Bülent Çallı's Blog, page 15

July 18, 2015

Son 5 Kitap

image image image


1. ONCA YOKSULLUK VARKEN – Emile Ajar

Hiç bilmediğimiz, başka bir Paris’in hikayesi. Yerin üstündeki yeraltı Paris’i. Arap orospu çocukları, Tunus’lu beyler, Senegal’i eski boksör travestiler ve hepsine kol kanat geren bir yahudi kadın. Büyük romancı Romain Gary (Asıl adı Roman Kacew) Emile Ajar takma adıyla yazdığı bu romanda olan biteni birden bire büyümek durumunda kalan bir çocuğun ağzından anlatıyor ve böylece her şey biraz daha katlanılabilir bir hal alıyor. İnsanlık ve hayat hakkında acımasız, alaycı ve böyle ipek gibi puşt gibi yumuşacık bir roman.


2. ÖNCEKİ GÜNÜN ADASI – Umberto Eco

Umberto Eco bu romanında da Gülün Adı ve Foucault Sarkacı’ında olduğu gibi bilgi ve detay labirentleri ile okuyucuyu bir silkeleyip, dağıtıp, eleyip, kalanlarla devam etmeyi göze almış. Fakat diğer romanlarının aksine kalanları bir kutuda tutmayı bu sefer başaramıyor. Kendi biçim tasalarına ve akıl oyunlarına kendisini yenik düşerek biraz savruk ve aşırı heyecanlanmış bir romana dönüşüyor. Eco’yu tanıyanlar sevenler yine keyif alacaktır ama diğer meşhur iki romanın cüssesinden kaçıp Eco ile tanışmak için buna gelenlere göre değil.


3. SYMPOSION – Platon

Platon, ünlü trajedi yazarı Agathon’un verdiği bir şölen sonrası, içki sofrasına Sokrates ve arkadaşlarını topluyor ve onları aşk üzerine konuşturuyor. Söz sırası Sokrates’e gelince, o ana kadar aşk üzerine güzellemelerle geçen diyalogların nasıl değiştiğine inanamayacaksınız. Çağının ötesinde bir dil ve fikir hakimiyeti diyeceğim ama yetersiz kalacak. Bu eser yaklaşık 2.500 yıllık.


image image


4. BÜTÜN YORT SAVUL’LAR! – Ece Ayhan

Ece Ayhan’ın şiirleri okuyanın da çaba göstermesi gereken şiirler. Az buz bir çaba da değil bu hem. Kolaycılığa alışmış, sıradan şiir okuyucusunu yerden yer vuracak şiirler var burada. Ben bir kısmına vakıf olabildim ama çoğunda o duvarı aşamadım. Bazı şiirleri okuduğunuzda altında yazan tarihlere inanamıyorsunuz, öylesine çağının ötesinde. Ece Ayhan, kendi dünyasını kurabilmiş sayılı ustalardan.


5. SANATÇININ GENÇ BİR KÖPEK OLARAK PORTRESİ – Dylan Thomas

Bu kitabın tarifinde yazarın en büyük eseri olarak gösteriliyor gibi bir ibare var. Bunun doğru olduğunu pek sanmıyorum. Çünkü Dylan Thomas çok büyük bir şairdi ve dolayısıyla en büyük eseri şiirleri olmalı. Bu tek düz yazı eserinde başlık olarak James Joyce’un benzer isimli bir kitabına ve meşhur köpek korkusuna bir gönderme mevcut olsa da eser eli yüzü düzgün bir şekilde kaleme alınmış hoş çocukluk anılarından fazlası değil.

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on July 18, 2015 00:33

July 14, 2015

Öbür Mevzular

1. Öpüşürken herkes aynı dili konuşur.



2. Bataklıklar her zaman doğa üstüdür.



3. Diego Armando Maradona. Napoli’de, çarşı pazarda küçük aziz heykellerinin satıldığı dükkanlarda biblosu satılan adam. Sokaklarda hala üzerinde ismi yazan formalar var. Onu unutmak kolay değil. Tanrı’nın Eli. Bulutların arasından Napoli’ye uzandı ve güney takımları “Yıkanın!” afişleriyle karşılayan kimisi ırkçı, faşist, kendini beğenmiş kuzeylilerin götünü kesti. Napoli’yi iki defa şampiyon yaptı, Uefa kupasını kazandırdı. Trk başına yaptı denemez belki. Onunla birlikte forma giyme şansı bulmuş değerli oyuncular da vardı takımda. Gerçi, o yılların videolarını izlediğimde evet, tek başına, diye düşündüğüm de oluyor.


Topu ve düşmanı önüne katıp, hep birlikte kaleye girilmesi ile sonuçlanan çılgın koşular…



4. Jean Baudrillard: Batılılardan bahsederken batılılar diyen batılı.



5. Yazmak tüylerimi ürpertiyor. Resmen kafandaki bir ajandaya, bir plana göre harfleri, kelimeleri sinsice sıraya diziyorsun.



6. Havaalanları… Otoyolda değil, otoyolda sen de yolun bir parçasısın. Trende değil, yol boyunca tren sana eşlik eder. Denizde hiç değil. Ama havadayken hayata küçük bir mola verilir.



7. Doğa bilimleri ya da felsefe ile uğraşmıyorsanız sıradan bir insan için “niye” sorusu tam bir vakit kaybı.



8. Bir şeyin hayaleti makbul değildir.



9. Sahnede hem kötü çalıp hem de göbekli olamazsın.



10. Vapur da denize dahil.

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on July 14, 2015 04:56

July 7, 2015

Paris Notları #1 Picasso Müzesi.

Özgürlüğüne düşkünlüğü ile bilinen Marais bölgesinde, Rue de Thorigny  5 numarada, misafirperver olmayan  yüksek avlu duvarları yüzünden içindeki güzelliği gösteremeyen bir bina vardır. Hotel Salé denilen bu güzel konak 1656 yılında bir tuz vergisi tahsildarı olan Aubert de Fontenay için yapılmıştır. Salé, tuz demek oluyor. Picasso, Paris’teki zamanını ekseriyetle Latin bölgesindeki Rue des Grands Augustins’de atölye olarak kullandığı Boisgeloup ve Notre Dame de Vie’deki Vauvenargues binalarında geçirdi. Paris’teki yakın dostu yazar Gertrude Stein’e bir keresinde eski bir evin içinde yaşamak istediğini söylemişti.  İçinde hiç yaşamamış olsa da Marais bölgesinin en güzel binalarından olan bu konak muhakkak ki Picasso’yu memnun ederdi. Büyük usta öldüğünde, cenaze masrafları dolayısıyla Fransız Hükümetine pek çok Picasso tablosu miras kaldı. 1985’te bu miras bir müzeye dönüştürüldü.


Müze her ne kadar Picasso’nun en bildik eserlerini barındırmasa da, Picasso’ya biraz merakı, ilgisi olan sanatseveri tatmin etmeye yetecek kadar materyali sergilemeyi başarıyor. Sanatçının özellikle mavi, pembe ve bir miktar da meşhur kübist dönemlerine ait 261 resim, 1700 civarı eskiz ve bir çok heykel ve objeyi detaylarıyla incelemeye kararlıysanız bütün bir günü buraya ayırmanız gerekebilir. Biz Paris’in en önemli sanat eserlerini gezdiğimiz bu turumuzda birkaç esere bakıp hemen çıkacağız.


Bunlar bir tanesi, Picasso’nun pembe döneminin en önemli eserlerinden olan İki Erkek Kardeş (Les deux frères) adlı resimdir.  1906 yılında Katalunya’da bitirdiği, kâğıt üzerine guaş boya olan bu resim illa söylenmesi gerekmese de “Dışa Vurumcu” bir resimdir. Bu tarz resimler daha sonraları Naziler tarafından dejenere olarak ilan edileceğini anımsayalım ve yolumuza devam edelim


two-brothers-1906


Picasso Müzesindeki bir sonraki durağımız “Kumsalda Koşan İki Kadın” tablosu. 1924’te  Sergei Diaghilev’in Mavi Tren adlı balesi için sahne perdesi olarak kullanılan bu eser, Picasso’nun bir sahne performansı için yaptığı son eseridir.


images


Müzede biraz daha oyalanmak istersek “Öpüşme” adlı tabloya ve Picasso’nun “kendi portresi”ne de bir göz atabiliriz.


Sonrasında Marais’in her daim cilveli ve gürültülü dar sokaklarında bir aşağı bir yukarı kıvrıla kıvrıla yürüyerek soluğu, eğer bir Paris rehberi almışsanız mutlaka fotoğraflarından tanıyacağınız, bağırsakları dışarıda bir Miro tablosunu anımsatan Musée National d’Art Moderne’de alıyoruz.


http://www.museepicassoparis.fr/

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on July 07, 2015 00:49

July 2, 2015

Bugün Günlerden Simsiyah

Arkadaşım,


İletişim Yayınları ilk romanım Simsiyah’ı bugün yayınlıyor. Bu romanı ilk kez beş yıl önce başka bir ülkenin başka bir güzel şehrindeki haytalık günlerimde, önünden geçen insanları seyretmekten sıkıldığım bir kafede oyalanmak için yazmaya başladım. Bilmezsin, sana daha önce anlatmamışımdır, bu tarihten aşağı yukarı 10 yıl kadar önceydi. O zamanlar bir kargo firmasında çalışıyordum. Oradaki bir kaç kurye bana “Abi, seni, çok acayip bir yere götüreceğiz,” deyip duruyorlardı. Sonunda onlara uydum ve beni romanın başında anlattığıma benzer, ondan daha karanlık, daha leş ve hakikaten daha da acayip bir yer altı meyhanesine götürdüler. Tekinsiz ama eğlenceli bir yerdi.


Yıllar sonra, şu güzel şehrin güzel bir kahvehanesinde oturmuş oyalanırken, biraz da yazma idmanı olsun diye önüme bir kağıt çekip o garip mekanı ve orada gördüğüm insanları anlatmaya başladım. Bunu yaparken biraz hayal gücümü ekledim biraz da daha gençken önünden merakla geçtiğim ya da çekinerek içerisine girdiğim Bakırköy’deki, Samatya’daki birahanelerin bende kalan anılarını serpiştirdim.


Günün sonunda elimde aşağı yukarı bugün romanın ilk sayfalarında okuyacağına benzer bir metin vardı. Bir kaç gün sonra evde bu metni okuyunca bunun bana ait olmadığını farkettim. Evet, ben yazmıştım ama o mekanı anlatan başka birisiydi. Böylece bu kişinin kim olabileceğini düşündüm. Siyah Paltolu Adam’ı böyle buldum. Romanı okursan arkadaşım, kendisini tanıyacaksın; çok özel bir insan, şahsına münhasır. Sonra, böyle bir adam öyle bir mekanda ne arıyor olabilir ki diye düşündüm. Birini bekliyordu. Kimi? Fikret’i. Fikret’i neden bekliyordu?


Böylece hikayem başladı ve gelişti. Sonunda yayınlanmış bir roman haline geldi ve sen onu belki bugün elinde tutuyorsun.


İlk satırlardan bu yana akıp giden beş yılın tamamı bu romanla geçmedi elbet ama son iki yılımı yedi gün yirmi dört saat bu metne adadım. Bu uğurda onlarca kitap okudum, geceler boyu sabahladım. Pek çok insanı hayatımdan uzak tutmak, ihmal etmek zorunda kaldığım gibi bir kısmını da kaybettim. Ailemi de bana katlanmak zorunda bıraktım. İyi kötü her yolculuk gibi bu da bir takım fedakarlıklar gerektiriyordu elbette. Ne edelim?


Son bir yıl düzenlemelerle geçti. İletişim Yayınları’ndan Levent Cantek başta olmak üzere, bana ilk raporu gönderen isimsiz ve kahraman editör kardeşim ve bürodaki diğer editör arkadaşlar koca bir yıl boyunca bu metne emek verdiler. Türkiye’de güzel kapak geleneği pek yoktur. Deniz Karagül ve Levent Cantek, romana bana göre harika görünen bir kapak hediye ettiler ve Simsiyah son halini aldı.


Dünyanın en iyi romanını yazdım demiyorum elbette. Kendi içinde muhakkak sorunları vardır. Öyle değil de böyle olsaydı diyeceğin yerleri çıkacaktır arkadaşım. Bu ilk romanım, ikincisinde düzeltirim de demiyorum. Belki de o sorunlar “ben”imdir. Doğrusunu söylemek gerekirse ben sadece “başkası yazmış olsaydı, okurdum,” diyebileceğim bir roman yazmaya çalıştım ve bana sorarsan bunu galiba başardım.


Uzun lafın kısası, İletişim Yayınları ilk romanım Simsiyah’ı bugün yayınlıyor. Sen de bugün, yarın bu romanı okuyacaksın. Yani aramızda daha önce yaşamadığımız türden yeni bir ilişki başlıyor arkadaşım. Bu ilişkinin nasıl olacağını, bize neler hissettireceğini çok merak ediyorum. Bu ilişki için sabırsızlanıyorum, heyecanlanıyorum.


Oğuz Atay’ın da bir seferinde dediği gibi “Ben buradayım,” sevgili arkadaşım.


 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on July 02, 2015 21:16

June 26, 2015

Mahzenden Kayıtlar

Yattığım yerden evin lacivert koridorlarında uçuşan etten ve elektronik devrelerden oluşan bir takım bio-mekanik beyaz varlıkları hayal ediyordum. Sabaha karşı, sanırım üç ya da dört tanesi anneannemin tülbentleri gibi narin ve şeffaf bedenleriyle evin eski halılarının üzerinde dolanıp duruyorlardı. Aslında denizanalarına benziyorlardı. Evet, tüm bio-mekanikliklerine rağmen boğazın karanlık sularında sessizce süzülen denizanaları gibiydi onlar. Küçükken dayım beni Tophane’ye götürdüğünde görürdüm onları. Ya da Kabataş’tan Kadıköy’e geçtiğimiz vapurların etrafında toplanırlardı. Bazen beyaz naylon torbaları da onlardan sanırdım. Nedense hoşuma giden denizanaları hantal olurlardı. Hızlı hareket ettiklerini hiç görmedim. Ancak bu benim beyaz varlıklar hantal değildiler. İşte bakın, bir tanesi yere dokunacakmış gibi pike yaptı ama değmedi. Halının üzerinde birikmiş saç, toz, kağıt kırpıntısı kümelerini yalayarak tekrar yükseldi ve duvar saatinin kenarında asıldı kaldı. Diğerleri dönenip duruyorlardı. Birbirlerini kovalıyorlar ya da yere kadar uzanan perdenin kıvrımları arasında birbirlerinden saklanıyorlardı. Belli belirsiz parıldadıklarını gördüm. Bu dünyaya ait olmayan her yaratıktan korktuğum gibi onlardan da korkuyordum. Gözlerimi sıkıca kapatsam da bir iki adım uzaktaki odada dönenip durduklarını düşündüğüm bu narin bedenlerin hayali yakamı bırakmıyordu. Bir kez daha uyanık olduğum onlar tarafından anlaşılmasın diye vücudumu hiç kımıldatmadan gözlerimi açıverdim. Terliyordum. Kafamı kaldırıp, kısa koridorun ucundan bir kısmı gözüken, beyaz varlıkların cirit attığı odaya şöyle bir bakacak cesareti toplayabilmem için birkaç dakika gözlerim açık, hiç hareket etmeden yatmam gerekti. Aklımdan bir sürü alakasız düşünce belediye otobüsleri gibi birer birer geçip gidiyor ama semazenler gibi birbirlerinin etrafında dönen varlıkların görüntüsü ben onlara bakmasam da düzenli aralıklarla gözümün önüne geliyordu. Bir cesaret anında yavaşça kafamı çevirip göz ucuyla baktığımda malum odanın eşyalar dışında bomboş olduğunu görünce rahatladım. Meselenin odayı bomboş görmekle bir ilgisi olmadığını bildiğimden kafamı yumuşak ve fazlasıyla büyük yastığıma gömdüğümde bu varlıkların bu gece için beni yalnız bırakacağından çok da emin değildim. Ama bıraktılar.


Kafamın içi bir anda boşalmıştı. Rahatlamıştım. Sadece ter döküyordum. Büyük bir kendine güven ile birkaç dakikadır hareketsiz durduğum pozisyondan daha rahat edebileceğim bir konuma getirdim kendimi. Yüzümü duvara döndüm ve yastığın içine iyice gömdüm. Bu arada kollarımı da serin yastıkla, derimi tatlı tatlı okşayan yumuşak çarşafın arasına, yastığın altına soktum. Kendimi ve kulağımı çevremdeki seslere adadım. Önce panjurların üzerine tünemiş olan kuşların kanatlarının hışırtılarını ve gırtlaklarından gelen garip mırıltıları duydum. Sessiz sokağımızdan bir araba geçip gitti. Gece sabaha yaklaştıkça bu sesler artacaktı. Odanın içinde ise saatin tik taklarını duyuyordum. Hoşuma gidiyordu bu küçük, muktedir, muhteris, müderris, muhteriz darbeler; kafeslerde, camlarda pür ihtiras, dedim Tevfik Fikret’in gerçeklerini hatırlayamadığım için yerlerine kendi uydurduğum sözcükleri yerleştirdiğim şiirini tekrarlayarak. Yattığım bu yatak her hareketimde gıcırdıyordu. İyi ki yalnızca yatıyorum. Dışarıda, az ötedeki ana caddeden bir polis arabası ya da bir cankurtaran sirenlerini bağırta bağırta geçti, duydum. Birileri ya mahpushaneye ya da öteki tarafa gidiyordu. Sonra arka sokaktan bekçi düdükleri geldi kulağıma. Derken belki de Atlantik Okyanusu’nu geçecek olan bir uçak önce bizim küçük evin tepesinden dehşetli bir gürültüyle geçti, gitti. Bir süre, sessizlik sandığımız, gecenin o çok değişik uğultusunu dinledim.

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on June 26, 2015 11:39

February 8, 2015

Snakeroot Delikasap’ta

Anti-kapitalist, karşı-kültür mecmuası Delikasap, 13. yıl özel baskısında geçtiğimiz yılın en iyi yerli albümleri içinde grubum Snakeroot’un “Downtown To Ghetto” albümüne de yer verdi. Aynı ekiple geçen yıl bir de video-röportaj gerçekleştirmiştik. Gösterdikleri ilgiden dolayı ne kadar teşekkür etsek azdır.


Yeteneği tescilli gitarist Cenk Eroğlu’nun prodüktörlüğünü yaptığı Downtown To Ghetto albümü, ülkedeki AOR ve hard rock kuraklığına bir son verdi. Bu albümle beraber Snakeroot 90’lardaki Badluck grubundan sonra 80’ler sound’u ve tarzının en hoş temsilcilerinden birisi haline geldi. Ama maalesef albüm yurtdışındaki radyolarda ve müzik mecralarında ülkemizde olduğundan daha fazla rağbet gördü.


Orçun Onat Demiröz


 


 


IMAG1284

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on February 08, 2015 04:23

February 2, 2015

Talkin’ New York, 1962

HOMEROS NEW YORK’A İLK GELDİĞİNDE SON 17 YILIN EN SOĞUK KIŞIYDI


” “Ne tarz müzik çalıyorsun?”

“Folk müzik.”

“Folk Müzik ne tarz bir müziktir?”

Kuşaktan kuşağa geçen geleneksel şarkılar olduğunu söyledim. Bu tarz sorulardan nefret ediyordum. Bu soruları duymazdan gelmek istedim. Billy’nin (James) benimle ilgili bazı şüpheleri var gibi geldi bana ki benim için hava hoştu. Onun sorularını cevaplamak istemiyordum zaten. Kimseye birşey açıklayasım yoktu.

“Buraya nasıl geldin,” diye sordu.

“Yük treniyle geldim.”

“Yolcu treni mi yani?”

“Hayır, yük treni.”

“Yani, yük vagonu gibi mi?”

“Evet, yük vagonu gibi. Yük treni gibi.”

“Ok. Yük treni.”

Aslında yük treniyle falan gelmemiştim. Hiç alakası yoktu. Chicago’dan kalkıp tüm ülkeyi dört kapılı 57 model bir Impala ile geçmiştim. Tam 24 saat, sisli küçük kasabaları, kıvrılan yolları, şimdi karla kaplı yeşil tarlaları geride bırakarak, doğuya doğru eyaletlerden geçen ana yol boyunca, Ohio, Indiana, Pennyslyvania, genellikle arka koltukta uyuklayarak ya da arada küçük sohbetler yaparak gelmiştim. Aklım bazı gizli çıkarlara odaklanmıştı. George Washington köprüsünü geçerken bile… Büyük araba köprünün diğer ucunda durdu ve dışarı çıktım. Kapıyı kapattım ve sert kar zemine adımımı attım. Isıran rüzgar yüzümden vurdu beni. En azından buradaydım. New York şehrinde… Bir ağ gibi, anlaması hiç kolay olmayan bir şehir ve ben de anlamaya çalışmayacaktım zaten.”


Bob Dylan, 2004 yılında yayınlanan ve kendi hikayesini birinci ağızdan ve güvenilebilir bir dürüstlükle anlattığı Cronicles adlı otobiyografisinde New York ile ilgili ilk anılarını böyle aktarıyor. Bu kitaptan neredeyse 40 yıl önce Talkin New York adlı şarkısında bu hikayenin bir kısmını dinlemiştik.


Talkin New York bazı yerlerde Talkin New York Blues adıyla da anılır. New York’u biliyoruz. Kimsenin uyumadığı şehir, Frank’ın dediği gibi “Eğer orada başarabilirsen her yerde başarırsın. Peki bu Talkin Blues da neyin nesi? Rivayete göre Christopher Allen Bouchillon (1893-1968) 1926 yılında Atlanta Records için kaydettiği Talkin Blues adlı şarkısı nedeniyle bu tarzdaki blues müziğinin isim babası ve de mucidi kabul edilmeli. Talking Blues denilen şarkılar şehirli insanın dertlerini tasalarını alır onlarla acımtırak bir mizah ekler, düz bir tonda akan, ritmik ama konuşmaya yakın kafiyeli sözleri en sonda, anlatılanlara eklenen alaycı bir yorum izler. Her ne kadar Blues denilse de bizim bildiğimiz, aşina olduğumuz  siyahların blues’undaki müzikal formatlarla pek alakası yoktur. Ucundan tutanlara bakıldığında zaten Country ya da Folk müzik ile daha yakın akrabalık için de olduğu anlaşılır. Kendi adıma köklerinin 1926’dan çok daha eskilere dayandığını düşünüyorum. Bir ara hikaye anlatmak konusunda baskısal sıkıntıları olan köle siyahların elinden de geçmiş olduğu ve “Blues” soyadını buradan aldığına kalıbımı basarım ama aslında ilkel köklerine Antik Yunanda, Homeros’ta denk gelebileceğimiz kadar insanlığımızın içine işlemiştir. Herkesin anlatacak bir hikayesi var. Gününün nasıl geçtiğinden tut da, savaştan evine dönen geminin tanrıların ucuz numaraları ile avuç içi kadar Ege denizinde o maceradan bu maceraya nasıl sürüklendiğine kadar herkesin anlatacak birşeyleri var. Bunu konuşarak anlatmak, yazı yazmanın pratik olmadığı eski zamanlarda yapılacak en kolay şeydi. (Kolay derken, Homeros’un İlyada’sını anlatan eski Yunanlı gezgin-ozanların onbinlerce mısrayı ezbere bildikleri rivayet edilir.) Akılda kalıcı ve mısraları aklımızda birbirine bağlayan kafiyelere, yani dolayısıyla “konuşan” şarkıların içinde akıp giden ve sıkılmamamızı sağlayan kafiye düzenine bugün bile dokunulmamıştır. Rahatça arkama yaslanıp şunu bile söyleyebilirim size: Rap tarzı müzik de aynı babanın çocuğudur.


Asıl konumuza yaklaşalım. Pek çok yerde anlatıldığının aksine Woody Guthrie bu tarzın yaratıcısı değildir ama hakkı da verilmelidir. Bu tarza politik ve toplumsal sözlerin adapte edilmesi Woody Guthrie’nin eseridir. 1960’larda Gutrie’nin her konuda (bir sonraki bölümde anlatacağım üzerine iç çamaşırlarını çalıp giydiği iddia olunacak kadar) takipçisi olan Bob Dylan sayesinde bu tür yeniden popülerlik kazandı ve 1960’lardan sonra pek çok politik taşlama içeren şarkının tarzına Bob Dylan’ın şarkıları örnek teşkil etti.


”HAFTALAR BOYU SAĞDA SOLDA TAKILDIKTAN SONRA / NEW YORK’TA BİR İŞ BULDUM SONUNDA KENDİME / DAHA BÜYÜK BİR YERDİ HEM, DAHA FAZLA PARA VERDİLER / SENDİKAYA BİLE KATILDIM, AİDATLARIMI ÖDEDİM”


Talkin’ New York 1962’de Bob Dylan’ın kendi adını taşıyan ilk albümünde yer alan iki orjinal şarkıdan bir tanesiydi. New York’a kafasında keskin planlar ve gitarıyla otostop çekerek gelen Bob Dylan (klişe gibi duruyor ama gerçek) kütüphanelere ancak sığabilecek bir külliyatın kaynağı olabilmiş devcileyin bir kariyeri burada başlatmıştı. Batıda (aslında orta batı- Hibling, Minneasota ama biz batı diye kesip atalım. Bob Dylan biyografisi yazmıyoruz burada.) büyüyen bir genç olarak Bob Dylan doğuya ilk ziyaretini Şubat 1961’de yapmıştı. Kendine idol olarak kabul ettiği meşhur folk şarkıcısı Woddy Guthrie ölümcül bir hastalığın pençesine düşmüş, elini eteğini uzunca bir zamandır herşeyden çekmiş hastanede yatıyordu. Onu ziyaret etmeyi kendine bir görev edinen genç Dylan, ta o kadar yolu otostop çekerek katetmişti. Greenwich Village, New York o zamanlar folk müziğin mekkesiydi ve oradaki kafelerde çıkıp çalabilmek, sesini duyurabilmek ve sayıları binlerle ifade edilebilecek diğerlerinden sıyrılmak için tek yoldu. Bob Dylan’da bu yolu tuttu. Ancak yol zorlu, uzun ve dolambaçlıydı. Talkin’ New York basitçe bunu anlatan bir şarkı.


Şarkıda anlatıldığı gibi New York’un kar altındaki topraklarına ayak basan 19 yaşındaki Dylan bir metroya atladığı gibi soluğu Cafe Wha?’da alır. Greenwich Village’de, MacDougal sokağı ile Minetta caddesinin köşesinde yer alan bu küçük kafenin sahibi Manny Roth ile görüşen Bob Dylan isimsiz sanatçıların bedavaya çalıp, bir iki şarkı ile kendilerini izleyenlerin beğenesine sunduğu bir “hootenanny” gecesinde sahne alır. Daha sonra Fred Neil gibi müzisyenlere harmonikası ile eşlik eder. Şarkıda bahsedilen “günde 1 dolar değerinde” zamanlardır bunlar. Bir röportajında şöyle der: “Evet günde 1 dolara… artı çizburger.” Daha sonra çaldığı yerlerin sayısı artmaya başlar: Izzy Young’s Folklore Centre, Gerde’s Folk City, The Gaslight, The Limelight, The Lion’s Head, Mill’s Tavern… John Lee Hooker’ın önünde sahne alır. Sonunda 26 Ekim 1961’de Columbia Records ile 5 yıllık bir sözleşmeye imza atar. Günümüze kadar uzanıp hala devam eden çok kendine has bir müzik kariyerinin başlangıcının birinci ağızdan hikayesi.


” Now, a very great man once said

That some people rob you with a fountain pen.”


“Şimdi, bir büyük adam demişti ki bir keresinde, bazı insanlar sizi soyar bir dolma kalemle.” İnişli çıkışlı bir mitolojik hikayenin nasıl başlangıcının orjinal hikayesini anlatan Talkin’ New York Blues Bob Dylan’ın köklerine işaret etmeden de duramıyor. Gerçi aynı albümde yer alan ve ileriki sayfalarda kendimize iş edineceğimiz Song To Woody adlı şarkıda bu durum nasılsa gözümüze sokulacak, (araştırınız: fingerpoint songs) ama bu şarkıda da Dylan son idolüne dokunmadan edememiş. Dolma kalem hikayesi Woody Guthrie’nin meşhur Pretty Boy Floyd şarkısında geçen bir söze açık bir göndermedir. “Ee,” der devamında Dylan. “Pek çok insanın sofrasında yiyecek fazla bir şey yok. Ama bir sürü çatal bıçak var. Birşeyleri kesmek gerekir.” İşte size Bob Dylan’ın ileride dillere destan olacak keskin ve alaycı mizahından ilk örnek.

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on February 02, 2015 02:24

January 21, 2015

Whiplash

Bu sezonun ses getiren filmleri arasında en merak ettiğim film bir müzisyen hikayesi olduğu için Whiplash’ti. Film ABD’nin en iyi müzik okulunda birinci sınıf öğrencisi olan genç bir davulcunun hem despot hocasına karşı hem de kendisini aşabilmek ve daha iyi bir müzisyen olabilmek için verdiği mücadeleleri anlatıyor.


Her oyununcunun bir zirvesi var ise filmde saygıdan çok korku duyulan haşin bir despotu canlandıran J.K. Simmons bu zirveye ulaşmış. Öğrencilerini daha iyi olabilmeleri, kendilerini aşmabilmeleri için ileri iterken sergilediği acımasızlık daha iyi yansıtılamazdı. Öğrencilerine taktığı isimler, onların fena halde aşağılanmasıyla sonuçlanan hunharca laf dalaşları filmin tadı tuzu olmuş. İyi müzisyenlerle vakit geçirme fırsatı bulmuş biri olarak J.K.Simmons’un büründüğü, çok küçük detaylara takılıp saatler harcayan, onlarca enstrüman içinde akorsuz olanı duyabilen obsesif maestro karakterini çok gerçekçi bulduğumu söylemeliyim. Gerçek müzik ve müzisyenlik tam da böyle bir şey. Hayatın zevklerinden vazgeçip tüm zamanını enstrümanına veren müzisyenler filmde gösterilen türden vahşi bir egoyu kendilerinde bir hak gibi görebiliyorlar. Pek çok zaman buna ben de tanık oldum. Bu gerçeğe paralel olarak davul öğrencisinin özel hayatında büyük fedakarlıklar yaparak kan revan içinde enstrumanı üzerinde çalışması da müzisyen olmaya hevesli insanlar için hem ilham hem de bir uyarı kaynağı olabilecek değerli sahnelerdi.


Ben 1980’lerin sonuna yetiştim. Yani video kiralayan dükkanların olduğu dönemi yaşadım. Texas Chain Massacre ve Evil Dead gibi iki baş yapıta tesadüf eseri bu sayede ulaşmış olsam da izlediğim filmler genelde o zamanki yaşımla alakalı olarak çöp filmlerdi. O dönemlerin ünlü futbol yıldızı Pele’nin oynadığı bir filmi kiralamıştım: Siyah İnci. Filmde Pele Amerika’da genç bir futbolcuya denk geliyor. Ondaki -kimsenin göremediği- yeteneği görüyor. Gençle mentorluğa dayanan bir baba oğul ilişkisi kuruyor. Filmin sonundaki  genç futbolcu ilkbaşta beceremediği, Pele’nin alamet-i farikası olan akrobatik bir gol vuruşunu (Rövaşata /Fallrückzieher) hem de son dakikada gerçekleştirerek takımına şampiyonluğu getiriyordu.


Whiplash bin yıllık bu sinema klişesini kendine yol haritası almakta bir sakınca görmüyor. Ben de bu güzel filmi eleştirmekte bir beis görmeyeceğim.  Yönetmenin çok heveslendiği, çok özendiği belli olan görkemli finalinin, filmin başından bu yana kurmaya çalıştığı psikolojik zemine çok da uygun olmadığını düşünüyorum. Filmde Full Metal Jacket’taki eğitim sahnelerine benzer kurulan ilgi çekici acemi birliği atmosferi iyi. Bu noktada J.K. Simmons R.Lee Ermey benzerliği bana göre güzel bir detay. Gel gör ki iş ciddiye bindikçe davulcunun kendisini aşma eşiğinin 400 bpm vurmak gibi yeteneği önemsizleştiren atletik bir hedefe dayandırılması filmi müzik ekseninden dışarı atmaya başlıyor. Yine de her şey yolunda giderken ve kahramanımız müziği davulu bırakmış bir halde pizzacıda çalışırken beklenmedik bir geri dönüş oluyor ve film dişiyle tırnağı ile tutunduğu inandırıcılığını terk etmeye karar verip inancın ve azmin zaferine bir övgüye dönüşüyor. Üstelik de parmağını gözümüze sokarak.


Sonuna dek çok iyi gelen bu filmin finalinde seyirciyi (en azından beni) avcundan kaçırmasını yönetmenin “Bir final çekeceğim bu filme. Öyle güzel, öyle güzel olacak ki…” şeklinde özetleyebileceğim bir fikre kafayı takmış olmasına bağlıyorum. Yıllarca konuşulacak, nesiller boyu anlatılacak bir final çekme arzusunda olmasa filmin adı “Whiplash” olduğu halde senkopları yönetmenlik sanatını parlatmaya daha uygun olduğu için “Caravan” parçasını finalde kullanmazdı herhalde. (Filme de “Caravan” adını veremeyeceğinden, çünkü “Whiplash” aynı zamanda bir davul zili türü.) Ya da başlarında J.K. Simmons’un oynadığı türden bir maestro varken sırf davulcu çalmaya devam ediyor diye grubun ondan que alıp kafalarına başka bir şarkıya girebileceğine inanmamızı beklemezdi bizden.


Whiplash keşke çok iyi kulaçlar attığı o psikolojik sularda kalsaydı. Keşke gemicilerin, onları kendi felaketlerine çeken sirenlerin seslerine kapılması gibi müzikteki kreşendoların, prestoların ve diğer başka grandiose hareketlerin ışıltısına balıklama atlamasaydı. Yine de filmin sonuna denk gelen bu önemli arızalarına rağmen Whiplash, müzisyenlik mitlerinin gerçekçi tasvirleri, akıllı ve komik diyalogları ve tabii ki çok başarılı oyunculukları ile akılda kalacak bir film oluyor.





 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on January 21, 2015 00:54

January 8, 2015

Kişisel Bir Liste: 2014’ün En İyi Rock Albümleri (İlk 10)

2014’te dinlediğim güzel albümlerin sıralamasına kaldığım yerden devam ediyorum. (Listenin ilk bölümünde yer alan 20 ile 11. sıradaki albümler için lütfen tıklayınız. ) İşte 10’dan geriye doğru 2014’ün En İyi Rock Albümleri:


homepage_large.c406d674


10. Future Islands – Singles

Her şarkının tıkır tıkır çalıştığı cesur ve alıp götüren bir albüm. Yer yer A-Ha gibi, Depeche Mode gibi, Roxy Music gibi… Bu parlak ve tanıdık sound’a kapılmayıp kendinizi albümün önerdiği dansa bırakmamanıza imkan yok. Eskilerden kopup gelen yeni bir synth-pop duymak isteyenlere öneriyorum.


Kilit Şarkılar:  Seasons (Waiting on You) / A Dream of You & Me /Spirit


 


timthumb


9. Sleaford Mods – Divide And Exit

İlk dinlediğimdeki tepkimi hatırlayınca bu albümü ilk 10’a aldığıma hala inanamıyorum. Alabildiğine İngiliz bu indie-punk dışkısı zamanlamayı doğru ayarlarsanız çok şey ifade ediyor aslında. Rap’e dayalı vokallerdeki garaj hissiyatı ve tabii ki aksan akla hemen Sex Pistols’ü getiriyor. Sözlerde ise kontrollü ve de sofistike bir karşı çıkış var. Asıl deha şarkıların ritmlerinde… Dinledikçe sevilen, sevildikçe dinlenilen bir albüm.


Kilit Şarkılar:  Tied Up in Nottz  / Tweet Tweet Tweet /Liveable Shit


 


Mac_DeMarco_Salad_Days


 8. Mac DeMarco – Salad Days

Biraz karanlık ama öte yandan dalgacı. Biraz ıssız ve melankolik… Oysa içindeki müzik oldukça kalabalık. 70’lerden sarkan halüsinojen pırıltılar, indie müziğin ferahlığında yumuşatılmış ama keskin bir full-band sizi hala ileri doğru itiyor. “Salad Days” 2014’ün haşinliğinde yastık altına atılabilecek sıcak bir gece vakti albümü. Kanada’nın iyi taraflarını almaya devam ediyoruz.


Kilit Şarkılar: Blue Boy / Let Her Go /Passing Out Pieces


beck-morning-phase-cover


 


 7. Beck – Morning Phase

Eski dostumuz Beck Hansen 2008’den beri kendine albüm yapmamıştı. Prodüktör olarak topladığı bilgileri de çantasına koyan Beck singer/songwriter vadisinde emin adımlarla ilerlemeye devam ediyor. Albüm oldukça karanlık, melankolik şarkılarla dolu. Üstelik Mac DeMarco’daki umutlu ışıltılar da yok. Ancak albüm içindeki ses fikirleri kulağınıza hoşunuza giden bir dost gibi geliyor. Albümün evinizin bir köşesinde sürekli çalmaya devam etmesini istiyorsunuz.


Kilit Şarkılar: Morning / Heart Is a Drum /Blue Moon


 


sharon-van-etten-are-we-there-album-cover


6. Sharon Van Etten – Are We There

Ben ancak bu albüm ile keşfedebilmiş olsam da Sharon Van Etten 2000 yılından beri oyunun içinde olan New York’lu bir müzisyen. Are We There, 2014’ün en iyi kaydedilmiş albümlerinden bir tanesi ve kayıt masasında da yine Sharon Van Etten. Kendi şarkılarını yazıp söyleyen bu yetenekli kızımız genelde aşk acılarından ve zor zamanlardan bahsediyor. Örselenmiş duyguların sakinliğinde güçlü ve isyankar bir ses duyuyorsunuz albümde. Çoğu zaman ihtiyacımız olan şey bu.


Kilit Şarkılar: Taking Chances / Every Time the Sun Comes Up /Tarifa


Damon-albarn-everyday-robots


5. Damon Albarn – Everyday Robots

Önyargıyla dinleme oturup büyük memnuniyetlerle masadan kalktığım bir albüm daha. Damon Albarn’a sıcak baktığım bir zamanı anımsamıyorum. Oysa herifin bu işi bildiği aşikar. elini attığı her şeyi altına çevirdiği gün gibi ortada. ( Blur, Gorillaz ve The Good, The Bad & The Queen) Bu albümde de değişik bir durum yok. Yalnızlıklarla dolu bir albüm bu ama bir yandan da modern hayatı kollarıyla sarıyor kucaklıyor. Albüm kendini en iyi, içindeki bir şarkı ile anlatıyor: “Yalnızsan bas play’e”


Kilit Şarkılar: Everyday Robots / Lonely Press Play /Hollow Ponds


FKA_twigs_-_LP1


4. FKA Twigs – LP1

Elektronik R&B ve Trip Hop mezarından kalkıp göğe yükselsin. Tricky ve Massive Attack’in hayaletleri yeniden müzik dinlenilen odalara süzülsün. Yarı Jamaika’lı yarı İngiliz Tahliah Barnett bu kara büyüyü tek başına başarıyor. Albümün ne olduğunu zaten anladınız. Bu eski rockçı kulaklar hala gitar duymak istiyor olmasa bu albümü daha üst sıralara koyardım ya… Gelin itiraf edelim, bu albüm müthiş!


Kilit Şarkılar: Two Weeks/ Pendulum /Closer


Alt-J_-_This_is_all_yours


3. alt-J – This is All Yours

Leeds’in çocukları ikinci albümlerinde turnayı gözünden vurmuşlar. Müzik yazarları söz birliği etmiş gibi bu gruptan ne zaman bahsedilse “yeni Radiohead” etiketini hemen iliştiriyorlar. Aslında buna hiç gerek yok. Kendi yolunda yürüyebilecek çok akıllı bir grubun çok akıllı bir albümü This is All Yours. Grammy adaylığı da albümün yakışıklı boyasına iyi bir cila oldu. Adından da anlaşılacağı üzere keşfetmeniz için sizi bekliyor.


Kilit Şarkılar: Every Other Freckle/ Warm Foothills /Left Hand Free


St_Vincent_artwork


2. St.Vincent – St.Vincent

Annie Clark (nam-ı diğer Anne Erin Clark, nam-ı diğer St.Vincent, nam-ı diğer nam-ı diğer) bu albüm için şöyle demiş “Cenazede çalabileceğiniz bir parti şarkıları kaydı.” Bu lafın üzerine başka bir şey yazmadan kaydedip çıkmak gerekir ama albümlerin arkasından bir iki çift laf etmek de blogger’lığın şanındandır. Bana göre bu albüm bir cenazede çalabileceğiniz parti şarkıların ibaret. Böyle de güzel bir albüm işte.


Kilit Şarkılar: Birth in Reverse/ Digital Witness /Severed Crossed Fingers


homepage_large.9419e472


1. The War On Drugs – Lost In A Dream

Yarın bu listeyi benden saklasanız ve tekrar diz deseniz başka türlü bir sıralama da olabilir. Bu albümleri 20’den 1’e neye göre dizdim hiç bilmiyorum. Ancak bir albüm var ki (bu albüm yani ) havada karada 2014’ün en iyi albümüydü bana göre. Neden olmasın ki. The War On Drugs, Dire Straits ve Tom Petty ekolünde olduğu gibi direksiyonu davula vermiş, abi arabayı sen kullan demiş adeta. Bu sayede her şey yağlı bir makine gibi işlerken Bob Dylan’ın bilgeliği, Springsteen’in taşralılığı, Neil Young’un dobralığı tekrar tekrar dünyaya geri getirilmiş. Üstelik telaş ve endişeye hiç mahal yok. Her şey alabildiğine modern, alabildiğine yenilikçi ve gıcır. Ellerinden geldiğince de samimi ve saf. Şimdilik başka bir şey istemiyorum


Kilit Şarkılar: Under the Pressure/ Burning /An Ocean in Between the Waves/Red Eyes


 

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on January 08, 2015 02:28

November 22, 2014

Bob Dylan İlk Albüm: İki Mikrofon ve 402 Dolar.

Columbia Records’un New York’taki başı dumanlı binasındaki ofislerden bir tanesinde, meşhur yetenek avcısı John Hammond, Bob Dylan’ı karşısına aldı ve şöyle dedi: “Sana işin aslını söyleyeceğim. Yetenekli bir gençsin. Eğer bu yeteneğine odaklanıp onu kontrol edebilirsen, bir şeyler yaparsın. Seni oyuna alacağım ve bir albüm kaydedeceğiz. Sonrasında neler olacağını görürüz.” Yıl 1961’di.

John, Bob’a, ilk kez imzalayan bütün çaylakların önüne koydukları 5 yıllık sözleşme metnini uzattı. Bob,...

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on November 22, 2014 11:34

Bülent Çallı's Blog

Bülent Çallı
Bülent Çallı isn't a Goodreads Author (yet), but they do have a blog, so here are some recent posts imported from their feed.
Follow Bülent Çallı's blog with rss.