvencesiz de olsa istihdam bu kesimlerin gelirini görece arttırdı.
Adına Küreselleşme denen dönem iki kesimin çok yararına oldu: (O zamana kadar) gelişmemiş dünyanın emek gücü ve dünyanın en zengin ve en elit %1’i. En çok kaybedenler ise gelişmiş dünyanın orta sınıfları oldu.
[image error]
Başka bir deyişle geçtiğim 15-20 sene, küreselleşme dönemine kadar gelişmemiş olan ülkelerin çalışan sınıfları ile dünyanın en zengin %1’inin çıkarlarının ortaklaştığı bir dönemdi. Bütün 20. yüzyıl kurumlarının yerle bir olmasının yanıtı da burada. 2007 büyük finansal krizinde bu dönem sona erdi. Küresel sermaye gelişmekte olan dünyayı terk etmeye başladı. 2007-08 krizi Türkiye’yi teğet geçti, ama asıl kriz 2011’den sonra vurmaya başladı. Toplumun en yoksul P’si bu tarihten sonra görece yeniden yoksullaşmaya başladı.
Türkiye’deki otoriterleşmenin, demokratik kurumların etkisizleşmesinin, çatışmanın artmasının (ekonomik) nedeni budur. Akışın başlarında artık finansal/iktisadi yönetimlerin atacak kurşununun kalmadığını, yeni krizlerin otoritenin gücü ile göğüslenmeye çalışılacağını yazmıştım.
Tahminim şudur: Bu trend, 2018-2024 dönemine damgasını vuracak. Pasta küçülecek (çok küçülecek) ve bu pastadan yoksulların aldığı pay azalacak (çok azalacak). Türkiye’de siyasi/iktisadi statüko sürdürülemeyecek.
En yoksul P’nin toplam ulusal gelirden aldığı pay ’dan ’e doğru süzülüyor. Bu trend daha da hızlanarak devam edecek. Küreselleşme döneminde kazanılanlar, içe kapanma döneminde geri verilecek.
2018 bu döneme adım attığımız yıl olacak. Sonraki 6-7 yılın hem Türkiye, hem de dünya için çok zor olacağını tahmin ediyorum. Ancak hem dünya, hem de Türkiye bu dönemden bambaşka bir anlayışla çıkacak. Sonrası “Neo-İnsan” çağına geçiştir.
Bu geçişi gerçekleştirecek kuşak, nüfus piramidinin en altındaki bugünlerde 0-14 yaşlarında olan kuşak olacak. Sayıca yeterliler. Geçen 6-7 sene içinde donanım olarak da yeterli hale gelecekler. Yeni-dünyayı onlar kuracaklar.
[image error]