Sosyonomik Görünüm, Haziran 2021


İnsan da ağaç gibidir; yükseklere ve ışığa ne kadar ulaşmak istese, kökleri aşağıya, toprağa, kötülüğün derinliğine ulaşmak için o kadar çabalar durur.

Friedrich Nietzsche, 1883
Müsilaj

2021 yılının haziran ayında kelime dağarcığımıza yeni bir sözcük daha eklendi: Müsilaj. Haziran ayında Marmara denizi kıyılarının sümüksü bir tabaka ile kaplanmaya başlaması kamuoyunun birdenbire ilgisini çekti ve “deniz salyası” hızlı bir şekilde haberlerin ilk sırasına oturdu. Böylece belki de ilk defa çevre ile ilgili bir gelişme, ana haber bültenlerinde ilk sıralarda kendisine yer bulabildi.

Oysa Marmara denizi çok uzun zamandır can çekişiyordu. Türkiye kamuoyu 1980’lerde koli basili isimli bakteri ile tanışmış, Marmara’da daha önce denize girilebilen pek çok sahilin bu bakteri ile kaplanmakta olduğunu işiterek Marmara’yı yüzülebilir bir deniz olarak görmemeye başlamıştı. İstanbul’un Marmara sahillerindeki plajların kapanmaya başladığı dönemdir; hemen hemen aynı tarihlerde İstanbul’un sayfiyesi olan ve pek çok İstanbullunun yazlığına ev sahipliği eden Darıca Yelkenkaya, Yalova, Çınarcık, Erdek, Marmara Ereğlisi gibi yerler de gözden düşmeye, “yazlıkçı turizmi” Ege ve Akdeniz’e kaymaya başlamıştı. Marmara sahilleri zaman zaman deniz anası ve yosunla kaplanıyor, denize girmek isteyenler, deniz yüzeyinin temiz olduğu sayılı günü kolluyordu.

Yoğun kirlilik sonucu kokuya neden olan Haliç’in ve Kurbağalıdere’nin temizlenmesi konuları da 1980’lerin sonu ile 1990’ların başında gündeme geldi. İstanbul’da ve Marmara’da çevre kirliliği, yüzlerce yıldır devam eden “Su Kültürünün” de gözden düşüşü anlamına geliyordu.

Marmara bölgesinde yaşayanlar epeydir denize giremedikleri gibi, Marmara denizinde avlanan balığın da küçüldüğünü, azaldığını, lezzetsizleştiğini görüyor, ancak bütün yaşananlar “modern yaşamın olmazsa olmazı” kabul ediliyordu.

Türkiye, kendisine ait, bu büyüklükte bir iç denizi olan, yeryüzündeki tek ülke. 11,500 km² yüzölçümüne sahip Marmara’nın 240 kilometre uzunluğundaki sahillerinde konuşlanmış 7 il var. İstanbul 15 milyonun üzerindeki nüfusu ile bir mega-şehir. Bursa 3 milyon, Kocaeli 2 milyon ve Balıkesir 1,23 milyon nüfusa sahip. Yedi ilin toplam nüfusu 22.5 milyon ve Türkiye toplam nüfusunun dörtte biri bu yedi ilde yaşıyor. İzmit Körfezi’nin etrafındaki Bursa, Kocaeli ve Yalova ile, Marmara’ya kıyısı olmayan Sakarya otomotiv sektörünün İstanbul’un Avrupa bölgesi ile Tekirdağ tekstil sektörünün geliştiği iller. Sadece Çanakkale ve Balıkesir hayvancılık ve balıkçılığa dayalı ekonomilere sahip. Tüpraş’ın 11,3 milyon ton işleme kapasitesi olan rafinerisi İzmit körfezinde ve Tüpraş tesis kapasitesini daha da arttırmaya hazırlanıyor.

Marmara denizine kıyısı olmayan Edirne, Kırklareli, Sakarya ve Bilecik de dahil edildiğinde toplam 25 milyonluk bir nüfusu ve otomotivden, gemi imalatına, dericilikten hazır giyime, petrol arıtmadan demir-çelik, çimento, kimya ve elektronik sanayiine kadar en önemli üretim tesislerini bu bölgeye yerleştirmiş bir ülkenin “Marmara’yı kurtarma” planları yapması elbette ciddiye alınacak ve umut bağlanacak bir girişimden ziyade, kamuoyu tepkisini azaltmaya, korkuyu yatıştırmaya yönelik bir makyajdan ibaret.

Yakın zamanda kimi yerbilimcilere göre iki, kimilerine göre üç adet 7.0 büyüklüğünün üzerinde deprem bekleyen Marmara, karşı karşıya olduğu deprem, kirlenme, doğal yaşamın sona ermesi, aşırı nüfus baskısı gibi tehlikelerle sadece bu bölgede yaşayanlar için değil, Türkiye’nin de geleceği bakımından büyük riskler barındıran bir bölge.

Korona Sonrası Kentler

Uygarlık tarihi aynı zamanda şehirlerin tarihidir. Dünyanın ilk şehirleri olarak bilinen Eriha, Uruk nüfusları 2,000-5,000 civarındaydı. M.Ö. 700-1500 arasında Yinxu, Ur, Babil kentlerinin nüfusu 100,000’i aştı. M.Ö 500 ile M.S. 500 arasında Kartaca 500,000, Roma 1,5 milyon oldu. Roma çöktükten sonra bin yılı aşkın bir süre boyunca en yüksek zamanındaki Roma’nın nüfusunu geçen şehir olmadı. Ortaçağda Konstantinopolis 600,000, Bağdat 900,000, Kaifeng 1 milyon ve M.S.1500 civarında Pekin ve Ayutthaya 1 milyonluk nüfuslarıyla en kalabalık kentler oldu. Sanayi devriminden sonra kent nüfusları yeniden artmaya başladı. 1825’te Londra 1,335,000 nüfusa ulaştı. 1925’te New York nüfusu 8 milyona, 1968’te Tokyo nüfusu 20 milyona dayandı. Günümüzde Guangzhou yaklaşık 50 milyonluk bir kent.

2020’lerin başında yeryüzünde 10 milyon üstü 35 mega-şehir var. Bunlardan 21’i Asya’da, 4’ü Güney Amerika’da, 3’ü Afrika’da. Mega-şehir, genellikle az gelişmiş dünyaya özgü bir olgu. Gelişmiş dünyaya ait sadece 9 mega-şehir var: Tokyo (38.8 m), Seul (25.5 m), New York (23.6), Osaka (20 m), Los Angeles (18.5 m), Moskova (16.9 m), Londra (13.8 m), Paris (12.4 m), Rhine-Ruhr (11.3 m).

Mega-şehirler, sanayi toplumlarında lojistik optimizasyonu sağladığı için, hizmet maliyetlerini düşürüyordu. Enerji, iletişim ve dağıtım hatlarını, sağlık, eğitim, ulaştırma ve barınma hizmetlerini belli bir alanda toplamak, geniş bir coğrafyaya yaymaktan çok daha verimliydi. Bu şehirler farklı yaş ve kültür gruplarının hizmet beklentilerini de kolayca sağladığı için yoğun nüfus hareketleri bu şehirlere yöneliyordu.

Ancak aşırı nüfus yoğunlaşması, hijyen ve sağlık sorunlarının yanı sıra, güvenlik sorunlarını da beraberinde getiriyor, çevrenin hızlı ve aşırı bozulmasına, eko-sistemlerin çöküşüne, hava, su ve toprak kalitesinin düşmesine yol açıyor.

Korona öncesinde kentler, çalışma dışı zamanlarda sosyalleşmek için cazip görünüyordu. Bir kentin ne kadar çok sineması, lokantası, kafesi, oteli, konser salonu, kongre salonu, tematik parkı varsa ve sosyal etkinlik sayısı ne kadar fazlaysa marka değeri o kadar yüksekti. Büyük kentlerde dış mekanlar cazip, iç mekanlar, ekonomik nedenlerle daha küçüktü. Özellikle son yarım yüzyılda evde geçirilen zaman iyice azalmış, evler ailelerin sadece akşam saatlerinde, iş ve okul çıkışında toplandıkları mekanlara dönüşmüştü.

2020’de başlayıp 2021’in ilk çeyreğinde etkili olan salgına bağlı kapanmalar, insanları çok dar mekanlara sıkıştırınca, ev içinde geçirilen zamanlar önem kazanmaya başladı. “Kent merkezine yakınlık” önemini yitirdi, banliyöler önem kazandı. Evde geçirilen zamandaki artışa paralel olarak kapalı mekanların baskısını azaltmaya yönelik olarak, park, bahçe, doğal alan talebi de arttı.

2021 yılında konut fiyatlarının en çok yükseldiği iller, E.8 artışla Muğla, Aydın ve Denizli oldu. Artış yüzdesi Antalya’da A.9, İzmir, Balıkesir, Çanakkale’de 3.9 oldu. Her sene konut fiyatlarındaki artışta başı çeken Ankara 0.3, İstanbul (.9 artışla bu illerin gerisinde kaldı. İstanbul içinde de Beykoz, Sarıyer gibi ilçelerde bahçeli villaların fiyat artışları 0’ü buldu. Benzer artış trendi, geniş peyzaj alanları, yürüyüş ve rekreasyon mekanları olan sitelerde de yaşandı. Konut sektöründe bir başka değişim, kiralık talebindeki artıştı. Pek çok aile, kent merkezinde kendi evinde oturmak yerine, banliyölerde kirada oturmayı tercih etti. Bu da kiralarda çok hızlı artışa ve Adalar gibi ilçelerde aşırı talebe neden oldu.

Korona salgınında ortaya çıkan bir başka eğilim, kalabalıklardan uzaklaşmak adına, kent konforundan vaz geçerek doğayla iç içe yaşamak üzere karavan talebindeki artıştı.

Son iki yılda ortaya çıkan bu eğilimler geçici olabilir ve korona salgını sona erdikten sonra, eski alışkanlıklara dönülebilir. Ancak bu eğilimlerin kalıcı olma ihtimali oldukça yüksek görünüyor. Mevcut trende göre kentlerde yaşam kalitesi düştükçe, kentlerde yaşamak zorunda olmayan yaşlılar, emekliler, uzaktan çalışma imkanı olanlar kentleri terk edip kalıcı olarak banliyölere, sayfiyelere taşınmayı tercih ediyor. Bu yaş ve meslek gruplarına yönelik hizmetlerde bazı meslek alanları şimdiden ciddi bir talep daralmasıyla karşı karşıya. Korona salgını pek çok insan için sadece küçük bir uyarı oldu. Güvenlik, temizlik ve sağlık sorunları, doğal besinlere ulaşamama, toprak, su ve çevre kalitesinin düşüşü, kentlerden kaçış trendini daha da hızlandırabilir.

Bu trend 1980’lerde başlamış, emeklilikte “sahile yerleşme” kültürü Bodrum, Marmaris, Çeşme, Kuşadası, Alanya gibi ilçelere talebi arttırmış, bu ilçelerde ciddi demografik değişimlere yol açmıştı. Uzunca bir zamandır çalışmak üzere İstanbul’a ve Ankara’ya gelenlerin nüfus baskısı, halihazırda bu kentlerde yaşayanları sahillere doğru itmekteydi. Bu kentler sadece nüfuslarıyla değil, yaşam tarzları ve kültürleriyle beraber uzunca bir zamandır sahillere doğru göç halindeydi. Buna karşılık büyük şehirler hızla kasabalılaşıyor, mega-köylere dönüşüyordu. İstanbul ve Ankara, milyonluk nüfuslarıyla muhafazakar Anadolu kasabalarına dönüşürken, sahiller kent kültürünün yaşadığı yerler olmaya yönelmişti.

Korona sonrasında, 19. ve 20. yüzyıllarda yükselen kent kültüründeki çöküşün hızlanması ve büyük şehirlerin sadece çalışmak zorunda olanların, hayatlarını sürdürebilme uğruna, pek çok riski göze aldıkları yerleşimler olma ihtimali oldukça yüksek.

Salgın sona erse de, büyük konserlerin, festivallerin, milyonlarca insanı toplayan açık alan etkinliklerinin kısa zamanda canlanması zor görünüyor. Önümüzdeki yıllarda tüketici orta sınıfa yönelik kültür, sanat etkinlikleri ve modern sosyalleşme mekanları önemini kaybedecek, muhafazakar bir kasaba kültürü ağırlığını ve yaygınlığını arttıracak gibi görünüyor.

İstanbul ve Ankara’da, uzunca bir zamandır bu trend ilerliyor. İstanbul’da plaj ve gazino kültürü çok uzun yıllar önce ortadan kalkmıştı. Beyoğlu, Taksim gibi eğlence kültürünü, Nevizade gibi meyhane kültürünü yaşatan mekanlar sıradanlaşıyordu. Bakırköy sahili çok uzun zaman önce yüksek binalarla işgal edilmiş, deniz kültürü ortadan kalkmıştı. Adalar otantik bir ilçe olmaktan çıkmıştı. Yalova, Çınarcık, Darıca gibi orta sınıfa, Florya, Şile gibi daha varlıklı, Marmara Ereğli gibi alt orta sınıflara hitap eden yakın sayfiyeler de önemlerini yitirince İstanbul’un kent kültürü yerini muhafazakar kasaba kültürüne bırakmaya başlamıştı. Ankara’da da benzer bir eğilim yaşanmaktaydı. Orta sınıfın önce Oran mahallesi, daha sonra Çayyolu gibi kentin uzak banliyölerine taşınmasıyla Kavaklıdere, Ulus, Kızılay önemini yitirmiş, bu semtlerdeki pek çok gazino, bar, kafe, tiyatro, sinema kapanmış, kent merkezi kimliksizleşmişti. Ankara’da Necatibey, İzmir caddesi, Karanfil sokak, Sakarya ve Tunalı Hilmi caddelerinin önemlerini yitirmesiyle, kent kültürü merkezden banliyölere göç etmişti. İstanbul ve Ankara’da yaşanan, Anadolu’da çok daha geniş boyutlarda ve yaygın bir şekilde yaşanmış, Anadolu’nun orta büyüklükteki kentlerinde yeme, içme, eğlenme kültürü önemli ölçüde ortadan kalkmış, bu kentlere koyu muhafazakar bir durgunluk yerleşmişti.

Bu trendlerin yakın zamanda tersine döneceğine dair bir sinyal yok; tam tersine, büyük ve orta büyüklükteki kentlerde bir kaç ilçeye sıkışmış kent kültürü de ortadan kalkma eğiliminde. Korona salgınında en büyük darbeyi müzisyenler, sinema ve tiyatrocular yedi. Lokanta, kafe, eğlence mekanı, sinema, tiyatro işletmecileri ve bu sektörlerde çalışanlar da işlerini kaybetti. Daha kötüsü, bu sektörlere yönelik talebi oluşturan orta sınıflar, şehirlerin banliyölerine ve küçük sahil kasabalarına taşındı, taşınmayanlar yaşam tarzlarını değiştirdi veya gelirlerindeki kayıplar nedeniyle değiştirmek zorunda kaldı.

20. yüzyılın başına dönüş

Açık alan etkinliklerinde ücret ödeyerek sosyalleşmeye, kent merkezlerindeki kalabalık mekanlarda zaman geçirmeye dayalı kent kültürü, geç sanayi dönemine ait ve son birkaç neslin deneyimlediği bir kültürdü. Bu kültür, önemli ölçüde tüketici bir orta sınıfın ortaya çıkışının bir sonucuydu.

Türkiye’de 1930-1980 arası ortaya çıkan ve sadece büyük kentlerde değil, Anadolu’nun orta büyüklükteki şehirlerinde de yaygınlaşan bu orta sınıf kültürü, özellikle 1960 ve 1970’lerde büyük bir pop kültür patlamasına yol açmıştı; Türk sinemasının, Anadolu-Pop’un, tiyatronun, yazlık sinemaların, çay bahçesi konserlerinin, gazinoların, cazbantların, plaj kültürünün, televizyon skeçlerinin altın çağıdır. 1980-2020 arası kent kültürü önce büyük şehirlere, daha sonra bu şehirlerin kent merkezlerindeki semtlerine sıkışmaya başladı. 1960 ve 70’lerde sanatçılar Anadolu turnelerine çıkardı, 2000’lerde konser salonlarına sıkıştılar. Dünyada da benzer bir trend yükseldi. 1930’larda cazbantlar barlarda küçük gruplara çalıyordu. 1960’larda British Invasion dalgasıyla başlayıp Woodstock Festivali sonrası Amerika’ya ve daha sonra da dünyanın her yerine yayılan büyük kalabalıklara çalma trendi, 2000’lerde AC/DC, Metallica, Iron Maiden, Muse, The Rolling Stones gibi gruplarla 500.000’in üzerindeki kalabalıklara ulaşmıştı. Türkiye’de bu trend fazla güçlenemeden 1970’lerde tıkandı. 2000’lerde yeniden canlansa da, Türkiye kökenli sanatçılar hep küçük dinleyici gruplarına ve genellikle kapalı mekanlarda çalmak zorunda kaldı. Korona sonrasında dünyada yeniden 1930’larda cazbantların küçük gruplara çaldığı gazino ve barlara dönüş yaşanabilir. Türkiye’de de muhtemelen müzisyenler uzunca bir süre küçük gruplara çalmak zorunda kalacaklar.

Yeşilçam’ın yazlık ve kışlık sinemalar, tiyatro kumpanyalarının Anadolu turneleri sayesinde Türkiye’nin her yerine ulaşabildiği 1960 ve 1970’lerin ardından 1980 ve 1990’lar sinema ve tiyatro için durgun geçmişti. Tiyatro 1990’larda TV skeçlerine ve 2000’lerde dizilere sıkışmış, sinema 1990’ların sonunda kıpırdanmaya başlamış, 2000’lerde nihayet ciddi kalabalıklara ulaşmıştı. Ancak hem sinemada, hem de tiyatroda kalite düşüşü çok belirgindi. Korona salgını, bu dönemi de kapatmış görünüyor.

Elbette kentlerde tüketici orta sınıf kültürünün yok olmasının nedeni sadece orta sınıfın kentleri terk etmesi değil; bizatihi bu sınıfın kendisi de ortadan kalkıyor olabilir. Bu sınıfın nasıl ortaya çıktığını 1930-1950 Dönemindeki Toplumsal Katmanlara Türk Edebiyatından Örneklerle Sosyonomik Bakış başlıklı yazımda ve 2021 Mayıs Sosyonomik Görünüm‘de özetledim ve günümüzde plütokrasiye karşı yürüttüğü sınıf savaşını da 2021 Mayıs Finansal Görünüm yazımda değerlendirmeye çalıştım.

Bu sınıfın tüketici olmasının yanı sıra iki özelliği daha var: Tasarruf edebiliyor ve edindiği varlıkları miras yoluyla çocuklarına devredebiliyor. Orta sınıf tüketmek, tasarruf etmek ve miras bırakmaktan oluşan bu üç özelliği 1960’lardan sonra kazandı. 1990’lardan itibaren gasp edilen haklarına ilaveten, her krizden sonra önüne konan kemer sıkma paketleriyle sertleşen sınıf mücadelesinde tasarruf edemediğini görerek spekülatif varlıklara yöneldi. Önce yüksek faiz veren bankerler, bankalar ve finans kuruluşlarına yöneldi, hisse senedi piyasasında şansını denedi. Ancak bankerlerin, bankaların, finans kuruluşlarının batışı, borsanın çöküşü ve zorla el konan tasarruflarının bir kısmının Konut Edindirme Yardımı (KEY) gibi alanlarda plütokrasi lehine kullanıldığını görünce daha “sağlam” gördüğü Amerikan Doları ve Avrupa Para Birimi Avro gibi alanlara yöneldi. Orta sınıfın daha genç kuşakları, şanslarını kripto varlıklarda deniyorlar.

Bu sınıf artık, 1960’lardan sonra kazandığı üç özelliği birden sürdürebilme imkânı olmadığını fark ediyor: Aynı zamanda tüketmek, tasarruf etmek ve anlamlı miktarda tasarrufu miras yoluyla devretmek mümkün görünmüyor; ota sınıf bir veya bir kaçından vaz geçmek zorunda. Şimdilik Batı benzeri bireyci bir kültür gelişmediği, ya da ailenin çok önemli olduğu Türkiye’de zemin bulamadığı için miras bırakmaktan vaz geçilemiyor. (Hatta tasarrufların devlete ve plütokrasiye kaptırılmaması için elden gelen her şey yapılıyor.) Tasarruf etmek de artık çok kolay görünmüyor, çünkü reel kazanç elde edilemediği için tüketimden sonra tasarruf edilebilecek bir birikim de kalmıyor. Geriye vaz geçilebilecek tek bir alan kalıyor: Tüketim. Bu alanda da vaz geçilebilecekler sınırlı. Doğal olarak en önce vaz geçilebileceklerden vaz geçiliyor: Bunlar dış mekan etkinlikleri ve korona salgını da bu süreci oldukça hızlandırdı.

Türkiye dünyadaki trendlere paralel olarak, ancak dünyadan çok daha hızlı bir şekilde 20. yüzyılın başına dönüyor: Tasarruf edilemeyen, tüketime kaynak ayrılamayan, gelecek nesillere bırakılacak mirasın olmadığı, sınıf atlamanın sadece hırsızlık veya zengin sınıftan biriyle evlenmekten geçtiği, kötü yönetimlerin bıraktığı borçları ödemek için en az bir neslin feda edildiği uzun bir durgunluk çağı.

Bu dönemi 20. yüzyılın başına göre daha dramatik kılan, öncekilere ilave olarak çevresel sorunların ve kitleleri tehdit eden büyük felaketlerin yaratığı risklerle dolu bir dönem olması.

Bu dönemde şimdiden kestirmesi zor bir süre boyunca kültür, sanat gerileyecek, dış alan etkinlikleri azalacak, 2000’lerin başında sıradan insanın da ulaşabildiği pek çok tüketim alanı yeniden varlıklı kesimlerin lüksü olacaktır. Kültür, sanat etkinliklerini ve yaygın tüketimi ayrıcalıklı sınıfların lüksü olmaktan çıkartacak kamucu, sol/sosyalist programlar da ufukta görünmediğine göre, en azından önümüzdeki on yılın kültür, sanat ve tüketim açısından oldukça durgun geçmesi beklenebilir.

Bu dönemin belki de tek olumlu yanı, doğanın kendisini onarma ve toparlanma dönemi olması olacak. Belki, geleceğe dönük hiç bir planı, programı, vizyonu olmayan, 50 sene içinde kendisine ait bir denizi öldürmeyi başarabilmiş Türkiye gibi ülkelerde müsilaj ve benzeri çevresel atıklar ortadan kalkmayacak, ancak dünya aşırı tüketim döngüsünden çıkma şansı bulacak ve bu da eninde sonunda Türkiye’yi de etkileyecek.

Korona dünyaya yeni bir yaşam, yeni bir kültür getirecek gibi görünüyor; bu yaşamın minimalist olması ihtimali çok yüksek.

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on June 11, 2021 06:04
No comments have been added yet.