ZİNDAN GÜNLÜKLERİ - II

2. Bölüm “KAMP”            Ateşin başında sessizce yemeklerini yiyorlardı. Herkes çantasına yolculuk öncesi doldurduğu yemeklerinden çıkartmıştı. Eva, herkese özenle topladığı meyvelerden ikram etti. Elma, çilek ve üzüm başta olmak üzere bir sürü taze meyve vardı çantasında. Safiel aceleyle çıkmak zorunda kaldığı için fazla bir şey alamamıştı. Zaten kendisi de fazla bir şey yememişti, daha çok kedisini doyuruyordu.           “Kedinin bir adı var mıdır?” diye bir soru yöneltti Thomas. Grup üyeleri arasından en çok bu genç büyücü ilgisini çekmişti, özellikle kedisiyle olan ilişkisini gözlemliyordu sürekli.           “Aslına bakılırsa bizim oralarda yaşamasına müsaade edilen tek kedi benimkisi olduğu için, kedi diye seslenildiğinde hep ben kendi kedimden bahsedildiğini anlıyordum. Bu yüzden bir isme de gerek duymamıştım.” diye yanıt verdi Safiel. Kedisi karnını doyurmuş, şimdi büyücünün cübbesine iyice sarılmış bir vaziyette uykuya dalmak üzereydi. Cübbenin çoğu kısmı da kedinin tırnak izleriyle doluydu.           “En güzeli, akılda kalıcı olmuş. Zaten ismi ne olursa olsun, ben ona yine kedi diyecektim.” diye söze girdi Sacokhan.           “Kulede yaşamak zor olsa gerek? Demek dedikleri kadar varmış. Evcil hayvan bile beslenmesine izin verilmiyor diye duymuştum da, bu kadarı abartı gelmişti.” diye sohbete katıldı Firb da.           “Hexford yine en insaflısı olarak bilinir, diğer akademiler daha kuralcı ve sert diye duymuştum ben de.” diye karşılık verdi Safiel. Pek hatırlamak istemediği anılar aklına geliyor gibiydi, büyücünün yüzündeki ifadenin farkına varan Firb da daha fazla konu hakkında bir şey sormak istemedi.           “Hexford’da okuduğuna göre gerçekten de zeki ve başarılı bir öğrenci olmalısın. Oraya ancak en iyiler gider derler.” dedi Thomas. Safiel’in okuduğu akademinin adını duyunca büyücüye olan ilgisi daha da artmıştı.           Saygısızlık yapmak istemiyor olsa da Safiel, geçmişiyle ilgili konuşmak istemiyordu. Thomas’ın dediklerine karşılık sadece gülümsedi, bir şey demedi.           Sacokhan çantasından özenle getirdiği içki şişelerinden birini çıkartıyordu. Keyifle: “Yemeğimizi yedik. Eh sohbet ederken bir şeyler içmemek olmaz değil mi, dostlar?” dedi ve şişeyi açıp, herkesin bardağına içkiden doldurdu.           “Vay be, Seon’un ünlü nar şarabından tatmayalı bayağı olmuştu.” dedi Thomas içkisinden bir yudum aldıktan sonra           Safiel içkisinden bir yudum aldığı gibi öksürmeye başladı. Sacokhan da büyücünün sırtına pek de nazik olmayan bir şekilde vururken: “Uyarmayı unuttum. Oldukça sert bir şaraptır, benim gibi içkici olmayanları sarsabilir.” diye belirtti.           “Gerçekten de güzel şarapmış. İkram için teşekkür ederiz.” dedi Eva da.            “Bir prensesten bunu duymak benim için bir mutluluktur. Asıl ben teşekkür ederim.” dedi bir cüceden beklenmedik bir kibar ses tonuyla Sacokhan.           “Firb dostum, haydi bize bir hikâye anlatsana. Bu güzel havada, dostların arasında ne de keyifli olurdu senden hoş bir hikâye dinlemek. Öyle değil mi?” diye rica etti Thomas, eski dostundan.           “Bilmem ki herkes sizin gibi düşünmüyor olabilir. Sıkmak istemem şimdi durduk yere.” dedi Firb tereddüt ederek.           “Olur mu öyle şey? Sizden bir hikâye dinleme onuruna ulaşma fırsatını kimsenin kaçırmak isteyeceğini sanmıyorum.” dedi hemen Eva.            “Peki, madem. Fazla sizleri sıkmadan kısa bir anımı anlatabilirim sanıyorum.” diye söze başladı Firb.           “Zamanında çoğunuz bilmez ama yolum bir korsan gemisine düşmüştü. Hep o koca gemileri merak etmişimdir. İlgi alanım gereği aslında, yoksa geminin kaptanının değerli mücevherleriyle bir işim yoktu bile. Adımız çıkmış ya bir kere, maymuncuğunuz varsa ya hırsızsınızdır ya da hırsızlara bu tür aletleri satan kötü niyetli bir satıcısınızdır. Kaptan da ünlü Barboes Whitley olmasın mı? Tarihle içli dışlıyımdır ama öyle gemi isimlerini filan bilmişliğim yoktur. Yoksa geminin adının Deniz Yosması olduğunu okuduğum anda kaptanın kim olduğunu da çıkartmam icap ederdi. Ben daha çok neden geminin adı böyle olmuş, onunla ilgilenmiştim halbuki. Her neyse daha fazla uzatmayayım, bulunduğumuz yerde bir koydu ama kayıt dışı yerlerden yani korsan gemilerine hizmet eden bir liman vardı orada. Geminin limana yanaştığının ikinci gecesiydi, handa boş boş otururken canım sıkılmıştı. Hele hanın tam karşısında bu heybetli gemi duruyorken aklım başka bir şeye odaklanamıyordu bile. Şiir bile yazamaz olmuştum, düşünün yani o derece. Gizlice yola çıktım ve dosdoğru geminin içerisine sızdım. Kendi adamlarına bile güvenmeyen kaptan gemiye sadece iki nöbetçi bıraktığı için geminin içerisinde oradan oraya dolaşmak fazla zor olmamıştı, ta ki kaptanın odasına varıncaya kadar.           Odada bir sürü tablolar, kılıçlar, değerli mücevherler vardı. Her biri detaylıca incelenmeyi hak ediyordu. Pek tabi ki de onları çalmak gibi bir niyetim yoktu. Ama anlaşılan odada ayağından zincirlenmiş bir hayata mahkûm edilmiş papağan öyle düşünmemişti, kulakları sağır edici bir şekilde bağırmaya başlamasın mı? Hırsız var, hırsız var. Bir de en kötüsü papağanın tasvir sanatını geliştirmiş olmasıydı. Küçük, boyu kısa, yeşil gözlü bir hırsız var!”           “Kaptan ile karşılaştın mı peki?” diye heyecanla sordu Safiel.           “Onunla karşılaşmış olsaydım şu anda bu anımı sana anlatamıyor olurdum yüksek ihtimalle, genç dostum. Hayır, ben pencereden nöbetçiler odada girmeden kaçıvermiştim. Ama buz gibi suya düşmüştüm. Bu halde ortalarda da gezinemezdim. Ben olduğum ortaya çıkardı. Hem papağanın arkamdan dediklerini de duymuştum. Nasıl biri olduğumu biliyorlardı. Üşüdüğüm halde o soğuk gecede dinlenmeye vakit bulamadan en yakın ormana giriverdim, sabahı nasıl ettim hatırlamıyorum bile. Çok kötü hastalandığımı biliyorum ama, bir ay burnum tıkalı dolaşmak zorunda kalmıştım. İşte böyle!”           Anısını anlatmayı bitirdiğinde grup üyelerine baktı. Herkes memnundu anlaşılan anlatılan hikâyeden. Eva gülümseyerek: “Ucuz atlatmışsınız, merakınız umarım sizi daha tehlikeli durumlara sokmaz bir daha.” diye yorumda bulundu.            “Hoş bir anıydı, ilgiyle dinledim. Ama artık izin verirseniz ben kestirmek isterim. Göz kapaklarım kapanıyor kendiliğinden.” dedi Sacokhan.           “Haklısınız, uyumamız lazım. Buralar tehlikesiz bölgelerdir. Rahatlıkla uyuyabilirsiniz. Ama benim daha uykum gelmedi. Siz uyurken ben nöbette durabilirim.” diye belirtti Eva.           “Bu pek uygun düşmez ama, sizin gibi leydi başımızda nöbet tutarken bizim uyumamız?” diye çekincesini dile getirdi hemen Thomas.            “Ben bir prensesim, ama aynı zamanda bir elfim. Uykuya sizin kadar ihtiyacım yok, ancak sizler yorgun düştünüz. Uyumanız lazım. Lütfen ısrar ediyorum. Yarından itibaren belki böyle rahat bir dinlenme ortamı bulamayacağız, bu yüzden bu yerin tadını çıkartırdım sizin yerinizde ben olsaydım.” diye karşılık verdi Eva. Daha fazla ısrar etmenin bir anlamı yoktu, Thomas da bir şey demedi. Herkes uyumak için gözlerini kapatırken Eva yıldızlara bakıyor ve bundan sonraki gecelerin de hep böyle huzurlu olmasını umuyordu. 
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on April 05, 2014 11:59
No comments have been added yet.