Elif Şeyda Doğan's Blog, page 4

March 25, 2019

Ave Sokağı Yanardağı

Kayıp Rıhtım Aylık Öykü Seçkisi'nin "Yanardağ" temalı 115. sayısında yayımlanmıştır.Bu akşam hayattan turuncu bir şey istiyorum. Belki bağcıkları elimi acıtmayan yeni bir ayakkabı. Bunun için annemin yedi zengine daha hiçbir anlam ifade etmeyen resimleri yok pahasına satması gerek. Beyaz zeminin üzerine üç tane daire boyayınca mest oluyorlar. Bunu yapmasını istemiyorum. Öyleyse ucuz bir oyuncak da olur. Fikir içimde doğduğu an karın boşluğum tarafından reddediliyor. Haklı buluyorum. Komşunun uzağa, yatılı okula giden oğlunun eski oyuncakları odamda bana yer bırakmıyor. Hepsi beyaz. Çünkü hepsinin boyaları sökülmüş. Tüm zamanım hangisinin eskiden turuncu olduğunu tahmin etmeye çalışmakla geçiyor. Belki bir yanardağ istiyorumdur. Annemin heyecansız ses tonuyla anlattığı masaldakinden. Bir defa bile değişmeyen vurguyla, soluksuz anlatmasına rağmen kafamın içi nasıl datupturuncu olmuştu. Tertemiz bir tuval ve birkaç tüp boya almaktan dönüyoruz. İçinde “turuncu” geçen şarkılar uyduruyorum.İşte çocukluğun verdiği enerjiBir kutbu kapıların deliğiİşte geldi portakalın çekirdeğiVe turuncu düşlediğim tekerleğiAnnem bir saniyeliğine bile gülmüyor. Biçimli dudaklarındaki tek hareket soğuktan titremek. Ben hiç susmadığım için ağzımdan çıkan buhar, dudaklarımı ve burnumun ucunu ısıtıyor. Yürüdüğümüz yolun sonundaki sarı sokak lambasının altında bir beden seçiliyor. Önünde bir tezgâh. Annem görür görmez hızlandı. “Turuncu,” dediğini duyar gibi oldum. Kanım lıkır lıkır akmaya başlıyor. Söylediğimiz şarkılar birden gerçekleşebiliyor. “Bilseydim başka sözler söylerdim,” bile demiyorum. Derdim turuncu.Çelimsiz adamın birinin, ayaklarının aksak olduğu yamuk duruşundan anlaşılan seyyar meyve tezgâhına varıyoruz. Annem beş küçük boy portakal istiyor. Sokak lambasının sinsi yansımasıyla bu kadar taze ve lezzetli görünen portakallar, turuncu gözenekleriyle sıska seyyara, “Beni seç,” diye yalvarır gibi bakıyorlar. Kurtulmak istedikleri şeyi merak ediyorum. Sıskaya ait şekilsiz el, portakalı kaldırıp yumuşamış tarafını görünce bize dek ulaşan öfkeli fısıltılarla turunçgillerin sülalesini anıyor. Yalvarmakta haklılarmış. Sıska seyyar, tezgâhın önüne kapaklanıp kucağına aceleyle beş portakal doldurmaya yelteniyor. Her birinin altı bataklık vıcık vıcıklığında. Portakalların üzerine oturdukları yerleri hareketsizlikten çürümüş. Sıska seyyar onları bazen yürüyüşe çıkarmadığı için pişman mıdır, diye yüzüne bakarken dudaklarının arasına, ta en sağa sıkıştırdığı sigarasını yuvarlak yuvarlak tüttürdüğünü fark ediyorum. Duman gözlerini yakıyor, belli. Bir yandan aralık dudaklarının arasına bir kez daldırıp çıkardığı nasırlı parmak ucunda taşıdığı tükürükle poşetimizi açmaya çalışıyor. Annem adamın omzunun ardından portakalları görmek için eğilince yeni aldığımız tüp boyalar bile renk değiştirip sinirden kızarıyor.  Havada duran elimin parmakları neredeyse birbirine düğümlenecek. Midesi bir kalkıp bir oturan annem, oracığa kusamadığı için sımsıkı tuttuğu elimi acıtıyor. O poşetin içine girecekleri mutfak tezgâhına koymayı dahi düşünemiyor. Portakallardan biri kaldırılıp diğeri indiriliyor. Her biri bozulmuş bir şeylere. “Bizim bahçede eskiden bunlardan vardı,” diyorum bağcıkları açılmış ayakkabılarıma, “tabii o zaman siz yoktunuz.” Bir tek ikimiz duyuyoruz. Hiçbir şey aynı anda olmaz. Düzeltiyorum. Gerekli olan şeylerin tümü, asla aynı anda olmaz. “Asla”, korkunç derecede uzun bir zaman. “Çünkü dünya, içindekilere garezi olan birinin cebinde,” diyorum. Sıska seyyar portakal mıncıklamaya ara verip yüzüme dönüyor. Annemin eli gevşiyor. Elim havada salınarak bacağıma çarpıyor. Sonuncuyu sesli söylediğimi ağzımdan çıkıp burnumun ucundaki donmayı durduran buhardan anlıyorum. Kulak içini tatlı tatlı gıdıklayan “Şşşşşşşş!” sesi yükseliyor. Sıska seyyarın dumanının pek de havalı bir şey olmadığına seviniyorum. Kısa sürede herkes az evvelki yürek sıkıştırıcı pozisyonlarına geri dönüyor. Annem, şükürler olsun ki, portakallardan vazgeçiyor. Midesinin bunu kutlayacağından şüphem yok. Eliyle boşlukta “Ohoo...” yapıyor. Sıska seyyar dumanlar arasında az çok seçilen gözlerini en ucuna dek çekmiş, annemin elini kesiyor. İlk kimin davranacağına dikkat kesildiğimde çoktan sürüklenmeye başlıyorum. Annem dik bir yokuşu var gücüyle çıkıyor. “Mikroplarına söyle, sevinsinler,” diyor, “bugün de vitamin yok.” Elimi dişlerime değene kadar ağzıma sokup gizliden de gizli kıkırdıyorum. Mikroplar her şeyi biliyor. Sıska seyyarın tükürüklü eli çoktan kuruyor.Ave Sokağı’na, evimiz bu sokakta, girdiğimizde adımlarımız yavaşlıyor. Benim sekiz adımın annemin bir adımına eşit olduğu için, ben hâlâ koşturuyorum. Gözleri yola dizilmiş taşların arasından çıkan otlara mı takılıyor? Yoksa taşları mı beğenmiyor? Cumbalı evler dirsekleriyle birbirini dürtüp bizi gösteriyor. “Ressamın oğlu,” diyorlar benim için. “Çok resimleri var ama hiç portakalları yok.” Böyle diyorlar. “Resim beyin vitamini, portakal kan vitamini,” der annem. Komşumuz göçmen Maria, ona Ave Maria derler, bu sözünden ötürü anneme, “Bir gün vitamin zehirlenmesinden gideceksin,” der. Annemse kıvrak bilek hareketleriyle fırçayı sallarken, “Boya kokusundandır o,” diye cevap verir. Her öğleden sonra. Yol siyah. Gök siyah. Ayakkabılarımın çizilmiş yerleri gri. Gerisi siyah. Evlerin boyaları yeşil, mavi ve yine yeşil. Yalnızca gündüzleri. Bu karanlıkta onlar da siyah. Biraz turuncu arıyorum. Ave Sokağı turuncusu adını koyabileceğimiz bir tonda, bu yaşamdan umduklarını bulmuş ve kendini turuncu olmaya adamış bir turuncu. Evler gittikçe yükseliyor. Hayır, yokuş yükseliyor. Evler hep aynı boyda kalıyor. Görevlilerin sık sık kapımızı çalıp içinden çıkmamızı önerdiği, etrafını korumayla saracaklarını söyledikleri evimize ben daha hiç turuncu bulamadan giriyoruz. Yıkılabilirmiş. Evimiz. Annemi üzüyorlar. Bir keresinde, “Ne evi, burası saray, ben de bu sokağın en küçük kralıyım.” diye çıkıştım onlara. Yani, öyleymişim. Bunu da Ave Maria diyor. Penceresi bizim penceremize yok yakın. Çamaşır ipi gerdirilmiş iki çivi ile bağlıyız birbirimize. Bize sık sık gelir. Asıl evim dediği yerde adının ve lakabının birleştiğinde kutsal anlamlara geldiğini anlatıp durur. Bu mahalleye taşınmak başına gelen en güzel şeylerden biriymiş. Buna en güzel dediğine göre başına hep bayağı kötü şeyler geldiğini çıkartmak zor olmuyor.Annem, bir tek onun boyu yettiği için elektrik düğmelerine yaklaşıyor. Elini henüz bırakmadım, çekiştiriyorum. Onunla bu yolla rahatlıkla anlaşabileceğimi biliyorum. Beni önüne alıp karnımı yanlardan kavrıyor. Tek ıkınmayla beni kaldırabiliyor. Yüzümü duvarda gezdiriyorum. Düğmeyi bulduğumda burnumla ona vuruyorum. Körlük sona eriyor. Annem beni yüksekten yere bırakıyor. İki ayağımın üzerine düşmüyorum. Üzerindeyken sakıza benzediğim ahşap zeminden kendimi kurtarıyorum. Annem çoktan odalardan birinde beyin vitaminini paraya dönüştürüp bana kan vitamini yapmanın yollarını arıyor. Oysa ben turp gibiyim, kıtır kıtır bir turp. Ertesi sabah, annemin yatağının altına saklanmış, yukarıdan gelecek kıpırtıyı bekliyorum. Sağlam bir şamar yemenin kısa yolu bundan geçiyor. Sokaktan mutlu insan gülüşleri, aceleci insan soluksuzluğu, suçlu insan suskunluğu birleşip yükseliyor. Yatağın altında yüzüstü yatmış sıkılıyorum. Ellerimi çenemin altında birleştirip başımı yükselttiğimde erken kalkıp yol alan karıncaları izleyebiliyorum.
Trafik yaratmak için baş parmağımla işaret parmağımın oluşturduğu çimdikte karıncaları kaldırıp birbirinin tam önüne bırakıyorum. Çarpışıp birkaç karınca adımı kadar savruluyorlar. Onları incitmemek için daha fazla mıncıklamak istemiyorum. Artık sadece işaret parmağımı engelli koşu yükseltisi olarak kullanıyorum. Bir adım sonrasına onlar için Kafdağı kadar yüksek görünen parmağımı indiriyorum. Ya iyice yamacına sokulup parmağımı gıdıklıyorlar ya da azimle zirveye tırmanmaya çalışıyorlar. Sürekli bir kaçış yolu buluyorlar. Sıkılıyorum. Annem horluyor. Dudakları sıska seyyarınki kadar aralıksa ip gibi dizilmiş siyah şekerlerin, karınca demekten daha iştah açıcı, içeri sızmasından korkuyorum. İşin kötüsü, bunun olacağına birdenbire inanıyorum. Hatta onlara bileniyorum. Böyle durumlar için, çünkü bu bana sık sık olur; aklıma gelir, inanırım ve öcümü alırım, cebimde tıkır tıkır ses çıkaran kibrit kutumu yokluyorum. Gözlerimi annemin ağzında ne işleri olduğunun hesabını soracağım kalleşlere dikiyorum. Öfkeden kızarıyorum. Titriyorum. Ayak parmaklarımdan saç uçlarıma doğru titreyerek yükselen bir ısı var. Ağzımı aralasam lavlar püskürteceğimden korkuyorum. Kibriti çoktan kutusuna sürtmeye başladığımı görüyorum. Bir tanesini yakabildiğimde, “Turuncu!” diye bağırıyorum. Ağzımdan çıkan havayla savrulan ateş, yandan bakan biri için lav püskürmüşüm gibi görünebilir. Üst katımda bir hareketlilik. Burnumun içine dolan o koku. Yatağın hemen altına, yan yana duracak ayaklara son derece uygun konumdaki terliklere inen bir çift ayak. Oysa buraya saklanmaktaki amacım annem ayaklarını tam sokacakken terliği sağlam bir tokatla karşı duvara kadar atmaktı. Yine de, işte turuncu, diyorum. Annem artık içi dolu olan terliklerin içinden çıkan ayaklarını iki yana açıyor. Yerinden kalkmadan eğilerek yatağın altına bakıyor. Yüzüme tersten bakarak tükürüyor. Elini yatağın altına attığında geri sıçrıyorum. PAT! Kafatasım yatağın alt demirinin şeklini alıyor. Annem dişlerini sıkıp gözlerini kapatıyor. Oh, şaplaktan yırtıyorum.Gün, ayrı odalarda geçiyor. Karın boşluğumda henüz konuşmayı öğrenmiş biri büyük günahları olan küçük çocukların avuç avuç karınca yemekle cezalandırılacağını bağırıyor. Elimle üstüne bastırıyorum. Öksürürken konuşmaya çalışmaktan vazgeçmiyor. Etrafa, böbreklerime mesela, tükürükler saçtığından eminim. Karınca yakmanın bedelinin kaynayan, fokurdayan bir yanardağın içine hapsolmak olduğunu söylüyor. Bir tane vuruyorum. Birkaç saniye nefesim kesiliyor. Derin bir nefes aldığımda kapıdaki gözleri fark ediyorum. Ekranlarda gördüğüm usta suçlulara özenip aşikâr olanı görmemiş gibi yaparak kendime söylenmeye başlıyorum. “Yanardağlarda kavrul, böcek!” derken bir tane de tokat yiyorum. Kendimden. Kapı sessizce yalnız bırakılıyor.Yetinmeyi bilmiyorum. Kapıyı ve daima ardında sakladığı odayı terk edip az önce beni seyrettiğini katiyen bilmediğim annemin yanına gidiyorum. Şovalenin başında. Palete sarı ve yeşil boyalardan birer damla sıkıp incecik uçlu fırçasıyla karıştırıyor. Taburesinin rahat bir sırtı olmasını istiyor. Belini doğrultup gererken çıkan sesler çamaşır ipine binip göçmen Maria’ya dek ulaşıyor. Neyse ki, Ave Sokağı henüz derin uykusundan uyanmıyor. Bu kez de annem ne yaptığımı görmediğini iddia eden ifadesiz maskenin lastiklerini kulaklarının arkasına geçiriyor. O benim kadar usta değil. Gözleri fır dönüyor. Palete daha sert darbeler atmaya başlıyor. Sarı ile yeşil hiçbir zaman bu kadar haşır neşir olmamıştır. Boyum, annem yüksek taburedeyken karnına denk geliyor. Dirsekten büktüğü kolunun altına kafamı sokup alnımı karnına gömüyorum. Bir süre oralı olmuyor. Kafamı sallamaya başlıyorum. Paletin temiz yerleri, annemin bulduğuna emin olduğum büyülü renge bulanıyor. İyisi mi fırçayla paleti masaya indiriyor. Ellerini saçlarımın arasına indirdiğinde içimdeki yüksek boylu ağaçlar rüzgarla dansa kalkıyor.Her bir saç teli mest olduktan sonra, nihayet suçlu kafamı kaldırıyorum. Yüzümde dünyayı henüz görmüş bebek ifadesi. Doğrulurken karın boşluğumda annemin duygularını sömürmekle ilgisi olmayan kasılmalar hissediyorum. Usta suçluların sessiz çığlıkları, diyen bir kitabı hatırlıyorum. Geç kalmadan uyguluyorum.“Ah, anneciğim...” Ruhsuz, ya da benim eşiğimden yukarıda kalacak kadar fazla ruhlu köşk çocuklarının kusursuz vurgularını kullanıyorum. “Nasıl da korkuttum sizi.” Annem etrafına bakıyor. Ave Maria, diye sesleniyor. Çamaşır ipi göz ucuyla bizim pencereye bakıyor. Karnıma çaktığım yumruğun etkisinin kafamdan çıkmasından korkuyor. Elinin tersini boynuma, ince, boyasız dudaklarını altına değdiriyor. Ateşim yok. “Yalnızız, güzel çocuğum.” Karın boşluğumda usulca kendine gelen dilli vicdan, “Bir de hasta numarası mı kesiyorsun?” diyor. Sımsıkı kapadığım yumruğumu yay gibi gerdiğim gövdeme indirmeye hazırlarken annem tek eliyle iki yumruğumu da kavrıyor. Zamanı geliyor.
“Bu renkle benim için büyük günahları olan küçük çocukların içinde kavrulup püskürerek çok yükseğe, bir bulutun bile üstüne fırlayacağı bir yanardağ resmi yapar mısın?” Elleri yine çözülüyor. Başımı dizine yaslıyorum. Mağdur çocuk iç çekmelerini eksik etmiyorum. Annem elini masaya atıp turuncu boya tüpünü alıyor. “Önce karıncaları saklamam gerek,” diyor. Ellerini ovuşturan sinek beynimin içinde kıkır kıkır vızlıyor. Karın boşluğum yeniden boş. Elif Şeyda Doğan

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on March 25, 2019 11:17

Çirkin Suratlar Heykel Müzesi

Heykel müzesinin giriş katı. Camekân. Dışarıdan bakıldığında geceleyin noktacıklar halinde ışıklarla bezenmiş karanlıktan ibaret gözüküyor. Onlarca biçimsiz, görenlerin sıradan bir taşa bile benzetemediği şekillerin hepsi birer surat. Yuvarlak ve asimetrikler. Gözleri oyuntudan ibaret olanlar, kulakları gözlerinden küçük olanlar, her şeyin zerre kadar olduğu bozuk, asık, çirkin suratlar müzesindeyiz. Karışık saçlı, ufak gözlerinden tehditkâr bakışlar saçan adam, müzenin daimi ziyaretçisi. Her gün müze kapatılmadan az önce gelir, heykellerin hemen önünde dikilir. Eğilip burnunu olabildiğince ileri uzatır. Koklar. Suratları. Onunki kadar yuvarlak suratları. Adamın derisinde bazı akıntılar var. Boyası akmış tablo. Mürekkebi saçılan dolma kalem. Onun yüzünde sulandırılmış renkler var. İrislerinin siyahlığı gözünün akına taşmış. Siyahtan beyaza geçerken grilikler, dalga dalga bulantılar. El tırnaklarının bitiş yerleri belli değil. Dudak çizgisi belirsiz. Ziyaretçi, dağılmış heykel saçlarını bin yıldır su değmemiş, kıvırcıklığı düğümlerinden kaynaklanan saçlarıyla bir görüyor. Paçası kısa gelen kahverengi pantolonunun altında lastiği gevşemiş, bileğinde toplanmış kırmızı çorapları ıslak görünümde. Siyah ayakkabılarının bağcıkları çekilmekten incelmiş. Zaten artık üst üste kaç düğüm. Çözülmüyor.Suluboyadan yapılmış insan olmak kolay değil. Damlıyor.
Spiral suratlı, müzede vücuda sahip olan tek heykel gözlerini ziyaretçiden kaçırıyor. Hiyerarşinin başlangıcı. En büyük heykel ziyaretçinin yüzüne bakmıyorsa hiçbir heykel göz göze gelmeyecek. Kimileri bundan rahatsız. Yapacakları yoksa da bakılmaya tahammül edilmeyen gözlerini adama dikiyorlar. O ise gümüş, sivri, çirkin şekilli surata gidiyor. Bu suratı saatlerce hayretle izliyor. Karşısında durup öylece. Görevli uyarana dek. Sonra, çıkıyor. Hareli, rengi karışmış gözlerini bir saniye kaçırmadan uzun süre izlediği heykeli ilk defa bugün koklamıyor.* * *Çat! Çat! Çat!Önce camekânın dört yanı sıra sıra kararıyor. Aydınlık dört cephede de yitiyor. Geniş salonun tüm elektrik düğmelerine sertçe basılıyor. Özgürlük. Heykeller nihayet özgür kaldıklarından söz ediyor. Kimse bir metreden sonrasını göremese de birbirlerinin yüzlerindeki rahat gülümsemeyi hissediyorlar. Tedirgin edici ziyaretçinin ilgilendiği heykel uykudan henüz uyanıyor. Bozuk makinelerin aksama seslerinden çıkarıyor. Geriniyor olmalı. Hiçbir şeye benzemeyen suratı mermerden. Parlatılmış. Gümüş rengi. İnsanoğlu işleri biraz daha ilerletirse heykellere gece görüşü de takar, diye düşünüyor. Yüz kaslarını açmak için ağzını geriyor. Yırtılacak. Neredeyse. Heykeltıraşının onun her bir zerresi üzerinde çirkin olması için dilekler dileyerek kaç yıl çalıştığını hatırladıkça tiksiniyor. İnsanlar nadiren buraya kendilerini kabul etmeye geliyor. Heykel değilim.Çirkin değilim.Çirkin heykel suratından ibaret değilim.Böyle söyleyebilmek için onları görmeye geliyorlar.
 Gümüşi heykel kimseye fark ettirmeden yerinden ayrılıyor. Gün boyu dokunulmaktan parmak izi dolmuş, yağlanmış, milyon mikroplu yüzeyini yıkamak istiyor. Sert zemine iniyor. Gözlerini sonuna kadar açıp karanlığı göz kapaklarının içine doldurmak istiyor. Yüz çirkin surat kör olacağına, bir çift çirkin göz kararsın. Böyle diyor. İçinden. Kimse duymasın. Nasılsa bütün gün gözlerini açmıyor.Takırtılar. Salonun öte ucundan. Geliyor. Yaklaşıyor. Sanki çivilendi. İlerleyemiyor. Yaklaşıyor. Kulağının dibinde. Dişlerini gıcırdatarak inliyor. Gümüşi heykel ışıklı sütunların biraz olsun aydınlatabildiği belirsizliğe gözlerini dikiyor. En büyük heykel değersiz malzemeden yapılmış, yer doldursun diye koyulmuş orta boylu heykeller tarafından kaçırılıyor. Heykellerin tozunun alındığı siyah ince kumaşlı pürüzsüz bez gün içinde ele geçirilmiş. Şimdi büyük heykelin boynuna dolanmış, sıkılıyor. Gümüşi heykel göremediklerinin farkına vardığında dişlerini sıkıyor. Çenesinde kuvvetli bir ağrı. Büyüyor. Tahminince, en büyük heykelin gözleri büyüyor. Rengi de kararıyor. Boynundan aşağısı da var. Biraz şişiyor. Bedeni karardıkça salonun siyahlığıyla birleşiyor. Heykel hiyerarşisi de orada son buluyor. Büyük heykelin boynu parçalanıyor. Son tahminini sesler teyit ediyor. Kafası tuz gibi dağılırken yere düşen bir tabağın kırılmasından daha az ses çıkarıyor. Bedeni cılız bir çocuğun bayılması gibi, süzülerek iniyor. İki büklüm koca heykel. Yumuşak zemine yavaş iniş. Ölümün beklendik olanlarından. Ansızın kırılsaydı halı isyanı koparmıştı. Orta boylu, öylesine heykeller böcekler gibi hızla etrafa dağılıyor. Büyük heykelin çirkin suratı bir yanda, siyahlaşmış, heybetli, yeni tarz gövdesi diğer tarafta. Boynundan aşağısı iki topu birbirine dikmişler gibi. Suratı spiral şeklinde. Zamanımızın heykelleri, diyor görenler. Zamanımız. O da boğuyor. Hepimizi.Firari heykel üzerindeki parmak izlerine şükrediyor. Kötünün de kötüsü var. Bir heykel elindeki kötüyle idare etmesini bilmeli. Çirkin suratlı heykel elindeki kötüyü alıp yüzüne boca etmeli. O da diğer orta boylular gibi kaçıyor. Kendi sütununun arkasına geri dönüyor. Başını sütununun yanından çıkarmış, büyük heykelin son sözlerini duymaya çalışıyor: - Ellerin sütunun altında.Kafası bedeninden ayrılmış çirkin suratlı iri yarı heykel bozuntusu! Böyle de umut tacirliği olmaz ki, son nefesin kursağında. İç sesi böyle konuşuyor. Eller. Her surat heykelinin hayali. Ve sonra ayaklar. Kimisi için iri göğüsler. Ötekiler için şekli düzgün penisler. Güçlü görünümlü kollar. Gövdeler. Şekilsiz ayaklar. İpince bilekler. - Camekân siyah perdeyle kapatıldı. Suluboya damlalarını takip et. Son sözlerini söyler gibi değil. Düzgün konuşuyor. Neredeyse dirseğini yere sabitleyip eliyle başını tutacak. Az sonra büyük heykel derin bir nefesi hava kaçıran balon gibi bırakıyor. Ahhhhh... Sütunun arkasında bir panik. Atağa geçiliyor. Sütunu kaldırmalı. Ellerini alıp ayaklarını aramaya başlamalı. Gümüşi heykel, kendi sonunu birkaç adım ötesinde görüyor. Ölmesi yere düşmesine bağlı. Ellere ve siyah perdelere boş verip kaçıyor. Suratını ite ite ancak on adım gidiyor. Tek başına olmaz. Sütununa geri dönüyor. Elleriyle ayaklarını da almalı. Yanında ikâmet eden İngiltere çirkin suratlısı Cosep denen heykeli dürtüyor. “Öyle durakalmak için mi varsın,” diyor. “Elbette,” diyor öteki, “parmak izlerimi sile sile bitiremeyeceğime göre zamanı bitirmeyi denemeliyim,” Firari heykel, her akşam ve her gece nereye gittiğini kimsenin bilmediğinden artık emin olamıyor.Çirkin Cosep farkında. Gümüşi heykelin her akşam yıkanmaya gittiğinin. Hatta belki ellerinin nerede olduğunun, neden kollarının ucunda olmak yerine sütunun altında olduklarının. Her şeyin. Gümüşi heykel, “Cosep, Cosep,” diye inleyerek ağlamaya başlıyor. Cosep gözlerini diğer tarafa çevirerek ıslık çalmaya başlıyor. “Seni duymuyorum, eller de ayaklar da umurumda değil,” ıslığı.Gümüş heykel idrak edemiyor. Bir saat evvel üzerine çivilenmiş gözlerden kurtulup uzun bir duş hayal ederken şimdi zamanı geri almak, o adamı karşısında görmek istiyor. Her akşamüstü ve gece sütunun üstünden kalkıp müzenin arka tarafında gönlünce vakit geçirdiğinde, geniş salonda ellerini ve ayaklarını kendine takan çirkin suratlı heykeller ne yapıyor? Rahmetli, gümüş heykele bunu söylemek için bunca zaman neden beklemiş olsun? Gümüş heykel kendini bırakıp sütunun yanına sığınıyor. Müze salonunda uğultular yükseliyor. Büyük heykelin yok oluşu kulaktan kulağa yayıldıkça efsaneleşiyor. Orta boylu heykelleri ayakları altında ezecekken kayıp düşmüş, un ufak olmuş. Hayır, kayıp düşmeden evvel öyle bir üfürmüş ki, etrafındaki heykelleri savurmuş. O yüzden o düşer düşmez ortalıkta kimse kalmamış. “Sizler gibi kollarım olsaydı bu üzgünlükte göğsümde kavuştururdum,” diye bağırıyor.Büyük heykelin dört yana saçılan paramparça taşlarını toplamak için geri dönen orta boylu heykeller az önceki gibi değil. Kolları, ayakları ve onları başına bağlayan iri gövdeleri. Gümüş heykelin panikten birbirine dolaşacak elleri ve ayakları yok. Sütunun altında, arkasında, onun suratına ait olan hiçbir yerde. Karanlığa dost çıkan lambalar bir bir patlıyor. Hiçlikte asılı kalmış bir parça müze zemininin üzerinde, ona ellerini ve ayaklarını vermeyen sütunun arkasında tek başına. Onun suratını aydınlatan ışıklar da sönmeye başladığında karanlıktan gelen suratları seçiyor. Orta boylular, daha büyükler ve küçükler. Suratlar yüksekte. Asıl olması gerektiği yerde. Ayaklar onları yükseltiyor. Kollarını ileri uzatarak yürüyorlar. Görmedikleri için gümüş heykelin suratını kaçırmak istemiyorlar. Ayaklarını sütunun altından çıkartıp bulduğu ilk gövdeye takarak nihayet bir bedene sahip olduğundan eminler. Gümüşi heykel dehşetin verdiği yüz gerginliğiyle yassılaşmış, anlamını kaybetmiş görünüyor. Ağzı kapanmıyor. Gözleri az sonra yerinden fırlayacak. Kendini bırakıyor. Başının arkası yere gelecek şekilde. Kırmızı kurdeleyi ayaklarıyla ezen suratlar saldırgan homurdanmalarla büyük gürültü koparıyor. Sözleri seçilmese bile, canına kastedecekleri anlaşılıyor. Son ışık da sönüyor. Kocaman taş ayakların öfkeyle zemine indirilmesinden çıkan sesler olmasa, gümüş heykel sonunun ne zaman geleceğini hesaplayamaz. Simsiyah müze salonunda, en büyük heykelin parçalanışı gözlerinin önünde, tuz tanecikleri kadar küçük zerrelere ayrılmayı bekliyor. En azından bu görüntü gitsin diye olacak, gözlerini kapatıyor. Müze salonunu çevreleyen karanlık camlar. Sayfaların çevrilmesi gibi açılıyor. Gümüşi heykelin kapalı gözlerinin ardında tanımsız bir sarılık. Tüm lambalar açıldı sanıyor. Gözlerini açtığında camların sıra sıra açıldığını görüyor. Siyah bir yüzey camın üzerinden itinayla sıyrılıyor. Gözlerinin üstünde kendisine doğru inen taş ayağı görene dek mutlu. Kendini sağa deviriyor. Yüzüstü yapıştığı halıda en çirkin surat olarak sergilendiği günlerin özlemi var. İçinde yükselen heyecanla ağır varlığını öne atıyor. Alanının dışına çıktığında rahmetli büyük surat heykelin sözlerini yeniden duyuyor: “Camekân siyah perdeyle kapatıldı. Suluboya damlalarını takip et.”Kendini doğrultamıyor. Hiçbir uzva sahip olmadığını gören işgalci suratlar hiddetle üstüne yığılıyorlar. “Bizim gibi olmayan, öl!” Saatler önce bittiğine inandıkları heykel hiyerarşisi. Diğerleri, sahip olduklarını karşısındakinde göremediklerinde, onu yok etmek istiyor. “Bizim gibi olmayan, öl!” Az önce parçaladıkları büyük heykelin son sözleri kulaktan kulağa yayılmasa hiçbiri kendi alanını aramayacak, heykeltıraşlarının vakti geldiğinde ortaya çıkaracağı uzuvlarını suratlarına takamayacaklardı. Zamane heykelleri. Gümüşi heykel, koca suratını ezen taş ayaklara teslim oluyor. “Bizim gibi olmayan, öl!” İrice var edilmiş gözlerini kapatmıyor. Sonunu görmeyi hak ediyor. Özenle yana yatırılmış saçları neyse ki hengâmede dağılmıyor. Bazı ayrıcalıkları olan heykellerin sonu birbirlerinin ellerinden geliyor. “Bizim gibi olmayan, öl!”“Bizim gibi olmayan, öl!”“Bizim gibi olmayan, öl!”Kimin bastığını, hangisinin sağlam bir tekmeyle yuvarladığını göremeyen heykel, bir el, hem de taş bir el tarafından ayaklar altından çekiliyor. Çirkin Cosep. Müze asıl şimdi aydınlanıyor. İngiliz ellerini bulmuş. Parçalanmak üzere olan komşu heykeline kıyamıyor. İşgalci heykeller ayaklarını neye bastıklarına dikkat etmeden kaldırıp indiriyor. Birbirlerinin ayaklarını ezdiklerinde bunun gümüşi heykelin suratı olmadığını bilmiyorlar. Tek istedikleri: “Bizim gibi olmayan, öl!”Cosep, henüz kullanmaya alışmadığı kollarını bükemiyor. Çirkin suratı taşıyor. Kıramadığı dizlerini sıra sıra öne atarak onu gözü dönmüş heykel kalabalığından uzaklaştırıyor. Müze salonunu ortasına geldiklerinde, karşılarındaki camın ardında onları izleyen adamı görüyor. Cosep’in taş kolları gevşiyor. Çirkin surat halıda. Değiştirmediği gevşemiş kırmızı çoraplarıyla orada dikilen adamın gözleri yine gümüşi heykelde. Cosep şimdi dizini bükebiliyor. Kıçına dek götürdüğü ayağını ileri atıyor. Çirkin suratın tam ortasına. Heykel kafası yuvarlanmaya başlıyor. Kırmızı halı, müze tavanı. Kırmızı halı, müze tavanı. Defalarca dönüyor. Salon bitip de beyaz zemine geldiğinde yan yatmış vaziyette yola bakıyor. Damlalar. Büyük heykelin söylediği suluboya damlaları. Kırmızı, gri, mavi, mor. Adamın üzerinde olan tüm renkler. Takip etmekten başka çare bulamıyor. Damlalar arasında birer metre var yok. Nihayet kapıya geldiğinde, müze girişlerindeki öten cihazların içinden geçmek için kendini doğrultuyor. Çenesini ileri geri oynattığında suratı yol alabiliyor. Ses yok. Metal olmadığını biliyor. Müzeden çıktığında bir çift tozlu ayakkabı burnunun dibinde bitiyor. “Perdeleri açtım,” derken çarpık dişleri, az önce orada olmayan güneşin keskin Tilbeleriyle parlıyor. Ayağının ucuyla heykel suratı yükseltip göğsünde yumuşatıyor. Bir kolunun altına sıkıştırdığında, gümüşi heykel burnunu da kaybetmeyi diliyor.Gittikçe ısınan hava, suluboyayı eritiyor. Mor kollarından akan boyalar gümüş heykele bulaşıyor. Arka cebinden cılız heykel kolları çıkarıyor. Çirkin surat bozuluyor. “Benimki neden içeride değil?” Sesi adama ulaşmıyor. Diğer cebinden tutmayan taş ayaklar çıkarıyor. “Benimkiler neden böyle?” Duysa da çaktırmıyor. Gümüşi heykelin ne büyüklüğüne ne de çirkinliğine uyan uzuvları cebinden çıkardıkça, surat nefes alamaz hâle geliyor. Surat adamın kolunun altında kıpraşmaya, oradan kurtulmaya çalışınca panikliyor. Elindeki kolları ve ayakları düşürmemeye çalışırken müzenin içinden tahammül edilmez gürültüler yükseliyor. Bir yanda kolunun altında hâkim olamadığı çirkin surat, diğer tarafta müzenin içindeki heykel isyanı. Hiç olmazsa çığlıkları anlamlandırmaya çalışıyor. “Benim kolum!”“Taş kafalı! Uzun kollar bana ait!” Panikten sıcak basan vücudu boya saçan suluboyadan adam, damlaya damlaya göl oluyor. Rengarenk bir gölün ortasında tutmayan uzuvlarıyla kalan gümüşi heykel bir daha müzede yaşayamayacağından emin. Perdeleri açık müzenin içine baktığında, orta boylu heykellerin beğendiği kollara sahip olan heykel suratları aynı siyah bezle boğarak parçaladıklarını görüyor. Suluboya havuzunda biraz yüzüp kendine yeni bir sima edindikten sonra, olanları unutmak ve yeni bir başlangıç yapmak üzere, resim-heykel müzesinin deneysel çalışmalar katına müracaat etmeye gidiyor. Elif Şeyda Doğan
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on March 25, 2019 11:15