Merhaba sevgili okur,
Daha önce
Smallwood Katili kitabım çıktığında burada bir blog gönderisi paylaşmıştım. O yazıda, kitabı hazırlarken yaşadığım yolculuğu az çok anlatmıştım. Sonrasında bir gönderi daha paylaşıp kitabın yolculuğuna dair kısa bir not düşmüştüm.
Şimdi ise farklı bir konuyla geri döndüm. Sosyal medya hesaplarımda zaman zaman yerli yazar olmanın ve beraberinde gelen engellerin üzerine yazılar paylaşıyorum. (Beni oralardan da takip edebilirsiniz:
X &
Instagram) Bu gönderide ise orada yazdıklarımın bir kısmını toparlayıp tek bir çatı altında paylaşmak istedim.
İlerleyen zamanlarda farklı engellerden de bahsettiğimde, önce sosyal medya hesaplarımda ardından burada daha derli toplu bir şekilde paylaşmayı düşünüyorum. Bu yazıda birkaç engelden söz edeceğim. Hadi başlayalım.
Yerli Yazar Olarak Yabancı İsim ve Mekânlar KullanmakBarış Müstecaplıoğlu, “Hayal Gücümüzü Kim Çaldı?” yazısında yerli yazarların yabancı isimler kullanması üzerine görüşlerini paylaşmıştı. Yazısındaki pek çok noktaya katılıyorum. Özellikle “toplumsal değişim için ezber bozan fikirler şart” tespiti son derece yerinde.
Hayal gücümüz büyük ölçüde tükettiğimiz içeriklerden besleniyor. Bilimkurgu eserleri, teknolojik gelişmeler ve popüler anlatılar çoğunlukla Batı merkezli olduğunda, bizler de ister istemez bu referanslarla düşünüyoruz. Uzay üssü kuran, yapay zekâ geliştiren ya da Mars’a koloni kuran ülkeler genellikle Türkiye dışında olunca, hayal ettiğimiz gelecekler de bu altyapılar üzerine kuruluyor.
Elbette, bir gün bu düzeni değiştirecek yazarlar çıkabilir. Belki de bu hayali biz kurmalı ve bu hikâyeleri biz yazmalıyız. Zaten bunu yapan yazarlarımız var. Ancak burada önemli bir ayrım var: Mekân da tıpkı bir karakter gibidir. Hikâyelerimizin geçtiği yer, olayların ruhunu belirler; anlatmak istediğimiz şeyle doğrudan ilişkilidir. Benim yazdığım hikâyelerde de sıkça yabancı mekânlar ya da hayalî şehirler yer alıyor çünkü o hikâyeler ancak o dünyalarda anlam bulabiliyor.
Mesela Smallwood Katili adlı hikâyemi kendi yarattığım bir kasabada kurguladım. Eğer bu hikâyeyi bir Türk köyüne taşısaydım, tamamen farklı bir anlatı olurdu. Belki daha yerli bir ruh taşırdı ama o zaman Smallwood Katili olmazdı. Hikâyenin tonu, karakter dinamikleri, atmosferi değişirdi. Bu, basit bir isim ya da dekor meselesi değil; anlatının bütün yapısını etkileyen bir seçimdir.
Bu noktada Mehmet Berk Yaltırık’ı örnek verebilirim. Onun hikâyeleri belirli bir tarihsel döneme, kültüre ve dile dayanır. Bu anlatılar başka bir ülkede geçemez; çünkü kökenleri ve beslendikleri topraklar bellidir. Benzer türde bir hikâyeyi yabancı bir yazar yazmak istese, Türk karakterler ve yerel ögeler kullanmak zorunda kalırdı. Aksi hâlde, ancak Osmanlı’yı ziyaret eden bir yabancının yaşadıklarını anlatabilirdi.
Bilimkurgu yazarken ise çoğunlukla gözden kaçan bir mesele var: gelecekte geçen hikâyelerde bugünün isimlerinin ve konuşma biçimlerinin bire bir korunması. Oysa gerçek hayatta bile yalnızca yüz yıl içinde isimler, dil ve toplum yapısı ciddi şekilde değişiyor. Şu an yazmakta olduğum hikâye Mars’ta ve bambaşka bir dünyada geçiyor. Dünya haritası yeniden çizilmiş; Türkiye yok, Amerika yok. Böyle bir evrende ana karakterimin adı “Burak” olursa kulağa ne kadar tutarlı gelir? İşte bu yüzden isimlere ya da bugünün mekânlarına takılmak yerine, anlatmak istediğimiz hikâyeye odaklanmalıyız. Çünkü hikâyeyi şekillendiren asıl şey, neyi anlatmak istediğimizdir. Karakterler ve mekânlar bu iskeletin üzerine inşa edilir.
Sonuç olarak, elbette kendi kültürümüzü, isimlerimizi ve geçmişimizi anlatan hikâyeler yazalım. Bu çok değerli. Ama bunu yapmayanlara da önyargıyla yaklaşmayalım. Farklı yollarla yazılmış her hikâye edebiyatımıza bir katkıdır. Yabancı bir yazarla yerli bir yazarın dünyaya bakış açıları farklıdır; karakter isimleri benzer olsa bile ortaya çıkan anlatılar ve tarzlar değişecektir. Mekânlar da birer karakterdir ve her hikâye kendi mekânını beraberinde getirir.
Bu olaya nasıl bakarsak bakalım, önemli olan yazmaya devam etmek ve edebiyatımıza katkı sunmaktır.
Sayfa SayısıNe yazık ki basım maliyetlerinin yüksek olması nedeniyle çoğu yayınevi, özellikle yeni yazarlardan uzun kitaplar ya da seriler istemiyor. Pek çok eser yalnızca “fazla uzun” bulunduğu için geri çevrilebiliyor. Bu yüzden yazarlar olarak, yayınevlerini ikna edebilmek için daha kısa metinler ya da hızlandırılmış bir anlatıma sahip hikâyeler yazmak zorunda kalabiliyoruz. Elbette satış garantisi olan ya da tanınan yazarlar için durum zaman zaman farklılık gösterebiliyor.
Mesela, kitaplarıma bazen “sonu hızlı olmuş” şeklinde eleştiriler geldi. Bu eleştirilerde haklılık payı vardı. Bence de sonu hızlıydı; ama kitabı gereksiz yere uzatmam, yayınevlerinin beni tercih etme ihtimalini daha da azaltabilirdi. Elbette kitabımın finalinin hızlı olmasının tek nedeni bu değil. O dönemde bana sonu makul gelmişti, fakat şimdi geriye dönüp baktığımda gerçekten acele ettiğimi görebiliyorum.
Yabancı yayınevlerine baktığımda ise durumun bambaşka olduğunu görüyorum. Özellikle büyük yayınevleri, bilimkurgu ve fantastik türdeki kitapların en az 70-80 bin kelime olmasını şart koşuyor. Böyle bir kriterin bizim ülkemizde uygulanması şu an için imkânsız. Çünkü bu sayfa sayısıyla, tanınmayan bir yazar olarak bir yayınevinin kapısını çalarsanız, büyük ihtimalle karşı taraftan “evde kimse yok” cevabını alırsınız.
Belki de iyi bir yazar olmak, az sayfada bile söylemek istediklerini aktarabilmektir. Ama bazen, insanın anlatmak istediklerini ifade edebilmesi için daha fazla sayfaya ihtiyacı olabiliyor. Ben şahsen çok uzun yazabilen bir yazar değilim. Yine de yazdığım bazı metinlerin “uzun” bulunduğunu duydum. Emin değilim ama genellikle 250 sayfayı aşan eserler pek tercih edilmiyor gibi. Ya da bu sayıya yakın bir uzunlukta kitaplar daha uygun görülüyor.
Booktuber ve Bookstagram’larKitap inceleme sayfalarının çoğu ya kitap gönderilmesini istiyor ya da açıkça ücret talep ediyor. Zaten bu ülkede kitap bastırmak, okura ulaşmak, okunmak ve geri dönüş almak başlı başına zorlu bir süreçken, yerli yazarlardan hâlâ bir şeyler talep edilmesi — üstelik bunun sistematik bir hale getirilmiş olması — oldukça üzücü.
Ünlü yabancı yazarların kitaplarını hiç düşünmeden satın alırken, yerli yazarlara gelince destek olmak yerine onları sömürmeye çalışmak edebiyat adına sağlıklı bir tutum değil. Eğer gerçekten yerli edebiyata katkıda bulunmak istiyorsanız, bir yazardan kitap isteyip sahte övgüler sıralamak yerine, kitabı satın alın, okuyun ve içinizden ne geçiyorsa onu yazın. Samimi ve dürüst yorumlar, hem okur hem yazar için çok daha kıymetlidir.
Ben bugüne dek sadece içeriklerini gerçekten beğendiğim kişilere kitabımı gönderdim. Hiçbirinden beni övmelerini istemedim. Tek isteğim kitabı okumaları ve hissettiklerini açıkça paylaşmalarıydı. Eleştirildiğim zamanlarda bile o kişilere teşekkür ettim, çünkü içten ve yapıcı eleştiriler beni geliştirdi. Her zaman sahte övgüler yerine gerçek yorumları tercih ettim.
Yerli yazarlara gerçekten destek olun. Eğer ücret talep edecekseniz, bu talebinizi büyük yayınevlerine ve popüler yazarlara yöneltin. Çünkü gerçek destek, talep etmekle değil, sahip çıkmakla olur.
Kitap Yayımlatmak 101 (Tabii yayımlatabilirsen)Ekonomik sıkıntıların ortasında olduğumuz ve her şeyin giderek pahalılaştığı bir dönemdeyiz. Elbette kitap basma maliyetleri de bundan nasibini alıyor. Yayınevleri de haklı olarak, masraflarını karşılamayacağını düşündüğü projelere pek yanaşmıyor; özellikle de “yerli yazarlara.”
Bir yayınevi, yabancı bir kitabı Türkiye’ye kazandırmak için ciddi harcamalara giriyor: telif hakkı, çevirmen ücreti, kapak tasarımı, baskı… Dolayısıyla büyük bir risk alınıyor. Bazı yabancı yazarlar için bu risk göz ardı ediliyor çünkü kitaplarının satacağı neredeyse garanti görülüyor. Oysa pek çok yabancı kitabın da beklendiği kadar satmadığı bilinir. Yine de yayınevleri bu riski göze alıyor. Konu yerli yazarlara gelince, aynı cesareti çoğu zaman göstermiyorlar.
Fakat bunun tek sorumlusu yayınevleri değil. Okurlar da kitap alırken yabancı yazarlara öncelik tanıyor; yerli yazarlara ise pek şans vermiyor. Diyelim birine şans verdiler, diğerine vermiyorlar. Bu da yayınevlerini yerli yazarlara yatırım yapmaktan alıkoyuyor. Ya ünlü olacaksın, ya çok takipçin olacak ya da içeride güçlü bir tanıdığın bulunacak. Aksi takdirde itibarlı bir yayınevinden kitap bastırmak neredeyse imkânsız hale geliyor. Sitelerinde “3-6 ay içinde dönüş yaparız” deniyor, ama çoğunlukla hiçbir geri dönüş olmuyor. Kitabının okunup okunmadığını bile öğrenemiyorsun.
Daha küçük yayınevlerine yöneldiğinde ise bu kez farklı bir tabloyla karşılaşıyorsun: Yabancı yazarlar için alınan riskin maliyeti, yerli yazarlardan çıkarılmaya çalışılıyor. “Kitabını basarız ama masrafı sen karşılayacaksın, telif olarak da 5-10 veririz” yaklaşımıyla yüz yüze geliyorsun.
Yabancı yazara yatırım yapılırken, yerliden çoğu zaman esirgeniyor. Bırak kitapların satılmasını, yayınevlerinin senden talep ettiği masrafı bile çıkaramıyorsun. Çünkü okur seni değil, yabancıyı tercih ediyor. Haliyle yayınevi de aynı tercihi yapıyor.
Sonuçta, yerli yazarlar arasında sadece “şanslı” olanlarımızın kitapları basılıyor; geri kalanımız ise yavaş yavaş görünmez hale geliyor.
Biraz uzun bir yazı oldu, şimdilik bu kadar. Okuduğunuz için teşekkür ederim; düşüncelerinizi paylaşmanız beni çok mutlu eder. Bir sonraki gönderide görüşmek üzere.
Bence bu yerli yazar işinde en büyük sorunlardan biri bir merkezleşme olmaması.
İkinci sıkıntı da geri bildirim kültürünün gelişmemesi. Booktuberlara bir kitap göndermenin o kadar kötü olduğunu düşünmüyorum bu arada. Reklam harcaması olarak düşünülebilir.
Yayın evleri öte yandan hiçbir şeyin tanıtımını doğru düzgün yapamıyor gibi geliyor. Yazar çok kendi başına.
Korku/Bilimkurgu/Fantastik ekseninde eğer bir şeyler yapılacaksa bunun toplanmalarda ve festivallerde de kendine yer bulması lazım. Konuşmadan sonuca ulaşamayız.
Yazıyı beğendim. Ayrıca o kadar uzun bulmadım :).Eline sağlık.