Tuğba Gürbüz's Blog, page 51
November 26, 2020
Troy'dan Tory'ye Uzanan Bir Kehanet Öyküsü: Asılı Dağ'ın Kahini*
Vladimir Tumanov, çok sevilen ve çok satan, Kraliçeyi Kurtarmak ve Haritada Kaybolmak romanlarının ardından Asılı Dağın Kahini ile yeniden dilimize çevrildi. Kraliçeyi Kurtarmak kitabında çocuklara matematiği sevdirmeye çalışan, Haritada Kaybolmak kitabında ise coğrafyaya ilgi uyandırmayı amaçlayan Tumanov bu kez Truva Savaşı'nı anlatan İlyada'dan bildiğimiz Kassandra karakterinden yola çıkıyor, Kanada'da geçmişte yaşanan bir afetle birleştirip insan eliyle yaratılan doğa tahribatını ve bunun yıkıcı etkisini, önceki kitaplarından aşina olduğumuz fantastik üslubuyla anlatıyor. Çocuk kitaplarının doğal sonucu olarak özgün kaynakların felaketle biten finalini değiştirerek anlatıyı mutlu ve umutlu bir sonla bitiriyor.
Roman, Alberta eyaletinin Rollins kentinde sokaklarda amaçsızca mırıldanarak dolaşan, çevresiyle bağı kopmuş, kimseyle konuşmayan Mırıldanan Kassandra adlı kadınla karşılaşmamızla başlar. Tanık olduğu felaketin ardından bu hâle geldiğini öğrendiğimiz Kassandra Templeton, Tory adlı kasabada yaşamaktadır. Kasaba küçük olmasına karşın çarpıcı doğasıyla turistlerin ilgisini çekmektedir. Bu çekim merkezi, kasabanın üzerine bir şemsiye gibi eğildiği için Asılı Dağ olarak bilinen görkemli doğal yapıdan kaynaklanmaktadır. Kasabanın hırslı Turizm Müdürü Jessica McMadden, jeologların raporunu ciddiye almayarak Asılı Dağ'ın yamaçlarının ortalarındaki düzlüğe çelikten yürüyüş yolları yaptırarak turist sayısını arttırmıştır. Dikkate alınmayan rapor, yürüme yolları ve platformu sabitlemek için dağın temeline açılan deliklerin kayayı zayıflattığı yönünde şüpheleri ortaya koymaktadır. Sessizce ilerleyen çatlak, tam da Kanada'nın bağımsızlığının 100. yıl dönümü için hazırlanan parkın açılış gününde, tüm kasaba halkı şenlik havasında kutlama yaparken bir heyelan yaşanmasına ve Kassandra hariç tüm kasaba halkının ölümüne, kasabanın yerle bir olmasına sebep olur. Kassandra basit bir unutkanlık sayesinde hayatta kalmıştır. Heyelan, Kassandra'nın unuttuğu bayrağı almak üzere eve gittiği sırada olur. Bir anda ailesini, tüm sevdiklerini ve yaşadığı kasabayı kaybeden Kassandra, akıl sağlığını yitirir ve üç yıl boyunca hastanede kalır. Taburcu edildikten sonra halasının yanına taşınsa da hiçbir zaman eskisi gibi olmaz. Günlerini yaş kış demeden her gün Tory'ye giderek geçirir. Saatlerce heyelan alanını izler. Bir müzeye çevrilmiş ve Templeton Evi olarak bilinen eski evine yürür, odasına çıkar ve çekmeceyi açar, kapar bir değişiklik olmasını umut eder gibi bakar.
Bu girişin ardından beklenmeyen gerçekleşir ve Mırıldanan Kassandra, o enkazın içinden on iki yaşındaki çocukluğuna bir mektup ulaştırmayı başarır ve olaylar lineer çizgide akmaya başlar. Bu noktadan sonra heyecanın dozu artar, arkadaşları arasında Sandie diye bilinen küçük kızın Truva prensesi Kassandra'nınkini aratmayan yazgısına tanıklık ederiz.
Bilindiği üzere Kassandra, Truva'nın altın çağında hükümdarlık yapan Priyamos'un kızıdır. Aynı zamanda Apollon Tapınağı rahibesidir. Apollon, genç prensese âşık olduğu için ona geleceği görme yetisini bahşeder ancak aşkına karşılık alamayınca onu lanetler. Kassandra geleceği görmeye devam edecek ancak kimseyi kendisine inandıramadığı için gücü gelmekte olanı engellemeye yetmeyecektir. İlyada'dan gelmekte olanın Truva Savaşı'nı bitiren ünlü Truva Atı hilesi olduğunu biliriz. Dünya üzerinde en çok bilinen hikâyeye göre Truvalıları savaşarak yenemeyeceklerini anlayan Akhalar, İthaka Kralı Odyseus'u dinler ve devasa büyüklükte bir tahta at hazırlar ve atı (içinde saklı bir grup askerle) şehrin surlarının önüne bırakırlar. Tüm ordu, geri çekilmiş intibası vermek için çadırları söker, sahili boşaltır, gemilere biner ve Truva açıklarında kaybolur. Truvalılar sonunda barışın geldiğine inanarak, sevinçle sokaklara dökülür, hediye atı surların içine alır ve kutlamalar başlar. Kassandra şehrin sokaklarında beyhude koşarak, dil dökerek Truva'nın sonunu getirecek hazin sonu engellemeye çalışır. Anne, babası bile inanmaz ona. Babası sinirlenir ve çıkışır:
“Felaket habercisi, hangi fesat tanrı seni ele geçirdi yine? Sevincimiz seni rahatsız mı etti? Bunca zaman beklediğimiz bu özgürlük günümüzü neşeyle karşılamamıza katlanamıyor musun? Savaş bitti Kassandra. Ve bu at da bir felaket değil, kentimizin koruyucusu Athene için bir armağandır. Defol, saraya dön çünkü artık sana gereksinmemiz yok. Bugün Troya surları içinde korku değil yalnızca neşe, eğlence ve özgürlük olmalı.”
Troya halkı neşe içinde barışı kutlar, uykuya geçer. Atın karnında saklı askerler dışarı çıkar, kentin kapılarını açar ve Akhalıları içeri alırlar. Truva yakılır, yıkılır ve yağmalanır. Geriye savaşın kazananı olmadığını duyuran dillere destan hikâyesi kalır.
İsmi Troy antik kentini çağrıştıran Tory halkı da benzer bir şenlik havası içindeyken gelmekte olanı öğrenen Sandie Templeton pes etmeden halkı uyarmaya, kutlamanın yapılacağı alanı değiştirmeye çalışır. Kasaba halkını ikna etmek hiç de kolay olmayacaktır. Tam her şey yoluna girecekken işler yeniden tersine dönecek ancak müttefiklerinin de yardımıyla asla pes etmeyecektir.
Asılı Dağ'ın Kahini her iyi çocuk kitabı gibi her yaştan okuru mest edecek güçte. Romanın ana ekseni okura hayli heyecanlı, sürükleyici bir macera sunsa da, yaslandığı arka plan, çocuklarla doğa etiği, akılcı ve bilimsel yöntemlerle kontrollü endüstri, mitoloji, mitolojik kahramanlar, tarihi ve mitolojik olayların edebiyatta yeniden yazımı üzerine geniş bir yelpazede sohbet etme, üzerine düşünme imkânı sağlıyor.
Asılı Dağ'ın Kahini
Yazan Vladimir Tumanov
Çeviren Mine Kazmaoğlu
Günışığı Kitaplığı
* Bu yazı 24 Kasım 2020 tarihinde edebiyathaber'de yayımlanmıştır.
November 24, 2020
Kendisiymiş Gibi Notos Öykü'de
Gerçeküstü, Rüyalar ve Menzilinden Sapan Öykü
Kendisiymiş Gibi Tuğba Gürbüz'ün ikinci öykü kitabı. Gri kapak fotoğrafındaki parçalanmış ayna - ya da cam- görüntüsüyle başlıyor okuma. Kapak fotoğrafı okuru az sonra dünyasına gireceği kurmacaya hazırlayan bir eşik aslında. Kapağın ardında Birhan Keskin'den bir dize karşılıyor okuru. Kitapta on sekiz öykü var. Çoğu beyaz yakalı anlatıcıların gözünden aktarılan insanlık hâlleri. Kadınlar, erkekler ama daha çok kadınların dünyasına dalıyor Gürbüz. Varoluş sancısının dünya ağrısıyla kol kola girerek güçleştirdiği yaşamlar, yazma sıkıntısı, annelik, güncel tarihe ayna tutan insani dramlar, kişilik yarılmaları, rüyalar aracılığıyla açık edilen korkular mesele ediliyor daha çok. Okura meseleyi doğrudan aktaran öyküler kurmuyor Gürbüz. Şöyle başlamıştı, böyle olmuştu demiyor. Neredeyse her öyküde yarıya kadar ördüğü gerçeklikten gerçeküstüne sıçrayarak anlatımı genişletiyor. Bunu yapmadığı zamansa kahramanları birbirine dönüştürüp bilinçdışı takıntılarını, çocukluk sancılarını dillendiren çoklu bir kişilik çıkarıyor okurun karşısına. Kahramanlar neredeyse her zaman bulanık bir akılla geziniyor gündelik yaşamda. İçlerine konuşuyorlar, kendilerini acımasızca eleştirip yargılıyorlar. Kurmaca metin yazma arzusuyla kaleme sarılmış olanlar da var aralarında. Kızgın ve çaresizce, içlerinde duran karanlığı dışarı salmak için de olsa yazmak istiyorlar. "Bana yazmayı öğretin profesör kelimelerle öç almayı" ya da "kanadığım yerden yazacağım" deyiveriyorlar hikâye akıp giderken.
Kitabın ilk öyküsü "Rengi Bulanık" küçük bir yayınevinden kitap çıkarmış, ruhsal çökkünlük yaşayan, yazı erbabı bir kadının gözünden aktarılıyor. Öykü girişinde psikotik bir sıkıntı yaşadığı için ilaç tedavisi gören kadınla tanışıyoruz. Kahramanımız kocası ve kızıyla yaşıyor. Öykü ilerledikçe kocanın tedavinin düzenli gitmesi konusunda gösterdiği özenli davranışları görüyoruz. Kadının ilacını vermek için saatini kurmuş. Alarm çalınca yataktan fırlayıp bir bardak suyla ilacı uzatıyor. Anlatıcı evin içindeki devinimi bize aktarsa da evdekilerden kopmuş, kendi dünyasında gezinir durumda. İlaçları ağzında tutup bir süre sonra tükürüyor. Zihninde onlarca düşünceyle uyanıp gözlerini diktiği duvardaki çatlakta gördüğü şeyin canlanarak onu yıkıcı davranışlara sürükleyeceğine inanıyor. Anneannesinin ve annesinin kaderinin kaderinin kendisini de yakalayacağına... Tatlı bir sıçrayışla Charlotte Perkins Gilman'ın "Sarı Duvar Kâğıdı" adlı öyküsünü duvardaki çatlak motifi öykü kahramanının sıkıntılarını daha derinden kavratıyor okura. Öykü yarıya kadar kadının ruh dünyasına, hastalığına odaklanırken anlatıcının küçük yayınevinden kitap çıkarmış bir yazar olduğunu öğrenmemizle başka mecraya kayıyor. Yazarak rahatlayacağına inanan anlatıcı not kâğıtlarıyla duvarlara iliştirdiği sözcüklerden yola çıkarak bir şeyler yazmak için defterine uzanıyor. Defteri açınca gerçeküstü bir sıçramayla geçmişteki olaylara dönüyor. Öykü büyük yayınevinden kitap çıkarmış yazar -Bay Çoksatan - ve anlatıcı arasında alttan alta süren bir gerilimi merkeze taşıyarak sonlanıyor.
Tuğba Gürbüz Kendisiymiş Gibi'de okuru hazırlamaya ihtiyaç duymadan etkili başlangıçlarla öyküye girebiliyor ama alt önermenin ağırlığını zayıflatan sıçramalar bu etkili girişleri silikleştiriyor. Bazı öyküleri okuduktan sonra bir ortada bırakılmışlık duygusu gelip yerleşiyor okurun içine. Dili acemice örülmüş, üzerinde çalışılmamış metinlerle sağlam öykülerin yan yana duruyor olması okuma hazzına gölge düşürüyor.
Şenay Eroğlu Aksoy
Bu yazı Notos Öykü'nün 83. (Kasım-Aralık 2020) sayısında yayımlanmıştır.
November 16, 2020
Böyle Olacağı Belliydi
Çağdaş İngiliz edebiyatının en önemli isimlerinden biri Ian McEwan'ın İngiltere'de 2010 yılında yayımlanan Solar romanı 2012 Turkuvaz Kitap baskısının ardından YKY etiketiyle bu yaz yeniden okurla buluştu. McEwan'ın en eğlenceli kitabı olarak lanse edilen roman, iklim değişikliğine dair güçlü bir tartışmayı da okurun kucağına bırakıyor. Bugün, çok da yabancısı olmadığımız yenilenebilir enerji kaynakları, güneş panelleri hakkında hayli detaylı teknik bilgiyi (bana göre) hiç de sıkmadan okura sunuyor.
McEwan konuya bir roman yazmak fikriyle eğilmemiş. Yazdığı kitapların arasına zaman koymayı önemsediği, her kitabın ardından roman yazmayı bir süreliğine askıya alıp yeni ilgi alanlarına yöneldiği, öğrenmenin hazzı için bilginin peşine düştüğü için gerçekleşen bu ilgiyi şöyle açıklıyor:
"Benim için kitapların arasına zaman koymak önemli, yani roman yazmayı unutup daha çok öğrenmeye, seyahat etmeye dönmek. Örneğin Solar romanımı yazmadan önce iklim değişikliği toplantılarına katılıyordum. Çok mutlu oluyordum orada. Roman araştırdığım için orada değildim. Bazı bilim adamları ve insanlarla sohbet ediyordum, söyledikleri beni konunun içine çekti ve adım adım kendimi bu konunun daha da derinlerinde buldum ve çok sonra bundan bir roman olur dedim ya da bu konuda yazmak istedim."
Roman, okuru ana kahraman Michael Beard ile tanıştıran, onun içinde bulunduğu müşkül durumu izah eden şu paragrafla başlıyor:
"Kimi güzel kadınlara her nedense çok çekici gelen -hafif itici, genellikle kel, kısa boylu, şişman, zeki- o erkek türündendi. Ya da öyle olduğuna inanıyor, bu şekilde düşünmekse sanki öyle olmasını sağlıyordu. Bazı kadınların, kurtarılması gereken bir dahi olduğuna inanması da işine yarıyordu. Ama şimdiki Michael Beard haletiruhiyesi daralmış, hiçbir şeyden zevk almayan, sabit fikirli, dertli bir adamdı. Beşinci evliliği parçalanıyordu ve nasıl davranması gerektiğini, neler olabileceğini görmesi, suçu üstlenmesi gerekiyordu. Evlilikler, kendi evlilikleri, bir dalga kıyıdan ayrılırken ötekinin kıyıya vurduğu, gelgitli olaylar olmamış mıydı hep? Ama bu seferki farklıydı. Nasıl davranacağını bilemiyordu, olabilecekleri görmek ona acı veriyordu ve gördüğü kadarıyla, bu kez üstlenebileceği bir suçu yoktu. Bu kez kaçamak yapan karısıydı ve bunu alenen, onu cezalandırırcasına, hiçbir vicdan azabı duymadan yapıyordu. Beard kendi içindeki hisler silsilesi içinde, an an, yoğun bir utanç ve özlem keşfediyordu. Patrice bir ustayla, kendi ustalarıyla, evlerinde tadilat yapan, mutfaklarını ve banyonun fayanslarını değiştiren, bir çay molasında Michael'a kendi elleriyle yenileyerek Tudorlaştırdığı, Tudor dönemi taklidi evinin fotoğrafını, garaja giden beton döşeli yola dikilmiş Viktoryen tarzda bir lamba direğinin altındaki römorkunda duran botunu ve üzerine kullanımdan kaldırılmış kırmızı bir telefon kulübesi koyacağı boş yeri gösteren o cüsseli adamla görüşüyordu. Boynuzlanmanın ne kadar karmaşık bir şey olduğunu görmek Beard'ı şaşırtmıştı. Azap çekmek basit bir iş değildi. Bu yaşta, artık yeni deneyimlere karşı bağışıklık kazanmış olduğunu kimse söyleyemezdi."
Bu sıkı karşılaşmanın hemen ardından gelen ikinci paragrafın başında avcumun içine bir anahtar gibi "Böyle olacağı belliydi" cümlesini bırakıyor. O cümlenin öylesine avcumun içine bırakılmadığını bilmeden biliyorum sanki ve onu tutmayı hiç bırakmıyorum. Bir romanın içine girmek, henüz aydınlanmamış dehlizlerin içinden aydınlığa varmak üzere yürümek, bir labirentin merkezine ilerlemeye ve oradan kaybolmadan çıkmaya benziyor. İşin oyunsu yanı, yazarın alenen göstermeden duyurduklarını sezmek olduğuna göre, metnin sırrına her şey açığa kavuşmadan önce varmaya çalışma çabası olduğuna göre, yazarın henüz girişte elime verdiği bu cümleyi kocaman bir yumağa çeviriyor, yürüdüğüm yol boyu avcumun içinde tutuyorum. Beard başını beladan belaya soktukça, o an için yırtmış gibi dursa da, avcumun içinde tuttuğum ip elimi kesiyor ve beni uyarıyor: Dur, hele, bak daha neler olacak ve sonunda benim dediğime geleceksin, "Böyle olacağı belliydi" diyeceksin. Bu his, o yarı uyanıklık içinde, alarmın çalması gibi bir şey, yorganın içine gömülmek, alarmı tamamen kapatmak yerine ertelemeye almak gibi belli aralıklarla kendini belli ediyor, tamamen uyanmanı ve kapatmanı bekliyor. Burada yol boyu fark ettiğim, büyülendiğim nice ayrıntıyı paylaşabilirim ancak Solar'ı okuma hazzını kesintiye uğratmayacak şekilde özetlemenin mümkün olmadığının da farkındayım. Bir kere anlatıyı başından sonuna diri tutan, polisiye sayılabilecek bir merak duygusu var. Bu merakı tatmin etmek başlı başına bir keyif. Bu hazzı sabote etmenin ne büyük ayıp olduğunu bildiğimden, gevezelikten uzak durmaya çalışarak kitabın bende uyandırdığı bir diğer unsurla, yani "Böyle olacağı belliydi" fikriyle ilerleyeceğim. Bana göre Solar, bir "özyıkım" öyküsü. Romanı tek kelimeye indirgeyebilmem biraz da Tomris Uyar sayesinde. Dilimin ucundaki yoğun tat, John Cheever'ın Yüzücü kitabının sunuş yazısı ile belirginleşti. Tomris Uyar söz konusu yazıda şöyle diyor:
İlk çevirdiğim öyküsü "Arjantin Başkanı" beni büyülemişti. Romancılığa sığmayacak kadar merkezkaç bir öykü anlayışı vardı. Yine de ancak Günceler'ini (ölümünden sonra yayımlanmış itirafları mı desek?) okuyunca ne yapmak istediği daha bir açıklık kazandı: Aslolan hep kum tanecikleriydi. Onları değişik formlarda bir araya getiriyor, aynı konudan -tersi ve yüzü olmak üzere- iki öykü yaratıyordu.
Bir güncesinde şöyle yazıyordu:
"Özyıkımcılığın içe işlemeye başlayan ilk belirtisi bir kum taneciğinden farksızdır. Bir baş ağrısı, önemsiz bir sindirim bozukluğu, bir parmağın mikrop kapmasıdır. Yine de siz 8.20 trenini kaçırır, kredi vaatlerinin tartışılacağı toplantıya gecikirsiniz. Öğle yemeğinde buluştuğunuz eski dost, ansızın sabrınızı taşırır; ona hoş görünmek için fazladan üç kokteyl içersiniz, artık günün ne tadı ne tuzu kalmıştır, ne anlamı ne önemi. Güne yeni bir amaç, biraz gündelik kazandırma çabasıyla kokteyllerde çok içer, çok konuşur, birisinin karısına asılır, saçma sapan olmadık bir şey yaptıktan sonra da ertesi sabah ölsem daha iyi duygusuyla uyanırsınız. Ama bu cehennemin dibini nasıl boyladığınızı geriye doğru sararken başlangıçtaki o kum taneciğinden başka bir şey bulamazsınız."
Bir kez romanı "özyıkım" kavramı üzerinden okumaya başlayınca, Michael Beard ile ilgili her şey bambaşka bir görünüm kazandı. Sürükleyici, eğlenceli, komik sıfatlarını (ki benim de yer yer kahkahalar attığım doğrudur) bir kenara atıp, "bir dakika asıl hikâye bu değil" diyerek kendi kuyusunu kendi kazan zeki ama duyarsız bir adamın portresine bakmaya başladım. "Kim bu adam?" sorusunun cevaplarını toplamaya koyuldum.
Michael Beard, yıllar önce yaptığı çalışmalarla Nobel Fizik ödülünü alsa da heyecanını, coşkusunu, merak duygusunu yitirmiş, yıllardır yeni bir üretimin içinde olmayan, yıllarını Nobel'in kaymağını yiyerek geçiren bir fizikçidir. Onursal öğretim üyesidir ama ders vermez. Enstitülere ismini, ünvanını kiralar, komisyonların başında oturur, akademik dergilerde danışman editörlük yapar, uluslararası dev kongrelerde boy gösterir, ona Nobel ödülünü kazandıran Beard-Einstein Tümleştirmesi üzerine konferans dizileri yapar, sık sık medyaya çıkar. Tüm bunlardan elde ettiği geliri yetersiz gördüğü sırada, hükümetin iklim değişikliğiyle sözde değil özde ilgilenmeye karar vermesi üzerine Ulusal Yenilenebilir Enerji Merkezi'nin başına geçer. Merkezin başına geçtiği ilk zamanlar, çatıların üzerine yerleştirilecek -ki pek de verimli olmadığı anlaşılacaktır- rüzgâr türbini geliştirilmesiyle ilgilenirken özel hayatında kopan fırtınalar neticesinde kendisini giderek daha çok iklim tartışmalarının ve çözüm önerilerinin, geliştirilen projelerin, çalışmaların içinde bulur. Oysa işin başında iklim krizine dair söylenen şiddetli yorumları hiç de etkili bulmamaktadır. Anlatının başladığı 2000 yılından, sona erdiği 2009 yılına vardığımızda Beard'ın yenilenebilir enerji konusunda büyük ilerleme kaydettiği, zafere ulaştığı görülmektedir ancak aradan geçen dokuz yılda çevresine, ilişkide bulunduğu kadınlara, kendi bedenine, sağlığına karşı yıkıcı ve duyarsız olan bu dahi için perde güzel kapanabilecek midir? Her şey bittiğinde kendisinde tüm bunları başlatan ilk kum taneciğini bulma cesareti bulabilecek midir?
Edebiyat biraz da kendimize sorular sormak ve düşünmek için alan yaratmak çabası olduğuna göre eninde sonunda bizim de kendi kum taneciklerimize bakmamız şart.
Solar
Yazar Ian McEwan
Çeviren Kıvanç Güney
YKY
1. Baskı Ağustos 2020
Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 31
Bilmek isteyen yola çıkar.
Şefkatli Anne Günlükleri'ni yazmak, ebeveynlik amaçlarımı, önceliklerimi belirlememe, düşüncelerimin ve eylemlerimin farkına varmamı sağlıyordu. Sura Hart alıntıları bitince, sanki ters yönde yürümeye başlamışım gibi bir düşünce gelip çöreklendi içime. Yeniden konu üzerine düşünmek, yazı yoluyla düşüncelerimi tasnif etmek, eylemlerimin farkına varmak istedim. İşbu sebeple www.nonviolentcommunication.com sitesinde ücretsiz yayımlanan haftalık ipuçlarının rehberliğinde yeni bir günlüğe başlıyorum.İpuçlarının çevirisi bana ait.Şefkatli ebeveyn ipuçlarıYürümeyen şeyden öğrenecekleriniz çoktur. Bazen işler istediğiniz gibi yürümediğinde, bekleyin ve kendinize sorun. "Bunu söylediğimde ya da yaptığımda hangi ihtiyacımın karşılanmasını istiyordum? Bu ihtiyacımın daha iyi karşılanması için ne söyleyebilir ya da yapabilirdim?"
Ben ne düşünüyorum? Bu soru beni pek bırakmıyor. İpucu olarak karşıma çıkmazdan önce de işlerin (özellikle ebeveynlikte) umduğum gibi gitmediği anlardan sonra bundan kaçınmak, farklı ilerletmek mümkün müydü diye soruyorum. Çoğu zaman altından yorgunluk, sabırsızlık duyguları, dinlenmek ve yalnız kalma ihtiyacı çıkıyor. Anne olmak bazen süperkahramanlığa soyunmak gibi bir şey. Kolaylıkla bitmeyen bir verme alanına dönüşebiliyor, yorgun olduğunda, canın istemediğinde bile "Hayır" diyemediğin, ertelenmesi akla dahi gelmeyen bir verme alanı. Oysa yorgun ve isteksizken, başka yapmamız gereken şeyler varken "Hayır," demek, gerekçe bildirerek herkes için uygun bir zaman dilimi belirlemek, daha sağlıklı sınırlar çizmeyi sağlamaz mı?
Deniz'le nasıl paylaşıyorum? Muhtemelen çoğu ebeveyn benzer haller içerisinde. Çocuklar aylardır akranları yerine bizimle zaman geçiriyor. Çoğunlukla evdeler, canları sıkılıyor ve eğlenme ihtiyaçlarını gidermek istiyorlar. Hep özlemini çektiğimiz gibi her zaman kendi yaratıcı çözümlerini bulamıyor ve ilk çare olarak bize koşuyor ve bizimle oynamak istiyorlar. Bu, beraber zaman geçirmek açısından keyifli bir fırsat olsa da bizim de kendi kaygılarımız, yorgunluklarımız ve yürütmek zorunda olduğumuz sorumluluklarımız var. Bazen canımız oyun oynamak istiyor ve bunun tadını çıkarıyoruz. Bazen de istemiyor. Zihnimiz onları duyamayacak denli kalabalık oluyor. Bazen bunu dile getiriyorum ve başka bir zamana erteliyorum. Bazen de kendi ruh hâlimi, olduğu gibi ortaya koymuyorum ve yapamayacağımdan fazlasını sunmaya gayret ediyorum. Tatsız, tuzsuz, sabırsız olsam bile.
Deniz'in geri bildirimi ne? Deniz her çocuk gibi oyunu, eğlenceyi ciddiye alıyor ve bir tür adanmışlıkla eyleme geçiyor, karşı taraftan da benzer bir tepki bekliyor. İsteksizliğe, baştan savan davranışlara alınıyor ve "O zaman hayır deseydin," diye yanıtlıyor. Haklı bir tepki.
Sonrasıyla ilgili ne düşünüyorum? Canım istemediği halde, kendimi oynamaya, ilgilenmeye mecbur hissettiğimde, ilgimi, sabrımı kaybetmenin pamuk ipliğine bağlı olduğunu gözlemliyorum. Bunu defalarca deneyimlesem de, Deniz'in ihtiyaçlarını önceliyorum. Bu fiziksel ya da eğitimle ilgili bir ihtiyaçsa kendimi harekete geçme konusunda motive ediyorum. Eğlenmek, oyun gibi bana daha tali gelen bir ihtiyaçta her zaman aynı canlılığı hissetmiyorum. Ve önce yaparmış gibi davranıp sonra kendimi sıkışmış hissediyorum. Oysa çocuklar bizden kibar olmamızı değil, dürüst olmamızı bekliyor. "Hayır" deme hakkımızı her zaman saklı tutmamız gerektiğini unutmayalım.
Kendimi nasıl değerlendiriyorum? Farkında olmak, her zaman tutarlı davranmama yol açmıyor. Kibar olmak adına kendimizden, dürüstlüğümüzden vazgeçmek, içimizde gerçekte olana bitene kulak asmak yerine başkalarını memnun etmek üzere harekete geçmek öğretilmiş bir şey. Bu eski alışkanlıktan kurtulmak hiç de kolay değil ama en azından en yakınlarımızla ilişkilerimizde içimizden geçenle, dilimize vuranın tutarlılığına daha çok dikkat etmek gerekmez mi? İşte dikkat edilecek bir husus daha!
Eski günlüklere buradan ulaşabilirsinizŞefkatli Ebeveyn Günlükleri: 1 Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 2 Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 3Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 4Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 5Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 6Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 7Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 8Şefkatli Ebeveyn Günlükleri:9Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 10Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 11 Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 12Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 13Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 14Şefkatli Ebeveyn Günlükleri:15Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 16 Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 17Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 18Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 19Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 20Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 21Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 22Şefkatli Ebeveyn Günlükleri:23 Şefkatli Ebeveyn Günlükleri:24 Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 25Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 26Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 27 Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 28Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 29Şefkatli Ebeveyn Günlükleri:30
November 13, 2020
Çehov, Öykü ve Gecikmiş Bir Merhaba
Kitap oburluğu, evde okunacak yığınla kitap varken, yenilerini satın almayı, kütüphanelere dadanmayı, arkadaş evlerinde raflara göz devirmeyi gerektirir. Ben de tanımın gereğini hakkıyla yapıyorum. Pandemi nedeniyle ev gezmeleri bitse de, sohbet aralarında bahsi geçen kitapları ödünç istemeyi ihmal etmiyorum.
Çehov, işte bu şekilde elime geçti. Pandeminin ilk zamanlarında, dışarıda değiş tokuş ettiğim bu kitaba dair şöyle not düşmüşüm blogta kalan taslaklardan birine vaktiyle:
"Çehov okuyorum şu sıra. Tuğla kalınlığında kitap. 37 öykülük bir seçki. Çok beğendim. Öykünün tanımını, sınırlarını yeniden düşünmeme yol açtı. Öykü sanatı, kimi insanların nasıl yaşadığı hakkında, deneyimler hakkında. Çehov’un bana gösterdiği de bu. Evrensel olana, insana dair olana ait manzaralar göstermese hala okunabilir mi? 1800'lü yıllardan kalma öyküler olduğu halde zamana yenik düşmemiş hikâyeler bunlar. At arabasının yerine otomobil koysak, insanların eline cep telefonu tuttursak sırıtmayacak denli güncel. Çünkü insanı kuşatan çevre değişse de insan özünde hep aynı, zaaflarıyla, hırslarıyla, özlemleriyle, tutkularıyla hep aynı. Maharet bunları gösterebilmekte, bu evrenselliği yakalayabilmekte. Çok yalın, akıcı bir dil. Bir anda yakalıyor kişiyi. Okuma kolayca ilerliyor. İşte bu kadar basit, öykü yazmak dedirtiyor, bir insanı ele al, onun sorunlarından, zaaflarından bahset.
Öyküler kalabalık, öyle tek mekânın, tek zihnin içine sıkışık değil. Düşünceler arasında yitirmiyor kendini, canlı yaşam dolu, her zaman iyimser değil, hatta çoğu zaman iyimser değil. Sorguluyor, sorgulatıyor, capcanlı anlatıyor."
Aylar geçmiş, taslak bu haliyle kalmış, beni yazıyı bitirmem için bekliyor. Yeni bir söz söyleme, sürdürme hevesim kalmamış gibi sessizim bu aralar. Ayı neredeyse yarılamamıza rağmen tek bir "merhaba" dökülmemiş ağzımdan. Öyleyse bu çok beklemiş, handiyse bayatlamış, yazılma anındaki hevesini, heyecanını kaybetmiş Çehov okumaları üzerine tohumu itinayla sayfalarım arasına gömerek başlayayım yeni aya, buradan rengârenk bir bahçeye varmayı umarak.
MERHABA!
October 31, 2020
Kelimelerle Oyun:2
Anahtar kelimeler: mavi çizgi dalga neşe yıldız gri kare gök gürültüsü korku şimşek
Küçük bir kız... Mavi bir yıldız çizdi kağıdın ortasına bulut niyetine. Ve annesine baktı neşeyle. Eğildi kadın. Öptü kızı geniş alnından. İçi dalgalandı küçük kızın ve kaydı uykunun hafif dalgalı kollarına. Uyku karabasan gibi çökerken odaya, gökyüzü grileşti, gümbürdedi, şimşek aydınlattı içerisini. Küçük kalbi gümbür gümbür çarptı korkuyla ve saklandı masanın altına. Bazı günler gökyüzü erken kararır. Buz erken biter, sofra kurmak uzun sürer ve şangırdar camlar, dağılır parçacıklar. Ağlar çocuklar ve kadınlar. Sarsılır duvarlar. Kömür karası yürekler yumuşamaz. Yumruklar açılmaz. Pişmanlık yuvalanmaz ve öfke yerin dibine girmez. Utançta yarılır tüm tanıklar, koltuklar ve de duvarlar, halılar, sofalar ama kare bir duvar , üçgen bir saat, yuvarlak bir saat... Yarım kalan yazılar...
October 30, 2020
Evden Uzakta... Bir Ormanın Kıyısında...
Aylar sonra ilk kez bir oteldeyim. Asansörden odaya doğru ilerlerken sırtımızı denize döndüğümüzü fark edince biraz hayal kırıklığına uğruyorum. Kasabaya bakmak yerine denize bakmayı tercih ediyorum ancak bina, her odaya deniz manzarası verecek şekilde konumlanmış. Dolayısıyla bizim de payımıza havuz ve deniz manzarası düşüyor ve de dalga sesleri... Suyu görmenin üzerimde rahatlatıcı, keyif veren bir etkisi var. Yakında deniz gören bir balkondan çıkıp ovaya bakacağıma inanamıyorum. Öyleyse bu satırları yazarken yerleştiğim koltukta, sık sık başımı kaldırmalı ve Karadeniz'in ona biçilen hırçın sıfatına inat, çarşaf gibi sularına bakmalıyım. Gözlerimi açtığım ve ilk yedi yılımı geçirdiğim Karadeniz kenti dışında çoğunlukla (üç yıl hariç) boğaz kıyılarında yaşadım. Dolayısıyla gözüm şu anda önümde uzanan engin, açık deniz manzarası yerine yıllarca ama yıllarca karşı kıyıyı gördü. Bu kadar uzun süre ama karşı kıyının, ama bir ada parçasının suların içinden dikilerek denizin enginliğini kesmesi insana o insan olmaya has, ne yapsa üzerinden atamayacağı kısıtlılığını hatırlatıyor galiba.
*
Bugün öğle saatlerinde longoz ormanının derinliklerine doğru kürek çekerken aniden bastıran sağanak da bu kısıtlılığı fark etmeme yol açıyor. Kendi yarattığımız medeniyetin uzağına çıktığımız anda, doğanın içinde ne kadar zayıf olduğumuzu ve kontrol gücümüzün ne denli az olduğunu... Henüz kürek çekme ritmini tutturmaya, kanonun yönünü ayarlamaya çalışırken başlayan ve giderek hızlanan yağış karşısında artık dönülmez noktadayız. Geri dönemeyecek kadar uzağız kıyıdan ve ilerlemek dışında bir seçeneğimiz yok. Orada su longoz ormanının içine doğru akıyor, durgun ve dalgasız... Yüzeye düşen yağmur damlaları yukarı doğru zıplıyor ve olduğu yere geri düşüyor. Yere düştüğü noktada su uzuyor, kısalıyor ve birbiri içine geçmiş daireler merkezden uzaklaşıyor, tüm yüzey aynı hareketi kusursuz bir benzerlikle tekrarlıyor. Nedenini, nasılını bilmiyorum ama bu tekrarın insanı büyüleyen bir yanı var. Hızla aşağı, hop bir adım yukarı... Bir damla, iki damla, on damla, yüz, bin, on bin... Yalnızca bu da değil. Şimdi bu saatte bile gözlerimin önünde aksi suya düşen bulutlar ve de ağaçlar... Yaşamak için her ne kadar medeniyete ihtiyaç duysak da, kendimizi en huzurlu saydığımız anların doğanın içinde olması hiç de boşuna değil.
Kelimelerle Oyun:1
Anahtar kelimeler: Kırmızı alev çıtırtı öfke deniz feneri mavi çizgi dalga neşe yıldız
Kırmızı bir alevdi öfkesi
Teninin altında çıtırdayan
Deniz mavi ve çizgili
Uzak bir deniz feneri
Onu neşeye çağıran bir yıldız
Dalgalarla uzaklaşmakta
Şiir ne zor, safi simge. Üzerinde oynanmalı, düşünülmeli. Yapamam ben, diyor içimde bir ses. Sen kim şiir yazmak kim diyor. Afili kelimeleri bir araya getirdin de şiir mi oldu, diyor. Diyor oğlu diyor, diyor kızı diyor. Hep bir yetersizlik içimdeki. Nereden başladığı ve neden bitmediği belli olmayan. Yoksunluk tenimi, zihnimi yakan kan kırmızı bir öfke. Uzakta ve dalgalanmakta. Oysa neşe topları gibi atılmıştık hayata meraklı, oyuncu ve hevesli. Denizin mavisi, güneşin sarısı, portakalın turuncusu, can eriğin yeşili hepsinin içinde sarmalanmakta. Nerede bütün renkler? Nerede sarı, turuncu, mavi, yeşil? Neden yalnızca kırmızı yaklaşmakta bana? Sıcak ve boğucu. Yıldızsız bir gecede neşesini kaybetmiş çocuklar gibiyiz. Günün aydınlanmasını ve renklerin bir bir belirmesini bekliyoruz. Dalgaların sesi ayağa kaldırıyor her birimizi. Kumların üzerinde yol alıyoruz. Çakıl taşları paralıyor ayak tabanlarımızı ki onları oluşturan mineraller parlamakta. Yıldız yıldız olup tuzlu suya akmak istiyor bedenim çakılların üzerinde yuvarlanıyorum, suya, rüzgara ve sıcaklığa bırakıyorum kendimi tel tel parçalanmaya, un ufak olmaya ve çoğalmaya.
October 28, 2020
Ekimden kalanlar...
Pandemi üzerine
Pandemide yedi ayı geride bıraktık. Uzunca bir süre hep uzaklarda, fiziki mesafesini korumayan, önlem almayan kimselere bulaşacağını düşündüğümüz, inandığımız virüs giderek yaklaşıyor. Bizzat tanıdığım iki kişi ve bir arkadaşımın annesi babası virüse yakalandı. Artık çember daralıyor diye düşündüğüm, mevsimsel grip vakalarının artışa geçeceği günlerde yeniden eve kapanmayı, önlemleri arttırmayı düşünürken (yaklaşık bir ay kadar önce) Sağlık Müdürlüğü'nden arandım. Bir hafta önce temas ettiğim bir kişi pozitifti ve kendimi ev karantinasına almam söyleniyordu.
Birkaç telefon görüşmesinin ardından sağlık personeli olduğum için temasın üzerinden yedi gün geçtiğinde pcr testi yaptırabileceğimi, sonuç negatif ise ev karantinasına gerek olmadığını, çalışabileceğimi öğrendim. Kişisel korunma ekipmanlarını ihmal etmediğim için virüsün bulaşmış olduğuna pek ihtimal vermesem de pandemi hastanesinin yolunu tuttum. PCR testi için örnek vermek katlanılabilir ancak biraz nahoş bir deneyim. Örneği verdikten sonra bekleyiş süresi başladı. Bu süreyi evdekilerden uzak durarak, maske takarak, masanın bir ucuna, uzağa ilişerek geçirdim. Kendimi bir haftalık ev karantinasına hazırlamışken gece test sonucumun negatif çıkmasıyla ertesi gün yeniden işbaşı yaptım.
Şimdi okullarda yüz yüze eğitimin başlaması, vaka sayılarının geçen yılı aratması üzerine tedirginliğim yeniden yükselişte. Hadi hayırlısı...
Biten yaz mevsimi üzerine
Yaz mevsimini arkamızda bırakıp güzü karşıladığımız günlerin içinden geçiyoruz. Hava henüz çok da soğumadı. Giysi seçimleri değişti. İnce bir hırka, şort yerine pantolon, sandalet yerine kapalı bir ayakkabı... Sabah serinliğinde evden çıkıp akşam dönenler için güz başladı. Öğle saatlerinde dışarı çıktığımızda ise yazın geride kaldığını kolaylıkla unutuyoruz. Öylesi günler işte.
Geride bıraktığımız yazın yorgunluğu var üzerimde. Yeni bir mevsimi karşılamanın ağırlığı, başımı koyup uzun uzun uyuma isteği. Dinlenme ihtiyacımı tam anlamıyla gideremezken yeni, hibrit okul programına adapte olmaya çalışıyorum. Haftada beş gün online derslerle başlayan öğrenim yılı, iki gün yüz yüze, bir gün online olmak üzere sürüyor. Online derslerin olduğu günler çocukların hâli evlere şenlik. Tenefüslerde, öğle tatillerinde sanki bahçedeymiş gibi online platformda sohbete devam ediyor, tabaklarını ekranın karşısına koyuyor beraber yemek yiyorlar. Çocukların uyum yeteneği belki bizimkinden yüksektir bilemiyorum çünkü ben zamanı yakalayamadığımı, ipin ucunu kaçırdığımı düşünüyorum.
Hareket etmemek üzerine
Sabahları erken uyanmak, güne yogayla başlamak eski bir rüya sanki. Zahmet isteyen alışkanlıkları oturtmak ne zor. Yalnızca bir gün yapmadığında onca emek hop diye uçuveriyor havaya. Oysa Süper Yaşlı kitabını okurken kendime yeni sürdürülebilir beslenme ve hareket etme alışkanlıkları oturtmaya çalışırken ne kadar da motive hissediyordum. Şimdi eve gitmek, perdemi çekmek, loş odada uyumak ve uyumak istiyorum. Bir kış uykusuna yatar gibi uyumak, sermek önüme kelimelerimi ve onlardan yeni hikâyeler örmek istiyorum. Geçen ay sonunda ilk kez bir grup okurla buluştuk zoom üzerinde. Öykü yazarı Tunç Kurt'un beşinci yıla varan okuma grubuyla Kendisiymiş Gibi'yi konuştuk. Her bir üyenin kalbine dokunan yerleri dinledim. Pandemi nedeniyle fiziksel olarak okurla buluşma imkânı ortadan kalktığı için bu buluşma benim için ilkti. Bir saatlik sohbetin tadı damağımda kaldı, anısı hoş bir seda şimdi.
October 24, 2020
Sibop Üzerine Okuma Notlarım
0Bu ara aynı anda pek çok kitabı okuyorum. Kimisi sevdiğim halde yarım kalıyor, kimisi yavaşlayarak da olsa bitiyor. Bu sürüncemeden kendini sıyıran bir roman oldu Sibop. Başar Başarır'ın öykü kitaplarının ardından gelen ilk romanı Sibop, benim de okur olarak Başar Başarır'la tanışma kitabım. 1Sibop 2017 Yunus Nadi Roman ödülünü almış bir yapıt. Başarır bir önceki öykü kitabı Teklifinizle İlgilenmiyorum ile 2014 Yunus Nadi Öykü ödülünü almış. Üst üste ülkenin en saygın edebiyat ödüllerini alan yazar, bir söyleşisinde (nerede denk geldiğimi şu an anımsamıyorum) ona yöneltilen (mealen yapıtlarıyla yeterince ilgilenip irdelendiğini düşünüp düşünmediğine dair) soruya bunun kendisi için geçerli olmadığını, çoğunlukla pek çok yazar için de durumun benzer olduğunu söylüyordu. Yirmi beş yılını yazarak geçiren, ödüllü bir yazarın dahi bunu hissetmesi ve dillendirmesi epeyce hayal kırıklığı yaratıyor. Yazan insan, edebiyat denilen kuyuya bir taş atar ve bekler ki çınlasın. O beklediği ses çoğu zaman gelmez, gelenler ise çoğu zaman arka kapaktan devşirilmedir ya da yazan kişinin okurluk beklentisine uyup uymamasıyla inşa edilen bir güzelleme ya da karalamadır ancak çoğu zaman yapıtın sahibinin içinden işe yarar bir şey çıkarması mümkün değildir. Kitaptan alıntılanan bir cümle, afili bir poz, kitabın kendisinden çok daha fazla beğeni ve yorum alırken insanın aklının tutulmaması pek mümkün değil. Bildik sosyal medya yorgunluğu diyelim ve geçiştirelim. 2Gelelim Sibop ile karşılaşmamıza. Parşömen Sanal Fanzin'de Aysun Kara'nın yazdığı değerlendirme yazısı, Yunus Nadi Roman Ödülü derken dikkatimi çekmiş, hiç okumadığımı fark etmiştim ama ne derler bilirsiniz: Okumak istediklerimiz daima okuyabileceklerimizin fersah fersah ötesinde. Bu, ötelenen karşılaşma Nilüfer Belediyesi'ne ait Nilüfer Kütüphaneler bünyesinde çevrimiçi gerçekleşen Edebi Kazılar etkinliğiyle gerçekleşti. İlk kez orada dinleme fırsatı bulduğum Başarır, "Kalemin başını bazen kafiye çeker," diyerek kelimelerle, dille derdi olduğunu, dile meftun olduğunu ima ediyordu. Roman da tam olarak bunu doğruluyor. Argodan, ironiden, sözcük çeşitliliğinden yana gerçekten zengin bir anlatı Sibop. Buna kahramanları, olay örgüsüne dahil olan durumların çeşitliliğini de ilave etmeliyiz. 3Romanlarda pek sık rastlamadığımız içindekiler bölümünün hikâyesi ise şu: Başar Başarır bir önceki öykü kitabı Teklifinizle İlgilenmiyorum'un yayımlanmasından sonra üzerinde çalıştığı bir metin, öykü formuna sığmaz ve hacmi artar. İçindekiler tablosu öykünün yazım aşamasında kendisi için elinin altında tuttuğu, yazım sürecini kolaylaştırmak için hazırladığı zaman ve kişiler çizelgesi iken anlatı uzadıkça uzar, bu çizelge de romana dahil olur. 4Sibop üç koldan ilerleyen bir anlatı. Bir yanda romana adını veren Sibop Orhan'ın Facebook üzerinden Aslı ile tanışması ve onların yıldırım aşkıyla birbirlerine tutulup evlenmeleri, bir yanda Aslı'ya kalan bir miras meselesi yüzünden etik dışı davranmayı da göze alarak onu ikna etmeye, korkutmaya çalışan bir avukat ve buradan açılan polisiye, merak unsuru zengin, sürükleyici bir hikâye ve günümüzde bu olayın patlak vermesine yol açan Aslı'nın ölmüş babası Kerim'in hikâyesi. Tüm bunlar birbirine bağlana, ulana romanı ilerletiyor ve toplumsal bellekte yer bırakan yapı taşlarının kentsel dönüşüm kisvesi altında yok edilmesinden, estetik ve hikâyesi olanların yıkılıp yerlerine bir örnek beton ucubeler dikilmesine, yolu kısaltmak için eski mezarlıkların üzerine asfalt dökülmesinden, köprü inşaatı için ormanların kesilmesine vicdanımızı, gözümüzü, aklımızı rahatsız eden ne varsa bir bir gözler önüne seriyor. 4Olaylar kronolojik sırada ilerlemiyor. Günümüzde geçen bölümlerin anlatıcısı Sibop Orhan. Bu bölümlerde kullanılan dil daha çok argoya, gündelik dile yaslanıyor, kahramanın iç sesi de hayli baskın. Başar Başarır'ın söyleşide dediğine göre, genç okur öyle konuştuğu halde romanın bu bölümlerini yadırgamış. Bana samimi ve içten geldi. Başar Başarır, argoyu, sokak dilini kullanırken oldukça rahat. Dilin kurallarını bozmaktan çekinmiyor, keyifle kendisini okutuyor. 5Kerim Uluğ'un hikâyesinin anlatıldığı, 1960lı yılların sonunda başlayan bölümlerde ise Tanrı yazar anlatıcı tercih edilmiş. Aslı'nın babası Kerim Uluğ ölmüş olsa da romanın omurgasını oluşturuyor. Şiir de yazan, tiyatro meraklısı bir genç olan Kerim Uluğ Yüksek Ticaret'ten ayrılır ve kendisi gibi oyunculuğa meraklı bir arkadaşıyla özel bir tiyatroda iş bulur. Kerim Uluğ, dava adamıdır, prensip sahibidir, daha adil bir dünya özlemi içerisindedir. Birlikte çalıştıkları tiyatro içerisinde herkesin emeğiyle orantılı hisse sahibi olmasını arzu etmektedir. Çalışanları örgütlemeye çalışsa da ilk girişimi boşa çıkar, kendisini kapının önünde bulur. Birtakım tesadüfler sonucunda Yeşilçam'da tutunur, evlenir ve bir kızı olur. Yıllar evvel birlikte çalıştıkları ekibin daveti üzerine tiyatroya döner ve bu defa şartlarını kabul ettirir. Yıllar sonra Aslı'nın peşine takılan adamlar da tiyatro binasını yıkıp yerine AVM yapmak isteyen bir inşaat grubudur. Firma küçük hissedarları ama tehditle ama parayla ikna edip bir an evvel binayı yıkmak ve işe koyulmak ister zira büyük hissedarın kızı çantada kekliktir. Kerim Uluğ yaşamasa da, geçmişte yaşadıkları romanın nedensellik bağı açısından önemlidir ve anlatıda epey yer tutar. 5Sibop, Orhan'ın lakabıdır. Ortadan kaybolan karısı Aslı'yı ararken bir başka roman kahramanı tarafından takılır, o da üzerine dikilmiş kıyafet gibi alır giyer. Orhan, ablasının gölgesinde kalmış, Hukuk Fakültesi'ni bitirip avukatlık stajı yapsa da mesleğini hiç yapmamış birisidir. Sık sık ölmüş anne babasının seslerini duyar zihninde. Yokluklarında bile Orhan'ı hizaya sokar, ona sık sık Osman değil, Orhan olduklarını duyurmayı başarırlar. Osman Bey, Osmanlı Devleti'ni kurarken, Orhan sadece Orhan Bey olarak kalmıştır. Bizim Sibop Orhan ise Aslı sayesinde, Osman'lık mertebesine geçemeyecekse de daha iyi bir insan olma çabasını sürdürecektir. Bu büyüme hikâyesine eşlik etmekten, Başar Başarır'ın dilbazlığına tanık olmaktan bence hoşlanacaksınız.
Tuğba Gürbüz's Blog
- Tuğba Gürbüz's profile
- 1 follower

