Tuğba Gürbüz's Blog, page 54

July 31, 2020

BENCE KARAVAN


Hatırlıyorum. İki yıl önce artan döviz kurları ve ekonomik krizin ardından kamp malzemelerinin satışının arttığı, çadırla tatile çıkanların çoğaldığı haberleri çıktı. Pandemiyle beraber furya devam ediyor. Karavanlara olan ilgi her geçen gün artıyor. Ne çadır ne de karavan lüks bir tatil seçeneği sunuyor size. Hiçbir şey hazır olarak ayağınıza gelmiyor. Daracık bir alanda yemeğinizi hazırlıyor, bulaşıkları elde yıkıyorsunuz. Sere serpe yatamıyorsunuz içinde. Duş, tuvalet için yürüyorsun. Tatile mi geldin, çalışmaya mı belli değil. O zaman neden karavan meraklıları gün geçtikçe çoğalıyor? İki yıldır onlardan biri olduğuma göre kendi öznel cevaplarımı vermeyi deneyebilirim. Bence karavan…
Çocuklu aileler için çadır karavan kampları 70li, 80li yılların Türkiye’sine ışınlanmak gibi. Kapıların açık, masaların kalabalık, dayanışma ve yardımlaşmanın, sohbetin kendiliğinden geliştiği ortamlar kamp yerleri.Yanı başınıza park eden her karavan sizin için heves ve merak konusu. Kötücül bir merak değil bu, esinlenmek için, heyecanlanmak için, oyun alanınızın konforunu bir nebze arttırmak için. Bana göre karavanda yaşamanın en güzel yanı da bu. Şehirde binlerce eşyalı hayatları bir kenara koyup az sayıda eşyayla, yalnızca temel gereçlerle günü kotarmak. Sistem bizi her zaman daha fazlasına sahip olmamız için özendirirken, daha azıyla yaşamanın, hatta mutlu olmanın mümkün olduğunu görmek. Büyük ve kalabalık şehirlerde yıllarca kafa dengi biriyle tanışmak bizi zorlarken, burada tanışmanın ne denli kolay olduğunu görmek. Tanışana kadar herkesin yabancı olduğunu bilmek ve deneyimlemek. Her kamp yerinde arkadaş biriktirmek, "merhaba" demek ve de "hoşça kal". Yeni köpeklerle, kedilerle tanışmak. Yeni, basit tarifler denemek. Gölgesine sığınmak bir ağacın. İki ağacın arasına ip sermek ve çamaşırlarını kurutmak. Plaja yalnızca kendini taşımak, öylece yürümek, belki havlu atmak omzuna, pes etmek manasında değil. Şehirde sahip olmadığın avluna düşen yaprakları süpürmek çalı süpürgenle. Bir yıl çam iğnesi, bir yıl kavak, zeytin… Kozalak toplamak mangal için. Kendine ait bir hamak demek karavan. Kitaplarla koyun koyuna bir öğe uykusu demek. Başını kaldırdığında gökyüzünü, denizin mavisini görmek demek, dalgaların sesini duymak ve de yaprakların hışırtısını… Gözlerini açmak, tavana devirmek bakışlarını ve bir sincabın telaşlı koşuşunu izlemek demek. Küçük bir bütçeyle sahili, ormanı kendine kapı komşusu yapmak demek. Karavan demek, özenmek ve girişmek demek. 




 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on July 31, 2020 07:40

July 28, 2020

Karalama...

Boş bir sayfa açık önümde. İmleç yanıp sönüyor. Davetkar. Ben hevesli, yazmaya oturuyorum. Kelimeler kesik kesik çıkıyor. Bir bütüne varmıyor. Yan yana gelen kelimeler nasıl desem sıkıcı çok sıkıcı. Pandemi uzadıkça uzamış. Ev değiştirme mevzusu var. Bilgisayar, yazı aracı değil artık. Emlak siteleri ve inşaat firmaları arasında dolanıp duruyorum. Yazı dürtüyor, fikirler cılız, kelimeler uçucu. Kuramadığım her cümlenin bahanesini bilgisayara atabilirim. Bu kısa, kesik, kopuk, bağlantısız kelimeleri, bir yere henüz varmayan düşünceleri bir deftere yazsam, sayfalar dolacak ve eskiyecek. Kendimi şaşırtacağım. Tatmin bile olacağım sayfaları çevirdikçe. Oysa bu her şeyin düzgünce dizildiği, kelimeleri kendiliğinden hizalayan ekran bana yalnızca eksikliğimi ve bitirmemişliğimi duyuruyor. Böyle anlarda bilgisayar yerine deftere yazmış olsaydım diye geçiriyorum aklımdan ama yapmıyorum çünkü elime uygun, çantama atacağım, her an yanımda taşıyabileceğim bir defterim yok. Yaz günü çantam hafif olsun istiyorum, çok hafif. Hem zaten kafelere, bahçelere de gitmiyorum yazmak için. Evde yazmaya çalışıyorum. Boşuna mı çektim yemek masasını pencerenin önüne?
Bir defterim olsa... Her şey farklı olur muydu? Yazmıyorum sandığım zamanlarda dahi kelime biriktirdiğimin farkına varabilir miydim? Özensiz karalamalar gibi duran kimi taslaklara başka gözle bakabilir miydim? Muhtemelen. Çünkü deftere yazmanın başka, bambaşka bir ruhu var, insanı özgürleştiren, bir yerden başlamasını sağlayan, kolaylaştırıcı bir yanı. Belki de yazmak için çok erkendir. Bir kitabın yayımlanmasının ardından boşluğa ihtiyacım vardır. Hava sıcak, çok sıcaktır. Dışarıda olmadığım için, sahilde yürümediğim, çimenlere yayılmadığım için, esintiyi omuz başlarımda hissetmediğim için daha sıcaktır günler ve de geceler.  Klimayı açacak kadar sıcak. Beton çekmiştir gün boyu güneşi. Ve sarı sıcağını üflüyordur hâlâ üzerime. Güneş batmıştır ve  ay yükselmiştir. Pencereleri açsam da karşılıklı esmez, perdeleri havalanmaz. Uzakta bir tarlada binbir hevesle dikilen ay çiçeğinin boynu büküktür. Başı aşağıda, kıpırtısız, solgun ve de ölgün. Yapraklarına su yürümüyordur artık. Bir köpek gelip gelip işiyordur köklerine. Su istiyordur tüm canlı hücrelerim ama yerimden kalkmak ve yol almak zordur. Saatler gece yarısını çoktan geçmiştir. Avizenin ışığı ölgün ve beyazdır. Ameliyathane gibi. Bir ameliyathanenin giriş kapısında, sedyede yatmışımdır. Gözüm takılmıştır duvar saatine. Saat söylemiştir tüm personelin hangi bankadan maaş aldığını ve binanın dışındaki bankamatik. Damar yolu açmak için elimin ayasında bir iz arayan hemşire ne için harcamıştır promosyon parasını. Bunu hiçbir zaman bilmemişimdir.


 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on July 28, 2020 16:18

Serkan Gezmen ile söyleşi*

Ben Kitabı Olan Bir Okurum




Bir Kalem Kuş Olmuş, Serkan Gezmen'in ilk öykü kitabı. NotaBene Yayınları'ndan çıkan kitap iki bölümden oluşuyor: Nihayetsiz Öyküler ve Soğukmuş. İnce bir kitap, 65 sayfa. Dil yalın, sade, bir o kadar da yoğun. Betimlemeden yana zengin bir anlatım tutumunu benimsemiş, Gezmen. Realistler gibi bire bir mekânı anlatmak, tanımlamak, öykü kahramanlarıyla ilişkisini kurmaktan ibaret bir tür fotoğraflama, belgeleme değil, yaptığı. Daha ziyade mekândan seçtiği nesneleri, öykü kişilerinin durumlarını ya da eylemlerini niteleyerek anlatıyı zenginleştirmeyi tercih etmiş. Serkan Gezmen ile Virginia Woolf'un “Şiir olmayan bir şey niçin edebiyata girsin?” sorusunu hatırlatan, dilin gücüne yaslanan, ifadeyi iletmenin estetik yollarını Noksan Karbon (2016 Heterotopya Yayınları) ilk kitabınız. Bir şiir kitabı. Ardından Bir Kalem Kuş Olmuş adlı öykü kitabı ile okur karşısına çıktınız. Nasıl başladı bu yolculuk? Şiir ve öykü her daim el ele mi ilerledi? İki kitabın ardından bu yolculuk sizce nereye evriliyor?
Taksim Trio Güle Yel Değdi açtım ki yazabileyim. Şiir bir tür olarak vardır. Öykü, roman, deneme gibi. Tür olarak varlığı kolaycılığı beslese de kemiğe dayanma hali ve oradan çıkan ses diğer türlerden çıkan sesleri besler. Doyurmaz. Doyurunca yüzde bir ekşilik fark edilir. Terlemek, ter kokmak bir olaydır. Yani gözeneklerinden sıvılar çıkar, herkesin birbirinden farklıdır terleme mesaisi, koşarsın terlemezsin, kumandaya uzanırken duş almayı düşünürsün. Kendini bilirsin yani. Ben kağıda ya da ekrana düşecek kelimeleri düşündüğünde terlemeye başlayanlardanım sanırım. Kemiğe dayandığında yazıyorum. Keşke mutluluktan yazmaya vakit kalmasa. Eğer üçüncü kitabım olacaksa bu çocuk kitabı olsun isterim.

Belli ki şiirden gelme bir aşinalıkla, alışkanlıkla imgeler, görüntüler ve duygularla inşa ediyorsunuz öykü evreninizi? Şiir nasıl besler öykücüyü?
Bu durumu anlatmayı deneyeyim: İlk öykümü korkumu aşmak için yazdım. Dün vardım ve bende bilmediğim, anlamlandıramadığım duygularla boğuşarak dünü doldurdum. Kalemi ele aldım. Yazmaya başladım. Zaman bitti. Uyundu. Uyanıldı. Fizik işledi. Mesai yapıldı. Eve dönüldü. Kalem ele tekrar alındı. Ama el aynı el değil. Bakıyorsun, aynı eli görmeye çalışıyorsun. Hatta dünkü eli hayal ediyorsun fakat kendini buna ikna edemiyorsun. Çünkü insanda bir duygu aynı renk, aynı koku, aynı saydamlıkta ya da bulanıklıkta uzun süre barınamaz, diyorsun kendine. Böylece yazdıkların bal kabağına dönüşmeden kalemi elden bırakmalısın. Bir süre bu takıntıyla bir ileri iki geri yol döndüm. Sonra makale yazmaya başladığım bir dönem oldu, yüksek lisansta, oturup az önce yazdıklarımı hiç ama hiç sorgulamadan sayfalarca yazmaya başladım. İkinci sayfaya ömründe bir iki defa geçmiş, geçince de puntoyu küçültüp yine bire indiren ben on, yirmi, otuz sayfa yazmaya başlayınca kendimde bir tuhaflık fark ettim. Edebiyatta ellerime baktığım kadar makalede, akademide bakmıyordum. O sıkıntıyla oturdum ve ilk öyküm Bir Kalem Kuş Olmuş’u yazdım. Güya o öykünün devamı olacaktı. Yani her 5 yılda bir dönüp belirli bir ana bakacaktım. Zirveden, şimdiki andan başladım. Devamı gelmedi. Diyeceğim o ki şiir olmasaydı hayatımdaki, yanımda taşımadığım, fotoğrafları çekemezdim.
Dil özenli ve tutumlu. Uzun uzun anlatmak yerine kısa, öz cümlelerle gösteriyorsunuz. Öykülerinizi okumak bir fotoğraf karesine bakmak ya da loş bir tavan arasında ardınız sıra ilerlemek gibi. Feneri tuttuğunuz yerler ışıl ışıl parlıyor zihinde. Kelimeler aracılığıyla inşa ettiğiniz görsellik tastamam görünüyor bununla beraber metnin kapalı yapısı, olay örgüsünü, kahramanların eylemliliğini, değişimini bütünüyle kavramanın önünde engel teşkil ediyor. Yazarken ve yayımlatırken okurun varlığı ve anlam arayışı üzerine düşünür müsünüz? Bu konuda neler söylemek istersiniz?
Okur? Tersten yazayım bakalım nasıl duracak, “okurken ve anlamlandırırken yazarın varlığı ve anlam arayışı üzerine düşünür müsünüz?” çokça okunmak için yazılır düşüncesi içinde debeleniriz. Aksini söylemek hem yazarı hem okuru rahatsız eder. Yazan sensin sen başla. Ben okurum bana meydan boş.  Okurun anlam arayışından beslenmek matematiği çözmek, tiraja bakmak demek. Bunu duyarsızlık, görmezden gelme olarak değerlendirmemeli. Ben kitabı olan bir okurum. Okurken yazarın varlığı ve anlam arayışı üzerine düşünürüm. Aslında düşündüğüm için okurum. Kendimi daha yakından tanımak için okurum. İtiraz hakkımı kullanmak, beğenimi dillendirmek için okurum. Onarmak, yıkmak için okurum. Uykuya dalmak için okurum. Keşke uykuya dalmak için okuduğum kitap uykumu kaçırsa diye okurum. Okumadığım, sahaflarda dahi bulamadığım bir kitabı, bulana dek okurum. Abi ben de öykü, şiir yazmak istiyorum, şöyle şöyle olacak, diyecek birini dinlemek için okurum. Okur ne için okuyor, okur? Derdi ne? İmza günümde tüm okurlar derneği bir okuru temsili olarak imza günüme göndermedi. Yazar biliyoruz durmadan boyadığımız bir duvar. Okur kim bukalemun?
“Nihayetsiz Öyküler” kitabın omurgasını oluşturan uzun ve bölümlü bir öykü. Öykünün hikâyesini sorsam...
Sanırım söyleşinin en can alıcı sorusu bu benim için. Büyük Yabancı yüzünden oldu her şey. Sonra Yas Günlüğü vardı. Büyük Yabancı’nın ardından Asabiyeci. Dürremant. Cemil Kavukçu. Ahmet Aslan. Bablisok. Volor Molor. İkizler. Yakutiler. Hatta Nihayetsiz Öyküler’i yazdığım dönem hayatımdaki en özel dönem diyebilirim. Bu dönemi günlüğe dönüştürdüm.
Öykünün hikayesi, bana annemin anlattığı ve benim görüp duyduklarımdan ibarettir. O öyküyü anlatabileceğim bir coğrafya vardı. Oradan başladım anlatmaya. Anlatmaya başladığım coğrafyada yaşamıyordum anlatırken. Yani anlatıcı iç anadoluda yaşıyordu, karakterler Akdeniz’de, coğrafya Karadeniz’de. Uykudan uyanıp uyanıp gece yarısı kendimin ayırdına varmadan okuduğum kitaplarım boş yerlerine, not defterine düştüğüm notlardan çıktı ortaya. Erlend Loe, Roland Barthes, özellikle Yas Günlüğü günlüğüm oldu. Annem kulağıma fısıldadı, ben uykudan uyanıp yazdım. Karakterleri, mekanı ve olayı kendi kıyıma taşıdım. Çok ilginçtir, Nihayetsiz Öyküler’i yazarken öykü canlandı, yaşamımda karşılık bulmaya başladı. Bundan, yazdıklarımın yaşamıma sinmeye başlamasından, açıkçası delirmekten, kafamdan gelen kokudan rahatsız olmaya başladım. Hiç bitmeyecek sanmıştım bu öykü. Keşke yazmadan kafamda taşıyabilseydim.
Gerçek, rüya, olan ve hatırlanan, rüyanın ve gerçeğin içinden sıyrılan ve hatırlama yoluyla yeniden yaratılan, bunların hepsi aklınıza takılan meseleler gibi... Ne dersiniz?
Gerçekten hoşlanmıyorum. Rüya başımın tacı. Bir keresinde rüyamda bağışlanmıştım. Uyanıp uykudayken verdiğim sözleri anımsadım. Bu rüyayı unutmayacağım, hatırlamayacağım da, demiştim rüyamda.
Kitapta, Hulki Aktunç'tan, Memet Baydur'dan, Sema Kaygusuz'dan epigraflar var. Sizi besleyen, sarsan, yazı masasına çağıran, başucu yazarlarınız kimler?
Bu saydığınız yazarları okurken istemsizce elim kaleme gidiyor. Başucu yazarlarım var. Ama bu yazarlar bir ömür beni dönüştürecek yazarlardan.
Yavaş yavaş normalleşmeye başlasak da aylardır ev içlerine sığmaya, korkuyu, kaygıyı yatıştırmaya, hayatlarımızın nereye gittiğine bakmaya çalışıyoruz. Sizin karantina günleriniz nasıl geçti? Yeni verimlere vesile oldu mu? 
Masal. Kızım. Şimdi 17 aylık. Onunla geçti günlerim. Yürümeye başladı. İtiraz etmeye başladı. Onunla hayata başladığım her gün verimli bir gün oldu benim için.
* Bu söyleşi 27/07/2020 tarihinde Gazete Duvar'da yayımlandı. 

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on July 28, 2020 15:25

July 27, 2020

10 Güzel Şey

2020'nin ilk yedi ayı (neredeyse) geride kaldı. Onu ne kadar sabırsızlıkla ve heyecanla beklediğim dün gibi aklımda. Pandemi gibi yüzyılda bir karşılaşılabilecek ilginç, ağır bir yükle geldi. Yarattığı endişe, belirsizlik unutulacak gibi değil. İnsan zihni genellikle olumsuz olanı, hayalindeki gibi gitmeyeni hatırlama eğiliminde malum. Ama günün ya da ömrün sonunda niteliği belirleyen şey, neleri hatırladığın olduğuna göre bu yılı parlatmanın yollarını da araştırmak gerek.
Bu yıl olan güzel şeyler listem:
Kitabım çıktı.
İlk kez baharı doğanın içinde geçirme fırsatı buldum. Haftanın altı günü çalışınca yedinci günü kendimi dışarılara, doğa yürüyüşlerine atmak gibi bir alışkanlığım yok. Kalan tek günü dinlenerek, evdeki işleri yetiştirmeye çalışarak geçiriyorum. Bu da doğadan kopuk bir yaşantı sürmeme yol açıyor. Uyanan doğayı izlemek güzel geldi.
Bol bol hayal kurdum. İşte onlardan biri: Şehre yakın yeşillikler içinde, uzaktan da olsa boğazı, denizi gören bahçe.
Kamptaki küçük çocuklarla, köpeklerle arkadaşlık kurdum.
Sağlıklı kaldık.
Kitaplar okudum, filmler izledim. (Sayısını tutamasam da. Hem skor dediğin nedir?)
İlk dönemler beynimi uyuşturacak kadar dizi de izledim. Bunun da bir çeşit kaçış psikolojisi olduğunu fark ettim. İzmariti söndürmeden uç uca ekler gibi, bir dizi bitirip yenisine başlamıyorum artık. Koca koca sezonları iki üç güne gömmüyorum. Başımın ağrımasına izin vermiyorum. Eh bu da olumlu bir karar.
Karavanda kaldığım bahar günlerinde vazomdan kır çiçeklerini eksik etmedim.
Tebdili mekânda fayda vardır, derler. Ee biz de ev değiştiriyoruz.
Karavanın önünde bir minik bostan yaptık. Pek iyi bahçıvan olduğumuz söylenemez ama birkaç sivri biber yedik. Kızarmasını beklediğimiz domatesler var.
Yılın kalan çeyreğinin neler getireceğini de yaşayıp göreceğiz.

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on July 27, 2020 00:31

July 23, 2020

SAVAŞ OYUNU'NUN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ...



Savaş Oyunu çocuklar için yazılmış bir öykü kitabı.. Yaşam Boyu Onur Ödülü sahibi Gudrun Pausewang'ın kaleme aldığı kitabı toplumcu gerçekçi olarak sınıflandırmak mümkün. 1928 Çekoslavakya doğumlu yazar, bu yılın Ocak ayında Almanya'da hayatını kaybetmiş. İnternette hakkında fazlaca bilgiye rastlayamadım ancak basit bir matematik hesabı, Birinci Dünya Savaşı'nı yaşamış bir kuşağın, İkinci Dünya Savaşı'nı yaşamak zorunda kalan çocuğu olduğunu gösteriyor. Kim bilir neler yaşadı, duydu, gördü diye düşünemeden edemiyor insan. Çocuklar için yazarken en çok savaş gerçeğini, kazanan tarafın dahi kaybettiklerini göstermeyi amaçlamış sanki. Yarın yetişkin olup milyonların hayatını etkileyebilecek kararları alabilecek çocukları bugünden daha vicdanlı, barışçıl ve eşitlikçi yetiştirmeyi arzulamış. Bu anlayış yazarlığının omurgasını oluşturmuş. Nitekim kitaba adını veren Savaş Oyunu'nda bunu dile de getiriyor.
Çocuklar bir noktada dünyanın o kadar da adil olmadığını fark ediyor, savaşları, göçleri, ölümleri, haksızlıkları, eşitsizliği, işsizliği duyuyor, deneyimliyor. Yalnızca peri masallarına yer yok çocuk edebiyatında. Ve fakat bu karanlığın, kötücüllüğün içinden seslenirken çocuğa, iyilerin her zaman kazandığını, umudun her daim var olduğunu göstermek de gerekmez mi? Kimi öyküleri okurken bunu düşündüm. Bazı öykülerde kayıpla, hazin sonla biten, çocuk okuru yenilmişlik hissiyle bırakan öyküleri sevemedim. Dünya savaşları sonrasında çocuklar için yazmakla bugün yazmak arasında bir fark olmalı dedirtti bana öyküler. Çocuklar için yazarken, yazar elbette sınıf bilinci aşılamayı, ötekilerin dünyasından seslenmeyi, hatta onları anlamayı savunabilir, yapmalıdır da ancak daha sevecen, umut dolu sonlarla bitirmek de yazarın boynunun borcu olmalı bana kalırsa.



Künye:
Savaş Oyunu
Yazan Gudrun Pausewang
Çeviren Aylin Gergin
Kırmızı Kedi
Çocuk öykü


 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on July 23, 2020 06:26

July 16, 2020

Soruşturma: 10 Kitap*

“Varlık Dergisi’nin 15 Mart 1957 tarihli 450. sayısının son sayfasında yer alan “OKUYUCULARIMIZLA BAŞBAŞA” başlıklı bölümde okuyuculardan gelen sorular, yorumlar, eleştiriler ve derginin bunlara cevapları var.Mehmet Vehbi GÜRSES sormuş: “Şahsi kütüphaneniz yok olursa ilk satın alacağınız on kitap hangileri olacak? diye bir anket açacağınızı söylemiştiniz, bir hayli önce. Mayk Hammerlerle yalnız çıplak kadın vücudu teşhir ederek genç dimağları zehirleyen roman ve dergilerin piyasayı doldurduğu şu günlerde böyle bir soruşturmayı faydalı bulmuyor musunuz?”Cevapta imza yok ama muhtemelen Yaşar Nabi Nayır da şöyle cevap vermiş: “O anket sorusunu yazar arkadaşlarımızdan bir kısmına dağıtmıştık. Tek birinden bile cevap alamadık. O zaman bu soruya cevap vermenin güçlüğünü düşünerek vazgeçmek zorunda kaldık.”Sorunun güçlüğü ortada ama 63 yıl sonra Parşömen olarak biz tekrar sormak istiyoruz: “Şahsi kütüphaneniz yok olsa ilk satın alacağınız on kitap hangileri olurdu?”JoseSaramago’nunblog yazılarından derlenen Defterler’de yer alan “Boşanmalar ve Kütüphaneler” adlı metinde, Saramago, bir kitap fuarında tüm kitaplarını alan bir okuru gördüğü zaman meraklandığından bahseder.  Yazar olarak onunla ilk kez karşılaştığı için bu denli ateşli davrandığını tahmin ettiği adam, onun eski bir okurudur aslında. Yine ateşli bir okur olan eski karısı,  şimdi yıkılmış olan ailenin kütüphanesini yeni yaşamına götürdüğü için Saramago’nun kitaplarını tek tek yeniden edinmiştir. Bu yazıyı okuduğum an, bir boşanma neticesinde tüm kitaplığını yitirmiş sevgilimle Alkım Kitabevi’nden içeri girdiğim akşam üzerini hatırlamıştım. Eli ilk olarak İhsan Oktay Anar’ın Puslu Kıtalar Atlası’na gitmişti. Yeniden okuyacağı için değil. Yeni kütüphanesinin mihenk taşını çatmak için. Hem o akşamın anısı, hem de Saramago’nun blog yazısı neticesinde, benzer bir soruyu zaman zaman kafamda evirip çevirmiş, bir başka dile taşınsaydım, veyahut bir doğal afette her şeyimi yitirseydim nereden başlardım kitaplığımı, anılarımı çatmaya diye düşünmüşümdür. Hayatımın farklı evrelerinde bambaşka listeler yapacağımdan neredeyse eminim ancak o akşamın anısına yine Puslu Kıtalar Atlası ile başlardım sanırım yeni kitaplığımı kurmaya. Diğer dokuz kitabı da henüz okunmamışlar yerine bana kendimi evde hissettirecek,  geçmişle bağ kurmama, anımsamama yardımcı olacak kitaplar ile kurmaca metinler yazmaya çalışan biri olarak bana ilham ve cesaret verenler arasından seçerdim kanımca. Öyleyse hepsini bir araya getirelim ve listeleyelim.Sait Faik Abasıyanık Öyle Bir Hikâye (Bütün Eserleri) Hulki Aktunç Büyük Argo Sözlüğü İhsan Oktay Anar Puslu Kıtalar Atlası Oğuz Atay Korkuyu Beklerken İlhan Berk El Yazılarına Vuruyor Güneş Clarissa P. Estes Kurtlarla Koşan Kadınlar EduardoGaleano Hikâye Avcısı Meltem Gürle Kırmızı Kazak Urslua K. Le Guin Mülksüzler Murathan Mungan Yaz Geçer

*Bu soruşturma 14 Temmuz 2020 tarihinde Parşömen Fanzin'de yayımlanmıştır. 

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on July 16, 2020 00:35

July 4, 2020

Nasıl Yazar Oldular? (49)

Yazmak, yazar olmak, ucu çocukluğa kadar gidip dayanan, hiç bitmeyen, ömür boyu çaba gerektiren bir uğraş. Yazarların yazmak ve yazar olmakla ilgili içlerinde uyanan en erken hatıradan, ilk ürünlere, yayımlanmış eserlere ve geleceğe uzanan yolculuklarını onların ağzından dinlemek, sizi de bu serüvene dahil etmek istedim. Buyurun. 



Kendine Ait Zaman ve RastlantılarTesadüfler sonucu yazar oldum. Biliyorum yanıtım Parşömen’in bu başlık altındaki yazı dizisinde diğer cevaplardan farklı. Ama gerçek bu : ) Kalem tutan, sonrada tuşlara basan elim çocukluğumdan bu yana şiire, öyküye, günlüğe gitmedi. Boş sayfaları doldurma çekiciliğine hiç kapılmadım. Sadece okudum. Roman, şiir okudum. Hatta öykü okumaya daha ileri yaşlarımda başladım. Üniversite hayatında not tutmaktan kolum koptuğu için, ne defter ne de kalem göresim vardı. Okullar bitti, çalışma hayatı başladı, kızım oldu, yaşam koşuşturmayla devam etti. Vakit buldukça yine okumaya devam ettim. İş yerinde yazdığım giriş gelişme sonuç odaklı, daha çok rakamlar grafikler içeren raporlar, istifa mektupları, ergenliğinde kızıma ara sıra yazdığım mektuplar, işyerinde heyecanlandıran yeni gelişmelerle ilgili yazılar, mezuniyet buluşmalarından sonra duygulanımlarımı bilgisayar ortamında yazıya döküp arkadaşlarımla paylaştıklarım dışında yazmakla ilgili bir çabam olmadı. 2011 yılının Mart ayına geldiğimizde kendimi emekli ettim. Kızım evlenip uzaklara gitmiş, ben evde bir başına bana sunulan 24 saati nasıl değerlendireceğimi bilemez halde kalmıştım. Zaman ne çabuk geçiyor, bir pazartesi oluyor sonra da cuma diye hayıflandığım günler geride kalmıştı (kısa bir sürelik bir yanılsama olduğunu sonra anladım). Her büyükşehirde yaşayan ve keşmekeşinden bunalan insanın yaptığı gibi acaba bir sahil kasabasında mı yaşasam, Ayvalık mı, Cunda mı, ya da Urla mı hayalleriyle biraz oyalandım. Olamadı. Ben yine evimde kaldım. Bu sefer etrafa sardım, 2012 den bahsediyoruz. Haziran 2013’e az kalmış. Bir haber, bir olay olduğunda öfkelenip kızdığımda, mutsuz olduğumda duygularımı satırlara döküyor, ya da bir anım aklıma geldiğinde bunlarla ilgili yaşadıklarım anlatılmak için beni zorluyordu. O zamanlar yazdım ve paylaştım. Arkadaşlarım beğenmeye, teşvik etmeye başladılar.  Nurhan niye bir yerlerde yazmıyorsun;  mesela bir gazetede haftalık köşe yazısı yazsan, bunları herkes okusa fena mı olur, dediler. Haldun TanerGündüz VassafÇetin Altan köşe yazılarıyla geçti gençliğim ben kim köşe yazısı yazmak kim, Güzin abla da olamam, dedim. Yetmedi,  roman ya da öykü yazmayı denesen diye bir başka öneriyle geldiler. Roman, öykü nasıl yazılıyor bilmiyorum ki diye itiraz ettim, ama aklıma da bir çengel atılmış oldu. Fena fikir değil diye düşünmeye başladım, çengel vazifesini hakkıyla yerine getirdi. Okuduğum çeviri kitaplarda yazarların yaratıcı yazarlık dersi verdiği ya da aldıklarını okuduğumu hatırladım. Bizde ders veren kim vardı bilmiyordum. Sipariş verdiğim kitap kolilerinden çıkan Murat Gülsoy’un Baba Oğul ve Kutsal Roman adlı kitabının sayfalarını karıştırırken Yaratıcı Yazarlık Atölyesi verdiğini gördüm. Bak şu Allah’ın işine diye bir ilahi olaya mı bağlarsınız ya da Nurhan evren mesajını duymuş mu dersiniz orasını bilemem ama ben bunu bir rastlantı olarak addediyorum, sonuçta Bümed’i aradım (o zaman ders verdiği yer) ve kayıt oldum. İlk kurmaca öykümü Atölye’de yazdım. Sonra da yazmaya devam ettim. Çok çöpe attım, yazdım sildim, yeniden yazdım. Değişik atölyelere katıldım, çok değerli insanlarla tanıştım (Beliz Güçbilmez, Nalan Barbarosoğlu). Cem Akaş’ın Editörlük Atölyesine de gittim. Dergilere öykü gönderdim reddeden de oldu basan da. Hepsi sağ olsun. altKitap 2015 öykü yarışmasında öyküm seçkiye girdi. Zamanla biriken öyküler beni dürttü. Haydi Nurhan, bir cesaret öykü dosyanı hazırla, dedi. Ben de bu sese kulak verdim. Yaklaşık iki buçuk sene sonra 3 Aralık 2019’da kapımı çalan bir kargo elamanının teslim ettiği İletişim Yayınları’ndan gelen kutudan Maruzatım Var çıktı. Üstünde yazar olarak ismim yazıyordu.
Benim hikâyem bu kadar. Okuduğunuz için teşekkür ederim.                                                                                                 NURHAN SUERDEM* Bu metin ilk kez 8 Haziran 2020 tarihinde Parşömen Sanal Fanzin'de yayımlanmıştır. 
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on July 04, 2020 02:07

June 30, 2020

FOTOĞRAFIN HİKÂYESİ:1






Bu fotoğraf bana güç ve cesaret veriyor. Kış bitmiş, bahar gelmiş. Saçlarım uzuyor. Yorgun değilmişim gibi gülüyorum. O ânın içinde değilim belli. Çünkü arkadaşım gelmiş bebeğiyle. Uzaklardan, taa Almanya'dan. Düğününden sonra ilk kez görüyorum. Sarılıyorum. Bebek gülüyor dişsiz ağzıyla, biz de... O, yeni bir başlangıcın eşiğinde. Atlıyor ve başarıyor. Sonra sıra bana da gelecek. 
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on June 30, 2020 05:38

NotaBene Yazar Soruşturması


NotaBene Yayınları bünyesindeki öykü ve roman yazarlarına pandemi günlerinin nasıl geçtiğine dair birtakım sorular yöneltti. Çektiğimiz videoları İnstagram üzerinden yayınladı. Teknik konularda pek iyi sayılmam. Video çekme ve transfer işi teknik meselelere takıldığı için instagramdan paylaşma imkânı bulamadığım yanıtları buradan paylaşmış olayım. Ev karantinasının daha sıkı olduğu bahar günlerini hayal ederek okumanızı tavsiye ediyorum.



Korona günleri nasıl geçiyor? Pandemi, hepimizin hayatında köklü değişikliklere yol açtı. Okullar kapandı, sokağa çıkma kısıtlamaları geldi. Kimi sektörler ise neredeyse durma noktasında. Diş hekimliği de onlardan, biri. İlk haftalar, kaygıyı yatıştırıp mesleği güvenli hâle getirmenin yollarını arayarak, araştırarak, yeni olana adapte olmaya çalışarak geçti. Şimdi haftanın iki günü çoğumuzun televizyon ekranlarından bildiği tulumların, N95 maskelerin içinde acil diş hekimliği hizmetini sürdürüyorum. Diğer günlerde ise kızımla beraber arkadaşlarımızın arazisine çektiğimiz karavanda yaşıyorum. Bu sayede günlerim kentte ve kırsalda olmak üzere ikiye ayrıldı. İlkinde pandeminin bireysel ve toplumsal etkilerini, ikincisinde ise doğanın uyanışını izliyorum. Yazmasaydın deli olur muydun?Yazma eylemi süresince, kendime virüsün ve günlük kaygıların erişemediği korunaklı bir alan yaratıyor, aynı zamanda küresel ölçekte süregidenin bireysel etkilerini kayıt altına almış oluyorum. Yazmasaydım deli olmazdım belki ama daha kaygılı ve vesveseli olacağım ve tüm bunları unutacağım da kesin. Kitabın çıktıktan sonra hayatında neler değişti? İkinci kitapla beraber evde yazar olarak kabul görüyorum sanırım. Yazmaya koyulmak için ev bireylerinin uyumaya geçmesini beklemeden çalışma odama kapanma lüksüne kavuştum. Bu da az şey değil. Yazarken sana yol gösteren birileri oldu mu, ona buradan el sallamak ister misin?Başta atölye eğitmenlerim Mario Levi ve Yeşim Cimcoz, ham metinlerin ilk dinleyicisi, ilk okuru olan atölye arkadaşlarım olmak üzere çok sayıda insanın üzerimde emeği var. Öykülerime isim bulmakta zorlandığım zamanlarda metnin içinden tereyağından kıl çeker gibi başlık bulan Ömür, kimi öykülerimin ilk okuru olup yapıcı eleştirileriyle metnin gelişmesine destek veren Sibel, Füsun, Reyhan, Onur, Gaye ve Sakine iyi ki varsınız. Teşekkür ederim. 

Çalışma masan var mı? Gösterebilir misin? Evet, bir çalışma odam ve masam var. İlk kitabı gece herkes uyuduktan sonra, yemek masasının bir köşesinde, ikinci kitabı ise kızımı okula bıraktıktan sonra kordonun kafelerinde, çay bahçelerinde yazdım. Bu günlerde daha çok karavanın önündeki bu küçük masada yazıyorum. Mekân konusunda pek kaprisli değilim. Doğrudan müdahale gelmediği sürece, her yerde, her koşulda yazabilirim. Eleştiri nerede yaşıyor biliyor musun, hiç yolda karşılaştın mı? İyi bir yazarın elinden çıkan her deneme ve kuram kitabı, yazarı yaşamıyor dahi olsa, çağını aşan bir anlayış ve kavrayışla, yazmaya ve yazılı metinlere dair kayda değer bir eleştiri sunuyor. Eleştiri kütüphanelerde, kitap kapaklarının altında, kimi dergi köşelerinde, kendi özelimde ise dost sohbetlerinde, mektuplarında yaşıyor. Eleştirmek isteseydin, Türkiye edebiyatında neyi eleştirirdin? Toplumsal bir gerçeği, bir gazete ya da televizyon haberi gibi aktaran, bir anda tüketilen ve daha fazlasını vaat etmeyen metinlere ve yazarlara fazladan paye verildiğini görüyorum. Oysa edebiyatta önemli olan neyi anlattığın değil, nasıl
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on June 30, 2020 05:20

June 29, 2020

FRAGMAN


Nicelik, niteliği doğurur, derler. Doğrudur, hemen her konuda olduğu gibi edebiyatta da nicelik niteliği beraberinde getirir. Ne kadar çok okursanız, o kadar iyi bir okur hâline gelirsiniz.  Yeterince yazarsanız, içlerinden biri gelişir, büyür ve içinize sinen bir verime dönüşür. İnanırım, bu sözün doğruluğuna. Ve fakat okurluk söz konusu olduğunda, bir kitaptan diğerine peşinden atlı koşturuyor gibi geçmek, üzerinde düşünmeden, sindirmeden, dünyası içinde kaybolmadan bir yenisinin içinde kaybolmak yerine öykü öykü ilerlemek, durmak, düşünmek, anlamak için, sana değen yerleri bulmak için, daha iyi yazmak için, yazı masasına geçmeye kışkırtılmak için duraksamak, ağırdan almak da yeğdir. Bazen hiçbir şey yapmadığını, “yeterince” eyleme geçmediğini düşündürtse dahi iyidir. O yüzden haftada, ayda, yılda kaç kitap okuduğumu, kitaplıkta kaç okunmamış kitap bıraktığımı, hangi yenileri sıralayacağımı düşünmeyi bir kenara bırakıyor, kayıt altına alma, kendim için not tutma arzumun peşinden klavyenin başına geçiyorum, bu konuda da hayal ettiğimin, umduğumun gerisinde kaldığımı bilerek. Kısa kısa bu aralar okuduğum kitaplar hakkında fragmantal yazılara bakmak isteyenler beri gelsin:

Çocuklar İçin Yazmak Fatih Erdoğan bu kez çocuklar için yazmaya niyet eden yetişkinlere sesleniyor. İçinizde uyanan ilk yazma kıpırtılarına kulak vermekten, ilk verimlere, yayımlanmaya ve sonrasına uzanan yolu sohbet eder gibi kaleme almış. Yalın, samimi dil, işlevsel tavsiyeler… Çocuklar İçin Yazmak Atölyesi evime gelsin diyenlere öneriyorum. Künye Yazar Fatih Erdoğan Binbir Kitap Deneme

Bir Kalem Kuş Olmuş Bir Kalem Kuş Olmuş, Serkan Gezmen'in ilk öykü kitabı. NotaBene Yayınları'ndan çıkan kitap iki bölümden oluşuyor: Nihayetsiz Öyküler ve Soğukmuş. İnce bir kitap, 65 sayfa. Dil yalın, sade, bir o kadar da yoğun. Betimlemeden yana zengin bir anlatım tutumunu benimsemiş, Gezmen. Realistler gibi bire bir mekânı anlatmak, tanımlamak, öykü kahramanlarıyla ilişkisini kurmaktan ibaret bir tür fotoğraflama, belgeleme değil, yaptığı. Daha ziyade mekândan seçtiği nesneleri, öykü kişilerinin durumlarını ya da eylemlerini niteleyerek anlatıyı zenginleştirmeyi tercih etmiş. Virginia Woolf'un “Şiir olmayan bir şey niçin edebiyata girsin?” sorusunu hatırlatan, dilin gücüne yaslanan, ifadeyi iletmenin estetik yollarını arayan  çağdaş öyküler, bunlar. Anlam arayışı yerine dilin kullanım olanaklarına bakmaktan hoşlanan kısa öykü severlere öneriyorum.
Künye                                                                                                                                   Yazar Serkan Gezmen NotaBene Yayınları Öykü

Yeni Öğretmen Deniz’in tavsiyesi üzerine okudum. Yeni Öğretmen Dadı McPhee’yi andırıyor biraz. İhtiyacınız var ama istemiyorsanız geliyor, ihtiyacınız yok ama istiyorsanız gidiyor. Bu kitaptan bana kalanlar: İçinde oyun ve eğlence varsa çocuklar öğrenmeye çok daha açıktır. Merak öğrenmenin ateşleyicisidir. Sevgi, korkudan çok daha iyi bir yol göstericidir. Ve fırsat tanındığında çocuklar kafa kafaya verip sorun çözme becerilerini geliştirirler. Kitabın bir de ekürisi var: Gizemli Kütüphaneci Yeni Öğretmen’e atıfta bulunan yerleri anlayabilmek için onun ardından okunması tavsiye edilir. Künye Yazar Dominique DemersResimleyen Tony RossÇeviri İpek Şoran Can Çocuk Roman
Dişlerimin Hikâyesi Övgüyle bahsedildiği için aldığım okumayı ise hep ertelediğim bir kitap. Otoban lakaplı bir müzayedecinin dişlerinin otobiyografisi. Matruka gibi doğurgan, iç içe… Otoban güvenilmez bir anlatıcı bana kalırsa. Onu unutulmaz kılan ise yaşamayı ve oyunu her zaman ciddiye alması ve asla pes etmemesi. Künye: Yazar Valeria Luiselli Çeviri Seda Ersavcı Siren Kitap Roman
Leziz Kadavralar Dişlerimin Hikâyesi bitince sıraya giren iki Seda Ersavcı çevirisinden ilki. Çok rahatsız edici. Okurken başını çevirmek, görmemek istiyor insan. “Ölümcül bir virüs nedeniyle hayvanlar besin zincirindeki yerini yitirir ve boşluğu besilik insanlar alırsa ne olurdu?” sorusuna yanıt arayan acımasız, sorgulatan bir distopya. Künye: Yazar Augustina Bazterrica Çeviri Seda Ersavcı Çınar Yayınları Roman

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on June 29, 2020 02:34

Tuğba Gürbüz's Blog

Tuğba Gürbüz
Tuğba Gürbüz isn't a Goodreads Author (yet), but they do have a blog, so here are some recent posts imported from their feed.
Follow Tuğba Gürbüz's blog with rss.