Elif Şeyda Doğan's Blog, page 2
April 14, 2020
Kanlı Katedral Sabahı
Bu öykü Karatina Fanzin'de yayınlanmıştır.Dev, düşmüş omuzlarını kaldırmaya mecal bulamasa da son saatlerini metanetini olabildiğince koruyarak geçirmeye çalışıyordu. Hayatın film şeridi gibi gözlerin önünden geçme saçmalığına ömrü boyunca inanmamış olduğuna pişmandı. “Böyle bir şeyin gerçek olacağına biraz bile ihtimal vermiş olsam son günümde görmek istemeyeceğim şeyleri yapmazdım,” diyordu. Tesellisi, bu şeridin yalnızca kendi gözlerinden geçiyor olmasıydı. Başkaları da görseydi belki utanırdı. “Bir ölünün hakkında en çok ne kadar kötü düşünebilirler?” diye sorardı kendine.İki gündür deri yüzücü tayfayla yolda olmanın verdiği can sıkıntısı devin sert soluk alış verişlerinden belli oluyordu. Onlarca kilometre geride bıraktıkları küçük ve ıssız şehirde son işlerini gördükten sonra kulaklarına gelen bir bilgiye göre kurbanları ayaklanmış, dört bir yanda devi ve yardımcılarını arıyorlardı. Kılıç ve kalkanlarını kuşanmışlardı. İçlerinden yüzlercesi vahşi bir gecede ölümün kokusunu duymak için yemin etmişlerdi. Şehri ivedilikle terk ettiler.Düşüncelerinin derinliği adımlarını da yavaşlattı. Başını kaldırdığında devasa bir yapıyla karşılaştı. Yani... Bir bütün olsaydı, böyle söylenebilirdi. Günün bu saatlerinde etrafı aydınlatma işi yaşlı sokak lambalarına kalıyordu. Öyle zorlanıyorlardı ki, iniltileri işitiliyordu. Şans gülümserse bir araba geçerdi ve farıyla birkaç saniyelik seyri başlatırdı. Vahim tablo böylelikle görülürdü. Yapının bir tarafı neredeyse tamamen yıkıktı. Kim bilir kaç asırlık, diye geçirdi içinden. Dev, ilk bakışta büyüleyici, terk edilmiş, unutulmuş bir katedralin önünde, şapelin ise biraz solunda olduğunu fark etmedi.Katedralin içi hiç bu kadar tehlikeli ve dolu olmamıştı. Yaklaşık üç yüz yıldır. Deri yüzücüler kalabalık bir ekip değillerdi. Dev, kırmızı kuyruklu şahin ve bir iskelet yarım asırdır kulaktan kulağa yayılan dehşetin müsebbibiydiler. Şahin, yara bere içinde kalmış devin terlemiş parmaklarından sıyrılıp havalanırken çığlık çığlığaydı. Dev, başını eğmesine gerek kalmayacağı yükseklikteki ilk kapıdan geçtiğine inanamıyordu. Yırtıcı kuşun uçmasıyla gözlerini kapı çerçevesinin tavanından alıp içine girdikleri harabeye dikti. Çok geçmeden, ya mimarisinden ya da içerinin genişliğinden nereye geldiklerini anladı. Bir çeşit dini yer, diye geçirdi içinden daha evvel bu gibi yerlere yolu düşmeyen dev. Şahinin metrelerce yükselse dahi hiçbir engele çarpmadığı terk edilmiş katedralin duvarlarında yorulunca konabileceği onlarca direk vardı. Zincirler ve kalın ipler bir duvardan diğerine gerilmiş, asılı duruyorlardı. Dev, kırmızı kuyruklu şahinin yenilgiden sıkılmış olduğunu anladı. Alnına düşüp oradan gözlerine hücum eden saçlarının izin verdiği ölçüde ardından baktı.Dudağın bir yanı aşağı kıvrılmıştı. Belli ki içinden sızlandı.Çizmesinin sivri topuğu katedralin sonsuz boşluğunda yankılar uyandırıyordu. Kaç asırlık uykudan uyanmıştı kim bilir. Gece üstüne öyle bir çökmüştü ki, dünyaya onun varlığını yeniden unutturmak istiyor gibiydi. Yarısı yıkılmış duvarlardan bir kez dışarıya bakan bir daha güneşin doğmayacağına ant içerdi. Esrarengiz ve ürkek katedralin dışında, yerden yükselen direkler uçlarındaki geniş başlı lambalardan püskürttükleri keskin bir sarıyla etrafa hücum ediyorlardı. Uzun yalnızlıkla hırçınlaşmış ışığın katedralin geniş pencerelerinden içeri sızmak için bolca alanı vardı. Ayak sesleriyle yükselen heyecan, tozlanmış lambalardaki yerini ne yapacağını bilmezleştiren eski bir tanıdığa bırakmıştı: Endişe. Işık şimdi başka türlü parlıyordu. Elinde avucunda ne varsa verip ayak seslerinin, kanat çırpışlarının sahiplerini aydınlatmak istiyordu. Ne cam ne çerçeve, ışığın tek damlasına bile karşı koyabilmek için orada değillerdi.Dev, sarı ışıkla aydınlanan bedeninin aksini, yerdeki büyük bir cam parçasında gördü. İlkin yüzü buruştu. Ucubeliğine onun bile tahammülü yoktu. Ufak cam parçasına sığan yansıması vücudunun küçücük kısmıydı. Şanssızlık eseri omuzlarından yukarısı denk gelmişti. Kan kırmızısı fuları boynunun tamamını kaplayıp omuzlarına inecek kadar genişti. Birkaç gün evvel geçtikleri nehrin öte ucunda bulunan adada derisini yüzdüğü bir beyazdan yapılmaydı. İnceltilmiş ve işlenmiş deriye kalıcı renk vermek zor olmuştu. Bu nedenle dev için çok değerliydi. Gövde derisini bütün hâlinde yüzmek, neredeyse soyacak ile bir elmayı soyarken kabuğunun hiç bölünmemesi için çabalamak kadar meşakkatliydi. Kaşları, saçları arasından göründüğü kadarıyla, şakaklarına siyah şerit çekecek kadar uzun ve sıktı. Yüzü tedbirli görünüyordu. İfadesi hem kıyameti bekliyor hem de son derece güvende gibiydi. Avuçlarını göğe doğru açıp içlerine büyükçe tükürdü. İki elini birbirine sürtüp tamamını ıslattı. Başını hafifçe öne eğip gözlerine perde gibi inen saçlarını elleriyle tepesine yapıştırdı. Parmaklarında kalan ıslaklıkla düşen kaşlarını kaldırdı, sertçe bastırarak alnında sabitleştirdi.“Yirmi dört saat idare etse yeter,” dedi, “sonrası hiçlikte pineklemece!”Yansımasına sahip cam parçasına tekmeyi bastı. Havalanan toz ağzına, burun deliklerine ve gözlerine girdi. Elleriyle yüzünü çırparken aklından geçen çağlayan şelaleden başka bir şey değildi. O kadar zamanı olmadığını biliyordu.Yirmi adım arkasında kalan iri kapıdan sözlerine karşılık vermek isteyen bir gölge içeri süzüldü. Birkaç saniye sonra gölgenin sahibi de ardından girdi. Solunda kalan duvar yıkıntıları sayesinde kemiklerinde hissettiği ışık, tersine doğru çizgi gibi bir gölge düşürüyordu. Titremek, onun vücudunun hareketlerinin yanında masumane bir kıpırtı kalırdı. Zangırdıyordu. Sadece gölgesine bakan biri, onun görüp görebileceği en sıska insan olduğuna kanaat getirip yazıklardı. Neyse ki, bizzat kendisini gören, bir iskeletin gölgesinin bundan başka hiçbir şeye benzeyemeyeceğini tahmin edebilirdi.Gölge, yarım asır önce dev tarafından derisi yüzülen melezden başkasına ait değildi. “Pineklemece, patron!” diye yineledi sahibinin sözlerini. Devin iskelet istilasıyla öldürülüp iki seksen yatmayı imâ ettiğini anlamaması artık önemli gelmiyordu. Kemikten vücudu, ne yaparsa yapsın son derece zarif hareketlerle süzülüyormuş gibi görünüyordu. Devin elleri tarafından derisi yüzülürken, “Bu marifetli parmaklara şükürler olsun,” diye mırıldanıyordu. Dev ve şahin şaşkınlık içinde işlerine devam ediyorlardı. Gaganın ucunda asılı yüzülmüş derisine bakan melez mutluluk sarhoşuydu.Hayatını pespaye bir giysi gibi üzerinden çıkarılırken görmek onu mest ediyordu.Dev, melezin etlerini şahine yedirirken gözlerini oymamasını, kulaklarını sağlam bırakmasını özellikle rica etti. “İskeleti hep bizimle gezecek,” dedi. Melez, çektiği onca şeyden sonra böyle bir iyilikle mükafatlandıran tanrısını ilk gördüğü yerde göz yaşlarına boğulacaktı.Gecenin siyahlığından katedralin tekinsizliğine süzülen beyaz çizgiler dizisi iskelet, şahin ve devin sadık iz sürücüsüydü. Dev, boynunu kırk beş derece döndürerek iskeletin adımlarını saydı.“On iki, on bir, on, dokuz... Nereden olursa olsun, bana gelmen hep yirmi adım sürüyormuş gibi. İki, bir...”Devin keyfi yerindeydi. Büyük bir vurgundan dönüyorlardı. Belki milyon sefer aynı şeyleri yapmışlardı ama her yakalanmamaları ruhuna yeniden şenlik havası katıyordu. Üstelik bu kez firari sayılırlardı. Göz ucuyla iskeleti süzdü. “Bir deri bir kemik kalmışsın, bile diyemem sana,” dedi ve kahkahayı bastı. Ateşli bir korkutuculuk yayıldı ağzından. Defalarca tekrarlandı, tekrarlandı, tekrarlandı... Bir yerde durdu. Şu yankılanma işi amacını aşıyordu.İskelet, “Bizi burada kimse bulamaz,” dedi, korunaklı, sıcak yuvasının kapısını aralamış kadar huzurluydu sesi. Peşlerindeki belayı en püsküllüsünden sanıyorlardı.Katedralin yolunu haritayla ya da ıslak parmaklarını diktikleri havadan anladıkları rüzgâr yönüyle bulmuş değillerdi. Zaten hiçbir harita veya rüzgâr, unutulmuş, yıkık katedralin yolunu hatırlamıyordu. Dev, sürdürdüğü baba mesleğinin dozunu arttırmış, toplu deri yüzme ritüelleri, organize işler, tarikat yöneticiliği gibi şeylerin peşindeydi. Aile kökeni, güzel derili, kötü kaderli insanları seçip derilerini yüzmekle geçiniyordu. Hem onları bozuk bir yaşamdan kurtarıyorlar hem de derilerinin böyle hayatlarla boşa harcanmasına engel oluyorlardı. Şahin, böyle anlardan birine görgü tanığı olduğu için sus payı olarak derisi yüzülen herkesin etini yiyor, hep devle geziyordu. Melezin bu işe nasıl girdiğini söylemiştik. Üçü, yollarını kaybedip katedrale gelmeden önce ülkelerinin başbakanlarını küçük bir şehirde kıstırıp derisini yüzdü. Diplomasi rayından çıkınca onun ölmek için yalvardığını duymayan kalmamıştı. Fakat derisi öyle kusursuzdu ki, toprağa giremeyecek yahut yakılamayacak kadar nadideydi. İncecik, bembeyaz bir porselen gibi. Yalnız yakalayıp yılların verdiği el çabukluğu ve marifetle bir çırpıda yüzüverdiler. Şahin karnını doyurduktan sonra korumaları, asistanları ya da ailesinden biri onu, yani taze kan kokan iskeletini, bulmadan kaçtılar. Sonları gelse gelse bu ölümün izinin sürülmesi yüzünden gelir sanıyorlardı. Kurbanları hafife alıyorlardı.Ahmakça.İskelet elini sahibinin omzuna attı. Lüzumsuz samimiyet devde diş kamaşması yapıyordu. Ağzını iki yana gererek boyun kemiklerini belirginleştirdi. İskelet onun yüzünü görme şansına sahip olsa hemen elini çekip kendini kurtarırdı. Devin çekik gözlerindeki seğirme belli olmuyordu. İskeletin elini tek hamlede yakaladı. Parmaklarının ucundan tutup hızla önüne doğru çekti. İskelet şimdi devin sırtında tek koluyla asılı duruyordu. Şahin, aşağıdan gelen seslerin nedenini anlamak için baş aşağı uçuşla tepelerine dek saniyeler içinde indi. Dev, iskeletin parmaklarını dişleri arasında geveliyordu. İskeletin sade kemikten oluşan yüzünde acı ve haz birlikte kavruluyordu. Şahin, devin boynuna bir defa dolanmış olan kırmızı fuların ucunu gagasının kıvrımıyla yakaladı. Ani yükselişe geçince fular devin boğazını sıktı. Kırmızı kuyruklu şahin her durumda iskeletin tarafını tutuyordu.Dev, boğulurcasına öksürerek iskeletin parmaklarını ağzından çıkardı. Az sonra ayakları yerden kesilecek kadar güçlü biçimde yukarı çekildi. Öksürüklerle es vererek, “Bu kuşta deli kuvveti var,” dedi. Nasıl daha önce gelmedi aklına! Fuları çözüp şahinin cezalandırmasından kurtuldu. Ya da öyle sanıyordu. Şahin büyük bir bozgunun peşindeydi. Devin kafasına konup dakikada yüzlerce kez kanat çırptı. Geniş pençeleriyle saçlarından tutarak havalanıyordu. Bunu her tekrarlayışında pençeleri arasında binlerce saç teli kalıyordu. “Pes! Pes!” diye bağırdı dev. Yıkık katedralin her metrekaresi asırlardır bu yalvarışı beklemiş gibi hemen kucakladı yankıları. Devin sesi metrelerce yukarıdaki turkuaz kubbenin en uç noktasına değene dek yinelendi. Şahin ancak sakinleşti. İskelet dişlerini titreterek diğer avucunda sakladığı kemirilmiş parmaklarının yasını tutuyordu. Öylece uyuyakaldılar.Üç deri yüzücü derin uykuların gebe olduğu rüyalara doğru yol alırken katedralin yeni misafirleri geldi. Düzenli ayak sesleriyle geniş kapıdan ikişer ikişer içeri girdiler. İyi eğitilmiş bir Alman ordusu gibiydiler. Ciddiyet, disiplin ve intizam içinde kalkanlarını göğüs kemikleri hizasında sabitlemişlerdi. Bileklerinin inceliğinde durabilecek postal bulamadıkları için çıplak ayak kemikleriyle yola çıkmışlardı. Kılıçları keskin ve iyi bileylenmişti. Kalkanlarının önünde tutuyorlardı. Hepsi birbirinin tıpatıp aynısıydı. İntikam nasıl yenen bir yemekti, bilmiyorlardı ama bu ordunun almaya niyetlendiği bir öç olduğu aşikârdı. Hummalı bir çalışma başladı. Katedral ilk günkü gibi güzelliği ve gösterişiyle göz alan hâline getiriliyordu. Neredeyse çıt çıkarılmadan. Yalnızca ilahiler vardı. Deri yüzücülerin uykusu, mırıldanan huzur verici ilahilerle gittikçe derinleşiyordu. Masal gibi geliyor olmalıydı.Katedralin keyfi yerine gelmişti. Yaklaşık üç yüz yıl sonra.***Uyandıklarında deri yüzücüler geniş bir tahta parçasının üzerindeydiler. Gün ışımıştı. Güneş tüm gücüyle katedralin sütunlarına hücum ediyordu. Kan ter içinde uyanan şahin, iskeletin devin üstünde uyuduğunu görünce kanadının ardına sakladığı gagasını kapalı tutmaya çalışarak kıkırdadı. Gözlerini kıstığı için gülüşünü fark etmemek imkânsızdı. Yalnız, eksik bir şeyler olduğunu seziyordu. Sanki kanatlarından biri... Hay aksi! Şahinin kanatlarından biri kökünden kesilmişti. Vahşet gibi görünüyordu. Epey tiz bir çığlık bastı. Katedral son kez acı içince yankılandı. Şans bu ya, şu an bulunduğu yükselikte uyanık olan sadece kendisi vardı.İskelet çığlığa değil, sarsıntılara uyandı. Kemikleri birbirine çarptıkça eklem yerleri sızlıyordu. Sebebinin üç yerden kırılmış uzuvları olduğunu az sonra fark edecekti. Gerinip doğrulacakken bir bacağını boşluğa attı. Ödü koptu. Diz kapağından aşağısı yoktu. Etrafına şöyle bir baktı. Korkuyla ayılmaya çalışıyordu.“Rüya mı? Yoksa kâbus mu?” diye geçirdi içinden. İkisi de değildi. Her gerçek gibi biraz can sıkıcıydı, o kadar.Katedralin hiçbir yerinde tek bir yıkık nokta görmüyordu. Sütunlar görkemli, göz alıcı ve inanılmaz derecede uzundu. Birkaç adımda bir yanan lambalar, gündüz olmasa bile karanlığı unutturacak kadar işlerini biliyorlardı. Tahtanın üstünde sürekli ilerliyorlardı. İskelet ve şahin neredeyse cezbedici bir gezide olduklarını düşüneceklerdi. Sadece biraz azalmışlardı. Duvarlardaki ince işçilik kendine hayran bırakıyordu. Kırık ya da kesik parçalarının taze yası akıllarından bir anlığına siliniyordu. Geceki harabeden eser kalmamıştı. Tepelerindeki turkuaz kubbe ise apayrı bir görsel şölendi.Şahin pençelerinden tahtaya bağlandığını fark etti. Tek kanatlı hâlinin bile onlara korku verdiğini düşünerek böbürlendi. İskelet, aşağı eğildi. Tıkır tıkır ayak sesleri geliyordu. Kılıç ve kalkanların birbirine çarptığında çıkarttığı sesler biraz yankılanma da eklenince ürpertici oluyordu. Ara vermeksizin yürüyorlardı. Taşıyıcılar tahtanın altındaydılar. Kim olduklarını görmedi. Zemin ayna gibi parlıyordu. Bembeyaz ve tek bir toz zerresi taşımayacak kadar temizdi. Nasıl kimseler bu zemine yansımaz, diye sordu kendine iskelet. Sahip horlayarak uyuyordu. Tahammül edemediler. İskelet, can yakıcı dirsek darbeleriyle devin omzunu dürtüyordu. Uyuyan dev, küfürler savurarak olduğu yerde döndü. İskelet tam vazgeçmişti ki, ummadığı bir şey oldu. Taşıyıcılar katedralin kapısından çıkarlarken devin başını kirişe öyle bir çarptılar ki, haykırarak uyandı. Gözlerini katedralin önünde, havada açtı.Dev, eliyle iskeletin boyun kemiğini yakaladı. “Neredeyiz, söylesene it oğlu!” diye bağırdı. İskeletin nefesini boğazını sıkarak kesebileceğini düşünüyordu. Yüzünün her yanı epey havadardı halbuki. Boşa uğraştığını anlayınca sırt üstü uzandığı yerden hafifçe doğrularak nereye gittiklerine baktı. Bir bacağının eksik olduğunu fark edebileceği açıyı yakalayamamıştı. Kırmızı kuyruklu şahine bulaşacağı da yoktu. Dev, tahta parçasının üzerinde bir tarafa doğruldukça denge değişiyordu. Öne doğru eğilince taşıyıcılardan hiçbir anlama gelmeyen yakınmalar duyuldu. İskeletin yüzü değişti. Tanıdık gevelemelerdi. Dev tehlikeyi fark edip dümdüz uzandı. Başını geriye doğru eğip arkalarında kalan katedrale baktı. Tüm taşları yerli yerindeydi. Açık kapıdan ve geniş camlardan içeriyi görebildiği kadarı hayret etmesine yetti. Gece üçünün birden aynı yanılgıya düşmüş olması muhtemel gelmiyordu. Şahin gösterişli tek kanatlarını çırpıp havalanamamaktan yorulmuş, öylece sinmişti. İskelet elleriyle tahtaya tutunup olabildiğince eğilerek taşıyıcıları görmeyi umuyordu. Üzerinde durdukları tahta epey kalındı. Taşıyıcılar ise oldukça içeride yürüyorlardı.Şapele girdiklerine karşılaştıkları manzara tüylerini diken diken etmişti. İskelet ürpermekle kalmıştı. İçeride yüzlerce iskelet vardı. Şapelin içi deri yüzücü iskelete o kadar da korkunç gelmiyordu. Her yanı aynalarla donatılmış bir odada, fakat bir tutam tehlike altında gibiydi, hepsi bu. Tahtanın taşıyıcıları, artık varlıklarının bir şaşırtıcılığı kalmadığından, saklandıkları yerden çıktılar. Tahtayı sertçe yere bıraktılar. Sıkıca bağlı olan şahin hariç diğer ikisi oldukları yerde zıpladı. Şapelin içinde kulaklarını rahatsız eden tiz ayin sesi yükseldiğini yeni fark ediyorlardı. Tavandan inen çürümüş derileri ve oyulmuş, yarısı gagalanmış gözlerin doldurulduğu kapağı açık sandıkları da öyle.Devin gözleri öyle bir açılmıştı ki, yuvalarından fırlamaları için ufak bir esinti bile yeterdi. Sol bacağının artık olmadığını gördüğünde daha fazla şaşırmadı. Hiçbir şey gerçeğe yakın değildi. Nitekim azımsanmayacak derecede vahşi bir rüyanın kendisiyle alay ettiği açıktı. Çevrede dün geceki başbakanın korumalarına benzeyen birilerini arıyordu. Fakat şapelin içinde vücudunda et olan tek insan kendisiydi. Gerisi yalnızca kemiktendi.Ayin sesi, iskeletlerin üç deri yüzücüye doğru attıkları adımlarla yükseliyordu. Melez, taş zemin üzerinde emekleyerek aralarına karışmaya çalışıyordu. Tam yeterince kalabalık bir noktada kırıklarına aldırmayıp ayaklanacak ve kimliksizleşecekken durumu anlayan iskeletlerden biri göğüs kemiğine tekmeyi bastı. İskelet, eski yerine kadar uçtu. İlahiler içinde seçilen bir ses, “En çok sen suçlusun,” dedi, kemikten işaret parmakları melezin iskeletini gösteriyordu. Aynı acıyı çektiğini, ne denli büyük olduğunu bile bile yarım asırdır başkalarının da çekmesine izin verdiğini söyledi ses. Kime ait olduğunu anlaşılmıyordu. Git gide yaklaşıyorlardı.***Her saat başı bir parçaları kör kılıçlı iskeletlerce kesiliyordu. İyi bileylenmiş olanlar karşı saldırılara tedbir amaçlıydı. Kinli marşlar eşliğinde, intikamı tek nefeste değil kanırta kanırta yapıyorlardı.Ben kim miydim?Derisi eti olan bir kemiktim.Bak bana! Bir ölü kadar kinliyim.Kemiklerime kuvvet veren nefretim.Dev, karşısında gördüğü iskeletlerin asırlardır derisini yüzdüğü insanlara ait olduğunu anlayalı epey olmuştu. Sabahın ilk saatlerinden beri şapelin içinde onlara yalvarıyordu. Yeni bir parçalarının kesilme zamanı gelmişti. Kesim işleri saat sekizde devin sağ kulağıyla başlamıştı. Ardından, dokuzda, melez iskeletin sağ elini defalarca çevirerek kırmışlardı.Çan çalmaya başlamıştı. Öğlen biri vuruyordu. Sıra tekrar şahindeydi. Şapelin camları kana bulanmıştı. Bir önceki sırasında diğer kanadı keskinliğini yitiren dişlerle bir saat boyunca çiğnenerek koparıldı. Şimdi sıra ayaklarından birindeydi. İntikamcı iskelet, şahini sıkıca kavradı. Pençelerinin bağını çözdü. Gövdesinden tutarak diğer iskeletlerden birine pençelerini uzattı. Gövdesinden ve ayağından tutarak şahini zıt yönlere doğru çekmeye başladılar. Gagasını açabildiği kadar açıp uzun zaman bağırdı. Acısı, pençesi iskeletin elinde kalınca son bulacak sandı. Daha fenası kopmuş ayağının üstüne bırakılınca başladı. Hüzünlü ilahiler intikam ateşiyle tutuşmuş iskeletlerin birbirine çarpan dişleri arasından söyleniyordu. Böylece anlaşılması olanaksız oluyordu. Seçilen dizeler şunlardı:“Ey bütün yorgunlar ve yükü ağır olanlar!Bana gelin, ben size huzur veririm.” diye birbirlerine sesleniyorlardı.Devin gözlerini oyma fikri, derisi yüzülürken canı en çok acıyan kurbanlarından geldi. Diğerleri gibi derin bir ruh sızısı içindeyken, uykusundayken ya da ölüm döşeğindeyken yüzülmemişti derisi. Gayet aklı başındayken, kaderi yeterince bozuk değilken, yaşamını sürdürmek isterken seçilmişti. Nedenini, nasılını sormaya fırsat bulamadan gövdesinde derin bir kesik açıp derisini kaldırdılar. Şahin o gün öyle açtı ki, can vermeden etinden didiklemeye başlamıştı. Ölmesi uzun saatler sürmüştü. Acı hâlâ içindeydi. Kemikleri arasında zonklayıp duran bir yara gibi onunlaydı.Saat başını bekleme kuralı çiğnendi. Devin gözlerine taktığı parmaklarıyla tek hamlede yuvalarından ayırdı. Dev, ne olduğunu anlamadan karanlığa düştü. Yerinden fırlayıp koca bedenini duvardan duvara çarpıyordu. Üstelik kulaksız, topal ve körken. İskeletlerin bir kısmı şahinin tüylerini dişleriyle yakalayıp koparırken birkaç iskelet de melezin kalan kemiklerini kırıyorlardı.Yırtıcı kuşların pençeleriyle avlarına yapışmaları, bu iskeletlerin et koparması yanında masum ve yumuşak bir hareket gibi kalıyordu. En çok acı çekenler toplanmış, devin etini lime lime etmekle meşgullerdi. Sivri parmak uçlarını derisinin altına geçirip çekerek tutabildikleri kadarını koparıyorlardı. İsabet ettirebilen kapıdan dışarı, kuşlara yem olsun diye atıyordu. Dev direniyor, her birinin elinden birkaç saniyeliğine kaçıyordu. Melez iskeletin kırılmadık yeri kalmamıştı. Çoktan her parçası şapelin başka yerine savrulmuştu. Kırmızı kuyruklu şahin, tanınmaz hâldeydi. Onun geçmişte bir kuş olduğunu anlamak için gagasını yerden alıp koparılmış başına ait olup olmadığını denemek gerekiyordu. Dev içinse artık söylenecek hiçbir şey kalmamıştı. Kemik rengi intikamcılar kana bulandı. Şapelin pencerelerine dışarıdan bakan, içeride kuvvetli kırmızı ışığın yandığını düşünebilirdi.
Published on April 14, 2020 13:01
Gece Gölgesi
Bu öykü karantina günlerinde, Kayıp Rıhtım Aylık Öykü Seçkisi'nin "Virüs" temalı 129. sayısında yayımlanmıştır.Seni kaybettiğimde sokaklarda telaş başladı. İnsanlar görmedikleri bir şeyden kaçıyorlardı. Bir anda ortaya çıkan, aniden yayılan büyük salgın gibi bir şeyden. Vakit kaybetmeden herkese anlatmıştım. Huzursuzluğum milyonları yok edecek güçteydi. Bir gece hiçbir şey söylemeden gittiğinde bunun çok insanı etkileyeceğini biliyordum. Karşılaştığım herkese kendini korumasını söyledim. İnsanlığı büyük bir sınav bekliyor, dedim, çok büyük bir şeyi kaybettik. Nefes alınamayacağından emindim. Dünya istiflediği kadar oksijeni kullanırdı elbette. Ama sonra? Bencildin. Bunu da söyledim. Bağırarak. Hayatınızı çaldı, dedim. Kimisi inanıyordu. Bir virüs gibi yayıldı eksikliğin. Bu kuvvetli boşluğun benim hayatımda tıkılıp kalamayacağını, taşacağını, sokaklarda akacağını, diğer evlere sızacağını biliyordum.Doğrusu, seni aramadığım delik kalmamıştı. İnsanlara devamlı bir şeyin eksik olduğunu söylüyordum. Ortalıkta dolaşan, henüz tanışmadığımız, bizi içine çekecek kocaman bir virüs var. İçten içe hepimizi kemirecek, evlerimize hapsedecek, bizi öldürecekti. Onlara sürekli büyük bir yoksunluktan bahsedip depolarda, konteynerların arkasında, lambalarda bekleyen arabaların bagajlarında seni bulabileceklerini söylüyordum. Bana inanmışlardı. Gözlerimde bir damla huzur belirtisi olsaydı yakarışlarıma müsaade etmeyeceklerdi. Bana güveniyorlardı. Seni aramaktan yorulduğum bir ana rastlasalardı artık kulak asmayacaklardı.* * *Terk edip gittiğimi düşündüğün anlarda sana gücendim. Hiçbir depoda ya da konteyner arkasında bulunamayacak kadar karanlıktım. Elimde sonsuzluğa karşı bugün, günlerime karşı girdiğim mezar, huzurlu, küçük bir eve karşı düşmanlarla çevrilmiş bir kale kalmıştı. Sokakta gördüğün yabancılara beni sorarken izledim seni. Ağaçların suçsuz gövdelerini çivilerken. İnsanlara büyük tehlikelerden söz ederken. Farkında değildin ama doğruyu söylüyordun. Kimisi dalga geçiyordu, kulak asmadan yoluna devam ediyordu. Dik ve kimsesiz bir yamaçta, sokağın ucunda tanışmak zorunda kaldığım çok bacaklı, sivri suratlı gece gölgesi yanıma yüzlerce yeni çukur kazdığında artık yalnız olmayacağımı anlamıştım. Seni duyduğum her an, bilmeden gerçekleri söylüyordun.İnsan attığı her adımın sorumluluğunu almalıydı. Geri dönmemeliydim. Peşimde, gördüğüm andan itibaren güneşin doğmasını engelleyen büyük bir gölge vardı. Hayatımın, doğanın, akışında olan tüm suların, beyaz bulutların üstüne çöken bir gölge. Beraber, sakince oturduğumuz akşamlarda sen bana, bense pencereden görünen en uzak noktaya bakarken gölge gözümün önünden geçerdi. Kanıma girmek istediği belli, gözlerinden oyunbazlık bir şeydi. Silkinirdim. Gözlerimi kapatıp yeniden açarken onu yeniden görmemek için dudaklarımdan dualar dökülürdü. Bir an üşüdüm sanıp mevsime uygun ince bir hırka veya pike getirmek için içeri gittiğinde pencereye koşar, üçüncü kata kafasını uzatabilecek uzunlukta bir varlığın sokağın iki yanından birinde olup olmadığına bakardım. Elinde fenerle gölgesi uzunca arkasına düşmüş cılız bir adam dışında hiçbir şey görmezdim. Aynı yöne, aynı adam, aynı saatlerde. Ölüme gider gibiydi. Sonundan emin, gitmek istemeyen adımlar ancak ölüme doğru atılanlar olabilirdi. Yalnızca ve ne yazık ki, kendi ölümüne doğru değildi.* * *Geçip giden uzun günler sonunda seni ağaç gövdesine çivilenmiş, beş yerinden yırtıklı, eski bir kâğıdın üzerinde gördüm. Elini çenene yerleştirip yaramaz gözlerle alttan alttan baktığın bir fotoğrafının üstünde büyük puntolarla, normalinden geniş harf aralıklarıyla K A Y I P yazıyordu. Kâğıda bak be, dedim, doğru söylüyor. Benim de tam böyle bir şeyim kayıp.Hiç hatırlamadığım oyuncaklarımı bulduğum zaman da böyle hissediyordum. Alışık. Yabancı. Aşina. Belirsiz. Bu kâğıtları ben hazırlatmıştım. Senden daha güzel olmayan ağaçların sert gövdelerine çivilerken bir yerlerde canının yandığını hissetmiştim. Sen hep yanına yakışmayacak dertleri bulup onlarla yaşamaya başlardın. Benim zamanım da senin yanından onları ayıklamakla geçiyordu. Her yere baktığımı sanmıştım. Seni her yerde aradım. Çenenin altında uzanan koluna dokundum. İrkilmiştin, sıçradın. “Poz kesiyoruz, rahatsız etme,” dedin. Neredeydin, diye sordum, dişlerimi istemeden sıkmıştım. Dudaklarım, eminim korkunç görünen dudaklarım, heyecandan titriyorlardı. Omzunu hafifçe kaldırıp indirdin. Büyük gözlerini sokağın sonuna dikmeye devam ettin. Birisi kaybettiği bir şeye benzetecek diye ödüm kopuyordu. Elini tuttum, “Hadi,” dedim, “gidelim, hadi.” Birkaç f’nin yan yana geldiğinde ne kadar can yakıcı bir sıcaklığa sahip olduğunu fark etmeden gözlerini kısıp uzunca ofladın. Senden önce işe yarar biri bulur diye heves etmiştim, dedin. Birkaç f’den daha can yakıcı harflerin vardı. Görenler uzun zamandır eksik olan, felaketlere yol açanın sen olduğunu anlar da öfkelenip saldırır diye acele ediyordum.Sen kâğıttan çıkmayınca kâğıdı alıp eve götürmeye karar verdim.Yolda bir kilo toz memnuniyet bulup üzerine serpiştirmek istedim. Büyük, çocuk çocuk bakan gözlerin ağaçtan sökülür sökülmez kaybolmuştu. Elini çenenin altından çektin. Kollarını göğsünün altında birleştirdin. Dudağın sarktı. Yanakların soldu. Neşeli şarkıların sonuna yaklaştıkça müzik git gide yavaşlar, bir yerde biter ya, öyleydin.* * *En son ellerinde olduğumda ikili koltukta kıvrılmış, uyuyakaldığımı sanmıştın. Televizyon açıktı. Gecelerin tehlikelerinden söz eden programı bir tek ben mi duyuyordum? Böylesi saçma cümleleri duyup bir kez olsun dönüp bakmamıştın. Evlerin önünde beliren, yüksekliği ne olursa olsun, elinde fenerle yüzünü aydınlatan gece virüslerinden söz edilmişti. Evlerinizde kalın, davetkârlığına kanıp peşlerinden gitmeyin, diyordu spiker.Beni kucakladın. Gözlerimi açarsam yüzümün halini soracaktın. Senden uzaklaştığımı sanıyordun. Bense yanında durabilmenin, küçük çocuklara öğütlendiği gibi, yabancılarla gitmemenin yollarını arıyordum.Bulamadığım sözcükler vardı. Onları bulsaydım sana her şeyi anlatacaktım.Beni yatırıp çalışmaya çekildin. Böyle gecelerden nefret ederdim. Eskiden. Son birkaç gündür böyle bir geceyi bekliyordum. Artık yolun sonunda gözleri penceremize dikilmiş uğursuz haydudun derdini öğrenebilirdim. Evden aceleyle, öylece çıktım.* * *Sokak kapısından içeri adımını atar atmaz ellerimden kurtuldun. Yüz üstü halıya uzanıp boynum ağrıyana kadar televizyon izleyen çocukluğumun üstünden hızla geçtin. Kanepeye atladın. İçeriden annemin, “İnsan yaptı o koltukları, insan,” sesi geldi. Sadece ben duyuyordum. Kanepe yıllardır seni mi bekliyormuş? Eksik parçası yerine yerleştirilmiş gibi sağlam görünmeye başlamıştı. Az sonra sıkılıp halıya uzandın, eski yerime. Güzel, ince bir desene benzemiştin. Her yere yeniden yakışacağını tahmin edemedim. Evdeki varlığını unutan her şeyi sıra sıra canlandırdın, renklerini açtın. Yeniledin onları. Aynı yerde, kapı ağzında dikilip seni izliyordum.Pencereden aynı sokağa bakınca hep farklı şeyler görürdük. Hemen seğiren sokak lambaları takılır benim gözüme. Sense düşen bir çocuk, sönen gün ışıklarını ayağında sektirerek yürüyen bir yaşlı, hiçbiri yoksa bile patlamış bir top görürdün. Sokağa bakınca hemen yüzün düşerdi. Yoksa hep gitmek mi istemiştin? Aynı yere bakıp ayrı şeyler görmemiz bununla kalmamıştı. Sen bana bakınca henüz doğmamış günlere dair epeyi büyük neşeleri bir çırpıda fark ettiğini sanırdın. Ben aynaya bakınca, “Akşamı çıkarırsan şaşarım,” diyordum.Sonra, bir gün gittin.* * *Çıplak ayak tabanlarıma vurup duran terliğin sesi, çıt çıkarmayan geceyi neredeyse uyandıracaktı. Dizlerimin altına dek inen geceliğimin üstünde ılık yaz gecelerini gocundurmayacak incelikle bir hırka vardı. Baştan aşağı beyaz yatak giysilerimle sokağa indiğim anda seçiliyordum. Yolun sonunda mevsime uygunsuz giysisiyle, uzun gölgesini arkasında bıraktığı sokak boyunca sermiş adam duruyordu. Beni fark etmeden önce bacaklarını saymak istedim. Uzak durmam gerektiğini biliyordum. Cesaretin küçük bir örneğini gösterirsem mutlak sonun değişeceğini ummuş olmalıydım.Zaman her insan için yeniden şekil değiştirmiş bir trajedi. Benim zamanım sayamadığım bacaklarının tamamıyla bana döndüğünde son buldu. Feneri bıraktı. Sokağın iki ayrı ucundaydık ama bir adım attıktan sonra yanımdaydı. Kal ınca bir ceket giymişti, bu ışığın altında rengi çirkin bir kahverengiydi. Geniş cepleri ağırlıktan sarkıyordu. Elini içine daldırıp bir şey çıkardı.“Benden korkmana hiç gerek yok,” derken elindekini uzattı. Eskiden insanlara ilk görüşte güvenilmeyeceği söylenirdi. Bugünlerde bu ortalama en az yirmi sekizinci görüşte güvenebileceğimiz yönünde değişmişti. Bana başka şansımın olmadığını düşündüren neydi? Elini tuttum. Sanki buzdağından bir parçaydı. Beni ceketinin içine aldı. Kendimi rahat ve güvende hissettim. Bu adına inanç denen hastalığın ilk belirtileriydi. Bir daha geri dönemedim.
Published on April 14, 2020 12:55
March 21, 2020
Palyaço, Parmak, Çocuk
Bu öykü Kayıp Rıhtım Aylık Öykü Seçkisi'nin 125. sayısında yayınlandı.Alfred Schnittke – Clowns und KinderŞans kimi zaman kendine ait bir müzikte dans eden yırtık ceketli, yaşlı adamın parmaklarında ölür. Kimi zaman da ölür, öylece.Yüksek ayakkabı uçlarıyla adımları olduğundan daha büyük görünüyor. Palyaço, dün gittiği bir çocuk etkinliğinde parmaklarını burnundan, yüz makyajından, jöleli saçlarından bir türlü ayırmayan bir çocuğu arıyor. Üstelik kırmızı ayakkabılar giymişti. Bilerek mi yapmıştı? Bir meydan okuma. Bir yerde palyaço varsa orada sadece bir kırmızı top burun vardır. Bir yerde palyaço varsa orada sadece bir çift kırmızı ayakkabı olmalıdır. Palyaço, dik çizgili, dört renkten oluşan gömleğinin göğüs cebinden kâğıt törpü çıkardı. Üst, ön iki dişinin uçlarını sivriltmeye yarayacak hareketlerle törpüledi. Kemik tozlarını diliyle topladı. Dudaklarının arkasında biriktirdi. Dertop edip raylara fırlattı.Papyonunun iki kanadının ortasındaki düğümde bir mühür, imzaya benzer, bir kararı bildiren sembol ilk bakışta kendini belli ediyordu. Papyona dokunulmamasının ne kadar hayati öneme sahip olduğunu hemen hissettiriyordu.Askeri bölge, girmeyiniz.Dikkat, ölüm tehlikesi.Papyona sakın dokunmayın.Yüzlerce fırçanın milyonlarca saç teli arasından süzülerek boşlukla kavuştuğu sabahın erken saatleri. Bu saatte kimsenin ulaşmadığı tramvay istasyonlarından birinde hareketlilik var. Turnike demirleri henüz uyanmamış. Turnike demirinin altından çok az eğilme gayretiyle kolayca geçebilecek boyda bir çocuk istasyona dalıyor. Şehrin bu yüzünü ilk defa görüyor. Yalnızca demir yoldan geçenlerin ulaşabileceği bir son. Yalnızca demir yoldan geçeceklerin beklediği bir başlangıç. Hızla dönüp arkasına bakıyor. Kaybolmalı. Nerede olduğunu sadece kendisinin bileceği kadar ıssız, kimsesiz, bir o kadar tehlikesiz bir yer bulamaz mı?İki işlek yolun ortasında, caddeyi ikiye bölen demir yolun iki tarafındaki yolcu bekleme bölümü yavaş yavaş dolmaya başlıyor. İnce bir reklam panosunun arkasına saklanan çocuk ayaklarının görünmez olması için dualar ediyor. Panonun altındaki boşlukta görünen iki kırmızı ayakkabının üstüne yakışmayan koyu kahverengi, kumaşı eskimiş pantolon. Bacakları titriyor.İstasyona dolan yolcular arasında metrelerce uzaktan bile göze çarpan bir renklilik var. Yakından bakanlar için renklilik, saatlerce incelenebilecek tuhaflıklardan oluşuyor. Arkaya doğru taradığı saçları, jöleyle sabitlemiş. Kaskatı kesilmiş, seyrek ve ince telli. Jöleli kafasından keli seçiliyor. Beyaz pudralı yüzüne bir dairenin üst yarısı kadar yuvarlak kaşlar iliştirilmiş. Kirpik diplerinden kaşına kadar sivri bir üçgen çizilmiş. Sürekli gülüyor gibi görünüyor. Kırmızı, top burnu, dudaklarını gülümseme ekleyen boyası ve yanaklarındaki kırmızı yuvarlaklar bu görüntüye yardımcı oluyor.Üstelik papyonu var. Tehlikeli görünüyor. İstasyonun tek tük, günün ilk yolcularını ürkütüyor.Panonun arka yüzüne ellerini yaslamış bir son veya başlangıç bekleyen çocuğun titremesi panoya geçseydi, bu titreme metrelerce uzaktan fark edilirdi. İstasyondaki insanlar sabah neşesini ve kederini yürüyen renklilikte buluyor. Birisi papyonuna dokunabilmek için önünden geçmesini bekliyor. Yeterince yaklaştığında iyice eğiliyor. Parmak ucunu papyona uzatıyor. Palyaço, yaklaşan parmağı ısırıyor. Şaşkınlıktan bağıramadan yüzü şekil değiştiren adam hiçbir şey söylemiyor. Azıcık fark gördüğü herhangi birine, bir şeye dokunmaktan hayıflanmayan tüm insanların parmakları en az bir defa ısırılmalı. Böyle düşünüyor istasyondaki renklilik.Artık kimse ona bakmamak için yoğun çaba gösteriyor. İnsanlar bakmamaya çalışırsa bakar. Düşünmemeye çalışırsa düşünür. Eğer ısırılması elzem bir çocuk konusunda düşünceleri olmasaydı, palyaço için istasyondaki insanlar bu hallerinden ötürü birkaç cezaya daha uygun düşüyorlardı.* * *PalyaçoDünkü doğum günü öncekilere benzemiyordu. Çoğu çocuk için ömürlerinde bir ilki yaşadıkları gündü belki. Yüzünün eninden daha geniş bir papyonu boynuna dolamış, ayakkabı uçları birbirine zıt yönlere bakan rengârenk birinin zıplayarak şarkı söylemesi de bir ilkti.Mutlu olması gerektiğini söyleyen birbirinden nadide ses tonları çocuğun kulaklarında yankılanıyor. Başkalarına ait sesler hep mutlu olmanın öneminden, mutluluğunun yollarından söz eder. Terleyen ayakları kırmızı ayakkabılarının içinde yüzen çocuk, sahip olduğu doğum günü partisinde eğlenmeyen tek çocuk olunca sesler yükselmeye, çoğalmaya, daha yakından gelmeye başladı kuşkusuz. Kutlamaya katılan tüm anneler çocuğun yüzüne eğilmiş hayret nidalarıyla alnındaki terlere bakıyordu. Çocuklar dans eden palyaçonun ölümden söz eden şarkısında, anlamadıkları cümlelerin kafiyelerinde eğlenirken göz ucuyla onu küçük düşürmeye başladı. İşte sen böyle eğlenemezsin. Bizim gibi hareketler yapamazsın. Böyle gülemez, palyaçoyla göz göze gelen şanslı çocuk bile olamazsın.Gittikçe yaklaşan anne kafalarını, hiç durmadan hareket eden çocuk kollarını ve bacaklarını aşmaya karar verdi. Kalabalığı kulaçlarla arkada bırakılan su gibi geriye atıyordu. İyice açtığı kollarıyla kendine yarattığı güvenli alanda yalnızdı. Palyaço kalabalıktan sıyrılan çocuğun bugün bir yaş daha alma talihsizliğini yaşayan çocuk olduğunu bilmeden yeni bir şarkıya başladı.Bir palyaçonun papyonunda doğanİnce bir ipliğin düğümüne tutunanCehennemin müziğinde hayat bulan…Tahammül sanıldığı gibi çekiştirilebilen, genişletilebilen bir şey olmuyor çoğu zaman. Kırmızı ayakkabılarının ucunda yükseldi. Diğer çocukların hayranlıkla seyrettiği papyona tutundu. Ayakkabılarının yerle bağlantısını kesti. Palyaço, “Cehennem müziğinde hayat bulan,” dedikten birkaç saniye sonra yakasında asılı olan çocuğu yere geri indirmek için kendini savurmaya başlamıştı. Papyonun düğümüne karşı bir yakınlık, sebebi olmayan güven besleyen çocuğun ayaklarını yerle birleştirmeye niyeti yoktu. Palyaçonun git gide eğilen boynu yüzünden ayakları lavlara yaklaşır korkuyla ayaklarıyla rengarenk vücuda tırmanmaya başladı. Nihayet papyon, güvenilmeyecek biri olduğunu anlatmayı başardı ve gömlek yakasında birbirine geçen çengeller koptu. Çocuk elinde yakan papyonla, ayakları palyaçonun belinde düğümlenmiş, düşüyordu ki palyaço papyonunun ucundan yakaladı. Diğer eliyle birbirine kenetlenmiş ayakları belinin arkasında çözdü. Çocuk şimdi lavlardaydı.Kırmızı ayakkabıları ibresi bozulmuş bir pusulaydı. Sürekli farklı yönleri gösteriyor, nereye gideceğini bilemiyordu. Papyonu olmadan tamamlanmayan palyaço önce çengelleri gömleğinin yakasında birleştirmeye koyuldu.Anne çığlıkları. Bir kararın da yerinde olsun, diyordu.Kendi etrafındaki dönüşünü birkaç kez tamamlayan ibre, herhangi bir yönde durdu ve koşmaya başladı.Palyaço kahverengi ve kırmızının mükemmel uyumsuzluğunu gözden kaçırmak istemedi. Çengelleri yolda hallederim, diyordu.İstasyona vardığında papyon yakasındaydı. Dünden beri birkaç defa gözden kaybetmişti. Her defasında bulmuştu. Şimdi istasyonda bir tam aradığı gibi bir çocuk olduğundan emindi.* * *Çocukİlk tramvay raylar üstünde acelesiz ilerleyerek -ilk yolcularını beklemek üzere- kapılarını ilk siren sesiyle açtı. Panonun arkasından bir karanlık koptu. Hızlıydı. Seçilmeden yok oldu. İstasyondaki renklilik, en yakınındaki kapıdan tramvaya girdi. Vagonlarda serpiştirilmiş gibi oturan insanların bakışları arasında, istemeden çıkarttığı homurdanma seslerinin arasından iyi bir fikir arıyordu. Bu vagonda yok. Çık öyleyse. Hah! Dur biraz. Kapı sireni. Aptal. Burnun kadar aptal görünüyorsun. Yalnız hocam, buruna karşı biraz daha nazik olabilirsek. Aptalsın, bari sus.Robotik kadın sesi bir sonraki istasyonu bağırdı. Fındıklı Mimar Sinan Üniversitesi.Kapılar açık. İn şu vagondan. O karanlığın içinde kabalık ve kötü sesler çıkarmazsam renklerim ölsün!Palyaço homurdandıkça geceden bu yana sivrilttiği dişleri dilini, dudaklarını kesmeye başladı. Kırmızı. Papyonuna damlamaya başladı. İnenlere öncelik verdi. Hızlandı. Bir sonraki vagonun kapısından içeri girdi. Vagonun ikinci kapısının önünde gün ışığında rengi patlayan bir çift kırmızı ayakkabı gördü. O tarafa davrandı. Direğe parmaklarını dolamış, diğerlerinin yanında epey küçük görünen biri. Kırmızıyla ıslanmış dişlerini çocuğu ürkütmeden parmağa geçirecek. İşte, tam şimdi.Çocuk öyle hızlı, aniden fırladı ki, seçilmedi, bir karanlık gibiydi.Kapı sireni. Dişlerini direğe geçirdi. Devir direkten bulaşan virüs devri. Tükürükler savurdu. Kan saçtı. Kurtuldu bazılarından.Cebinden kâğıt törpüsünü çıkardı. Dudağındaki kanı emdi. Sonraki durağı beklemeye koyuldu.Tophane.İndi. Sonraki vagona geçti. Çocuğun bir sonraki vagona geçip geçmediğini görmemişti. Bir çocuk. İlk defa gittiği bir istasyonda. Neden kalsın? Elbet bindi.Binmiş. Uzun bacaklı, yırtık ceketli bir adamın arkasında gün ışığında parlayan bir çift kırmızı ayakkabı, üstelik rugan. Bu ayrıntı göze ilk defa çarpıyor. Artık, ayakkabılarımız aynı, diyemez. Ne fark eder? Bu papyon hususi. Dokunmamalıydı. Dudaklarından damlayan kan papyonun orta yerinde kurumaya başladı. Yırtık ceketli, yaşlı adamın elleri havada, bir tek onun duyduğu bir müziğe memnuniyetle eşlik ediyor. Hareketli bir şey olmalı. Elleri hep sallanıyor. Tırnakları kirli. Kırmızı, parlak ayakkabılar kendisini adamın bacaklarına göre ayarlıyor. Görünmemeyi umuyor. Dünden beri yorgun düşen bacakları sonraki vagona geçmek istemiyor. Müzik hızlanmış olmalı. Kollar, eller, parmaklar hiç durmuyor. Doğuştan gelen bir neşe, çatlak derili elinden saçılıyor. Çocuk hareketlere uyum sağlamak için son gücüyle sallanıyor. Adamın ayaklarına denk düşmek için koreografiyi çözmeye çalışıyor.İki defa sola kay. Kalçanı titret. Kolların hep havada olsun. Çocuğun ellerini belinin arkasında bağlaması yeter. Ama ayaklara dikkat. Palyaço hiçbir parmağın peşinde böyle şaşkınlıklara düşmedi. Üç defa sağa kaydıktan sonra müziğe kulak ver. Çocuk burada zorlanabilir. Papyona birkaç damla daha kan düştü. Mühür sertleşiyordu. Adalet isteyen herkes papyonun ortası kadar sert bakar. Gözlerini ayaklardan ayırma.Adamın parmakları durmuyor. Savruluyor. Kıvrılıyor. Dönüp duruyor. İstemeden olsa gerek, boşluğa kilitlenmiş, bir yerde yumuşayarak kaybolmuş bakışları renkliliği hiç fark etmiyor. Parmakları papyona çarpana dek.Palyaço, derin bir nefes alıyor. Nihayet.Karaköy, diyor kadın.Çığlık, Karaköy’ün renkli merdivenlerine ulaşıyor. Çocuk açılan kapıdan öyle hızlı, aniden fırladı ki, yine seçilmedi. Yırtık ceketin cebine beyaz pudralı bir el, bir parmak bırakıyor. Siyah tırnaklı, çatlak derili. Kapı sireni çalıyor. Palyaço bitkin düşmüş, boş kalan koltuklardan birine kendini bırakıyor.Pazartekke’ye kadar yolu var. Bugün bir çocuk daha doğmuş.
Published on March 21, 2020 08:39
December 8, 2019
Cehennemde Cümbüş Gezileri
Bu öykü Kayıp Rıhtım Aylık Öykü Seçkisi'nin 125. sayısında yayımlandı.
Bu öykünün benim için bir başka önemi daha var. "Yazamıyorum," derken "neden yazamıyorum," demeye başladım. Bu öykü de elini enseme atıp, "Yazarsın, yazarsın," diyerek beni salladı. Teşekkürler öykü. "Sen canavar kalacaksın..." falan filan... atıp
tutmaya başladı başıma bu şirin hasırları ören şeytan.
"Ölümüne sürsün cümle iştahın, bencilliğin, cümle bağışlanmaz günahın."
Cehennemde Bir Mevsim, Arthur Rimbaud
Boğazımdaki düğümü gemiciler görse utanır. Cenazeden dönüyorum. Yol, henüz dökülmüş asfalt. Taze ölüden sıcak. Taze ölüden daha kötü kokuyor. Ölüm kadar cıvık. Kolumun altına sıkıştırdığım görgüsüz bir baston, elimde ise naylon poşet var. Poşette takma diş, ilaç kutuları ve diğerlerinden ağır ama alıp fırlatamadığım başka bir şey – bir yumak kızgınlık.Hızlı kahkahalar sokağı alıp veriyor. Düğümün ucundan sarkan ipi çözersem ardından dökülen tüm boncuklarda yere yığılacağım. Hızlandıkça onu orada tutabileceğimi düşündüm. Neşeli şeyler düşündüm. Cenazeyi düşündüm. Kimi sonlar, diğerlerinin aksine ne de cümbüşlü geliyor. Tıpkı kimi mucizelerin ötekilerin aksine hiç iyi şeylerin başlangıcı olmadığı gibi. Cenazeye giderken ayakkabılarımı izledim. Aracın arkasında, boyunca hazırlanmış, hep istediği gibi karanlık, nispeten yüksek tavanlı tahta yatağında yatarken ne kadar şanslı olduğunu karnımdaki sızıda hissettim. Ölmeyi hak etmiyor. Ölmek armağan. Çocukken bayramda cebe sıkıştırılan yirmi lira ölmek çoğu zaman. Şoför koltuğundaki adam görev bilinciyle dimdik duruyor. Yanımda güçlü kalmaya çalışıyor olmalı. Oysa ben, arkamdan gelen derin uykudaki adamın gücümü sivri tırnaklarıyla kazımaması için zırhımı on yıllar önce kuşanmıştım.Cenaze sakindi. O ölü, sakinliği de hak etmiyor. Sakinlik sevinç verir böyle ölüye. Çentik attığı her hayat tarafından bir kez tükürülmeliydi toprağına. Sıcak asfaltı yalayan rüzgâr yükselmeye karar verip yüzüme vurduğunda boş bulundum. Düğümün ucunu sıkıca kavradığım elim çözüldü. Düğüm çözüldü. Kaldırımın üstüne döküldüm. Saatlerce sisli kelimeleri dilimin ucuyla sıkıca kapattığım dudaklarımın arasında sektirdim. Boğazımdan kurtulup gözlerime hücum eden anılar sular halinde indi. Benden uzağa savrulan bastonu ve poşeti toplayıp yola koyuldum. Az önce seni kaybettim. Bulmaya geliyordum. Sevmediğim her şeyi takip edersem sonu sana çıkabilirdi.
* * *“Ölü karanlıklarda sanki dolanıyorlar.
Esiyor balosuna iskeletlerin poyraz!”Arthur Rimbaud, Asılmışların Balosu
Rivayet edilir ki dünyadan gidiş mızrak ayaklı trenlerin demir yollardan kurtulup ovalarca, dağlarca, nehirlerce, bulutlarca süzülmesiymiş. Tasarladığım kimi fikirlerin sonu o yollara çıkıyordu. Işıklar kırmızıyken duran çoğu arabaya ve yayaya karşın ayaklarım sırf o yolları aramak için nemli toprakta, henüz dökülmüş asfaltta ve diğer tüm zeminlerde mızrak izleri arıyordu. Cümle âlem duysun diye kimi ölülerin cehennemde cümbüş gezilerine çıktığını. Mızrak izleri küskündü, kaçmıştı. Bilekleri iğrenç, ince ve aydınlık mızrakların ağır yüklü trenleri taşıdığı yolların nereye çıkacağı meçhuldü. Dünyadan çıkışa götüreceği de yoktu belki. İyi fikirlere güven yoktu.Seni son gördüğümde burnundan sızan cılız nefes, burun kıllarını dans ettiriyordu. Titreşen teller gibi, kendi müziklerini yapıyorlardı. Büyük davullara vuruyorlardı. Karanlıklarda tef çalıyorlardı. Sesleri düşündüm. Senden yükselmesi muhtemel sesleri. Düşmek üzereydim. Gözlerim burnuna takılmıştı. Eğer beni tanırsan düşecektim. Gözlerin kapalıydı. İskelet olacağını düşündüm. İçlendiğin günlerdeki iskeletini, kızgın olduğun günlerdeki iskeletini. Yüzün şekilde şekle girerken o nasıl da metanetliydi. Ben parmaklarımı gökyüzüne yaslamış, savsaklayarak geziyorken günden güne, durduk yere gülüyorken, kusturucu bir neşeyle yaşarken yüzünde gezen allar ve morların aksine iskeletin tek renkti. Kemik rengi. Kıvılcım alevlenmeyi beklerken göğsünde, kötümser fikirler, içindeki cehennem cümbüşünü çoktan başlatmışken iskeletin sakindi. Sıcacıktı. İskelet kadar olamamıştın. Karanlıkları dinleseydin en az onlar kadar dürüst olmaya özenirdin. Tüm dünya arkama düşüyordu. İlerledikçe inkâr etmeye başladım. O trenin duracağı yoktu. Cehennemde cümbüş gezilerine çıkan bendim.Ayakları mızraklarla nallanmış trenlerden birini iskeletlerin kol gezdiği bir gecede gördüm. Ardından koşmaya başladım. İstasyonlarca aradığım ize neşeli bir kaldırımda rastladım. Geceydi. Tüm çiçekler ayaklanacak sandım. Bir ses yayılıyordu. Renkli ezgiler duymaya başladım. İskeletler dans ediyordu. Onları görmedim. Müziği duydum. Sırası değildi.* * *“Ağzında şarap ve kan tortusu
Bakıp bakıp gülmekten çatlıyor.”Arthur Rimbaud, Kır Tanrısının Başı
İskeletler, etlerinden sıyrılmış, özgürlerdi. Yer toprak ve ıslaktı. Bir şeye takılmıştım. Ayağımın altında başka kemikler vardı. Bir bütün oluşturmayan eski iskeletten parçalar. Takma dişleri düşündüm. Yerdeki mutsuz kafatasına baktım. Kafatasları fütursuzca gülüyor gibi görünüyorlar. Belki seni de somurtkan hale getiren sadece etlerindi. Etlerin caniydi. Sıyrılması gerekliydi kemiklerinden. Vaktinde aklıma gelmeyen mucizevî bir fikirdi.Takma dişini poşetten çıkardım. Ağzının son kokusunu şişko bir nefesle ciğerlerime gönderdim. Ekşi. Kesif bir koku. Kafatasına eğildim. Son yıllarda ağzından çıkan tüm nefretlerin, öfkelerin ve ara sıra sıcak olmaya yakın dileklerinin ara elemanı takma dişlerin cenazeden dönerken düştüğümde ıslak asfalta değmiş. Dişlerin yer yer siyah. Çürümüş çocuk ya da yaşlı dişlerine benziyorlar. Tırnağımda kazıyıp vaktiyle yeterince kirli bulduğum dişlerini günahsız bir kafatasına daha temiz yerleştirmek istedim. Kafatasını ellerimin arasına aldım. Göz oyuklarını ve dimdik görünen burun boşluğunu parmaklarımla karıştırdım. Onu aklımda etlendirmeye çalıştım. İnce dudaklar, yüksek bir burun verdim. Gözlerini seni göremeyeceği kadar küçük yaptım. Dolgun yanaklar, sivri bir çene ve gür kaşlar verdim. Kulak vermedim. Kulak çoğu yerde gereksizdi. Yüktü. Seni duyar diye korktum. Kafatası, pişmiş kelle gibi sırıtıyordu. Ben de tüm dişlerimi göstererek ona sırıttım. Alt ve üst dişlerimi denk getirip ağzımı olabildiğince çok açtım. Başını hafifçe eğdi. Şefkatle baktı dişlerime. Ellerimi çenesinin altından kafasının içine geçirdim. Ağzının içindeydim. Dişlerini araladım. Yüksek sesli bir kahkaha attım. Ağzını kapatıp açıyordum. Kahkahayla ahenk içinde hareket eden çene tek bir ihtimal sunuyordu. Mutlu kafatası yeni dişleri kahkahalarla karşılıyordu. Sahte dişlerini iskeletin dişlerine yerleştirdim. Oturmadı. Eğip bükmeye çalıştım. Ağzı artık kapanmıyordu. Eğikti. Arka dişlerinin bir kısmı havadaydı. Ağzından kurtuldum.* * *
“Değil mi ki onlar senli-benli-gitti derler! O dört başımamur taşlar! O açmaya varmış çiçekler!
-değil mi ki bir kasvettir kalan geriye!”Arthur Rimbaud, Tufandan Sonra
Sınırsız karanlık. Birbirine çarpan kemik seslerine yaklaşıyorum. Seyrek ya da koşar adımlarım onlar için fark etmiyor. Ay yukarıda bir yerlerde halime gülüyor olmalı. Yan yana dizilmiş iskeletler sağ ayaklarını önlerinde daire çizecek gibi gezdiriyorlar. Tok bir nota kendini belli etmek istercesine yükselip yok oluyor. Sonra sol ayaklarıyla aynı hareketi tekrarlıyorlar. Uzakta, bir kulenin tepesinde çığlıklar içinde kargalar duyuluyor. Rüzgâr etrafından sevmediğini birini kovalıyor gibi, savrulup duruyor. İskeletler kemiklerinin üzerinde zıplayan yaylar gibi eğilip yükseliyorlar. Her biri kollarını iki yana açınca kemik sesleri kendi müziğini yapıyor. Ağaç dalları rüzgârdan dayak yiyor. Birkaçı kırılıyor. Daha kalın olanlar incelip kopmak istiyor. Çiçeklerin her biri tekrar ayaklanmış. Taşlar yuvarlanıyor. Başlarını alıp gidiyorlar. Cümbüş, cehennemde yalnız kalmak istiyor. Etli, kanlı, canlı, fötr şapkalı adamlar, ceketlerinin cebinden gömleklerinin en üste kadar iliklenmiş düğmesine yükselen zincirlerine işaret parmaklarını takmışlar. Tek bacaklarıyla ilerliyorlar. Sürekli ve sadece sağ bacaklarını öne atıp diğer bacaklarını sürüklüyorlar. Kahverengi takım elbiseleri siyah olan diğer tüm görüntüler içinde farklılaşıyor. Dans eden kemik yığınlarını, ölüm dolu cümbüşte geçip kargaların kavga ettiği kuleye varmak istiyorum. Kule varsa cümbüşü ve cehennemi yüksekten kontrol eden biri var. Beni buradan çıkaracak biri. Dansların ve mezarların arasında ilerliyorum. Mezarlar akla gelen taşlı, topraklı olanlardan değil. Burada ölüm ayakta. Mezarlar ölülerin kendisi. Kuleye varana dek birkaç figüre eşlik ediyorum. Kuleye vardığımda arkasından demir adım sesleri duyuyorum. Sessizlikten daha korkutucu olan seslerden biriyle tanıştığımı hissediyorum. Kargalara görünmeden kulenin arkasına varıyorum. Mızrak ayaklar treni istasyona getirmiş. Sivri bir ıslık ötüyor. Kemikten kafa trenin camından sarkıyor. Son durak! Cehennemde Cümbüş Gezileri İstasyonu. Trende ölü kalmasın!
Published on December 08, 2019 06:49
October 31, 2019
Endişeni Dolabın Altına Sakla, Geliyorlar
İçinde donakaldığın fotoğrafı asfalta yapışmak üzereyken bulmuştum. İstifçi tarafım gevşek sırıtmasıyla durduk yere beni dürtmeye başladı. Önce susturabildim. Lakin daha sonra, özellikle sen de fotoğrafın orta yerinde bir şey umar gibi gözlerime bakmaya başladığında, istifçi omzuma çıktı. Orada tepiniyordu. Bacaklarını sallıyordu. Fotoğrafı yerden al, al, al, almayan kişner, gibi şeyler demeye başladı. Olmadık yerlerde, beklenmedik taraflarımın ortaya çıkıp bana bir şeyler yaptırması sık rastlanır bir durumdu. Her seferinde isteklerine bir karşılık bulduğum bu taraflarımdan istifçi olanının hiçbir dediği makul gelmemişti. Nitekim çizgisini bozmadı. Fotoğraf çok kalabalıktı. Kimin, fotoğraftaki hangi insandan nefret ederek, hatta yüzüne tükürerek onu sokağın ortasına attığını bilmiyordum. Bu şekilde, sahibi tarafından sonsuzluğa uğurlanmış kimsesiz fotoğraflara da ilgim yoktu. Hayır, almak istemiyordum. Kesinlikle arka cebime sıkıştırıp dik yokuş boyunca eve taşımayacaktım. Daha sonra evin en işlek noktasında, göz hizasına yerleştirmeyecektim onu. Kararlıydım. Benden daha kararlı olan istifçi, elleriyle sırasıyla gözlerimi, kulaklarımı ve ağzımı kapatıp en masum bakışını attı. Görmedim. Duymadım. Bilmiyorum. Eğilip fotoğrafı aldım. Ağırdı. Tozluydu. Elimi fotoğrafın üstünde gezdirdim. Rengi açıldı. Yine de eski bir kare olmasından ötürü kahverengi tonlarında ve sert bir yapıdaydı. Parmaklarımla tozları sildikçe karedeki insanlardan birkaçının da silindiğini gördüm. Tedirginlikle etrafına bakan kadınları fark ettim. Kafamın içi çalkalanan bir suluk kadar hareketliydi. Dehşet anlarında eriyik lavları orada hissederdim. İstifçiyi düşündüm. Fotoğrafı elime tutuşturan şeytan icadını. Bir köşeden çıkıp göz yanılgıma ortak olmalıydı. Silindiler. Tek tek. Eve koşmaya başladım. Bir yandan fotoğrafa bakıyordum. Üç kere düştüm. Birkaç kişinin omzuna çarptım. İstemeden bir adamın kucağında buldum kendimi. Fotoğrafın içinde birbirlerinin kulağına fısıldayıp bana bakan insanların arasında elindeki kâğıtlara notlar alırken kimsenin onları görmediğini fark eden ukala beyaz önlüklüleri tespit ettim. Beni izliyorlardı. Beni inceliyorlardı. Korktukları belliydi ama hiçbiri saklanmıyordu. Kimileri bunu nasıl beceriyordu? Ben korktuğumda aklımdaki arası açık penceremden içeri tüylü örümcekler tırmanıyor. Sayamadığım kadar çok bacakları olan başka böcekler de onlara eşlik ediyor. Hepsi göğüs kafesime yerleşiyor. Orada durmaksızın kıpırdıyorlar. Fotoğrafta kalabalığın arkasında bir leke gibi görünen kapıdan insanlar girip çıkmaya devam ediyordu. Benimle işi bitenler silindikçe yenileri geliyordu. Boş sandalyelere rastgele oturuyorlardı. Fotoğrafı neden gelişigüzel bir yere atmamıştım? Denediğimi inkâr edemem. Kaldırım taşına bıraktım. Aklıma yatmasa da fotoğrafın içinde canlılar olduğu için yukarıdan bırakmaya ya da buruşturup fırlatmaya cesaret edememiştim. Bıraktığım kaldırımdan söylenmeler yükselince durup dinledim. Bu da korktu, diyordu biri, yanındakini dirseğiyle dürterek. “Peh, kalıbına bakan da ne zanneder,” dedi diğeri. Bir bacağını öteki bacağının üstüne öyle bir attı ki, sol kalçası yüksek tavana bakar oldu. Bu defa istifçiye gerek kalmadan geri aldım fotoğrafı. Yükselen sesleri ellerimin arasına sıkıştırdım. Kendi elimi tutarak yürüyordum. Bunu bir tek gereğinden fazla sessiz gecelerde, yorgana dahi çaktırmadan yapıyordum. Söylenmeler boğulur gibi çıkan seslere dönüştü. Eve çok az kalmıştı. Merdivenler. Hem alttan hem üstten kilitli kapı. Ev. Geniş girişi geçip pencerenin gördüğü en güzel manzarayı, iki ağacı, seyredebildiğim odaya geçtim. Fotoğrafı duvara, sıkça oturduğum koltuğa göre göz hizama yapıştırdım. Tüm odaya sırtım dönüktü. Fotoğrafa önce yakından baktım. Bir başka fotoğrafla karıştırmış olmalıydım. Az önce orada gördüğüm hiç kimse yerinde yoktu. Eşyaların da yerleri değişmişti. Not alan dört beyaz önlüklü, kısa boylu ikiz kadınlar, tek kollu ve tek bacaklı. Hiçbiri. Başkaları vardı. Kamburlu birileri. Otomattan kahve alan genç oğlan, yere boylu boyunca uzanmış hemcinsine gülümsüyordu. Fazlasıyla içten ve davetkâr. Demir rafların altında bir çocuk dimdik duran vücudunu duvara yapıştırmıştı. Dadısı olduğunu düşündüğüm, siyah jile etek ile beyaz gömleğine uyumlu rugan çizmeleriyle bir kadın tebeşirle duvarda, çocuğun başının ulaştığı son noktayı boyuyordu. Biri albümünü sokağa saçmış olmalıydı. Bir tek kapı aynıydı. Üzerinde parmaklarımı gezdirdikçe silinen insanların yerlerini başka insanlarla dolduran kapı. Pencereye yönelip eve geldiğim yolda hiç fotoğraftan birilerini düşürmüş müyüm diye bakacaktım. Arkamı döndüm.Evdeydiler. Fotoğrafta eksik olan kim varsa.Cezasına razı suçlular gibi çıt çıkarmadan oturuyorlardı. Kısa boylu ikizlerin arkasında not alan beyaz önlüklüler ayaklarıma bakıyorlardı. Ayakkabılarımı çıkarınca ortaya çıkan birbirinden farklı, mavi ve yeşil çoraplar dikkatlerini çekmişti. Toplam sekiz kişi. İkizler, dört beyaz önlüklü, tek kollu ve tek bacaklı. Korku üst katın banyosundan damlayan kirli suyun kokusuyla içime damlıyordu. Fotoğrafa tekrar baktım. Boyunu ölçen çocuk ve dadısını fotoğraftaki kapıdan çıkarken yakaladım. Arkamda, gittikçe kalabalıklaşan odada bir kıpırdanma, çocuk sehpanın üzerindeki vazoyu indirip kendine yer açıyor. Dadısı çocuğu koltuk altlarından kaldırıp sehpaya oturtuyor. Elini çocuğun omzuna atıp bir yandan onu kontrol ederken diğer yandan odadaki yaygın sessizliğe ve ifadesizliğe katılıyor. On oldular. Çocuk ve dadıyla. Bir süre nefes dahi almadım. Uyuşan bedenime mukayyet olamıyordum. Elimi tutunacak bir dayanak arayarak boşlukta gezdirdim. Kitaplığı yakaladım. “Şimdi burası da örümcek yuvalarına benzedi,” dedi beyaz önlüklülerden biri. Sonra yanındaki diğer önlüklünün kulağına eğilerek, “Korkunun içine yuva yaptığı o yuvalara,” dedi. Biliyorlardı. Bana ne yapabileceklerini biliyorlardı. Korkumun farkındalardı.“Hatta şimdi pencereni biraz daha aralayabiliriz, geliyorlar,” dedi kısa boylu ikizlerden bir diğerinin aynısı olanı. Fotoğrafa döndüm. Demir raflardaki kitapları karıştıran yirmili yaşlarında biri. Kucağındaki incecik beyaz bir ipin çevrelediği iri bir örümceğin sırtını işaret parmağıyla seviyordu. Arada sırada örümceği yere indiriyordu. Tasmasınınuzadığı ölçüde uzaklaşmasına izin veriyordu. O da yüzünü bana döndü. Gözlerinden birinin yerinde su yeşili bir sonsuzluk vardı. Görebilen tek gözünün bakışıyla insanın zihnini kırbaçlayabiliyorsa, diğer gözünün eksikliği hissetmiyordur, diye düşündüm. Kapıdan fotoğrafa giren bir başka kadının suratındaki yarayı gördüm. Alnının ortasından çenesinin altına kadar inen derin bir yarık. Tekrar arkamı döndüğümde elinde otomat kahvesiyle genç oğlan, halımın üstünde sere serpe uzanan diğer gence bakıyordu. Gözümü kırptım. Haber değeri olmayan bu eylemim eve bir başka fotoğraf sakinini daha getirmeseydi gözümü kırptığımı katiyen belirtmezdim. “Endişeni dolabın altına sakla, geliyorlar,” dedi sehpanın üzerindeki çocuk, “ayrıca, bence sen de saklan.” Duvardan yükselen bir gümbürtü duyuldu. Bir çekicin ısrarlara rağmen duvarı delmeyen bir vidaya karşı savaşının sesleriydi. Aksi olan, hiçbir şey duvara girmeye çalışmıyordu. Duvara asılı fotoğraftaki örümcek terbiyecisi ile yarık surat fotoğrafın önündeki görünmez engeli pençeleriyle delmeye çalışıyorlardı.Duvardan yükselen boyaları söktüğünü gördüm. Arkamda bir sürü insan vardı. Sızı dolu bir koku kalabalığın arasından yükselerek tavana çarpıp daha da hızlanarak tepeme yıkılıyordu. Ezgili çığlıklar duyulmaya başladı. Gregorio Allegri-Miserere’deki gibiydi. Bir yas töreninden gelen ölü yakarışlarına benziyordu. Yardım çağrısıyla öfke karışıktı. Kulak asmamaya çalıştım. İkizler yanıma gelmişlerdi. Beni duvara doğru itiyorlardı.“Çıkar endişeni,” dedi dadı. Buyurgan sesini mesleğine verdim. Fotoğraftaki kapıdan çıkıp gitmek istiyordum. Fotoğrafın büyüdüğünü gördüm. Duvarda genişliyordu. Yaralı yüzlü kadın elleriyle iki yanından çekiştiriyordu fotoğrafı. Sığmaya çalışıyordu. Oradaki kapıdan siyah gövdeli, kocaman başlı, iri ayaklarının üzerindeki damarlarla çevrili bacaklarıyla biri girdi. Kalıba vurulmuş demir yığını kadar ağır görünüyordu. Kafasında bir miğfer gördüm. Tam karşıdan, hiçbir şey dikkatini çekmeden bize doğru geliyordu.“Soyun,” dedi otomat kahvesini höpürdeten genç. Sesinde en ufak arzudan eser yoktu. İfadesiz suratım devam etmesini sağladı: “Endişeni sıyır, dolabın altına sakla, geliyorlar.”Gözlerimi büyüdükçe duvardan taşmaya başlayan sahneden alamıyordum. Bir fotoğraf olmaktan çok uzaktı artık. Ellerinden tutup dışarı çıkarabileceğim birine dönüşüyordu. İtildiğimi hissettim. Orası bomboş kalmıştı. Az evvel miğferiyle dikkat kesilmiş ağır görünümlü kişi de yoktu. En çok onun ellerini sırtımın ortasında hissediyordum. Ayaklarımı yere sabitlemiştim. Yalnızca belimden yukarısı karşımdaki görüntünün içine girmişti. Ölü yakarışlarını daha iyi duymaya başladım. Erkek-kadın karışık bir koro ellerinde tutmalarına rağmen bir kez olsun bakmadıkları ağdın sözlerini derilerinin altında hissettikleri acıyla söylüyorlardı. Kendimi tamamen yüksek, beyaz duvarların arasında bulduğumda sırtımdaki itici güç sona ermişti. Eşyalar yoktu. Fotoğraftakiler yoktu. En kötüsü, kapı da yoktu. Arkamı döndüğümde onları gördüm. Fotoğraftakileri. Sonradan kapıdan girenleri. Dadıyı. Miğferli adamı. Küçük çocuğu ve yaralı yüzü. Hepsi, en kötü huylarını içlerinden koparım bir çukura atmış gibi bakıyorlardı olduğum yere. Kapanmaya başladı. Evimle burayı ayıran o görünmez eşik her neyse, beyazlaşıyordu. Tiz sesler aynı tonda devam ediyordu. Eski evimde yeni bir kalabalık bırakmıştım. Yeni dört duvarımda eski kalabalıktan izler arıyordum.
Published on October 31, 2019 14:00
Kelhanım’ın Kar Taneleri ile Ateş Böcekleri
Kaynar süt dolu bardağı indirdiğinde bembeyaz kaymak dudaklarında kalıyor. Fark etti mi, bilmiyorum. Sözünü kesecek değil. “Yaz sonu ortadan kaybolmayan ateşböceği, kışın karlar arasında karışıp sokak lambası altında dans ediyor,” diyor. Bugünün konusu da böylelikle belirleniyor. Dilinin ucuyla üst dudağını sıyırır şimdi. Sırtı odaya dönük. Süt kaymağıyla ağzı arasındaki münasebeti camdaki yansımadan seyrediyoruz. Yaşı kırk sekiz. Saçları yok. On beş sene önce evde çıkan yangında yanmış. Saçları köklerine kadar yandığı için mi aklı gitmiş, bilinmez. Nitekim aklı yok. Yeri gelmişken, kocası da yok. Kaçmış. Aramızda seslendiğimiz adıyla Kelhanım, kocası için, “Kaçtı düdük, saçlarımmış meğer yanımda tutan,” der. Her akşam bu saatlerde kar taneleri ile ateş böceklerinin hikâyesini yazıyor. Hafızasındaki tüm tırnak izlerini tek tek kaşıyor. Bir yandan da sesli okuyor. Kelhanım, mavi pantolonunun içine sıkıştırdığı beyaz gömleğini yakasına kadar iliklediğinden rahat nefes alamıyor. Sütünü de kolayca yutamıyor. Yüzünü bize çoğu zaman dönmüyor. Üstünü hiç değiştirmiyor. Yerinden nadiren kalkıyor. Biz komşuları olarak akşamları yanında oturur, başı omzuna düşer düşmez olduğu yere yatırınca da civciv sürüsüne taş atılmışçasına dağılırız. Pantolon cepleri hep şişkin duruyor.Saat geç olmadan oğlanı aramamızı istiyor. “Böyle geç kalmazdı,” diyor. Üç evlat sahibi olup yurt dışına göç edeli kaç sene geçti. “Geldi de yattı bile Kelhanım,” demekten başka ne çare? Bunu öğrenir öğrenmez ışıkları söndürtüyor. Günün üçüncü bardak sütünün son yudumunu sesli bir yutkunmayla mideye indirince yanındaki sehpanın çekmecesinden yarısı yazılmış son hikâyeyi çıkarıyor. İlk yarısını okumaya niyetli. Hafifçe doğruluyor. Üzerinde oturduğu koltuğu kollarından tutarak bize doğru dönüyor. Uçuşan elbisesinin altındaki sarkık, çıplak bacaklarını koltuğa yeniden yapıştırınca derinin nasıl yayıldığını görüyoruz. Kelhanım’ın fizik kanunlarına yeni düşmüş derisi ve mor elbisesi. Kar taneleri ile ateş böceklerinin son macerasını dinlemek için kendimizi düzeltiyoruz. Herkes bardağındaki içeceği sonuna dek yetecek mi diye kontrol ediyor. Kelhanım’ın umurunda değil. Kelhanım birkaç kez öksürüyor. Ses telleri uyanıyor. Hikâye başlıyor.
* * *Zaman ellerimin arasında kar tanesi gibi eriyip gitti sanırken,Ellerimin arasında kayıp giden gerçekten kar tanesiymiş,Ellerimi ateşten sanırken,Ellerimi sarıya boyayan sadece sokak lambasıymış,İnce kollarını tiyatral şekilde boşlukta savurarak tiratlarını söyleyen ateş böceği, gözlerini kapatmış, kendini oyununa kaptırmış. Titreyen bacakları heyecana yenik düştü sanırmış. Oysaki yazdan kalma günler kışları sağ kalırmış ama yazdan kalma böcekler karlı havalara zor dayanırmış. Sokak lambasının tepesine konmuş, eski günlere özleminden dertli dertli sözler söylerken kar tanelerinden birkaçının yakındaki çatıda kıs kıs güldüklerini fark etmiş. Birisi elleriyle karnını tutuyor, diğeri bir eliyle onu işaret ederken, diğer eliyle gözlerinin yaşını siliyormuş. Katılarak yere düşen kar tanelerinden bazıları eğimde yuvarlanıp su borularına düşmüş. Biriken suda eriyivermiş. Ateş böceği ailesinin arasında, sokak ışıklarının altında geçen müzikli, danslı yaz günlerini ararken, kendileri soğuk, şakaları daha soğuk bu tanecikler nereden çıkmış? Dertlenip yeni dörtlüğü fırtınayla savrulan tipiler arasına salmış:Hindistan, Bağdat, Kınalı Ada, Görmedi böyle yaygara, Gülerseniz bir dertlinin hâline...Göğsünde kavuşturduğu yumruklarını çözüp kafiyeli bir dize bulmaya çalışmış. Tam utanıp sıkılacak, belki özür dileyecek kar taneleri karşısında yükselip uçacakken, gözden kaybolmak için kendini aşağı bırakırvermiş. Yere düşerken aklına gelen son dizeyi bağırabildiği kadar bağırmış:“İşte böyle gözden düşersiniz kar taneleri!”* * *Kelhanım hikâyede burada kaldığını belli etmek için başını kaldırıp gözlerimize bakıyor. Islak gözleri mana arıyor. Beğenmezlik, memnuniyetsizlik ya da huzursuzluk. Dudaklarımızı hayranlıkla büküp başımızı anlamlı şekilde salladığımızda yazmaya devam etmiyor. “Yalanınıza kuş pislesin,” deyip yeniden sırtını dönüyor. Bu yüzden, ben gözlerimi kaçırıp başımı iki yana sallıyorum. Yanımdaki bukleli hanım alaycı bakarak dil çıkarıyor. Yasaklı sözcüğü kullanası tutuyor. “Kelhanım, yangını siz çıkarmışsınız, doğru mu?” diyor. Bakışlar çarpışıyor. Bukleli hanımın bakışları Kelhanım’ınkilerin karşısında eriyip yok oluyor. Aniden kızaran yüzler, oturduğu yerde toparlanan bedenler ve sessizlik. Dünyadan çıt çıkmıyor. Alt komşu ise bir eliyle eteğini havalandırırken diğeriyle yelpazesini sallıyor. Kışın ortasında. Öyle sıkıldım, hararet bastı demeye çalışıyor. Kelhanım’a bir haller oluyor. Bıraktığı boş bardağı alıp bana uzatıyor. Süt kaynatmaya gidiyorum. Mutfak cezveden geçilmiyor. Hepsi süt yanığı izi. El yakan bardağı yanına indirip yerime geçtiğimde Kelhanım yazmaya devam ediyor. Bir yandan da okuyor.* * *Ateş böceği, onlarca kar tanesinin üstünde. Ayıldığında başını çarpıp bayıldığını sanmış. Ama yola serilmiş kar tanelerinin şahitlik ettiği üzere, ateş böceği daha yere inmeden havada bayılmış bile. Korkudan. Mevsimsiz uçuştan. Ama asla düşüşten değil.Havaya rağmen yollar kalabalık. Kışın ortasında gökyüzünden bir tane ateş böceği düştüğünü gören ilk insan, artık nasıl tanımışsa çığlık çığlığa koşarak haberi yaymış. Çatının üstündeki hınzır kar tanelerinden henüz erimeyenler aşağı sarkıp ateş böceğini görmek istiyor. Böcek lambanın altında olmadıkça sarı sarı parlamıyor. Birbiri üstüne atılan adımlar arasında görünmüyor. Üzerine gelen ayaklardan yuvarlanarak kaçıyor. Sokak lambasının üstünde tirat atmaya benzemiyor.Simsiyah göğün altındaki bembeyaz yollar üzerinde gördüğü karartıya atlayan çocuklar, adımlarını yarıştıran yetişkinler… Sokak lambasının altında birbirine çarpıp yol değiştiren kar tanelerinin gözleri ateş böceğini arıyor. Ateş böceği artık görünmüyor. * * * Bu akşam Kelhanım’da bir titreme var. Ellerini koltuğun kollarına indirmiş, sürekli titriyorlar. Ayaklarını uzatıp birbirinin üzerine atmış, titremelerinin farkında olacak ki, geri çekip koltukla yer arasındaki boşluğa sıkıştırmaya çalışıyor. Hikâyeye ara verdiğinde herkes başka yere bakıyor. Bukleli hanım avizelerin tozunu almayı düşlüyor. Yelpazeli hanım Kelhanım’ı saçlı hayal ediyor. Ben şiddetli bir depremin sarstığı gibi sarsılan vücuda şaşıyorum. Kelhanım derin nefes alarak söze başlayacak gibi olduktan sonra öksürüğe tutuluyor. Uzuvları yetmezmiş gibi, ciğerleri, boğazı da şimdi zangır zangır. Üç kadın üç yana kaçıyoruz. Gırtlağına birikmiş ne kadar tükürük varsa üstümüze saçıyor. Sütünden bir yudum alıp sakinleşiyor. Eğilip bardağın üzerine bakıyorum. Kelhanım kaymağı da yutuyor. Hikâyeyi bu akşam bitirmeye kararlı. Hızlı hızlı sallanmaya ve kelimeleri bağırmaya başlıyor. Devam eden cümlelerin bir önceki hikâyeye ait olduğuna hikâyenin kendisi bile inanmıyor. Okuyacaklarınızı içinizden dahi olsa en yüksek perdeden okuyabilirsiniz. Kelhanım öyle yapıyor. * * *Sonra yaz gelmiş. Hatta bir bahar gecesiymiş. Sonbahar da gelmiş. Birlikte oturuyorlarmış. Kış gelmemiş. Çağırmamışlar çünkü. Kışta su varmış. Söndürürmüş. Ağaçlı bahçenin tam ortasındaki iki katlı, sarı boyalı duvarlar arasındaki şen kahkahalar, pencerenin biraz ötesindeki lambanın altında reverans yapan ateş böceklerinin cilvesine atılıyormuş. Ben yapmadım.Sarı ev turuncuya bürünmüş. Ocakta yemek mi varmış? Sobanın bacası mı tıkanmış? Ufaklık kibrit çöpünü art arda parkeye mi sürtmüş? El feneri yere düşmüş. Mutfak perdesi ılık esintide içeri doğru uçuşup tencereyi kaynatan harlı ateşe kapılmış. Saçlarım. Ben yapmadım.Ateş böceklerini izleyen neşeli aile bahçeye çıkmak istemiş. Evin oğlu, köpeği kuyruğundan çeke çeke dış kapıya kadar götürmüş. Baba, yazı, ilkbaharı ve sonbaharı da çağırarak bahçeye çıkmış. Biri içeride kalmış. Benmişim. Duman boş kalan evi doldurmak istemiş. Beyaz duvarlara turuncu alev yansımış. Ateş böcekleriyle ilgili uydurulan güzel masallar anlatılmış. Çocuk ateş böcekleriyle kar tanelerinin farkını sormuş. Baba, “Kış burada olsaydı sorar öğrenirdik,” demiş. Ondan kurtulmak için. Kimse beni düşünmemiş. Mutfaktan başlamış. Salona taşmış. Yatak odalarına hızla yayılmış. Kaçacak yer mi varmış? Belime değen saçlarım, koşarken ardımda savrulmuş. Yangın dişlerini saçlarıma geçirmiş. Kolay kolay da bırakmamış. Başımın üstünde bir alev topuyla kendimi cama fırlatmışım. Cam kırılmış. Ateş böcekleriyle kar tanelerinin konuşulduğu anın tam ortasına, yanarak düşmüşüm. Canımı çıkarırcasına derime diş geçiren, soluğuma hücum eden alevi nemli toprağa basa basa söndürmüşüm.Ben yapmadım.Bir daha yüzüme bakılmamış. Saçlarım bir daha çıkmamış. Baba gitmiş. Koca gitmiş. Yangını ateş böcekleri çıkarmış. O gün kış da gelseymiş kar taneleri alevleri söndürürmüş. * * *Kelhanım son cümleyi söylerken halıya kapaklanmış yeri yumrukluyor. Kel başını kaldırıp indirdikçe kelimeler ağzında belirip kayboluyor. Öyle hızlı hareket ediyor ki, mavi pantolonunun ceplerindeki gizler etrafa saçılmakta bir engel görmüyor. Ölü böcekler, küçücük, bir üflemelik canı olan böcekler Kelhanım’ın cebinden çıkıyor. Oracıkta uyuyor. Belki kendinden geçiyor. Hikâye bittiğinde kenetlenmiş gözlerimizi ondan ayırabiliyoruz. Diğerlerine bakıyorum. Yelpazesini yüzüne örtmüş hanım koltuğa yayılmış. Bacaklarını aralamış. İnce, sarı bir sıvı koltuktan damlıyor. Bukleli hanım oturduğu koltuğu kendine siper etmiş. Zamanı geri almak, soruyu soran ağzına dikiş atmak istiyor. Taş atılmış civcivleri unutup avlanan yırtıcı kuşlar gibi yere çakılıyoruz. Evlerimize dönme vakti geliyor.
Published on October 31, 2019 13:59
Kuklalar Cemiyeti’nin Zımpara Partisi
Bu öykü Kayıp Rıhtım Aylık Öykü Seçkisi’nin “Pinokyo” temasında, Derin Manavoğlu (10) ile birlikte yazılmıştır.
Pinokyo şöminenin yanında ısınırken ödevlerini bitirmeye çalışıyordu. Babası Gebetto’yu bekliyordu. Acıkmaya, açlıktan deftere yazdıklarını birkaç saniye sonra unutmaya başlamıştı. Gebetto onu, yalnız başınayken şömineyi yakmaması için sıkıca tembihlemişti ama böyle bir kış gününde kupkuru tahtadan vücudun ne kadar titreyeceğini düşünmemişti. Pinokyo ısınmaya başlayınca ateşten uzaklaşıyor, titremeye başlayınca ateşe yaklaşıyordu. Bu işin en zor tarafı şöminenin içine yeni odun atacak kadar ona yaklaşamamasıydı. Kolunu uzattığı anda siyahlaşmaya başlardı. Bu yüzden şömine sadece içinde olan odun kadar yanabilecekti. Pinokyo hem açlığa hem de soğuğa aynı anda katlanamayacağı için elindeki defterle alevi havalandırmaya karar verdi. Bu hareketi babası Gebetto’dan görmüştü. Sonra Pinokyo’nun kulağına bazı takırdama sesleri gelmeye başladı. “Midem,” diye düşündü, “herhalde artık eşyalarını toplayıp gitmek istiyor.” Sonra elini karnına götürdü. “Gitme,” dedi mahcup şekilde, “babam biraz sonra geri dönecek.” Defteri şöminenin önüne doğru attı. Sesini duyurmak için biraz bağırdı. Takırdamalar devam etti. “Aç kapıyı,” cevabı geldi. Pinokyo kapının neresi olduğunu anlamadı. Ağzını sonuna kadar açıp bir yandan da gitme demeye çalışıyordu. Sonra, “Kapı açık,” demeye çalıştı, “işte çık.” Söyledikleri anlaşılmadığı gibi takırdamalar da gittikçe sertleşiyordu. Ağzı sonuna kadar açı şekilde karnına bakmaya çalışırken kapının yanındaki camda birkaç tüy gördü. Birinin başının ucundaki tüyler camın ucundan çıkıyordu. “Dostum Pinokyo, kapıyı açar mısın kim bilir?” “Kim bilir,” dedi Pinokyo, “biri kim bilir diyorsa, o “kim bilir” diyen kişi dostum Ördek Kim Bilir’dir!”Karnını unuttu. Yanan ateşi ve hemen önünde bıraktığı defteri unuttu. Kapıya koştu. Camın altında görünen birkaç yeşil tüy biricik arkadaşına aitti. Kapıyı açar açmaz ördek üstüne atladı. Kanatlarını Pinokyo’ya sardı, “Seni ne çok özledim kim bilir,” dedi, “ne kadar büyümüşsün kim bilir.” “Ördek Kim Bilir, seni görmeyeli uzun zaman oldu,” dedi Pinokyo. “Kim bilir,” dedi ördek.“İçeri girmez misin?”“Karnım aç sevgili dostum Pinokyo, ördek yemi var mı?”Pinokyo tahtadan kafasını yine tahtadan parmağıyla kaşırken Gebetto’nun daha önce ördeği olup olmadığını düşündü. Yem yok, demek de istemiyordu. Onca yıl (1) görmediği dostu Ördek Kim Bilir’e rezil olacağını düşündü. “Hadi geç otur,” diyecekti ki Ördek Kim Bilir’in kıstığı gözleri ve ince gülümsemesiyle kendisini süzdüğünü fark etti. “Ben pek lezzetli değilimdir,” dedi. Ördek, gagasının son gücüne kadar güldü. “Seni isteyen kim, kim bilir? Gezmeye gidelim diyecektim. Hadi ödev yapmayı bırak, seni bir yere götüreceğim.”“Babama sormam lazım ama,” dedi Pinokyo. “Babanın işi var, o gelemez.”Pinokyo ani karar değişimlerinden hoşlanmazdı. Bir defasında babası Gebetto, birdenbire kararını değiştiren kişiler için, “Zihinlerinden geçenlerden haberi olmayanlar bir dakika içinde beş kez karar verebilirler oğlum,” demişti, “bazı ansız gibi görünen kararlar ise asıl kararlarını masum göstermenin bir başka yoludur.” Pinokyo babasının yanıldığını düşündü çünkü dostu Ördek Kim Bilir, Pinokyo’nun gördüğü en aklı başında ördekti. Tanıdığı ördek sayısının bir olmasını hesaba katmadı: “Hadi gezmeye!” Kapıyı çekip çıktılar. Az sonra gelecek olan babasını, yanan ateşi ya da ödevini düşünmedi. Ördek Kim Bilir, Pinokyo’yu evden çıkarmanın bu kadar kolay olacağını tahmin etmiyordu. Pinokyo hemen yemek yemeleri için bir yol arıyordu. Kasabadaki kurabiyeciyi, ekmek fırınını ve manavı hızla geçen ördeğin açlığı Pinokyo’da kuşku uyandırmıştı. “Birçok yemeği es geçtik,” dedi. “Biblocuya gidelim mi, kim bilir?” “Ama ördek yemi istemiyor muydun?”“Biblocuda ördek yemi… yani biblolar var. Ördek yemlerinden… kim bilir, yani şey işte canım, biblolardan almak istiyorum.”“Açlıktan kafan karışmış olmalı.”“Çok eğleneceksin dostum Pinokyo, benim de karnım doyacak kim bilir, yani gözlerim doyacak, biblolardan diyorum.”Yol boyu bir daha hiç konuşmadılar. Pinokyo ağaçlı yola girdiklerinde bir başka dostunu ziyaret etmek istedi. Bilmiş bir salyangozun yaşadığı ağaç kavuğunun önünde durdular.
Published on October 31, 2019 13:58
September 13, 2019
Biten Yolun Ötesindeki Ev
Sırtımda sivilceler, cebimde çakmaklar var. Araba yolculuğundayız.Bagaj tıka basa bolu. Hoşnutsuz sıkışıklık kokusu ön koltuğa kadar geliyor. Yolu izliyorum. İnce. Her an bitecekmiş gibi. Bir yere varmayacağız. Bu son yol. Evden çıkarken gazı kontrol etmemesinden anlamalıydım. Hadi onu görmedim diyelim, kapıyı üç kere değil bir kere kilitlemesi gözümden kaçmamalıydı. Ayakkabılarıyla çorabının uyup uymadığını sormadı. Güneş gözlüklerini unuttuğunu fark etti ama umursamadı. Anlamam için birçok ipucu vardı. Bense o tüm bunları yaparken ya da yapmazken ellerine bakıyordum. Elleri bu evi yaşanır kılan sihirlerdi. Apartmandan çıkıp arabaya doğru yürürken omzuma koymadığı elinden ilk kez şüphelendim. Her gün içinden çıktığımız evi bu defa kabuğu yaradan ayırır gibi kendisinden koparmış, üstüme yığmıştı. “Sen geri dönersin,” dedi şoför koltuğuna kurulurken, “bagajda sadece ben varım.” Mola vermeden devam ettiğimiz yol boyunca önce ona, sonra yola, en son da dikiz aynasına baktım. Kiminle, nerelerden geçerek nereye gidiyordum? Öyle uzun yol gitmiştik ki durduğumuzda nasıl döneceğimi bilmiyordum. Profilden sivri görünen suratının önce nasıl yuvarlak patatese benzediğini düşünmek daha keyifli olabilirdi. Birkaç kez denedim, sonra bıraktım. Tam şu an, pazar yerinde tezgâhtaki balıklara su serpilmesini izlemek ve o çiğ kokuyu içime çekmek istiyordum. Geç vakitte eve dönerken onun pencereden sarkan meraklı bakışlarını asfalttan toplayıp merdivenlere yönelmek istiyordum.Ben geçmişte boğulmak üzereyken ani frenle kendime geldim. Yol bitti. Bir yere varmaktan söz etmiyorum. Yol, bitti. Kırılmış biri girintili çıkıntılı ucuyla asılı kalan asfaltın bir adım sonrası boşluk. İnip arabadan uzaklaştığımda ön tekerleklerin ucunun havada olduğunu gördüm. Ellerini direksiyondan çekti. Kırmızı ve titrektiler. El frenini çekti. Ses acı ve gergindi. Arabadan indi. “Yol bitti,” dedi. Ama nasıl? Sincaplar ve başka canlılar geçiyor ileriden. Bunu söylerken biten yolun devamındaki boşluğun bir başka başlangıçla kesildiğini fark ettim. Orada devam eden bir hayat vardı. Bazı ağaçlar, önünde yol varmışçasına kendinden emin tekerlekler, karnı tok hayvanlar. Orada çıktığımız yolun başında terk eder gibi içinden çıktığımız evimiz vardı. Elleri şimdi soğuk ve sabitti. Ayaklarıyla değil onu belinden iten bir zorlukla ittirilerek yanıma geldi. Omzu omzuma yaslandı. Başını indirdi. Serin alnını hissettim. Hafif rüzgâr onun tarafından bana doğru esiyordu. Şiddetli korkuyla bezenmiş nefesi hızlıydı ve rüzgâra karışıyordu. Onu az ötede benim derin nefesler almaya çalışan burnum karşılıyordu. Önümden geçip gitmesine izin vermeden ciğerlerime çekiyordu. Güvensiz ve sarı bakışlarım boşluktan sonra devam eden yolda hapsolmuştu. Evimizin balkonunu görüyordum. Perde, aralık kalmış camdan dışarı çıkıyordu. Özgürdü. Perde olmak istiyordum. Yüksekte salınmak ama yerimden emin olmak. Eninde sonunda asılı olduğum hayata geri döneceğimi bilerek savrulmak istiyordum. Onun uyuduğu odanın ışığı açıktı. Bagaj anahtarının açılış sesi geldi. Bazı adımlar. Yuvarlanmalar ve söylenmeler. Bunlar anılarıydı. Evdeki varı yoğu. Hayatımızın öncesi. Benim ona bırakıp ondan aldıklarım. Hepsini toplamıştı. Benim cebimde gazı bitmiş çakmaklar. Onları bu akşam mutfakta ucunda ince, uzun, kırmızı plastikten borusu olan bir çakmak gazı şişesiyle doldurma partisi yapacaktık. Kolunu kaldırarak işaret parmağıyla evi gösterdi. Bunca yolu bitsin diye geldik, dedi. Anılar üstüne tırmanıyordu. Çocukluğu çocukluğumun elinden tutmuş cebine giriyordu. Kahkahalarımız yankılanmaya devam ediyor, ağzına girmeye çalışıyordu. Başını kaldırıp elini belime yerleştirdi. Koşmaya başladı. Yanında beni de kendisiyle götürüyordu. Bir adım sonra boşluktaydık. Eli sıyrıldı. Sesler ve görüntüler de. O aşağı düştü. Ben koşmaya devam ettim. Bunu yapan bacaklarım değildi. Evimizin önündeydim. Arkamda kesintisiz devam eden bir yol vardı. Tıkanmış trafik korna sesleri arasında boğuluyordu. Merdivenleri tırmandım. Eve girdim. Odasının ışığını kapattım. Eşyaları buradaydı. Anıları yoktu. Elif Şeyda Doğan
Eylül, 2019
Published on September 13, 2019 12:10
September 9, 2019
Hurda Okyanusu Yolculuğu
Bu öykü Kayıp Rıhtım Aylık Öykü Seçkisi'nin "Hurda Öyküleri" temalı 122. sayısında yayımlanmıştır.
“Mumlar yaktım ve ışıkta, öyle dedim içimden, kendime ufak gizemli alanlar buldum. Bildiğim şarkıları hatırlamaya çalıştım.”Edward Carey, Hurda Köşkü
Yeşil tüylü bir hayvanın sırtında elimi gezdirir gibi içinde süzüldüğüm okyanusa kavuşmak kolay olmadı. Gökyüzünden bildiriyorum: Uçuyorum. Kimin gökyüzünde olduğuma göre eylemim değişebilir: Yüzüyorum. Etrafında yansıyan koyu mavi tonlarında bir ışık huzmesiyle dolaşan su canlılarının üzerinde. Derinleri titreten güçlü dalgaların sarstığı bitkiler paslı demirlerin yığılı olduğu bir bahçeye benziyor. Bahçeye çıkmanın tek yolu okyanusa dalmak. Evim. Eski bir köşk. Bahçe. Küçük bir orman. İçinde hangi katta dolaşmak istediğime göre ayrı ayrı görevlendirilmiş birkaç bakıcı.
Annem ve babam eve ne yazık ki hiç uğramazlardı. Onları hep okyanusta bekleyeceğim diye düşündüm. İçine küvetten atlayarak daldığım bir okyanusta.
Bir tek kendini düşünen seslerden nefret ediyorum. Sessizliğin içindeki eşya çıtırtıları da bunlardan biri. Güvende hissetmiyorum. Özellikle yalnızken, seslerin tehlikelerine daha bir açığım. Dolabın altında sakladığım endişemin çıkıp boğazıma yapışmayacağına kimse yemin etmedi. Dolaplar dışarı çıkmak için sabırsızlanan nesneleri kötücül kahkahalarla tükürmeye bayılır. Kapıları sürekli açılıp kapanır. Kilitli olanların anahtarları sonunda dayanamayıp kırılır. Hurdaya çıkmak üzere unutulmuş eşyaların kinini toplasalar bir okyanus dolardı. Okyanusa muhakkak bizim evin küvetinden çıkılırdı. İnsanların hissettiği toplam acı ile nesnelerin biriktirdiği toplam nefret küvetimin altında kocaman bir delik açarak evimle okyanus arasındaki kalın çarşafta yama atılamayan delikler açtı. Simsiyah, ekşi kokulu derin suda bencil seslerden bıktığım gecelerde yıkandım. Orada ceket giymiş mutsuz bir tilkiyle karşılaştım.
Bir süre önce, ellerime gaz lambasının tozu bulaştığı için üçüncü kattaki, boynuna takılı ince beyaz ipli bir armada adının baş harflerini taşıyan sert suratlı kadın beni banyoya doğru götürüyordu. İ.O. Hanım. Karanlıktı. Koridorun köşelerinde boyumdan büyük demir şamdanların üzerinde mumlar dikiliydi. Onların yanından geçerken kendimi bir atın bacağından daha kısa hissediyordum. Gerçekten öyle olmamın bunda bir katkısı olduğu için üzerinde fazla durmuyordum. Bileğimden kavrayan iri el beni sürüklüyordu. Bir sonraki adımımı daha atmadan kaybediyordum. Ayakkabılarımın burunları yere sürterek sürükleniyordum. Banyo kapısına geldiğimizde İ.O. Hanım öfke dolu bir nefes verdi. Demir kapı kolunu çevirmek için güç gerekiyordu. Tak! Gıcırtı. İçeri atıldım. Kendisi hariç kimseyi düşünmeyen seslerden biri daha, betonla aramdaki duvarların yıkılmasının sesini hiç düşünmeden bastırdı. Askılı şortumun dizlerine sildiğim elimdeki izler gittikçe çizgilerin arasına yerleşiyor gibiydiler. Gömleğimin yakasını tutturan kırmızı ipi çözdüm. Önüme düşen saçlarımı başımın önüne yapıştırıp ipi ensemden yukarı doğru dolayıp sıkıca bağladım. Gözlerim özgür kaldı. Oradan çıkmak istemiyordum. Musluğu açtım. Birkaç defa öğürdü. Patlamalar hâlinde akan sular kahverengi ve paslıydı. Musluğun ince borusuna asıldım. Onu çekerken ayaklarımı kaldırıyordum. Birkaç kez zıplayarak kendime doğru çektiğim musluk sonunda elimde kaldı. Artık orada banyonun içini sulayan bir açık su borusu vardı. İlk okyanusum orasıydı.
Elimin kirini çoktan unuttum. Pantolon giymediğim için mutluydum. Islak paçaların verdiği kızgınlığı, akıtan gaz lambaları ya da suratsız bakıcılar bile vermiyordu. Küvetin dışı su doluyordu. Mahrum kalsın istemedim. Tıpayı bulup taktım. Küvetin de musluklarını açtım. Elimde kalan musluk borusunu küvetin içine attım. Tam ortasına geldi. Çıkan ses bu kez bencil değildi. Sanki “İyi geldi,” der gibiydi, tam da o anı bekleyen neşeli nesnelerin seslerindendi.
Soyunmadan küvete girdim. Ayaktayken su dizlerime geliyordu. Bir suyun dizlerime gelmesi için birkaç yudum yeterdi. Bastığım yerde bir gevşeklik hissettim. Zemin hareket ediyor gibiydi. Küvetin ortasında, musluk borusunu fırlattığım yerde, birikmeye başlayan suyun ortasında kapkara bir delik açılmıştı. Gittikçe genişliyor, genişliyordu. Küvetteki tüm suyu tek hamlede yuttu. Çivilemesine hiçliğe düşüyordum.
Suyla birlikte indiğim yerde, musluk borularının, çivilerin, eski koltukların, çok amaçlı banyo tıpalarının, koltukların ve ahizelerin her yere yayıldığı bir okyanus vardı.
Yüzme bilmiyordum. okyanustaydı. Çırpınıyordum. Kendimi savurdum. Küvetimdeki boşluk hâlâ oradaydı. Merdiveni yakaladım. Siyah deliğin girişine yasladım. Son nefesimi tutarak tırmanmaya başladım. Başımı küvetin içine aşağıdan soktuğumda ciğerlerimi patlatacak kadar derin bir nefes aldım. Soluğumun sesi dışarıdan da duyulmuş olacak ki bakıcı iri elleriyle kapıya vurmaya başladı.Ben. Küvetimden inilen bir okyanustan. Geldim.
Merdivene teşekkür ettim.
Kendimi küvetin dışına attım. Boşluğun üzerine küvet taburesini koydum. Küvetin etrafındaki banyo perdesini kapattım. Geriye doğru döndüğümde bileklerimi yalayan suyu fark ettim. Musluğun sesini. Tıpayı okyanusta bırakmamalıydım. Umutsuzca kapıyı açtım. Gözlerimi kapattım. Kulağımın dibindeki şaklamayı beklerken küvetin dibinden bir gluk sesi geldi. Okyanus küvetten sızan son damlayı da yutmuştu. Bakıcının dikkati dağıldı. Beni dışarı çekip lanetler savurarak banyo suyunu gidere itti. Perdeyi açmadı. Tabureyi de yutan obur okyanusumu keşfetmedi.
Ertesi gün odamda kaybolduğu anlaşılmayacak eşyalarımı küvetin deliğinden okyanusa attım. Midem bozuldu bahanesiyle günümün yarısını banyoda geçirdim. Dün suyun içinde yalın ayak yarım saat durmuş olmam beni destekliyordu. Evin içinde delirmiş gibi dolaşıyor, cebime ya da gömleğimin içine sığan eşyaları banyoya taşıyordum. Önce orada biriktiriyor, sonra topluca okyanusa atıyordum.
Bir müddet sonra okyanus alıştı. Sık sık acıkmaya başladı. Artık tek başıma yıkanmaya başladım. Banyoya kimseyi almıyordum. Bu kattaki banyoyu himayem altına almıştım. Okyanus da beni himayesi altına almıştı. Gelişmeye başlamıştı. Kaybolan eşyalarımı küvetin deliğinden aşağı kolumu sarkıtarak arıyordum. Okyanusun içinde yüzerken bulmak istediğim demir oyuncak arabam, babamın kol düğmesi ya da annemin incili tacı ortada yoktu. Birkaç gün önce salonun köşesindeki kitaplıktaki demir kalemliğin tıkırdayarak yuvarlandığını, banyoya doğru gittiğini gördüğümde arkadan biri onu itti sanmıştım. Geniş oda kimsesizdi. Sonra içeriden daha yüksek sesler gelmeye başladı. O tehlikeliseslerden. Odamdaki tek kişilik koltuk ilerliyordu. Küvete koştum. Delik kocaman olmuştu. Öyle ki, kalemlik onun için bir çerez tanesiydi. Koltuğu zorlanmadan yutmasını karşı koyamadan izledim.
Okyanus eşyaları davet ediyordu. Cazibesiyle kendine çekiyor, sonra onları hurdaya çıkaracak kadar sürüklüyor, yoruyordu. Önceleri canım sıkıldıkça küvetin kenarına oturup ayaklarımı okyanusa daldırıyordum. Altımdan geçip giden nesneleri izliyordum. Evde gözle görülür eşya eksilmesi olmaya başladı. Artık uyku vakitleri hariç banyoda takılıyordum. Bakıcıların işine geliyordu. Bütün gün banyoda olmama rağmen okyanusun oraya çektiği eşyaların sürekli yer değiştirmesi onları çıldırtmaya yetiyordu. Mazeret üretip kaçabildiğim günler sona ermişti.
Dala çıka yüzmeyi de öğrenmiştim. Bir gün yeniden okyanusuma daldım. Sadece bana ait olduğunu sandığım günler sona ermişti. İlk kez ve yanlışlıkla daldığım güne göre içi eşya doluydu. Zorlukla ilerliyor, birkaç metrede bir eşyalara çarpıyordum. Henüz küvetime yakınken nefessiz kaldıkça dönüp açığa çıkıyordum. Banyoma hapsolmuş havadan derin bir soluk alıp tekrar dalıyordum.
Hurda okyanusundaki maceram dünyanın tüm oyunlarının toplam eğlencesini geçiyordu.
Okyanusta açık kapısıyla kürek çeken buzdolapları yarışıyordu. Tutamadıkları kahkahaları ağızlarından köpükler çıkarıyordu. Bazen yüzmeye gerek kalmadan su beni sürüklüyordu. Bütün hurdaların gittiği yöne doğru. Başka çaremiz yokmuş gibi. Bir an için yukarı baktığımda onları gördüm. Banyolarındaki küvetlerinde oluşan delikten eğilip bakan insanları. Arkalarındaki boşluktan eşyalar geçiyordu. Küçük, büyük ve yeni hurdalar.
Biraz gezinip döneceğim okyanusta yönümü kaybettim. Saniyeler geçiyor, yeni bir nefese olan ihtiyacım katlanıyordu. Önümde benim gibi sürüklenen birkaç karaltı görüyordum. Eşyalar hallerinden memnundu. Boğulur gibi gelen sesler arasında konuşmalar işitmeye başladım. Nesneler birbirlerine hapsoldukları duvarlar arasından sıyrılıp özgürlüğe kavuştuklarından söz ediyorlardı. Su sığlaşmaya başladı. Kuma saplanan demir iskemleler, şemsiyeler, avizeler ve gemi fenerleri gördüm. Sonunda nefes aldım.
Okyanusun kıyıyla birleştiği yerde, suya taşan yığınla hurdadan devasa bir köşk oluşmuştu. Hurda Köşkü. Evimden büyük. İçimdeki bütün hislerden ve aklımdaki tüm düşüncelerden büyük. Onu bir kitapta okumuştum. Oraya giden yolun küvetimin altındaki deliğin açıldığı hurda okyanusundan geçtiğini bilmediğim zamanlarda.Elif Şeyda Doğan
“Mumlar yaktım ve ışıkta, öyle dedim içimden, kendime ufak gizemli alanlar buldum. Bildiğim şarkıları hatırlamaya çalıştım.”Edward Carey, Hurda Köşkü
Yeşil tüylü bir hayvanın sırtında elimi gezdirir gibi içinde süzüldüğüm okyanusa kavuşmak kolay olmadı. Gökyüzünden bildiriyorum: Uçuyorum. Kimin gökyüzünde olduğuma göre eylemim değişebilir: Yüzüyorum. Etrafında yansıyan koyu mavi tonlarında bir ışık huzmesiyle dolaşan su canlılarının üzerinde. Derinleri titreten güçlü dalgaların sarstığı bitkiler paslı demirlerin yığılı olduğu bir bahçeye benziyor. Bahçeye çıkmanın tek yolu okyanusa dalmak. Evim. Eski bir köşk. Bahçe. Küçük bir orman. İçinde hangi katta dolaşmak istediğime göre ayrı ayrı görevlendirilmiş birkaç bakıcı.
Annem ve babam eve ne yazık ki hiç uğramazlardı. Onları hep okyanusta bekleyeceğim diye düşündüm. İçine küvetten atlayarak daldığım bir okyanusta.
Bir tek kendini düşünen seslerden nefret ediyorum. Sessizliğin içindeki eşya çıtırtıları da bunlardan biri. Güvende hissetmiyorum. Özellikle yalnızken, seslerin tehlikelerine daha bir açığım. Dolabın altında sakladığım endişemin çıkıp boğazıma yapışmayacağına kimse yemin etmedi. Dolaplar dışarı çıkmak için sabırsızlanan nesneleri kötücül kahkahalarla tükürmeye bayılır. Kapıları sürekli açılıp kapanır. Kilitli olanların anahtarları sonunda dayanamayıp kırılır. Hurdaya çıkmak üzere unutulmuş eşyaların kinini toplasalar bir okyanus dolardı. Okyanusa muhakkak bizim evin küvetinden çıkılırdı. İnsanların hissettiği toplam acı ile nesnelerin biriktirdiği toplam nefret küvetimin altında kocaman bir delik açarak evimle okyanus arasındaki kalın çarşafta yama atılamayan delikler açtı. Simsiyah, ekşi kokulu derin suda bencil seslerden bıktığım gecelerde yıkandım. Orada ceket giymiş mutsuz bir tilkiyle karşılaştım.
Bir süre önce, ellerime gaz lambasının tozu bulaştığı için üçüncü kattaki, boynuna takılı ince beyaz ipli bir armada adının baş harflerini taşıyan sert suratlı kadın beni banyoya doğru götürüyordu. İ.O. Hanım. Karanlıktı. Koridorun köşelerinde boyumdan büyük demir şamdanların üzerinde mumlar dikiliydi. Onların yanından geçerken kendimi bir atın bacağından daha kısa hissediyordum. Gerçekten öyle olmamın bunda bir katkısı olduğu için üzerinde fazla durmuyordum. Bileğimden kavrayan iri el beni sürüklüyordu. Bir sonraki adımımı daha atmadan kaybediyordum. Ayakkabılarımın burunları yere sürterek sürükleniyordum. Banyo kapısına geldiğimizde İ.O. Hanım öfke dolu bir nefes verdi. Demir kapı kolunu çevirmek için güç gerekiyordu. Tak! Gıcırtı. İçeri atıldım. Kendisi hariç kimseyi düşünmeyen seslerden biri daha, betonla aramdaki duvarların yıkılmasının sesini hiç düşünmeden bastırdı. Askılı şortumun dizlerine sildiğim elimdeki izler gittikçe çizgilerin arasına yerleşiyor gibiydiler. Gömleğimin yakasını tutturan kırmızı ipi çözdüm. Önüme düşen saçlarımı başımın önüne yapıştırıp ipi ensemden yukarı doğru dolayıp sıkıca bağladım. Gözlerim özgür kaldı. Oradan çıkmak istemiyordum. Musluğu açtım. Birkaç defa öğürdü. Patlamalar hâlinde akan sular kahverengi ve paslıydı. Musluğun ince borusuna asıldım. Onu çekerken ayaklarımı kaldırıyordum. Birkaç kez zıplayarak kendime doğru çektiğim musluk sonunda elimde kaldı. Artık orada banyonun içini sulayan bir açık su borusu vardı. İlk okyanusum orasıydı.
Elimin kirini çoktan unuttum. Pantolon giymediğim için mutluydum. Islak paçaların verdiği kızgınlığı, akıtan gaz lambaları ya da suratsız bakıcılar bile vermiyordu. Küvetin dışı su doluyordu. Mahrum kalsın istemedim. Tıpayı bulup taktım. Küvetin de musluklarını açtım. Elimde kalan musluk borusunu küvetin içine attım. Tam ortasına geldi. Çıkan ses bu kez bencil değildi. Sanki “İyi geldi,” der gibiydi, tam da o anı bekleyen neşeli nesnelerin seslerindendi.
Soyunmadan küvete girdim. Ayaktayken su dizlerime geliyordu. Bir suyun dizlerime gelmesi için birkaç yudum yeterdi. Bastığım yerde bir gevşeklik hissettim. Zemin hareket ediyor gibiydi. Küvetin ortasında, musluk borusunu fırlattığım yerde, birikmeye başlayan suyun ortasında kapkara bir delik açılmıştı. Gittikçe genişliyor, genişliyordu. Küvetteki tüm suyu tek hamlede yuttu. Çivilemesine hiçliğe düşüyordum.
Suyla birlikte indiğim yerde, musluk borularının, çivilerin, eski koltukların, çok amaçlı banyo tıpalarının, koltukların ve ahizelerin her yere yayıldığı bir okyanus vardı.
Yüzme bilmiyordum. okyanustaydı. Çırpınıyordum. Kendimi savurdum. Küvetimdeki boşluk hâlâ oradaydı. Merdiveni yakaladım. Siyah deliğin girişine yasladım. Son nefesimi tutarak tırmanmaya başladım. Başımı küvetin içine aşağıdan soktuğumda ciğerlerimi patlatacak kadar derin bir nefes aldım. Soluğumun sesi dışarıdan da duyulmuş olacak ki bakıcı iri elleriyle kapıya vurmaya başladı.Ben. Küvetimden inilen bir okyanustan. Geldim.
Merdivene teşekkür ettim.
Kendimi küvetin dışına attım. Boşluğun üzerine küvet taburesini koydum. Küvetin etrafındaki banyo perdesini kapattım. Geriye doğru döndüğümde bileklerimi yalayan suyu fark ettim. Musluğun sesini. Tıpayı okyanusta bırakmamalıydım. Umutsuzca kapıyı açtım. Gözlerimi kapattım. Kulağımın dibindeki şaklamayı beklerken küvetin dibinden bir gluk sesi geldi. Okyanus küvetten sızan son damlayı da yutmuştu. Bakıcının dikkati dağıldı. Beni dışarı çekip lanetler savurarak banyo suyunu gidere itti. Perdeyi açmadı. Tabureyi de yutan obur okyanusumu keşfetmedi.
Ertesi gün odamda kaybolduğu anlaşılmayacak eşyalarımı küvetin deliğinden okyanusa attım. Midem bozuldu bahanesiyle günümün yarısını banyoda geçirdim. Dün suyun içinde yalın ayak yarım saat durmuş olmam beni destekliyordu. Evin içinde delirmiş gibi dolaşıyor, cebime ya da gömleğimin içine sığan eşyaları banyoya taşıyordum. Önce orada biriktiriyor, sonra topluca okyanusa atıyordum.
Bir müddet sonra okyanus alıştı. Sık sık acıkmaya başladı. Artık tek başıma yıkanmaya başladım. Banyoya kimseyi almıyordum. Bu kattaki banyoyu himayem altına almıştım. Okyanus da beni himayesi altına almıştı. Gelişmeye başlamıştı. Kaybolan eşyalarımı küvetin deliğinden aşağı kolumu sarkıtarak arıyordum. Okyanusun içinde yüzerken bulmak istediğim demir oyuncak arabam, babamın kol düğmesi ya da annemin incili tacı ortada yoktu. Birkaç gün önce salonun köşesindeki kitaplıktaki demir kalemliğin tıkırdayarak yuvarlandığını, banyoya doğru gittiğini gördüğümde arkadan biri onu itti sanmıştım. Geniş oda kimsesizdi. Sonra içeriden daha yüksek sesler gelmeye başladı. O tehlikeliseslerden. Odamdaki tek kişilik koltuk ilerliyordu. Küvete koştum. Delik kocaman olmuştu. Öyle ki, kalemlik onun için bir çerez tanesiydi. Koltuğu zorlanmadan yutmasını karşı koyamadan izledim.
Okyanus eşyaları davet ediyordu. Cazibesiyle kendine çekiyor, sonra onları hurdaya çıkaracak kadar sürüklüyor, yoruyordu. Önceleri canım sıkıldıkça küvetin kenarına oturup ayaklarımı okyanusa daldırıyordum. Altımdan geçip giden nesneleri izliyordum. Evde gözle görülür eşya eksilmesi olmaya başladı. Artık uyku vakitleri hariç banyoda takılıyordum. Bakıcıların işine geliyordu. Bütün gün banyoda olmama rağmen okyanusun oraya çektiği eşyaların sürekli yer değiştirmesi onları çıldırtmaya yetiyordu. Mazeret üretip kaçabildiğim günler sona ermişti.
Dala çıka yüzmeyi de öğrenmiştim. Bir gün yeniden okyanusuma daldım. Sadece bana ait olduğunu sandığım günler sona ermişti. İlk kez ve yanlışlıkla daldığım güne göre içi eşya doluydu. Zorlukla ilerliyor, birkaç metrede bir eşyalara çarpıyordum. Henüz küvetime yakınken nefessiz kaldıkça dönüp açığa çıkıyordum. Banyoma hapsolmuş havadan derin bir soluk alıp tekrar dalıyordum.
Hurda okyanusundaki maceram dünyanın tüm oyunlarının toplam eğlencesini geçiyordu.
Okyanusta açık kapısıyla kürek çeken buzdolapları yarışıyordu. Tutamadıkları kahkahaları ağızlarından köpükler çıkarıyordu. Bazen yüzmeye gerek kalmadan su beni sürüklüyordu. Bütün hurdaların gittiği yöne doğru. Başka çaremiz yokmuş gibi. Bir an için yukarı baktığımda onları gördüm. Banyolarındaki küvetlerinde oluşan delikten eğilip bakan insanları. Arkalarındaki boşluktan eşyalar geçiyordu. Küçük, büyük ve yeni hurdalar.
Biraz gezinip döneceğim okyanusta yönümü kaybettim. Saniyeler geçiyor, yeni bir nefese olan ihtiyacım katlanıyordu. Önümde benim gibi sürüklenen birkaç karaltı görüyordum. Eşyalar hallerinden memnundu. Boğulur gibi gelen sesler arasında konuşmalar işitmeye başladım. Nesneler birbirlerine hapsoldukları duvarlar arasından sıyrılıp özgürlüğe kavuştuklarından söz ediyorlardı. Su sığlaşmaya başladı. Kuma saplanan demir iskemleler, şemsiyeler, avizeler ve gemi fenerleri gördüm. Sonunda nefes aldım.
Okyanusun kıyıyla birleştiği yerde, suya taşan yığınla hurdadan devasa bir köşk oluşmuştu. Hurda Köşkü. Evimden büyük. İçimdeki bütün hislerden ve aklımdaki tüm düşüncelerden büyük. Onu bir kitapta okumuştum. Oraya giden yolun küvetimin altındaki deliğin açıldığı hurda okyanusundan geçtiğini bilmediğim zamanlarda.Elif Şeyda Doğan
Published on September 09, 2019 12:02
August 4, 2019
Kör Bahçenin Sağır Kuşları
Şöyle oturalım. Her neredeysen şurada oturmama eşlik et. Kör bahçenin sağır kuşları onlara ne küfürler ettiğimi duysalardı sabahın bu vakitlerinde pencereme konmazlardı. Hatta uçmazlardı. Hatta yumurtlamazlardı. Yumurtlasalar bile bebek canavarlar kabuklarını kırmazdı. Tiksiniyorum. Tiksinçler. Gözlerimi kısıp dişlerimi sıkıyorum. Çenemi hafif öne getirince korkuyorlar benden. Kapatıyorlar gagalarını. Marş marş gökyüzüne. Problemimiz burada başlıyor. Kaç defa bağırdım arkalarından. Birkaç tanesini kanatlarını birleştirse beni de götürebilirlerdi güneş battıktan sonra. Söz vermiştim. Kısa, kumral saçlarının ardındaki düşünceyi öğrenmek için her neredeysen seni bir kez daha ziyaret edecektim. Sözleri tutamamak genellikle böyle abartılar sonunda bulur insanı. Her neredeysen demeseydim, seni ziyaret etmek için kuşların beni götürmeye karar vermesini beklemek ile senin gibi ölmek arasında kalmayacaktım. Mevsimlerin kişilikleri keskin tabii. Kış ödün vermediği gibi soluk da aldırmıyordu. Yaz ise silikon tabancadan ateşlenen bayıcı yapışkandan farksız, bulaşıcı. Geçiş mevsimleri kahreder. İlkbahar. Sonbahar. Gitmeye karar verişin de kıştan yaza giden günlerden birine denk geldiğinden, korkuyorum. Yine o günlerden birindeyiz. Seni son ziyaretimde delikli sırtı olan bir sandalyeye batan kemiklerini neredeyse çıkarıp masaya koyacaktın. Ellerini yerleştirmeyi beceremiyordun bir türlü. Kolların ve bacakların öyle incelerdi ki bir oraya bir buraya hareket ettirdiğinde panikle seyrediyordum seni. Kırılacak gibi savruluyorlardı komutlarınla. “Böyle rahat olmadı,” dedin kalkarken, “sevmedim burayı ben.” Yola çıkmak üzereydin. “Hem yola çıkmak üzereyim,” dedin. Ailenle bir yerlere gidecektin. Denizci halatına benzeyen biçimsiz sandaletlerini incelik ayaklarına geçirdin. Fakat nasıl kaldırıyordu adımların o halatları? “Bir dahakine sen gel Ankara’ya,” dedin. “Her neredeysen seni bir kez daha ziyaret edeceğim,” dedim. Öngörüme tüküreyim. Bir kez daha mı? Ağızdan bir anda çıkan lafları önceden kurgulayan biri olmalı. Ki o kişinin niyetinin saflığı hakkındaki şüphelerimi bir başka ziyaretimde dile getirmek isterim. Şimdi Ankara’dayım. Seni ziyarete geldim. Ben geldiğimde sen çoktan gitmiştin. Nitekim seni bulamadım. “Nerede,” diye sordum tanıyanlara. Hem seni hem beni. “Oho,” demesinler mi? “İlkbahar aylarını bilirsin,” de dediler, “durgun gibi görünür ama sert rüzgârla süpürür yoldakileri.” Ziyaretim sayılmamıştı dolayısıyla. Elini kolunu rahatça yerleştirdiğin, yumuşak sırtı olan bir yerde olduğundan bile emin değildim üstelik. Söz vermenin de böyle bir abesliği var. En azından benim için. Elimde olmayan sebeplerden ötürü sözüm uçup gittiğinde aklıma yazılanlar kalıyor. Parmaklarını kullanmadan yazdıkların. Ayak izlerinin yazdıkları. Sandalet halatlarının yazdıkları. Kuşlar beni götürmüyor. Az önce aynanın bana bir bakışı var, görsen erirsin. Artık kalkmalı. Her neredeysen kalkmama eşlik et. Adımlarımı say. Adımlarımın yanında dur. Bana kapıyı aç. Gölgemi evde bırak. Kapıyı çek. Hızlı ol. Çek. İçeride kalsın. Merdivenler dönmeli dolap. Dön. Dön. En çok hızlandığı yerde ayaklarını hisset. Son kat. Altıncı. Başka merdiven kalmadığında önümüzde duran demir kapının anahtarını çevir. Bir. İki. Üç. Gökyüzüne en yakın yerdeyiz. Çatısız binaların mermer zeminli gökyüzüyle buluşma noktaları. Kuş yuvalarına iyi bak. Onları nasıl tekmelediğimi izle. Kırılan ve kırılmayan yumurtalara iyi bak. Bazıları için bu kadar enerji harcamıyorum. Onları sadece okşuyorum. Anneleri benim kokumu aldığında ne kadar büyük bir hata yaptığını anlayacak. Beni sana götürmeyi kabul etmediğinde bunu hak ettiğini düşünecek. Bir daha o yumurtaları ısıtmayacak. Hep üşüyecekler. Doğmayacak serçelerin yumurtaları hep kış. İlerle. İlerliyorum. Sona kadar gel. Ben de geldim. Betona saplanmış demir çubukların yükseldiği uç kısım. Ayağını kaldır. Yükseltiye koy. Vücudunu kaldır. Son ziyaret için adımını at. Attım.Her neredeysen seni bir kez daha ziyaret edeceğim. Oraya geldiğimde gitti derlerse tekrar peşinden geleceğim. Seninle ölebildiğim kadar öleceğim. Elif Şeyda DoğanAğusos-2019
Published on August 04, 2019 13:50


