Elif Şeyda Doğan's Blog, page 3
August 4, 2019
Balina İçinde Aliana Tiyatrosu
Bu öykü Kayıp Rıhtım Aylık Öykü Seçkisi'nin "Balina Öyküleri" temalı 121. sayısında yayımlanmıştır.
“Okyanus’ta var olmak için karada yok olman gerekir.Okyanus’a hoş geldin.”
Balina. On iki metre. Bu oyun böyle değildi. Meşhur tiratlar atılmayan sahneden yalnızca figürler saçılacaktı. Sahnede ölü balinanın parlak yüzeyine bakarak hiç konuşmayacaktı Aliana. Fakat dansını da balinanın yanında yapma gibi bir hayali yoktu. Siyah tül elbisesinin içindeki göz alıcı vücuduyla seyirciyi sahneye hapsedecekti. Öyle ki, oyuna gelenler günler sonra bile ismini bilmedikleri bir kadının kalçasını, ince belini düşüneceklerdi. Oyunda hiç ismi geçmeyecekti ama seyirciler ona kendiliğinden Aliana diyeceklerdi. Başka ihtimal akıllarına gelmeyecekti. Asil Aliana. Zarif Aliana.* * *Perdelerin arasından süzülerek sahneye çıkıyor Aliana. Balinanın varlığına şaşırıyor. Gözlerini ondan alamıyor. Bir an ayakları sahnenin arkasına dönüyor. Buraya nasıl gelmiş olabilir? Kim getirmiş olabilir? Işıklar tek tek açılıyor. Giderek daha çok parlayan balinaya alkış kopuyor. Gereğinden daha aydınlık her yer. Işık sarı, sivri dişlerini göstererek hırıltılar çıkaran canavar. Aliana eteklerini kavrayıp sıkıyor. Bir an için perdenin arkasına koştuğu görülüyor. Seyirci oyun mu yoksa gerçek mi olduğunu anlamadan müzik başlıyor.Müzik, şaşkınlıkla yükselen uğultulara karışıyor. Aliana perdeyi araladığı titrek ellerinin üstünden kafasını çıkarıyor. Sağa, sola sıkıca bakıp tozları bile uyandırmadan sahneye tekrar çıkıyor. Çıplak ayakları müziğin sesiyle hareket etmeye başlıyor. Parmak uçları siyah zeminden ayrılmadan sahnenin ortasındaki balinaya çekiliyor. Yaklaştıkça müzik hızlanıyor. Seyirci, kadının balinaya yaklaşmasını izlerken ışığın indiği yerlerde yalnızca gözlerin takip etmekte giderek zorlandığı ayaklar var.Işık hareket ediyor. Perde uçuşuyor. Konuklar kalkıp oturuyor. Siyah tülün ardında kıvrımlı bir vücut var. Yürüyüşünde bir yılanın kıvraklığı var. Müzik susuyor. Sinek vızıltıları ve kuş ötüşleri geliyor. Sanki biri uzaktan, ormanın derinlerinden dallara ve yapraklara basarak yaklaşıyor. Hışırtılarla. Keman başlıyor. Yayların titreşimini kalbinizde hissettirecek bir kahkaha kopuyor perde arkasından. Siyah tül hışımla dönüyor. Ortası çukurlu bir bel görüyoruz. Saçlarını elleriyle sıyırarak önüne alıyor. Işık onda. Müzik onda. Nefes onda. Çıplak ayağını kaldırıyor. Elini dizine, ayağını yere aynı anda vuruyor. Oyun sanki şimdi başlıyor.Sahne doluyor. Her renk giysi var. Üstü çıplak adamlar, büyük tekerlerin ortasına gerilmiş kadınları yuvarlayarak Aliana’nın etrafında dönmeye başlıyor. Sonra sahneden çıkıyorlar.Kurt ateşe yaklaşmaz.Ayı ateşe yaklaşmaz.Yılan ateşe yaklaşmaz.Aliana neden balinaya yaklaşıyor?Tedirgin. Bu oyun böyle değildi. Aliana, siyah tülün içindeki hızlı yürüyüşünün verdiği rüzgârla dalgalanıyor. Sessizliğin içinde gizlenmiş nefesler de tutuluyor. Sahne şimdi loş. Fakat yeniden gitgide aydınlanıyor. Gözler seçebildikçe dehşetin boyutu artıyor. Balina hareket ediyor.Müzik daha yumuşak. His sivrileştikçe müzik onu bileyliyor.“Aliana,” diyor tüm nefesini tüketerek sarf edilmiş bir fısıltı. “Aliana.” Tekrarlıyor.Siyah tül kendi etrafında defalarca dönüyor. Döndükçe uçuşuyor. Artıyor. Büyüyor.“Aliana.”Kumral saçları savruluyor.“Aliana.”Zarif burnunu dikip sesi koklamaya çalışıyor Aliana. Elbisesini tutuyor. Bir yabancının havada yayılan sesinin incecik, geniş aralıklı ipliklerinden sızıp derisine yapışmasını istemiyor. Oysa ses çok uzak. Aliana sahnenin ortasındaki balinayı unutuyor. Sesi arıyor. İçten bir kahkaha daha kulaklarına ulaşıyor. Elbisesini bırakıp kulaklarını tutuyor. Sesler karışmamalı.“Aliana.”Ardından bir ıslık.“Aliana.”Piyano tuşları art arda inip kalkıyor.“Aliana.”Aliana çığlık atıyor.Sessizlik. Sahnenin ortasında, sahneyi boydan boya kaplayan bir balina hâlâ orada. Biraz ondan söz etmek istiyor Aliana. Işık azalıyor. Siyah tül kıpırtısız. Derin bir nefes alıyor. Göğsü kalkıp iniyor. Müzik ürkekçe yeniden başlıyor. Silent Like Water çalıyor. Aliana başını hafifçe öne eğip eteğini iki yanından tutup kaldırıyor. İnce ayak bilekleri ortaya çıkıyor. Sahnede gezinen ayakları ardında tılsımlı izler bırakıyor.“Balina.” Nihayet sesi duyuluyor. Yeni kesilmiş tırnaklarınızı kadifeye sürmeyi denerseniz Aliana’nın sesini içindeki sızıyı duyabilirsiniz.“Islak sırtı kaydıraklara benziyor,” diyor Aliana seyircilere dönerek. Kısa boylu birine sesini duyurmak ister gibi eğiliyor karanlığa. Eteğini iyice çekiyor.“Salyaları içime akıyor,” diyor, “Sanırım kusacağım. Bu oyun böyle değildi. Nereden çıktı bu?”Balinaya yaklaşıyor. Ses.“Aliana.”“İsmim,” diyor işaret parmağını hafifçe büzdüğü dudaklarına yaklaştırıp şşşt-lerken. “Benden duymuş olmayın. Bana sesleniyor.”Seyirci sandalye yollarına tırnaklarını geçiriyor. Piyano başlıyor. Aliana en sessiz ezgiyi dahi müthiş bir şölene döndürebiliyor.“Aliana.”“Dansımı sahnenin tam ortasına taşıyacaktım oysa.”Kollarını başının iki yanına kaldırıyor. Ellerini adına yaraşır zarafet ile kıvırıyor. Kalçasıyla ahenk içinde bükülüp dönüyor elleri. İkisi de yeterince havada. Giderek yaklaşıyor balinaya.“En azından yakınından geçeyim asıl olmam gereken yerin. Kıvrılsın ince belim siyah tülün ardında, bilet paranız boşa gitmesin.”“İçime gel,” diyor, ses.İlerlemeden, gerilemeden, öylece olduğu yerde kıvrılıp bükülen balinanın içinden duyulan seste aklı durduran bir büyü var. Aliana ısırarak kanattığı dudaklarına aldırmadan müziğin ritmine uydurduğu dans figürleriyle balinanın etrafında dönmeye devam ediyor.“Yaklaş.”Karşı koyduğunu sanıyorken kolayca aldanan Aliana. Oyunu tamamı ile unuttu. Bir kahkaha patlattıktan sonra iki defa ayakları üstünde tepinerek kendine vurdu. Balina vücudunu gerdi. Seyirci müziği duymaz oldu.Dans bitti. Ahenk bitti. Aliana yere çöktü. Emekleyerek ilerlemeye başladı. Balinanın içinde bir oyun vardı, besbelli. Aliana bu gece bir oyunda oynayacaktı. Balina kaskatı kesilmiş derisini yırtarcasına açtı ağzını. Derin bir nefes aldı. Tuttu içinde. İlk soluk verişinde Aliana karşı duvar dekoruyla birlikte sahnenin arkasına uçabilir diye.Aliana az evvel sahneyi ve içini dolduran müziğin aklında kalan melodisini mırıldanarak vücudunun bir kısmıyla balinanın ağzının içine girdi.“Yaklaş, oyun başlıyor.”Aliana gülümsüyor. Siyah tül elbisenin arkasından parlayan ışık, vücudundaki masum, hevesli titreyişi açık ediyor. Balinanın ardına kadar açtığı ağzında yarı uzanır gibi oturuyor. Ayaklarını uzatıp ellerini geriye yaslıyor.“Bu akşam bir oyunda başrol olacağım,” diyor balinanın içine karışan saçlarını arkaya savururken, “herkes beni izleyecek. Oyunda ne olması gerekiyorsa o olacak.”Seyircilerden birkaçı sahne yükseltisinin ucuna çenesini yerleştirmiş, elleriyle zemine vuruyor. Olmaması gerekenler, onu yaşamayan kimselerce hep en geç vakitte fark ediliyor.Nihayet müzik yeniden başlıyor.“Önce buraya gelmen lâzım,” diyor balina midesindeki ses.“Önce buradan gitmem lâzım,” diyor Aliana.Sözlerinin uyuşmasının verdiği rahatlıkla sırtını balinanın geniş boğazına doğru bırakıyor Aliana. Balina çenesini hafifçe doğrultunca Aliana asıl kaydırağın nerede olduğunu anlıyor.Elif Şeyda DoğanTemmuz-2019
Balina. On iki metre. Bu oyun böyle değildi. Meşhur tiratlar atılmayan sahneden yalnızca figürler saçılacaktı. Sahnede ölü balinanın parlak yüzeyine bakarak hiç konuşmayacaktı Aliana. Fakat dansını da balinanın yanında yapma gibi bir hayali yoktu. Siyah tül elbisesinin içindeki göz alıcı vücuduyla seyirciyi sahneye hapsedecekti. Öyle ki, oyuna gelenler günler sonra bile ismini bilmedikleri bir kadının kalçasını, ince belini düşüneceklerdi. Oyunda hiç ismi geçmeyecekti ama seyirciler ona kendiliğinden Aliana diyeceklerdi. Başka ihtimal akıllarına gelmeyecekti. Asil Aliana. Zarif Aliana.* * *Perdelerin arasından süzülerek sahneye çıkıyor Aliana. Balinanın varlığına şaşırıyor. Gözlerini ondan alamıyor. Bir an ayakları sahnenin arkasına dönüyor. Buraya nasıl gelmiş olabilir? Kim getirmiş olabilir? Işıklar tek tek açılıyor. Giderek daha çok parlayan balinaya alkış kopuyor. Gereğinden daha aydınlık her yer. Işık sarı, sivri dişlerini göstererek hırıltılar çıkaran canavar. Aliana eteklerini kavrayıp sıkıyor. Bir an için perdenin arkasına koştuğu görülüyor. Seyirci oyun mu yoksa gerçek mi olduğunu anlamadan müzik başlıyor.Müzik, şaşkınlıkla yükselen uğultulara karışıyor. Aliana perdeyi araladığı titrek ellerinin üstünden kafasını çıkarıyor. Sağa, sola sıkıca bakıp tozları bile uyandırmadan sahneye tekrar çıkıyor. Çıplak ayakları müziğin sesiyle hareket etmeye başlıyor. Parmak uçları siyah zeminden ayrılmadan sahnenin ortasındaki balinaya çekiliyor. Yaklaştıkça müzik hızlanıyor. Seyirci, kadının balinaya yaklaşmasını izlerken ışığın indiği yerlerde yalnızca gözlerin takip etmekte giderek zorlandığı ayaklar var.Işık hareket ediyor. Perde uçuşuyor. Konuklar kalkıp oturuyor. Siyah tülün ardında kıvrımlı bir vücut var. Yürüyüşünde bir yılanın kıvraklığı var. Müzik susuyor. Sinek vızıltıları ve kuş ötüşleri geliyor. Sanki biri uzaktan, ormanın derinlerinden dallara ve yapraklara basarak yaklaşıyor. Hışırtılarla. Keman başlıyor. Yayların titreşimini kalbinizde hissettirecek bir kahkaha kopuyor perde arkasından. Siyah tül hışımla dönüyor. Ortası çukurlu bir bel görüyoruz. Saçlarını elleriyle sıyırarak önüne alıyor. Işık onda. Müzik onda. Nefes onda. Çıplak ayağını kaldırıyor. Elini dizine, ayağını yere aynı anda vuruyor. Oyun sanki şimdi başlıyor.Sahne doluyor. Her renk giysi var. Üstü çıplak adamlar, büyük tekerlerin ortasına gerilmiş kadınları yuvarlayarak Aliana’nın etrafında dönmeye başlıyor. Sonra sahneden çıkıyorlar.Kurt ateşe yaklaşmaz.Ayı ateşe yaklaşmaz.Yılan ateşe yaklaşmaz.Aliana neden balinaya yaklaşıyor?Tedirgin. Bu oyun böyle değildi. Aliana, siyah tülün içindeki hızlı yürüyüşünün verdiği rüzgârla dalgalanıyor. Sessizliğin içinde gizlenmiş nefesler de tutuluyor. Sahne şimdi loş. Fakat yeniden gitgide aydınlanıyor. Gözler seçebildikçe dehşetin boyutu artıyor. Balina hareket ediyor.Müzik daha yumuşak. His sivrileştikçe müzik onu bileyliyor.“Aliana,” diyor tüm nefesini tüketerek sarf edilmiş bir fısıltı. “Aliana.” Tekrarlıyor.Siyah tül kendi etrafında defalarca dönüyor. Döndükçe uçuşuyor. Artıyor. Büyüyor.“Aliana.”Kumral saçları savruluyor.“Aliana.”Zarif burnunu dikip sesi koklamaya çalışıyor Aliana. Elbisesini tutuyor. Bir yabancının havada yayılan sesinin incecik, geniş aralıklı ipliklerinden sızıp derisine yapışmasını istemiyor. Oysa ses çok uzak. Aliana sahnenin ortasındaki balinayı unutuyor. Sesi arıyor. İçten bir kahkaha daha kulaklarına ulaşıyor. Elbisesini bırakıp kulaklarını tutuyor. Sesler karışmamalı.“Aliana.”Ardından bir ıslık.“Aliana.”Piyano tuşları art arda inip kalkıyor.“Aliana.”Aliana çığlık atıyor.Sessizlik. Sahnenin ortasında, sahneyi boydan boya kaplayan bir balina hâlâ orada. Biraz ondan söz etmek istiyor Aliana. Işık azalıyor. Siyah tül kıpırtısız. Derin bir nefes alıyor. Göğsü kalkıp iniyor. Müzik ürkekçe yeniden başlıyor. Silent Like Water çalıyor. Aliana başını hafifçe öne eğip eteğini iki yanından tutup kaldırıyor. İnce ayak bilekleri ortaya çıkıyor. Sahnede gezinen ayakları ardında tılsımlı izler bırakıyor.“Balina.” Nihayet sesi duyuluyor. Yeni kesilmiş tırnaklarınızı kadifeye sürmeyi denerseniz Aliana’nın sesini içindeki sızıyı duyabilirsiniz.“Islak sırtı kaydıraklara benziyor,” diyor Aliana seyircilere dönerek. Kısa boylu birine sesini duyurmak ister gibi eğiliyor karanlığa. Eteğini iyice çekiyor.“Salyaları içime akıyor,” diyor, “Sanırım kusacağım. Bu oyun böyle değildi. Nereden çıktı bu?”Balinaya yaklaşıyor. Ses.“Aliana.”“İsmim,” diyor işaret parmağını hafifçe büzdüğü dudaklarına yaklaştırıp şşşt-lerken. “Benden duymuş olmayın. Bana sesleniyor.”Seyirci sandalye yollarına tırnaklarını geçiriyor. Piyano başlıyor. Aliana en sessiz ezgiyi dahi müthiş bir şölene döndürebiliyor.“Aliana.”“Dansımı sahnenin tam ortasına taşıyacaktım oysa.”Kollarını başının iki yanına kaldırıyor. Ellerini adına yaraşır zarafet ile kıvırıyor. Kalçasıyla ahenk içinde bükülüp dönüyor elleri. İkisi de yeterince havada. Giderek yaklaşıyor balinaya.“En azından yakınından geçeyim asıl olmam gereken yerin. Kıvrılsın ince belim siyah tülün ardında, bilet paranız boşa gitmesin.”“İçime gel,” diyor, ses.İlerlemeden, gerilemeden, öylece olduğu yerde kıvrılıp bükülen balinanın içinden duyulan seste aklı durduran bir büyü var. Aliana ısırarak kanattığı dudaklarına aldırmadan müziğin ritmine uydurduğu dans figürleriyle balinanın etrafında dönmeye devam ediyor.“Yaklaş.”Karşı koyduğunu sanıyorken kolayca aldanan Aliana. Oyunu tamamı ile unuttu. Bir kahkaha patlattıktan sonra iki defa ayakları üstünde tepinerek kendine vurdu. Balina vücudunu gerdi. Seyirci müziği duymaz oldu.Dans bitti. Ahenk bitti. Aliana yere çöktü. Emekleyerek ilerlemeye başladı. Balinanın içinde bir oyun vardı, besbelli. Aliana bu gece bir oyunda oynayacaktı. Balina kaskatı kesilmiş derisini yırtarcasına açtı ağzını. Derin bir nefes aldı. Tuttu içinde. İlk soluk verişinde Aliana karşı duvar dekoruyla birlikte sahnenin arkasına uçabilir diye.Aliana az evvel sahneyi ve içini dolduran müziğin aklında kalan melodisini mırıldanarak vücudunun bir kısmıyla balinanın ağzının içine girdi.“Yaklaş, oyun başlıyor.”Aliana gülümsüyor. Siyah tül elbisenin arkasından parlayan ışık, vücudundaki masum, hevesli titreyişi açık ediyor. Balinanın ardına kadar açtığı ağzında yarı uzanır gibi oturuyor. Ayaklarını uzatıp ellerini geriye yaslıyor.“Bu akşam bir oyunda başrol olacağım,” diyor balinanın içine karışan saçlarını arkaya savururken, “herkes beni izleyecek. Oyunda ne olması gerekiyorsa o olacak.”Seyircilerden birkaçı sahne yükseltisinin ucuna çenesini yerleştirmiş, elleriyle zemine vuruyor. Olmaması gerekenler, onu yaşamayan kimselerce hep en geç vakitte fark ediliyor.Nihayet müzik yeniden başlıyor.“Önce buraya gelmen lâzım,” diyor balina midesindeki ses.“Önce buradan gitmem lâzım,” diyor Aliana.Sözlerinin uyuşmasının verdiği rahatlıkla sırtını balinanın geniş boğazına doğru bırakıyor Aliana. Balina çenesini hafifçe doğrultunca Aliana asıl kaydırağın nerede olduğunu anlıyor.Elif Şeyda DoğanTemmuz-2019
Published on August 04, 2019 13:45
Koku
Bu öykü Epizot Portal'ın 2. sayısında yayımlanmıştır.“Al şu mumu yak, korkuyorum.”Terli evlerden yükselen ekşi kokular gece boyu sokağın midesini kaldırdı. Öğürmeler arasında akşamdan kalma kül, alkol ve sessizlik kokuları, gün ışıklarıyla karşılaşıyor. Gözlerini aralayan kimsenin güne başlayası yok. Evler soğuk birer duş almak istiyor. Lambalar sönüyor. Camlar aralanıyor. Kokuların tamamı sokağa emanet ediliyor. Bir sonraki akşam için eve tekrar davet edilen sessizlik, kendine yakışan sükûnet ile kapıyı çekip çıkıyor.Memelerindeki ağrı yüzünden yüzüstü yatamayan kadın bütün gece kâbus gördü. Sırtüstü yatınca kötü rüya görüleceği öğrenilen çaresizlikler arasında başı çeker kimileri için. Bu –kimileri, rahatsız edici ihtimallere açık karamsarlıkta zihinleriyle başka bir yol aramazlar zaten. Sokaktaki ekşi kokunun kayda değer kısmının kaynaklandığı evi, rüyalarından sızan tüm hisleri köşelerine sindirmişti. Burnunu parmaklarıyla kapatarak pencereye ulaştı. Kolu çevirdi. Nefes. İçeridekinden farklı değil. Ama yeni. Teybe yaklaşarak günü asıl başlatan hareketi yapıyor. Tuş. Radyo. Müzik. Fransızca. Danser Encore çalıyor. Dudakları, onların bile fark etmeyeceği ölçüde seğiriyor. Memnun olmuş olmalı. Onun dışında gelişen şeyler onu mutlu ediyor. Çaba harcamadan elde ettiği her şey, bunu kabul etmese de, kalbini okşuyor. Şefkate muhtaç hissedip bu güçsüzlükle rencide olmayı kendinize yediremediğiniz zaman saçlarınıza uzanan elin asıl içinizi okşadığını hissettiğiniz an. Hakkında konuştuğum kadın ne istemişse ve neye çaba harcamamışsa onu elde edecek şansa sahip. Dünya onu hiç muhtaç bırakmamış. Kendisine bile. Şarkıda sürekli devam eden bir piyano sesi var. Onu bazen uyumsuz, bazen gereksiz buluyor. Kimi zamansa sadece onu dinliyor. Zihninde çırpınan sahnelerde payetli elbiseler, fırfırlı etekler, gece ve yağmur var. Birbirine uyumlu, zarafetle hareket eden ayaklar, siyah beyaz sokakta süzülüyor. Bu sırada kapı çalıyor. Zihninde değil, evde. Kız kardeşi geliyor. Eve attığı ilk heyecanlı adımda görünmez bir duvara çarpıp duruyor. Koku. Bu dansta hüzünlü bir şey var, diye düşünüyor. Sokak göğüsleri birbirine yapışık çiftlerde dolu ama kimse mutlu değil. İki yıl önce bir bebeği vardı. Elleri arasında titreyen serçe kadar vücudu, sürekli hırçın bir martının çığlıkları arasında kalmış gibi çırpınıyordu. Hatalı çocukların af dileyen bakışlarıyla bakıyordu. Masum. Cılız. Hayata cahil. Yine de korkutan bir şeylere sahipti. Dişleri. Gözleri. Tırnakları. Bir gün kadının göğsünü usulca uzattığı bebeği, gelişim evresine aksi sivrilikte dişleri arasında sıkıştı. Bebek, annesinin memesinin ucunu sıktıkça sıkıyordu. Süt yerine birkaç damla kan geldiğinde kadın çığlıklar içinde kollarını gevşetti. Soğuk beton. Bebek. Kanayan meme ucu. Ağlayan bebek. Bebek bir yıl sonra kolay açıklanamayacak rahatsızlıklardan birine yakalanıp öldü. Kadın bir daha memesinin üstüne yatamamak, sonsuza kadar kâbus görme ihtimaliyle uyumakla lanetlendi. Kız kardeşi evin kokusunu bununla bağdaştırmaktan hiç vazgeçmedi. Nihayet burnunu alıştırıp yavaş adımlarla evin içinde dolaşmaya başladığında en son ne zaman birlikte duvarlar arasında nefes aldıklarını düşündü. Yolda karşılaştıklarında, ortak tanıdıkların sohbetlerinde ya da yılda bir iki defa korkarak çalan telefonların ucunda birbirlerinden haber alıyorlardı. En son bebek öldüğünde görüşmüşlerdi. Ne demeye onun hakkında bebek diye konuştuğu konusunda bir tartışma başlatan kız kardeşini cenazeden kovmuştu. Şimdi ne olmuştu da böyle çat kapı gelmişti?Ellerini cebinden ayırmadan dans eden sırılsıklam insanlar arasında yürüyen takım elbiseli adamın dudaklarından süzülen, anlamını bilmediği yabancı dildeki kelimelerin içindeki hüzünleri yakalayıp yutuyordu. Ahşabı sıçratan ayaklar. Bir evin zemini, tanımadığı ya da uzun zamandır görmediği ayakları taşıdığı zaman titrer. Üstelik ahşapsa, bir de eskiyse, inlemelerle rahatsızlığını bildirir. Öyle uzun süre gıcırdadı ki, kız kardeşi parmakları ucunda yükselerek en yakınındaki sandalyeyi çekti. Sandalye de yabancılayıp mızmızlanmasın diye kalçasının ucuyla oturdu. Omzuna takılı, beline dek inen ince askılı küçük bir çantası sarkıyor. Koyu yeşil kısa çorapları, uzun siyah eteğinin altında zor seçiliyor. Dizleri sallanıyor. Huzursuzca. Ceketinin kollarının terden kollarına yapıştığı belli. Elleriyle kucağında bir poşet saklıyor. Eczane poşetleri kadar küçük. Beyaz, hışırtılı. Yerde bir şey arar gibi gözlerini gezdiriyor evde. Burnunda nefes aldığına dair bir hareket yok ama ağzı aralık. “Annem öldü.”Dizleri durdu. Gözleri sabitlendi. Poşetten ses yok. Sokak evin kokusunu emerek bitirdi. Burnundan ciğerlerine derin bir soluk süzülerek girdi. Kadın elleriyle göğüslerinin ucunu yokladı. Bir sızı ya da bir damla kan aradı. Geçen gün kesilen parmağının yarasına baktı. Sonra tüm parmaklarına. Bir yeri çok acıyordu. Sabahın bu vaktinde. Bir şey, kanırtarak yerinden kopuyordu. Karanlık çöktüğünde açık pencereden eve sızan soğuk, yeşil çoraplı ayakları harekete geçirdi. Poşetten sesler yükselmeye başladı. Saatlerdir kıpırtısız kalan sandalyenin üzerindeki hareketlilik onu da yerinden etti. Teypten aynı ses yükseliyordu. Birbirinden ayrılan ellerin bir daha kavuşmayacağını anlatmaya çalışan tondaki şarkı. Kapı usulca çekildiğinde, söylenmeyenler ile düşünülenler arasındaki savaş başladı. Boynuna sarılsa ağlar mıydı, diye düşünmekten kendini alamadı. Örtülen kapıya doğru atılan adımlar. Karanlık ilerlemekten ve durmaktan korkutuyor. Karanlık nefesten ve nefessizlikten korkutuyor. Karanlık kalabalıkken ayrı, yalnızken ayrı korkutuyor. Mum da yok. Yakacak biri de yok. Birkaç ahşap yakınması. Ev, yine. Ama anne ölünce hiçbir kokunun önemi kalmıyor. Elif Şeyda DoğanMayıs-19
Published on August 04, 2019 13:41
July 6, 2019
Ahenkli Ölüler Panayırı
Bu öykü Kayıp Rıhtım Aylık Öykü Seçkisi'nin 10. Yıl Özel: Dede Korkut'un Kayıp Öyküleri temasında yayımlanmıştır. “Ecel vakti gelmeyince kimse ölmez,
Ölen adam dirilmez,
Çıkan can geri gelmez”İnsanlar soluklaşıyor. Ölmüyorlar. Silikleşmek, toz tutmak ya da karanlıkta kalmak denebilir. Sonra panayıra katılıyorlar. Dans edip şarkı söylüyorlar. Bir destanda ses çıkarıyorlar.Destanlarda daha farklıdır her şey gerçekte olanlardan. Müdahale ettiğinde önüne geçilmez facialardan birinin içine yuvarlanabilirsin. Tahammülü elden bırakırsan tahammül de senin elini bırakır. Yaşamayanların destanı panayırlarda yazılıyor. Bu destan şöyle başlıyor:Bol pantolonunu iki yanından kavradığı terli avuç içleriyle çekiştiriyor Kazan Bey. Son panayırı bekliyor. Her güne bu son diye başlıyor. Fazla yaşanılası bulunup erkenden sona ermesine karar verilen hayatı için yas tutuyor. Günün bazı saatlerinde, yaşamaya geri dönmek isteyenlerle buluşup müzik yapıyorlar. Ağızlarıyla, ayaklarıyla. Diş gıcırtılarıyla. Ahenkli Ölüler Panayırı, diyorlar adına. Bir gün öyle gürültülü bir panayır yapacaklar ki, sesleri duyulacak diye umuyorlar. Yaşayanlardan biri sesi aklına kazıyacak. Ahenkli ölüler artık bir yerde yaşayacak, yeniden. Şansları varsa renkleri canlanacak, aynı dünyayı paylaşacaklar, yine yeniden.Geniş, taş yoldan oluşan renksiz meydanda kırmızı, turuncu, mavi, beyaz çizgili, paçası lastikli şalvarıyla kendi etrafında dönüyor Kazan Bey. Başında fes. Sırtındaki yelekten püsküller sarkıyor. Sarı bıyıkları, sivri çenesi, ince bir burnu ve yorgun bakışları var. Boynunu sıkan, ısrarla çıkarmadığı papyonu bitli.Boyu hiçbir ağacın altında eğilmesine gerek olmayacak kadar. Gül dondurmacısı Kazan Bey eskiden de neşeliymiş çoğu zaman.Meydan gri. Sıkıcı hayatlar kadar soluk. Cüretini elinden söküp alan bir donukluğu var. Boş. Boş ve ıssız. Yalnızca rengârenk adamlar, kadınlar ve gül dondurmacısı ortaya çıkınca başlıyor nefes alıp vermeler. Sadece taş kaldırımlara çarpan topuk sesleri, alkışlar ve sloganların yankılandığı saatler. Gökkuşağının eşit dilimler hâlinde kayık tabağa dilimlenip üzerindeki tüm yemeklerin tek çeşit olduğu bir masanın ortasına indirilmesi gibi.Aynı sokaklarda, evlerde, odalarda yaşayıp birbirine dokunamayan iki dünya.Sen o sandalyede oturup elindeki kitabın kapağını kırarak okurken aynı sandalyede bir başkası, aynı saniyede bir yemeği kaşıklarken huzursuzlaşıyor. Bu sokağın ölmüşleri bu düzeni pek beğenmiyor.Gün biraz ilerleyince, yaşayanlar güneşin en dik olduğu saatlerde güzel kafalarını sıcaktan uzak tutmak için ortalıktan çekilince panayır başlıyor.Taş kaldırımların ufka doğru sürüklediği sokakta birbiri ardına inen ince topukların üzerinde kırmızı saten fırfırlarıyla bir etek zıplıyor. Topuk sesleriyle ahenkli eller saçlarına kocaman kırmızı gül takılı esmer kadının sol omuz hizasında çırpılıyor. Bu sesi yaşayanlar duymuyor. Henüz. O sırada diğer tarafta camdan hasır bir sepet sarkıyor. Ufak bir dükkândan kollarına süt, yumurta ve iki ekmek sığdıran çırak boyunun yetmediği sepete asılıyor. İpi gevşek tutan kadın sepetin üstündeki hükmünü kaybediyor. Süt ile yoğurt paketleri yere düşüp patlıyor. Kırmızı eteğin dansına hiçbir şey sıçramıyor. Topukla taşın çarpışma seslerini duyan Kazan Bey, en eskisinden tazesine, tüm mahalle sakinlerini tek tek panayıra davet ediyor.“Bu son, efenim, bu son oluyor, son panayır.”Bir kadın öyle bir ölü ki, hayattan ikinci emekliliğini alıp yeniden ölmek üzere. Kazan Bey hazırladığı gül dondurmalarından birini kadının burnunun dibine sokup bağırıyor:“Annem yapıyo, ben satıyom, dondurmadan gül yapıyom.”Dişsiz ağzıyla duyduğu kadarına gülen kadın ağzında aniden bir soğukluk fark ediyor. Kazan Bey dondurmayı giriş engeli bulunmayan ağza yerleştiriyor.“Ahenkli Ölüler Panayırı’nın son müziği başlıyor.”Bakkaldan takkeli, bastonlu bir yaşlı çıkıyor. Yeşil yeleğinin düğmeleri göbekten kapanmamış. Tam olarak dik duramıyor. Bir eli belinde. Kaşları çatık. Ağzını durmadan şapırdatıyor. Bastonuna ihtiyacı olmadığını çırağın kıçına birkaç kez isabet ettirip vururken koştuğunda anlıyor.“Bu kez hayata geçiyoruz, katılmayan kalmasın, ne kadar ses, o kadar nefes!”Kazan Bey’in panayır yanlısı söylemleri çığırtkanlık boyutuna ulaştığında meydan silik ve neşeli vücutlarla doluyor. Kırmızının en ateşlisi biraz içini gösterir gibi. Civciv sarısı beyazlarla yıkanmış. Mavi, mor ve yeşil bozuk mideleri yüzünden kendilerini gösteremiyorlar. Panayırın renkleri. Müzikleri diğer taraftan duyuldukça canlanacaklar.Yaşlı ile çırağı sokakta yukarı aşağı koştururken bakkalın önüne geldiklerinde durup soluklanıyorlar. Ahenk, panayır başlarken her yerden kendini göstermeyi biliyor. Bastonuyla yerden biraz yoğurt sıyırıp çocuğa doğru atıyor yaşlı. Şap! Dişsiz ölünün önüne çocuk avucunu dolduracak kadar yoğurt düşüyor.Gül dondurmacısı Kazan Bey, sokağı dolduran danslar arasında kıvrıla kıvrıla dondurma dağıtıyor. Onun davet eden sesini bastıran müzik, sonuncusu olduğu umulan Ahenkli Ölüler Panayırı’nın sesi. Ölülerden her biri, çıkarttıkları seslerle doğurdukları müziğe itaat ederek dans ediyor.“Annem yapıyo, ben satıyom, dondurmadan gül yapıyom,” derken Kazan Bey’in kalçasını görmeniz lazım. Yapıyo derken sağa, satıyom derken sola, yeniden yapıyom derken hem sağa hem sola atılıyor. İnce topuklarıyla taş kaldırımlarda nasıl dans ettiğine hayret edilen kadın, büyülü kuşları kıskandıran sesiyle bir şarkı mırıldanıyor. Bu tarafa gelişi yürek burkan ufak bir oğlan la la la demekten öteye gitmiyor. Bugün herkes damağını yırtarcasına sesler çıkarıyor.Diğer taraftan panayır sesine kulak kabartan yok. Güneşten kaçıp evinin ücra köşelerinde uyuklayan insanlar yaşlı ile çırağın bitmek bilmeyen koşturmaca sesi için pencerelere çıkıyorlar.“Deyyusun dölü, ömrü tükenesice lanet velet! Veled-i zina! İt soyu!”“Ay amca bırak çocuğu,” diyor sepetin ipini elinden kaçıran kadın, “vah talihsiz çocuğum nereden düştü bu herifin eline?” Dizlerine vuruyor. Sonra uflayıp vurduğu yeri okşuyor. Çırak yakınmanın buncasını henüz hak etmiyor.Dağıldı dağılacak köseleleriyle bastonu iki adım ötesine indirip kendini çocuğun peşine veren yaşlı, kendi sesini bastıran bir ses duyar gibi oluyor. Ağzında atan kalbinin sesidir diye kulak asmıyor.“Ula gavur, günlüğünden kesmeyen senin gibidir!” Ellerini dizlerine koyup hızla nefes alıp veriyor. Ağzında biriken tükürüğü tek seferde uygun bir yere bırakıyor. Dönüp dükkâna girecekken daha da yükselen seslere dikkat kesiliyor. Camlardan sarkıp yaşlının hâline gülenler boş sokaktan yükselen sesi fark etmeye başlıyorlar. Alt kattaki üstten sarkan komşusuna bakıp, “Bu da nesi,” anlamına gelen göz kırpma, baş sallama hareketini yapıyor. Üst kattan, bilmem, der gibi iki yana kalkan eller şaşkınlıkla açık kalan ağza yapıştırılıyor.Bakkalın önünde, yaşlının birkaç adım ilerisinde topuklarını tak tak tak tak yere vurarak ellerini şak şak şak şak çırpan kırmızı elbiseli, ateş gibi bir kadın beliriyor. Ahenkli ölülerin sesleri onları yeniden var etmeye başlıyor. Yolun ötesinde kanalizasyon kapağının üstünde oturan çırağın hemen yanında şalvarlı, yelekli ve papyonlu bir adam, “Dondurmadan gül yapıyom,” derken ortaya çıkıyor. Sonra sırasıyla panayırın tüm katılımcıları diğer taraftakilere görünür oluyor. Panayırdan yeterli yükseklikte ses çıkmış anlamına geliyor.Camlardan çığlıklar yükseliyor. Gördüklerine inanamayanların evlerinde ahenkli ölüler yaşıyorlardı zaten. İnsan görmediğinde her şey kolaylaşıyor. Bu anı bekliyorlarmış gibi apartman kapılarını zorla açıp sokağa fırlayan çocuklar Kazan Bey’in etrafını sarıyor.“Annem yapıyo,” demeye kalmadan tüm dondurmalar kapışılıyor.Dişsiz kadın ağız şapırdatmalarıyla tutturduğu ritme uygun figürlerini sokağın tam ortasında, yaşayanların arasında sergilemeye başlıyor. Yaşlı, kalbini tutarak yere yığıldığında sadece yaşayanlar başına üşüşüyor.Ahenkli Ölüler Panayırı son defa bugün düzenlenmiş oluyor. Ölülerin hayata dönme destanı, bittiği yerden başlıyor.Elif Şeyda Doğan
Ölen adam dirilmez,
Çıkan can geri gelmez”İnsanlar soluklaşıyor. Ölmüyorlar. Silikleşmek, toz tutmak ya da karanlıkta kalmak denebilir. Sonra panayıra katılıyorlar. Dans edip şarkı söylüyorlar. Bir destanda ses çıkarıyorlar.Destanlarda daha farklıdır her şey gerçekte olanlardan. Müdahale ettiğinde önüne geçilmez facialardan birinin içine yuvarlanabilirsin. Tahammülü elden bırakırsan tahammül de senin elini bırakır. Yaşamayanların destanı panayırlarda yazılıyor. Bu destan şöyle başlıyor:Bol pantolonunu iki yanından kavradığı terli avuç içleriyle çekiştiriyor Kazan Bey. Son panayırı bekliyor. Her güne bu son diye başlıyor. Fazla yaşanılası bulunup erkenden sona ermesine karar verilen hayatı için yas tutuyor. Günün bazı saatlerinde, yaşamaya geri dönmek isteyenlerle buluşup müzik yapıyorlar. Ağızlarıyla, ayaklarıyla. Diş gıcırtılarıyla. Ahenkli Ölüler Panayırı, diyorlar adına. Bir gün öyle gürültülü bir panayır yapacaklar ki, sesleri duyulacak diye umuyorlar. Yaşayanlardan biri sesi aklına kazıyacak. Ahenkli ölüler artık bir yerde yaşayacak, yeniden. Şansları varsa renkleri canlanacak, aynı dünyayı paylaşacaklar, yine yeniden.Geniş, taş yoldan oluşan renksiz meydanda kırmızı, turuncu, mavi, beyaz çizgili, paçası lastikli şalvarıyla kendi etrafında dönüyor Kazan Bey. Başında fes. Sırtındaki yelekten püsküller sarkıyor. Sarı bıyıkları, sivri çenesi, ince bir burnu ve yorgun bakışları var. Boynunu sıkan, ısrarla çıkarmadığı papyonu bitli.Boyu hiçbir ağacın altında eğilmesine gerek olmayacak kadar. Gül dondurmacısı Kazan Bey eskiden de neşeliymiş çoğu zaman.Meydan gri. Sıkıcı hayatlar kadar soluk. Cüretini elinden söküp alan bir donukluğu var. Boş. Boş ve ıssız. Yalnızca rengârenk adamlar, kadınlar ve gül dondurmacısı ortaya çıkınca başlıyor nefes alıp vermeler. Sadece taş kaldırımlara çarpan topuk sesleri, alkışlar ve sloganların yankılandığı saatler. Gökkuşağının eşit dilimler hâlinde kayık tabağa dilimlenip üzerindeki tüm yemeklerin tek çeşit olduğu bir masanın ortasına indirilmesi gibi.Aynı sokaklarda, evlerde, odalarda yaşayıp birbirine dokunamayan iki dünya.Sen o sandalyede oturup elindeki kitabın kapağını kırarak okurken aynı sandalyede bir başkası, aynı saniyede bir yemeği kaşıklarken huzursuzlaşıyor. Bu sokağın ölmüşleri bu düzeni pek beğenmiyor.Gün biraz ilerleyince, yaşayanlar güneşin en dik olduğu saatlerde güzel kafalarını sıcaktan uzak tutmak için ortalıktan çekilince panayır başlıyor.Taş kaldırımların ufka doğru sürüklediği sokakta birbiri ardına inen ince topukların üzerinde kırmızı saten fırfırlarıyla bir etek zıplıyor. Topuk sesleriyle ahenkli eller saçlarına kocaman kırmızı gül takılı esmer kadının sol omuz hizasında çırpılıyor. Bu sesi yaşayanlar duymuyor. Henüz. O sırada diğer tarafta camdan hasır bir sepet sarkıyor. Ufak bir dükkândan kollarına süt, yumurta ve iki ekmek sığdıran çırak boyunun yetmediği sepete asılıyor. İpi gevşek tutan kadın sepetin üstündeki hükmünü kaybediyor. Süt ile yoğurt paketleri yere düşüp patlıyor. Kırmızı eteğin dansına hiçbir şey sıçramıyor. Topukla taşın çarpışma seslerini duyan Kazan Bey, en eskisinden tazesine, tüm mahalle sakinlerini tek tek panayıra davet ediyor.“Bu son, efenim, bu son oluyor, son panayır.”Bir kadın öyle bir ölü ki, hayattan ikinci emekliliğini alıp yeniden ölmek üzere. Kazan Bey hazırladığı gül dondurmalarından birini kadının burnunun dibine sokup bağırıyor:“Annem yapıyo, ben satıyom, dondurmadan gül yapıyom.”Dişsiz ağzıyla duyduğu kadarına gülen kadın ağzında aniden bir soğukluk fark ediyor. Kazan Bey dondurmayı giriş engeli bulunmayan ağza yerleştiriyor.“Ahenkli Ölüler Panayırı’nın son müziği başlıyor.”Bakkaldan takkeli, bastonlu bir yaşlı çıkıyor. Yeşil yeleğinin düğmeleri göbekten kapanmamış. Tam olarak dik duramıyor. Bir eli belinde. Kaşları çatık. Ağzını durmadan şapırdatıyor. Bastonuna ihtiyacı olmadığını çırağın kıçına birkaç kez isabet ettirip vururken koştuğunda anlıyor.“Bu kez hayata geçiyoruz, katılmayan kalmasın, ne kadar ses, o kadar nefes!”Kazan Bey’in panayır yanlısı söylemleri çığırtkanlık boyutuna ulaştığında meydan silik ve neşeli vücutlarla doluyor. Kırmızının en ateşlisi biraz içini gösterir gibi. Civciv sarısı beyazlarla yıkanmış. Mavi, mor ve yeşil bozuk mideleri yüzünden kendilerini gösteremiyorlar. Panayırın renkleri. Müzikleri diğer taraftan duyuldukça canlanacaklar.Yaşlı ile çırağı sokakta yukarı aşağı koştururken bakkalın önüne geldiklerinde durup soluklanıyorlar. Ahenk, panayır başlarken her yerden kendini göstermeyi biliyor. Bastonuyla yerden biraz yoğurt sıyırıp çocuğa doğru atıyor yaşlı. Şap! Dişsiz ölünün önüne çocuk avucunu dolduracak kadar yoğurt düşüyor.Gül dondurmacısı Kazan Bey, sokağı dolduran danslar arasında kıvrıla kıvrıla dondurma dağıtıyor. Onun davet eden sesini bastıran müzik, sonuncusu olduğu umulan Ahenkli Ölüler Panayırı’nın sesi. Ölülerden her biri, çıkarttıkları seslerle doğurdukları müziğe itaat ederek dans ediyor.“Annem yapıyo, ben satıyom, dondurmadan gül yapıyom,” derken Kazan Bey’in kalçasını görmeniz lazım. Yapıyo derken sağa, satıyom derken sola, yeniden yapıyom derken hem sağa hem sola atılıyor. İnce topuklarıyla taş kaldırımlarda nasıl dans ettiğine hayret edilen kadın, büyülü kuşları kıskandıran sesiyle bir şarkı mırıldanıyor. Bu tarafa gelişi yürek burkan ufak bir oğlan la la la demekten öteye gitmiyor. Bugün herkes damağını yırtarcasına sesler çıkarıyor.Diğer taraftan panayır sesine kulak kabartan yok. Güneşten kaçıp evinin ücra köşelerinde uyuklayan insanlar yaşlı ile çırağın bitmek bilmeyen koşturmaca sesi için pencerelere çıkıyorlar.“Deyyusun dölü, ömrü tükenesice lanet velet! Veled-i zina! İt soyu!”“Ay amca bırak çocuğu,” diyor sepetin ipini elinden kaçıran kadın, “vah talihsiz çocuğum nereden düştü bu herifin eline?” Dizlerine vuruyor. Sonra uflayıp vurduğu yeri okşuyor. Çırak yakınmanın buncasını henüz hak etmiyor.Dağıldı dağılacak köseleleriyle bastonu iki adım ötesine indirip kendini çocuğun peşine veren yaşlı, kendi sesini bastıran bir ses duyar gibi oluyor. Ağzında atan kalbinin sesidir diye kulak asmıyor.“Ula gavur, günlüğünden kesmeyen senin gibidir!” Ellerini dizlerine koyup hızla nefes alıp veriyor. Ağzında biriken tükürüğü tek seferde uygun bir yere bırakıyor. Dönüp dükkâna girecekken daha da yükselen seslere dikkat kesiliyor. Camlardan sarkıp yaşlının hâline gülenler boş sokaktan yükselen sesi fark etmeye başlıyorlar. Alt kattaki üstten sarkan komşusuna bakıp, “Bu da nesi,” anlamına gelen göz kırpma, baş sallama hareketini yapıyor. Üst kattan, bilmem, der gibi iki yana kalkan eller şaşkınlıkla açık kalan ağza yapıştırılıyor.Bakkalın önünde, yaşlının birkaç adım ilerisinde topuklarını tak tak tak tak yere vurarak ellerini şak şak şak şak çırpan kırmızı elbiseli, ateş gibi bir kadın beliriyor. Ahenkli ölülerin sesleri onları yeniden var etmeye başlıyor. Yolun ötesinde kanalizasyon kapağının üstünde oturan çırağın hemen yanında şalvarlı, yelekli ve papyonlu bir adam, “Dondurmadan gül yapıyom,” derken ortaya çıkıyor. Sonra sırasıyla panayırın tüm katılımcıları diğer taraftakilere görünür oluyor. Panayırdan yeterli yükseklikte ses çıkmış anlamına geliyor.Camlardan çığlıklar yükseliyor. Gördüklerine inanamayanların evlerinde ahenkli ölüler yaşıyorlardı zaten. İnsan görmediğinde her şey kolaylaşıyor. Bu anı bekliyorlarmış gibi apartman kapılarını zorla açıp sokağa fırlayan çocuklar Kazan Bey’in etrafını sarıyor.“Annem yapıyo,” demeye kalmadan tüm dondurmalar kapışılıyor.Dişsiz kadın ağız şapırdatmalarıyla tutturduğu ritme uygun figürlerini sokağın tam ortasında, yaşayanların arasında sergilemeye başlıyor. Yaşlı, kalbini tutarak yere yığıldığında sadece yaşayanlar başına üşüşüyor.Ahenkli Ölüler Panayırı son defa bugün düzenlenmiş oluyor. Ölülerin hayata dönme destanı, bittiği yerden başlıyor.Elif Şeyda Doğan
Published on July 06, 2019 05:16
June 16, 2019
Feride Hanım'ın Tostu Düşmanı
Tostu Feride Hanımı arıyor. Feride Hanım tostunu bekliyor. Asaletini masanın ucuna bırakıp çay bahçesinin ortasına yerleştirilmiş olan servislerin hazırlandığı kulübeye yöneliyor. Feride Hanım kuru tost için yerinden kalkıp lafını ikiletecek kadın mıydı? Dünya hâli. Güven vermiyor. Hele ki onunki gibi düşmanlarınız varsa. Feride Hanım’ınki gibi yani. Kafasının içinde sürekli beynini didikleyen, yorulmayan, uyumayan, uykudan uyandıran düşmanlar. Şefkatle bakmayan düşmanlar. Salt düşmanlar. Adımları, bir penceresinin tezgâh olarak kullanılan kulübenin içinde, kaynar su altında ısıtılan cam bardaklardan daha ince. Yaklaştıkça eski kulak delikleri içinde yer etmiş sesler arasından bir ses tonu geçiyor. Kalıntı hâline gelmiş eski seslerin çoğu ölü. Feride Hanım’ın kulakları çoğu zaman kalabalık. Elleriyle kulağının dibindeki vızıltıyı kovalar gibi eski sesleri temizler ara sıra. Kulübenin içindeki kadın, tüm sesleri aynı anda süpürecek komutu veriyor: “Feride Hanım’ın tostu hazır,” diye bağır.İsteksiz ağız şapırdatmalarıyla söylenmeleri birbirine karışan gençten bir oğlan elindeki çiziklerle dolu tabağı zarafetten uzak, ciddi bir kavrayışla insanlara göstermeye başlıyor. -Feride Hanım, sizin tost!Böyle yarı firari bir seslenmeyle tostun sahibi aranıyor. Bir seste olması gereken hiçbir şey yok. Yeterince çaba, biraz tükürük bezi yardımıyla neşelenmiş ses teli titremesi ve soluk. Hiçbiri. “Feride, tost,” diyor genç, elinden gelenin büyük kısmını çoktan ardına koymuş. Çay bardaklarında kaynar su çeviren kadın kınayan cıklamalarla avazı çıktığı kadar bağırarak, "Feride, gelsene lan buraya, yedi milyarın nefesini tükettirdin kodumun tostu için," diye bağırıyor.“Gitme, Feride,” sesi bir nefes uzağından geçen kurşun gibi, belli belirsiz ama fark edilmemesi imkânsız hızda yırttı havayı. Feride Hanım arkasından sessizce yaklaşılarak ürkütülmüş gibi hafifçe sıçradı. Ardına baktı. Sağına, soluna. Onunla senli benli konuşan tek kişinin kim olduğunu hatırladığında etrafında birini aramaktan vazgeçip onu bekleyen tostuna doğru kararlı adımlar atmaya başladı.“Feride’nin başına ödül koyuyoruz,” cümlesiyle karışık bir kahkaha yükseldi kulübeden. Elindeki tostu kaldırmış sallayan genç oğlanın ağzında büyük bir gülümseme vardı. Üzerinde “aranıyor” baskısıyla, “ismini biliyor, ismine duyarlı” maddelerinin bulunduğu bir fotoğrafının elektrik direklerine yapıştırılmış olduğu geldi gözlerinin önüne.“Gitme Feride,” dedi dostça olmayan ses, “gitme, gülerler.”Duymak istemediğimizi söyleyeni düşman bellediğimiz dünya. Yanıltır. Duymamız gerekenin ne olduğunu tahlil edemeyen yetersiz zekâlarımızın farkında olsak dostla düşmanı daha iyi ayırt ederdik oysa. Feride Hanım’ın ayakları genç oğlanın alaycı tondaki sesinin ağırlığıyla sahte çimlere çivilendi.Artık tostun sahibi olan Feride Hanım olarak yanlarına gitmesinin yolu yoktu. Kulübeye öyle yaklaşmıştı ki, oraya gitmiyor gibi yapsa yanında ya da arkasında yönelecek başka yer yoktu. Mecburen ilerlemeye devam etti. Kadın öndeki tezgâha nihayet bir bardak çay indirdi. Genç oğlan çayın yanındaki plastik leğene yığılmış kesme şekerlere daldırdığı eliyle üç tane aldı. Çayı da kapıp en yakınındaki kırmızı plastik masaya oturdu. “Başlarım Feride’ye de yemeğine da,” deyip tost yiyip çay içmeye başladı. Feride Hanım arkasındaki gözünü masadan alamayarak kulübenin içine doğru, “Çay,” dedi, “açık olsun mümkünse.” Kaynar suyun altından alındığında buhar kusan bardağı kavrayarak tutan kadının eline her gelenin hayret ettiği tezgâh önü Feride Hanım için savaş yanlısı düşüncelerle mücadele üssüydü. “Mümkün elbette, tost ister misiniz,” dedi az önce küfürlerle öç alan kaynar sulu kadın. Feride Hanım’ın yüzü tostu duyunca iyice bulandı. Sesli cevap almasına gerek kalmadığını anlayan kadın yeni bir bardağı ısıtmaya başlarken Feride Hanım hâlâ genç oğlana bakıyordu. Kaç para edeceği sorusu aklından çıkmıyordu. Islak dişleriyle kuru ve çıtır çıtır tosttan bir ısırık alıp geri çekildiğinde ağzıyla tost arasında ipince bir tükürük ipi uzuyor. Feride Hanım avını çiğnemeden yutan ejderhaları izlediği belgesellere duyduğu kini yeniden hissediyor. “Çay,” diyor kulübenin içinden gelen ses.Feride Hanım’ın gözü ahşap tepsilerde. “Bayan, çay yahu,” diyor kadın. Feride Hanım ejderhanın başını art arda indirdiği darbelerle eziyor. Avını çiğneme nezaketini gösteren ejderhanın yüzü tanınmaz halde.“Başına ödül koysak mı,” diyor diğer masalardan savrulan insanların çığlıklarını bastırmaya yetmeyen sesiyle, “yüzü tanıyıp getirene… ne versek ses?”Feride Hanım sesi aradı. “Bilhassa bir fikir istediğimde,” diye açıklamıştı bir defasında, “onu ararım.” Yakinen tanıdığı kimselere yaptığı bu açıklama bir sonuca ulaşmamış, tuhaf bulunmasına sebep olmuştu. Feride Hanım ömrü boyunca kendi başına karar vermemiş insanların bir anda yalnız kalmasıyla ortaya çıkan delik fileden düşen portakal durumundaydı. Hızla asfalta düşmenin yarattığı travma, ezilme, ağrı, belki bilinç kaybı. Fileye doğru zıplamaya çalışma gafleti. Oraya geri dönmek istemese de, güvenli alandan çıkmış olma hissi karıncayı da, kadını da mahveder. Feride Hanım kendini bildi bileli ona yanlış kararlar aldıran, düşman bildiği sesi şimdi mumla arıyordu. Bir sesin mumla görünürlük kazanmayacağı mantığı aklına geldikten sonra onu arzulamaya başladı. İçten. En derin biçimde. “Gitme, dedin, gittim,” dedi fısıldayarak, “benimle gelmedin mi?” dedi. Ses yok. Ortalık kararmaya başladı. Feride bir kuyuda. Metrelerce yukarıdaki beyaz, küçük noktaya bakıyor. Ayağa kalkıp etrafını saran taşların arasındaki dar dairede dönmeye başlıyor. Ayağını kaldırıp üstüne basarak yükselecek bir oyuk ya da çıkık bir taş arıyor. Ellerini yosunlu, cıvık yüzeyli duvarda gezdirirken bir noktada eli boşluğa düşüyor. Az evveli düşünüyor. Tostunu ve düşmanını. Kuyu bitmiyor.Beyaz küçük noktayı terk ediyor. Ne kadar uzakta olursa olsun, beyaz, küçük nokta ihtimallerini terk etmek hep zordur. Sorguya fırsat vermeden elleriyle bir adım sonrasını yoklayarak ilerlemeye başlıyor. “Gitme,” diyor ses, yine. Onca boşluğa rağmen bir defa bile yankılanmıyor. Karanlık, sesi koca ağzına ve boş midesine rağmen tek lokmada yutmuyor.
Ses bir kafanın içinden geldiği zaman kimsenin susturmaya gücü yetmiyor. Elif Şeyda Doğan
Published on June 16, 2019 03:07
May 29, 2019
Beyaz. Toz. Çığlık.
Bu öykü Kayıp Rıhtım Aylık Öykü Seçkisi'nin "Sağır Sultan Öyküleri" temalı 119. sayısında yayımlanmıştır. Felaket seslerine duyarlılığını kaybetmiş kulaklarımın suçu yok. Çünkü yıkımlar anca hayatı rayında gidenler için haber değeri taşıyor. Kulaklarım artık böyle çöküşleri, çığlıkları, tozları ayaklandıran yıkımları duymaya yeltenmiyor. Ayaklarım üşüyor. Üstümdeki battaniyeyi gözlerimi örtecek kadar yukarı çektiğimde açıkta kaldılar. Çirkin ayak parmaklarımı kaderlerine terk edip yaşadığım son gün de bitsin istiyorum. Salona, koltuğa nasıl geldim? Aklımda kalan son sahne mutfakta geçiyor. Başım döndü. Tezgâha tutundum. Ellerim uyuştu. Dizlerim de. Ara sıra oluyor. Karnımdan boynuma doğru bir ısı yükseliyor. Beynimi birkaç yönden çekiştiriyorlar. Uğultu. Bu sesleri her seferinde duymuyorum. Etrafı bir sarsıntı alıyor. Bu defa olanın dünyaya mı yoksa bedenime mi olduğuna karar vermiyorum. Sokaktan ve apartmanın içinden, “Yıkılıyor,” sesleri yükseliyor. Tek kişinin sığabileceği mutfağımın dolaplarından birbirine çarpan tabak ve tencere sesleri geliyor. Kıyamet kopuyor da ben sadece yankısını duyuyorum sanki. Sesler yükseliyor ama ben derz aralarındaki lekelere bakarak bir filtreden geçerek kulağıma ulaşan elenmiş sesleri seçmeye çalışıyorum. Sonra karanlık. Nasıl ulaştığımı bilmediğim koltukta kendime geliyorum. Üzerimdeki sevimsiz battaniyeyi nereden bulduğumu hatırlamıyorum. Bu ton yeşili sevmem. Ayak başparmağımı ikinci parmağımın üzerine koyuyorum. Birinin altı birinin üstü ısınsın hiç olmazsa. Güneş pencereden ayrılsa da gözlerimi açsam. Gözleriniz kapalı olduğunda ama pencereden güneş girdiğinde gözünüzün önündeki turuncu görüntüyü perde olarak düşünün. Perde açılınca sahnede ne görmek istersiniz? Kimsenin alkışlayamayacağı, kulaklarınız ne kadar sağlam olsa da duyamayacağınız tiratlar atılan sahneler. Kafanızın içinde oynayan sahneler. Çocuklar, pasta ya da puding gibi işe yaramaz şeyler isteyecektir. Birkaç tanesi kimsede olmayan patenlerden, manyak olanlar ise henüz keşfedilmemiş örümceklerden isteyebilir. Yetişkinler, artık nereye yetişmişlerse, sıkıcı hayatlarına verdikleri beş dakikalık molada ruhlarını doyurabilecekleri birkaç lokma mutluluk ya da dramatik sahne hayal edebilirler. Nasıl benzersiz biri olduğumu düşünecekler olabilir, ama ben nasıl biri olduğumu karşıdan görmek isterdim. Yanımdan geçenlerin bana nasıl baktıklarına biraz mesafe öteden bakmak, düşüncelerini duymak isterdim.Dışarıdan sesler geliyor. Ev etrafımda dönüyor.İyi biri değilim. Ama iyi biri gibi davranmakta çok iyiyim. Örneğin evde birileri varken ayak parmaklarımı her gün yıkarım. Tırnaklarımın kenarlarını etime batmaması için iki günde bir törpülerim. Aynı çorabı iki gün üst üste giyinmem. İnsanlara bunu konu hijyenden açıldıkça söylerim. Dans etmem ki ayaklarım ağrımasın. Çok yürümem. Uzun süre ayakta duran insanların ayak tabanlarındaki yağ katmanının eridiğini, sonra o insanların yaşlandıkça ayakları üzerinde durmakta zorlandığını bilen herkes yapar bunu. Evet, ayaklarım benim her şeyimmiş gibi görünüyor, değil mi? İnsanlara bununla övünürüm. Bilhassa birilerinin yanında onları okşarım. Şimdi yalnızız. Üşümeleri umurumda olmuyor. Ayaklarımın ne kadar şaşırdığını düşünün. Yanımda kimse olmadığı için onları ısıtmaya yeltenmiyorum. Oysa battaniyenin içine çekmek bir saniyemi almazdı. Bunları düşünürken güneşin gözlerimdeki turuncu perdeyi açtığını fark ediyorum. Nihayet. Perde aralanıyor ve sahne!Genç adam cenaze yeşili battaniyesini üzerinden atar. Kızarmış ayaklarını sıra sıra ağzına kadar çekip hohlayarak ısıtır. Doğrulup sırtını yumuşak yastığına gömerek rahatına bakacakken halıda bir hareket görür. Ayaklarından kafasına kadar silik bir gölge gibi görünen çocuk elleriyle kulaklarını kapatarak yere çömelir. Sert tabanlı terlik sesleri etrafta yankılanmaya başlar. Genç adam battaniyesini savurduğu yerden geri alıp sadece gözlerini açıkta bırakacak şekilde üzerine kapatır. Eşyalar kendiliğinden yer değiştirmektedir. Etrafta dolanan ikinci kişiyi, yani mavi bandanalı kadını görür. Kadın ellerini beline yerleştirmiş, çocuğun önünde volta atar. Gittikçe hızlanır. Çıplak ve terli ayak tabanlarına çarpan sert terliklerin her adımda çıkardığı şaklama seslerini bilir misiniz? Yerden tavana kadar sıçrayan bir ses bu. Terliğin kısa ama sivri topuğu ile terli ayak tabanı sesi karışımı kapalı camın ardındaki kuşları dahi harekete geçirir. Çocuk bir felaketin gürültüsünden kulaklarını korumak ister gibi kollarıyla onları sıkıca kapatır. Kadın bu işin bir hal çaresine bakmak ister. Genç adam bu sahnedeki rolünü anlamak için tam konuşmaya başlayacak gibi nefes aldığında kadın daha sert adımlar atmaya başlar. Çocuğun aklından geçenleri duyabiliyorum. Kocaman evlerin, apartmanların ya da göğü delen kulelerin her birinin duvarlarında onları ayakta tutan bir toz zerresi olduğuna inanıyor. Mermerlerin arasında, demir iskeletin ya da alçının üzerinde duran bu toz bütün yapının yükünü ayakta tutuyor. Terlik şaklamaları ve topuk sesleri yalnızca kuşları değil, evi ayakta tutan toz zerresini de uçuracak diye düşünüyor. Çocuk, üzerine çöktüğü dizleri arasına gömdüğü başını kaldırıp dolu gözleriyle genç adama bakar. Yeşil battaniyenin arasından sadece gözleri görünen genç adama dikkatle bakar. Çocuk gözlerini, “Burada sonumuzu beklememize izin verdiğin için teşekkür ederim,” der gibi yavaşça kapatıp iki saniye öyle tutar. Turuncu perde açıldığında oynamasını istediğim sahnenin kahramanının kendim olacağını sandığım için sahneye ara veriyorum. Ben nasıl biri olduğuma uzaktan bakmak isterken sinirli bir anne ile tedirgin bir çocuğun minnet duyduğu görünmez adam olmuşum. Üstelik, nedir bu mutfakta kulağıma dolan tehlikeli seslerden sonra çocuğun sonunu bekleme iması? Rastlantılar kendilerinden tiksindirecek kadar anlamlı hale geldiğinde sonu mutlaka felaket olur. Hafızamın beni sevdiği için unutmamı tercih ettiği şeylerden birini hatırlıyorum. Babamın annemle beni çıkmamızı yasaklayarak kapattığı odada ben koltuğun üzerinde tıpkı bu çocuk gibi oturup duvarların arasındaki toz zerresinin o an uçtuğunu düşünmemiş miydim? Yazdı. Annemin ayakları. Terlikleri. Hatırlamak acı bir eylem. Gözleri, genzi ve kalbi yakıyor. Tam şu an apartmanda kopan yaygaranın duyduğum iç acısıyla bir ilgisi olmasını beklemiyorum. Az önce bana uğultu gibi gelen gürültülerden bir yenisi daha. Kapımı yumrukluyorlar. Sonra gidiyorlar. Bir sonraki tekmeleyip merdivenlerden inmeye devam ediyor. Zile basan yok. “Uyan, kaç!” diyor diğeri. Hepsi kapıyla konuşuyor, kapıya vuruyor. “Bir bu duymadı,” diye bağırıyor biri. Yanındaki her on kişiden dokuzunun cevaplayabileceği şekilde, sağır sultandan açıyor bahsi. Sonra koşmaya devam ediyorlar. Ben duyuyorum. İnsanların çığlıkları ile felaketin ayak sesleri yaklaşıyor. Sahne devam ediyor.Genç adam sarıldığı battaniyeyle birlikle, altındaki koltuğun bir ileri bir geri gitmesi yüzünden oturduğu yerde kayar. Çocuk nihayet ayaklanır. Halının üzerine sabit durmaya çalışırken düşer. Öylece dururken. Anne, adımlarını kontrol edememeye başlayınca yakınındaki gevşek iskeletli ahşap sandalyenin gövdesine tutunur. Evi ayakta tutan toz zerresinin uçtuğundan o an emin olurlar. Yer altlarından kayar. Çocuk yeniden ayaklanarak evin sallanma ritmine göre kendi etrafında dönmeye başlayarak düşmemeye çalışır. Genç adam araba tutmuş gibi öğürmelerle midesini tutar. Arkalarındaki kapı tekme ve yumruk darbeleriyle sıçrar. Porselen saksı köşedeki cam sehpanın üzerinden yağ gibi kayar. Artık paramparça.Beyaz bir duman. Tüm dikkatimle izlediğim sahne patlayan un çuvalının beyazlığına gömüldü sanki. Anne, çocuk ve tüm dram yok oldu. Yerime henüz alışabilmişken kendimi evin içinde bir yerlere çarpıp duramazken buluyorum. Çarptığım yerler de yok oluyor. Hızlandırılmış videolar gibi, anlar, görüntüler ve sesler, evet, en çok sesler, boz bulanık halde önümden geçip gidiyorlar. Beyaz. Toz. Çığlık.Kulaklarımda ne var? Tıpa mı? Kirden tıkanma olasılığı aramızda kalsın. Görüyorum. Saliselik anda gözümün önünden geçen parçaları, eşyalarımı, beyazlığı. Hangi çığlıkları zar zor duyulan fısıltılardan saydığımı bilmiyorum. Çaresizce yer değiştiren eşyaları gördüm. Kapının beni harekete geçirecek kelimeleri haykırdığını düşündüğüm insanlarca nasıl sarsıldığını da gördüm. Ama ses, en az iki sokak aşağıdan geliyordu. İçinde yüzdüğüm beyazlığı görüyorum. Arasında, apartmanı ve hayatımı ayakta tutan toz zerresinin de yer aldığını biliyorum. Ama az evvel üst katın benim daireme çöküşünü, ince porselenden bir tabağın kırılması gibi duydum. Beyazlıktan sıyrılıp uçuşa geçiyorum. Kulaklarımın her birinizinki gibi olup bitenleri bana haber vermesini isterdim. Yine de, şaşı bak şaşır misali,evin etrafımda döndüğünü sanıyorken yerin apartmanı parmak ucunda çevirdiğini son anda öğrenmek keyif veriyor. Sanırım uçarken, yüzü tanıdık gelen insanları görüyorum. Ağızları sonuna kadar açık. Çığlık atıyor olmalılar. Elif Şeyda Doğan
Published on May 29, 2019 00:23
May 13, 2019
Hazinenin Tanınmayan Hükümdarı
Küflenmiş lahana sarmalarının dizili olduğu tencere ocağın üstünde. Mutfağın önünde geçiyor. Annesinin yazlığa birkaç gün önce evden getirdiği sarmalara hiç dokunulmadı. Yolda yemek için yanlarına aldıkları peynirli börekler yufka özlü taşlara dönüşmüş. Her biri özgürlüğün insanlarca ne kadar abartıldığını düşünüyor. “Biz kendi halimize bırakıldık da ne oldu? Ne yapacağımızı bilemedik, çürüdük,” diyor lahana sarmasının tenceresinin kapağı. Ardından, buzdolabı sessiz evin uykusunu açmak ister gibi çıtırtılarla geriniyor, “Hep öyle kal,” diyor, kıs kıs gülerek. Tencereyi ilk gördüğü andan beri sevmiyor. Ahtapot bacaklarıyla boğazınızın sıkılmasıyla bu ağır çürük ve küf kokuları altında nefes almak aynı şeyler. Adımlarını, uyandırmamak istediği canavarın kulağının dibinden geçiyormuş gibi temkinli atan çocuk evin içinde süzülüyor. Bir elinin baş ve işaret parmaklarıyla burnunu mandallamış. Ağzından nefes almaktan dudakları kurumuş. Birkaç adımda bir dilini çıkararak dudaklarını ıslatıyor. Dilinin ucunda çatal, nefesinde de cılız bir tıs sesine rastlasak yılana benzerdi. Gün aymadan biraz önce odasından başlayan yolculuk evin öteki ucuna doğru devam ediyor. İyi sonlu masallara inanmayacak kadar aklı başında, canavarların gerçek olmayacağını bilecek kadar hayalleri yere yakın. Yine de, tatilin henüz dördüncü günü annesi ile babasını uyandırmayacak kadar kendini seviyor. En vahşi hikâyenin önde gelen insafsız anti kahramanı çocuk gürültüsüyle erken uyandırılmış anne ve babadan daha kötü olamıyor. Merdivenler mayınlı arazide gezilir gibi çıkılıyor.“Merdiven sonundan sola dön, sağdaki koridorun sonundaki karanlık oda,” diye tarif ediyor hafızası. “Benim hazinemi bana gösterecek, pislik,” diye cevap veriyor. Nihayet ayak parmaklarına daha fazla eziyet etmeden, ayaklarının tamamıyla yere basıyor. Hedefe ulaştı.. Arka odanın zeytin ağaçlarına bakan pencerenin pervazındaki oyukta biriktirdiği paraların yanı. Bu oda, evin ikinci katının ucuna denk geldiği için tavanın çatının eğiminden oluşuyor. Camı bir gizi örter gibi kaplayan zeytin ağacının güneşte yanan yaprakları, odaya daha fazla ışık girmesini engelliyor. Kalbinin atışı aşağıdaki küflü mutfaktan bile duyulan çocuk, dışarıdan bakıldığında kendi kendine bir kavgaya tutuşmuş gibi görünüyor. Oysaki, peşindeki gücün üstesinden gelmek için girdiği mücadele epeyi çetin. Odanın içindeki hazinenin koruyucuları, çocuğu en son geçen yazın yine ilk günleri gördükleri için olsa gerek, tanıyamıyorlar. “Yalnızca hükümdara,” diyor bir ses. Kuyunun dibine atılıp sesi zor durulan taşın yanından konuşuluyormuş gibi, derinden ve yankılı. “Hazinenin hükümdarı geldi,” diyor çocuk, omuzlarını yükseltip göğsünü şişirerek. Tanınmamaktan korkarak. Odanın ıssızlığında ve karanlığında bir fırtına kopuyor. Koruyucuların üfürmesi ile oluşan akım çocuğu geldiği koridorun başına, merdivenin yanına yeniden fırlatıyor. Çocuk, demir paralardan oluşan hazinesini almak için tatilin dördüncü gününe dek beklemiş, anne ve babasını uykuda, kendisini ayakta bulduğu ilk sabah, hazinesinin koruyucularına hükümdarlarını hatırlatamıyor. Güneş kendini göstermeye başladığında cesaretini toparlayıp odaya yeniden koşmaya çalışıyor. Koridorun ortasına, boşluktan oluşan duvara çarpıp gerisin geri düşüyor. Hâlâ kulağında yankılanan, “Yalnızca hükümdara,” sesi zihnini tırmalıyor. Duydukları dudaklarına sızınca, “Hükümdara, hükümdara…” diyor. Bazen kekeleyerek, sertçe yutkunarak. Baygınlığı son bulduğunda burnunu kaçmak üzereyken yakalıyor. Hemen üstünü kapatıp uzandığı yerden kalktığında yatağın başında annesi ile babasının çatılmış kaşların yer aldığı gergin yüzleriyle karşılaşıyor. Yeniden küf ve çürük imparatorluğunun bulunduğu aşağı katta, buzdolabının kıkırdamasıyla, tatilin dördüncü günü böylece başlıyor.Elif Şeyda Doğan
Published on May 13, 2019 12:07
May 5, 2019
Sahipsiz Gözler Adası
Bu öykü Kayıp Rıhtım Aylık Öykü Seçkisi'nin "Deniz Kızı Öyküleri" temalı 118. sayısında mutlulukla yer almıştır.
Benzersiz çığlıklarla, yolculuklarında verdikleri kısa molalarında kondukları yerde karınlarını doyurmazlarsa, tiz seslerine hırçın kanat çırpışları da karışır. Evinizin önünde, çatınızın üstünde veya bahçenizdeki ağacın dallarında duymak istemeyeceğiniz türden seslerdir bunlar. Göç mevsiminde kuşların bir parça yemek için münakaşa ettikleri sık görülür. Adanın sessizliği kuşların çığlıkları ile yırtılıyor. Kuşlar. Bir şeyi paylaşamıyor olmalılar.Belki paylaşamadıkları yemek, arabanın üstünde uyurken kalbi duran bir kedinin cesedidir. Ya da uçuş tecrübesi olmayan bir serçenin elim kaza sonucu arabanın üstüne düşmesiyle oluşan olay yeri. Geniş kanatlı beyaz kuşları buraya toplayıp bağırtmak için yeterli sebepler. Seslere uyanıp yatağımın yanında yere dökülen perdeyi aralıyorum. Odamda da sabah oluyor. Eve girmek ister gibi cama yapışan ağaç dalları bana olanları göstermiyor. Balkona koşmalı. Sokağın başındaki evin küçük, gri boyalı balkonundan her şeyi görmeyi umuyorum. Arabanın üstü sahipsiz gözlerle dolu. Bunu ancak, son beş kuş kaldığında aralarında neyi paylaşamadıklarını görünün anlıyorum. Güneş ışıkları sokağı görünür kılınca seferlere başlayan kuşlar için güne iyi bir başlangıç sunan arabanın üstünde taze, kanı henüz kurumamış gözler var. Gagasında biraz sıksa patlayacak hassaslıktaki gözleri narince taşımaya hazırlanan kuşlar bir bir uçuyor. En sona beş kuş, bir göz kalınca kıyamet kopuyor. Arabanın üstü kırmızı daireler şeklinde izlerle dolu. Yokuşun sonunda uzanan deniz içinden birini atmak için öğürüyor. Üzerindeki tekneler sert darbelerle sarsılan kapılar gibi yerlerinde titreyip duruluyorlar. Arabanın üstündeki kuşlar, gagalarında taşıdıkları, yerlerinden yeni çıktıkları -ya da çıkarıldıkları- belli olan kanlı gözler ile denize doğru uçuyorlar. Hiçbir şey sıradan değil. Sokağı kolaçan ediyorum. Birkaç bina ötede vücudunun yarısını sarkıtıp denize bakan kadın yüzünü bu tarafa dönüyor. Gördüğü bir şeyden korkmuş, hatta donakalmış yüzüyle. Önce benim yaptığım gibi bir şeyin üzerine üşüşen kuşların gürültüsüne kulak veriyor. Sonra onları izlemeye başlıyor. Yolun kenarında toplanmış birkaç kişiyi. Balkondan sarkan kadını göstererek, “Adanın tek sahibi,” diyorlar. “Sahipsiz Gözler Adası’nın.” Söylediklerinin gerçek olmadığını biliyordum. Ben vardım. Kadınsa inanıyor. Dehşete kapıldığını belli eden çırpınışlar içinde kendine vuruyor. Dizlerine, başına, sonra uyanmayı umarak yüzüne. Yalnız kaldığı için mi, yoksa adadaki dostlarına, yakınlarına ne olduğunu bilmediği için mi, anlaşılmıyor. Yoldakiler ilerlerken o içeri giriyor. Yolun karşısındaki, evime daha yakın evlerden birinin camında, perdeyi belli belirsiz aralayarak tedirginlikle onları izleyen, on üç, on dört yaşlarındaki kızı görüyorlar. Biri fotoğraf makinesini ona doğrultup birkaç kare alıyor. Kız hemen perdeyi örtünce telaşa kapılıp yüksek sesle onu kendilerine çekmek ister gibi, “A-a! İşte, bu adada yaşayan tek çocuk, hatta tek canlı,” diyorlar. Müjde verir gibi ses tonuyla, “Senin devamın denizde, sensiz,” diye bağırıyorlar. “İkiniz de yarımsınız.” Hızla nefes alıp verir gibi, çarçabuk yalan söylüyorlar. Kız ne yalnız ne de yarım. Ben, vardım. O ise, onlara inanıp tekrar cama çıkıyor. Diğer evlerin camlarına, balkonlarına bakıyor. Ona seslenmek istiyorum. Ağzımı açamadığımı fark ediyorum. Bu sırada az önceki kadının saçlarını çekiştirerek aşağı doğru koştuğunu görüyorum. Küçük kız onu görmüyor, beni de görmüyor. Bir anda nasıl ve neden yalnız kaldığını düşünüyor. İki evden önce kaç kişiyi böyle kandırdıklarını merak ediyorum. Biraz sonra küçük kız, sırtında tıka basa doldurulmuş, tavşan suratı şeklinde, pembe ve tüylü bir çantayla kadını takip eder gibi koşup gidiyor. Birkaç evi daha aynı şekilde, insanları aynı yoldan aşağı doğru koşup kaçırarak geçtikten sonra bana ulaşıyorlar.Balkon tentesine bir gölge düşüyor. Hafif bir şeyi kaldıran çarşaf gibi, küçük bir tümsekle üzerindeki kuşu taşıyan tenteye bir damla damladığını görüyorum. Açık renkli kumaşın ipliklerinde yayılan damlanın kırmızısı, ardından yükselen güneşle birlikte parlıyor. Sonra, tentenin üzerinde tüm ağırlığını vererek havalanan kuşu görüyorum. Turuncu gagası kana bulanmış. Aralık ağzında hâlâ gözü taşıyor. Yerimden kalkıp balkon demirlerine tırmanıyorum. Neredeyse yakalamak için dışarı uçacağım. Kuş bir şey göstermek ister gibi denize doğru seğirtirken bana bakıyor. Kendi etrafında bir kez döndükten sonra balkona doğru çivileme inip tekrar yükselirken yeniden denize dönüyor. Ufka doğru kanat çırparken, şiddetle dalgalanan suyun yüzeyinde bir karaltı beliriyor. Bir yunus gibi sıçrayıp yeniden iniyor. Kuş uygun açıyı yakalamak için suyun üzerindeki şeyin tepesinde dönüyor. Dikkatimi denizdeki olaya vermeye çalışırken, “Sahipsiz Gözler Adası’nın tek sakini, işte,” diye birbirlerine beni işaret ettiklerini duyuyorum. Sıra bana geliyor. Nihayet. Yaklaştıklarını nasıl fark etmiyorum? Evlerinden çıkıp denize doğru koşanlar yolun sonunda kaybolduklarında ancak onlara dönüyorum. Yeniden denize bakmaya çalışırken kuşun gagasından düşen gözün, denizdeki canlının sonuna kadar açtığı ağzına isabet ettiğini görüyorum. Adanın tek sakini olmadığımı biliyorum. Beni buna inandıramazlar. Gözü kimin yediğini öğrenmek istiyorum.Kuşlar hâlâ gagalarını birbirine çarparak arabanın üzerindeki son gözü arıyorlar. Bir tanesi tam yakalamışken, heyecandan fazla sıkmış olacak ki gözü patlatıyor. Diğer kuşlar kendi dillerinde birkaç sövgü ifadesi savurup uçuyorlar. Arabanın üstü nihayet boş kalıyor. Patlayan gözden sıçrayan kanlar yoldaki meraklı bakışlı insanlara sıçrıyor. Askısız elbisesi sebebiyle açıkta kalan omzuna birkaç damla kan ve göz parçası yapışan kadın parmağıyla üzerindekileri sıyırıp ağzına götürüyor. Yalayıp iyice emdiği parmağı şimdi tertemiz. Lezzeti anlatabilmek için gözlerini kapatıp derinden gelen bir “mmm…” sesini yanındakilere duyuruyor. İştah açıcı tadımlık yemeği, etrafındakileri harekete geçiriyor. Beyaz arabanın üstüne parmaklarını sürüp sonra onları yalayan meraklı topluluğun dikkatini kaybettiğim için seviniyorum. Yüksek giriş evimin dehşete tanıklık eden balkonundan aşağı atlıyorum. Dizlerim ve ellerim üzerinde, yüksek sayılabilecek bir pat sesiyle kendimi yerde buluyorum. Neyse ki böyle bir sabah için olabildiğince sıradan bir hareket sayılıyor. Bahçe kapısından sessizce geçip önümdeki arabanın arkasında görünmeyecek kadar eğilerek denize doğru koşmaya başlıyorum. Pijamalarım mavi. Terliklerim beyaz. Ben sapsarı kesildiğimden eminim. Nereye gideceğimi bulmak için ihtiyacım olan izler, ayaklarıma yapışıyor. Gözler. Denize inen yokuşlu yolun üzeri saçılmış, ezilmiş, artık göremeyen gözlerle dolu. İnsanların gözün lezzetini tartıştığı konuşmanın sesi azalarak kaybolduğunda güneş tepeye yaklaşıyor. Yolun sonuna varıyorum. Arkamda kalan yokuşa dönüp baktığımda, yalnızca ucu görünen balkonuma bakıyorum. Son kez gördüğüme dair hissi içimden atmak isteyerek devam ediyorum. Deniz, üzerine gri yıldızlar dökülmüş gibi parlıyor. Az önceki karaltının şakacı bir yanılgı olduğuna inanmaya başlıyorum. Denizin yüzeyinde de gökyüzünde de hiçbir hareketlilik yok. Kaygan ayak tabanlarım deniz kenarında amatör patenciler gibi kayıyor. Arkama tekrar bakıyorum. Gelen yok. Yol yok. Yokuş, gözler, balkonumun görebildiğim kadarı… Hiçbir şey. Denizden yükselen dev dalgaların sesleriyle tekrar önüme döndüğümde tavşan suratlı pembe tüy yığını dikkatimi çekiyor. Karayla denizi ayıran ince noktada, bir yarısı o tarafta, diğer yarısı beni çağırıyor. Eğilip tavşanın kulaklarından birini tutuyorum. Çekmeye çalışınca ağırlığını hissediyorum. Gücümü zorlamam gerekiyor. Tavşan suratının tamamı havada. Bununla bitmiyor. Onunla aynı renk, pullu bir deri suyun yüzeyinde parlamaya, kendime doğru çektikçe çırpınmaya başlıyor. Arkamdaki boşluktan ayak sesleri geliyor. “Adanın tek sahibi,” diyorlar, “denizin tek sahibini karaya çekiyor,”. Kaybolan yoldan bana nasıl ulaşıyorlar? Küçük kızı, o kadını ve diğerlerini merak ediyorum. Pembe tavşanın fermuarı açılıyor. İçinden gözler çıkacağından eminim. Oyulmuş, parça parça gözler görmeyi bekliyorum. Ne olacağını beklerken yukarıda kuşlar öfke dolu seslerini yeniden yükseltmeye başlıyor. Bazıları suya çok yakın uçarak uygun an kolluyor. Onları izlerken elimde ağzı sonuna kadar açık tavşan suratı var. Bir şeyler düşüyor. Suda halkalar yayılmaya başladığında hedefine isabet etmeyen atışlar başlıyor.Tavşan çantanın suyun içine doğru devam eden parlak derili vücudu çırpındıkça su sıçratıyor. Büyülü paletlerine takılan gözlerimi havadaki felakete çeviremiyorum. Onlara palet dememin yanlış olduğunu bilsem de, karşımda gördüğüm mucizevî parlaklıktaki bedeni nasıl tasvir edeceğimi şaşırıyorum. Arkamdakiler birkaç adım yakınımda duruyorlar. Kuşlardan birine, “Eksikleri tamamla,” komutu veriliyor. Dolu gagalı kuşlar, açık tavşanın ağzına gözleri bırakıyorlar. İsabet edip çantanın içinden parlak derili vücuda inen gözler, suyu zor seçilecek ölçüde bir yükselmeye sebep oluyor. Gözler yutuldukça tavşanın yüzü biraz daha suya batıyor. Ucundaki kuyruk, uzuyor ve kıvrılıyor. Kuyruğunun ucunu cilveli şekilde suya vurdukça mest olmuş şekilde onu izliyorum.Kimi anlar, bir şeylerin sonuna geldiğinizi anlamanız için özenle tertip edilmiş gibidir. Bakışlarımı ayırmadan tavşan başlı mükemmel, parlak kuyruğu izlerken bir kuşun suyun yüzünü sıyırıp yükselerek başımın üzerinden geçişi beni ayıltıyor. Biraz ötemde küçük kızla kadının, sokağımızdaki diğer insanların, bugüne kadar görmediğim diğer ada yerlilerin yarısına kadar suya batmış şekilde olanları seyrettiğini fark ediyorum. Ne zamandan beri aynı yerde, aynı yere baktığımızı düşünüyorum. Arkamdaki, artık tanıdık sayılacak seslerden biri, “Şimdi de diğer sokağı doldur,” diyor. Her şey yeniden başlıyor. Bizim içinse bitiyor. Kana bulanmış gagalarıyla kuşlardan birinin yaşlı kadının yüzüne nasıl dadandığını, ayrıldığında pençelerinde iki gözle havalandığını görüyorum.Son gördüğüm bu oluyor.Adının şimdilerde Sahipsiz Gözler Adası olarak bilinen adamızın gözle beslenen denizkızının ve ona göz avlayan birkaç insanın öyküsünü soranların, dinlemek isteyenlerin, çocuğunu bu hikâyeyle büyütecek olanların ısrarları olmasa, o günleri hatırlamak istemezdim. Henüz yerinde olan gözleriniz için şükredin.
Published on May 05, 2019 05:04
Hayal Tamiri Dükkânı
Bu öykü Vapur Kitap'tan çıkan "9 Postmodernist Öykü" adlı kolektif öykü kitabında yer almıştır.
“Uyu! Gözlerinde renksiz bir perde, Bir parça uzaklaş kederlerinden”Ahmet Hamdi Tanpınar-YağmurHayal Tamiri Dükkânı’na hoş geldiniz. Ustam Hayalbaz ile ben Düzsurat, suluboya adamın hayalsizliği üzerine kurulan düşünü anlatırken karşımızda oturursan memnuniyet duyarız. Sonunda pişman mı olacaksın, mest mi, göreceğiz. Göreceğiz ama umursayacağımızı sanma. Sözümüzü kesmeden otur, yeter. Her şey eskiden ait olduğum ailenin küçük çocuğunun daha kalın bir odun parçası istemesiyle başladı. Bir kütükten ayrılmıştım. Çocuğun oyunlarına alet olamayınca bahçeden dışarı fırlatıldım. Ağaçlar arasında gezen kimsesiz bir odun parçasıydım. Hayalbaz o gün bir başka kütüğün üzerinde oturuyordu. Çenesini avuç içine yerleştirmiş düşünüyordu. Zengin olmak istiyordu. Yeni bir şey üretmeye mecali yoktu. İnsanların her şeyi ürettiğinden, fikirlerin tükendiğinden emindi. “Ne yapsam da hiçbir şey yapmadan işe yarasam? İşe yarasam ama keşke hiçbir şey yapmasam,” deyip duran Hayalbaz’ın kaydırak burunlu ayakkabısının çarpmasıyla düşüverdim. Yuvarlanırken canımın nasıl yandığını, devrilince ne kadar üzüldüğümü anlasın istedim. Bir ağzım olsa sesimi ayyuka çıkaracaktım. Hayalbaz’ı korkutmuş olacaktım ki sıçradı. Beni eline aldı. Dizlerine yatırdı. “Ne yapsam da bir odun parçasının bile düşlerini gerçekleştirebilsem, hem de hiç yorulmadan,” diye homurdanmaya başladı. “Böyle düzgün kesilmiş bir odundan ne güzel saat ya da çerçeve yapılırdı. Hayallerin yıkılmış olmalı sevgili Düzsurat,” dedi. İsmimi böylece koydu.Ayağa kalkıp, Hayal Tamiri Dükkânı diye bağırdığında dizlerinden düşüp gerisin geri yuvarlanmaya başladım. Ardımdan “Saatleri Ayarlama Enstitüsü oluyormuş da, düşleri tamir etmenin dükkânı neden olmasınmış,” diye bağırdı, karşı çıkan varmış gibi. Karşılaştırdığı şey hakkında ise hiçbir fikri yoktu. İhtiyar Hayalbaz kireçli dizlerini zorla bükerek hızlı adımlar atmaya çalıştı. Taşlarda sekerek dallardan zıplayarak geçtiğim ağaçlık yolda, hızlı gidemeyip durdum. Hayalbaz bir süre sonra bana yetişti. Beni geri alır almaz cebinden çıkardığı çakıyla yüzümü oymaya başladı. Soluğum kesilmişti. Büyük bir burun yaptı. Gözlerim fal taşı gibi açılmıştı. Yuvaları kocaman olan birer göz oydu. Çilli yanaklar, ince bir dudak ve her şeyi duyabilecek iki kulak. Birkaç tel saç. Hazırdım. Hayallerim gerçek olmuştu.Hayalbaz Usta bu işte daha başlamadan bile iyiydi.Böyle tanıştık. Hiç pişman olmadık. Günler gelip geçiyor, işlek bir sokağın girişinde yer alan dükkânımızdan yıkık hayaller eksik olmuyordu. Hayalbaz’ın tek yaptığı, hayalleri emanet olarak alıp eğri büğrü yanı varsa onarıp sahibine geri vermekti. İşini yerinden bile kalkmadan yapabiliyordu. Beni de dükkânın en güzel yerlerine koyuyordu. Hayallerin neresinin nasıl olması gerektiğini bana soruyordu. Hayalleri nasıl tamir ettiğimizi soran olursa hep aynı şakayıyapıyordu. Çatallaşmayı huy edinmiş sesini temizlemeden konuşmaya başlıyordu. “Peşin fiyatına üç takside, bonus kart varsa 4 takside, nakitte ise fişsiz, faturasız yüz kâğıda yıkık hayallerinizi onarırım.” diyordu. “Ama nasıl?” diye soranlara, “Musa asayla denizi nasıl yardıysa,” cevabını veriyordu.Hayalbaz bunu yazdığımı görmesin, hiçbir şey yaptığı da yoktu. Önüne gelen hayali sağından solundan dürtüp rahatsız ediyordu. Yıkık hayal el şakalarından hoşlanmıyorsa ustanın işi kolaylaşıyordu. Hemen toparlanıp heybetli görüntüsüyle ustaya, “El kol yapma,” demesini biliyordu. Asıl sahibinin değerini anlayan hayal tamir olmuş şekilde teslim edildikten en geç üç saatte gerçekleşiveriyordu. Daha inatçı olanlarda ise Hayalbaz hayalleri tehdit ediyordu. Eğer hiçbir zaman gerçek olmazsa sahibinin onu kurmaktan vazgeçeceğini, düş kurmayan bir sahibin de onu peçete gibi atacağını sert bir dille anlatıyordu. Varlığına şükreden hayaller tez elden sahibine iade edilip aynı gün içinde gerçekleşiyordu.Hayalbaz Usta’nın tamir edemediği hayal henüz görülmemişti. Şöhreti kulaktan kulağa geçti, dilden dile çevrildi. Kıtaları aşmaya başladığında mütevazı dükkânımız yetmemeye, sıraya giren yıkık hayal parçaları buraya sığmamaya başladı. Şehrin merkezinde geniş, camekânlı bir dükkân bulduk. Taşındık. Yıkık hayallere bekleme salonu bile düşündük. Ben yine dükkânın en güzel yerinde, hayallerin akıbeti hakkında aklıma esenleri söylemeye devam ediyordum. Hayalbaz Usta, birkaç çırak alıp beklerken sorun çıkaran yıkık hayal olursa ilgilensinler diye tembihledi. Günlerimiz hayal tamir etme adı altında hiçbir şey yapmadan giderek zenginleşmekle geçerken bir gün Hayal Tamiri Dükkânı’nın tarihindeki en yıkık hayal dükkâna giriş yaptı. Üstelik kendi ayaklarıyla. Dilerseniz burada söze ben gireyim. Cihanın hayal tamiri ustası. Yıkıkların efendisi. Düşlerin hükümdarı. Aklınıza gelen tüm gösterişli sıfatlar ile tanımlayabileceğiniz kişi. Hiç olmazsa o güne dek, denizaşırı memleketlerde bile şanı yürüyen Hayalbaz Usta olduğumu, Düzsurat olabildiğince açıkladı diye umuyorum. Dinlemedim. Suluboya’yı düşünüyordum. Şehrin merkezindeki dükkânımızın yanında bol ziyaretçisi olan bir sanat galerisi vardı. Diğer yanındaysa bizim eski dükkânımızdan bile daha küçük, tek göz bir başka yer. İçinde ise, duvarda boşluk bırakmayacak şekilde dip dibe asılmış bir sürü tablo. Hepsi suluboya. Tabelasında mavi boya damlayan ince uçlu bir fırça vardı. Şöyle yazıyordu: Suluboya Reprodüksiyonları İç bayıcı görüntüsü yüzünden hiç komşuluk edesim gelmedi. Bir gün olsun esnaflık edip, “Yıkık hayaliniz varsa tamir edivereyim, komşuluk ölmedi ya,” demedim. O da bana gelip, “Namını duymayan mı kaldı? Şeref verdin!” demedi. İçerledim. Hiç gelmemesinin dükkânın bir sahibi olmamasından kaynaklandığını öğrenmem ise suluboya tablo beyefendisi sayesinde oldu. Dükkân öyle rağbet görmüyormuş, öyle silikmiş ki, sahibi ya da sahibesi kepengi bile çekmeden gitmiş. Bu başka bir öykünün konusudur. Söz sırası bende ise, iyi kullanıp Suluboya’nın ortalığı nasıl mahvettiğini tek solukta anlatmalıyım.Kapı açılınca müşterinin geldiğini haber veren şıngırtılı zımbırtıdan sesler çıktı. Düzsurat şahittir, ilk kez o gün kapıdan girenin ne olduğunu kokusundan tanıdım. Bu bir hayal değildi. Yıkık hayalini taşıyan insan değildi. Bu boyası kurumamış duvar kokusuydu. Sırasını bekleyen yıkık hayallerin hepsi kapıya dönmüştü. Dört cepheden dükkâna dolan aydınlığın tamamı üzerinde birikmişçesine dikkat çeken Suluboya, elini ittiği kapıdan çektiğinde, yerinde sarı boyalı parmak izleri bıraktı. Kaşları, dudakları ve tüm kasları mutsuzluktan yere bakıyordu. “Hayalbaz’a bakmıştım,” dedi, "eriyorum galiba yavaştan.” Cevap beklemeden geçip oturacaktı ki, kalktığında koltukta renkli kaba et baskısı görmek istemedim. Hâlden anlar Düzsurat, “Du-du-dur! Ve bana bak,” dedi. Suluboya hızla dönünce eriyen vücudundan renkler saçtı. Yıkık hayaller mavi, mor ve kırmızı damlalardan kaçarken bağırtılar yükseldi. Suluboya bu kez onlara doğru hızla döndü. O zaman da Düzsurat’ın yüzünde turuncu ve yeşil izler oluştu. Olanları uzaktan hayretle izlerken Suluboya, eriyerek kaybolmak üzere olan dudaklarını yırtılacak kadar açarak, “Hayalbaz’ı getirin! Hayalbaz, Hayalbaz, Hayalbaz dedim!” diye bağırmaya, tepinmeye, ellerini dizlerine vurarak yakınındakilere boyalarını sıçratmaya başladı. “İşte,” diyerek birkaç adım öne çıktım, “Hayalbaz Usta karşında.” Suluboya duruldu. Elleriyle pantolonunu düzeltmek için birkaç kez dizlerini silkeledi. Artık önemi yoktu. Renklerin nereyi istediğini seçip oraya konuyordu. Suluboya da bana yaklaştı. “Ben, aslına bakılarak yapılmış bir tablonun Suluboya beyefendisiyim. Bu da benim bastonum,” dedi. Hiç de geniş görünmeyen arka cebinden beline kadar gelen bastonu tek seferde çıkardığında herkes, “Oooo!” dedi. “Onu çevirebiliyorum, yere sabitleyip üzerinde yükselebiliyorum ve onu yutabiliyorum,” dedi ve hepsini sırasıyla yaptı. Herkes, “Aaaaa!” dedi. Son iddiasını gerçekleştirdiğinde ortada baston kalmamıştı. Cepten çıkarıldığı andan itibaren erimeye başlayan baston Suluboya’nın midesine indi. Bir daha neresinden çıkacağını düşünmek istemedik. İmtihandan geçmiş gibi omuzlarını yükseltip sırıttı. Kaşları hâlâ aşağı bakıordu. Kimse “ooo” ya da “aaa” demedi. Suluboya dert yanmaya devam etti. Başını düşürüp, “Suluboya Reprodüksiyonları’ndan geliyorum,” dedi, “orayı hiç gezmediğiniz için bilmezsiniz ama aslına en yakın tablonun içindeydim.” Gözlerinin yaşla dolduğunu anlamam için parmaklarıyla onları iyice ayırıp yukarı baktı. Sahiden başka türlü anlamazdım.“Tablondan niye çıktın,” dedim. Suali sormamış olmayı dileyecektim. “Yer aldığım replika tablonun ait olduğu sanat akımının miadı doldu. Diğer yanındaki sanat galerisindeki yeni tablolar, asılları olmasa bile, peynir ekmek gibi gidiyor. Eskidim, Hayalbaz Usta. Hayallerim yıkıldı diyemem. Çünkü hiç derli toplu bir hayal kuramadım. Güncel iken asıl tablo olarak resmedilmiş olmayı isterdim. Eskidim, şimdi de suluboya reprodüksiyonu yerine, yandaki sanat galerinin gözbebeği olmayı istiyorum.” Düzsurat ile göz göze geldiğimde yanaklarının ıslandığını fark ettim. Sorsanız inkâr edecektir. Sıradaki yıkık hayallere baktığımda, kendi hâllerinden çok Suluboya’ya üzüldüklerini gördüm. Ne yapsam bilemedim. Suluboya’ya, “İyi de benden ne istiyorsun,” dedim. “Benim hayalimi baştan kur,” dedi. Düzsurat, elleri olsa sevinçten çırpacaktı. Hayaller dirildi, doğruldu ve nefeslerini tutup yüzüme baktı. Fakat benim işim hayal kurmak değildi. Ben tamir ederdim. Hoş, onu nasıl yaptığımı da siz biliyorsunuz ya, neyse. Yani, şimdi kalkıp Suluboya için bir hayal kurmak, yıkılan bir hayali onarmaktan çok daha zordu.Gözler üzerimdeyken düzgün düşünemiyordum. Suluboya, arkasına elini atıp bastonu yeniden, feci kötü bir yerden çıkardığında ona bir hayal kurup ivedilikle dükkânımdan göndermeye karar verdim. Süreci nasıl hızlandıracağımı biliyordum. “Tek şartla,” dedim, “o bastonu çıktığı yere geri gönder ya da yok et,” Suluboya, yakınında duran bir bardak suyu eline alıp yere indirdiği bastonun üzerine gezdirerek döktü. Zaten erimeye başlayan bastonun boyaları dağılmaya, seyrelerek gözden kaybolmaya başladı. “İşte benim varlığım da yokluğum da iki yudum suya bağlı,” dedi, “lütfen bana bir hayal ver.” Artık günlerimiz Suluboya için bir hayal bulmaya çalışarak geçiyordu. Tüm yıkık hayal sahiplerine durumu izah edip önceliği ona verdik. Zira eriyordu. Günden güne uzuvları, boyu küçülüyordu. Aradan günler, haftalar geçtikçe rengi soluklaşıyordu. Onun için bulduğumuz hayalleri beğenmiyordu. “Bunu ben de kurardım,” ya da “Bu hayal kesin yıkılır,” gibi küstahça yorumlarda bulunuyordu. Düzsurat, ona acıdığı günü unutmaya çalışıyordu. “Böyle devam edersen değil bir tablonun replikası, bir suluboya kabının tükenmiş rengi bile olamayacaksın,” diyordu. Suluboya böyle zamanlarda yere eğilip eriyen boyalarını bedenine yeniden eklemek için avuçlayıp üzerine döküyordu. Biçimi gittikçe bozuluyordu. Eriyerek bacağından ayrılan ayağını alıp dizlerinin üstüne koydu. Şansına, ayak oraya tutundu.Suluboya gittikçe bozulan vücudu için hıçkırıklar içinde ağlıyordu. Gözlerinden akan tuzlu sular yanaklarının rengini iyice dağıttı. Güneş ışığı yüzünden eridiğini sanarak camekânın dört yanını da siyah perdelerle kapattık. Düzsurat, onu verniklememizi önerdi. Suluboya, bunun tahta yüzeye saç jölesi dökmekten farklı olmayacağını söyleyince fikir hızla geri alındı. “Mutsuzluktan,” dedi, “eriyorum mutsuzluktan.”Perdeleri açtım. Ya mutlu edecektim ya da hayal kuracaktım. İkisini de suluboyadan bir adam için yapacaktım. Ona hiçbir hayali beğendiremedikçe tükendim. Erimesini durduramadım. Yavaşlatamadım bile. Mutlu edemedim. Gıdıklanmıyordu bile. O, bir tablonun içinde, bastonundan kuvvet alan, takım elbiseli, papyonlu bir suluboya beyefendi olmak için yapılmıştı. Öyleyse Suluboya için buna uygun bir hayal kurmaya karar vermeliydim. Bir gün yanına gidip ona bir masal anlatmaya karar verdim. Bir hayal kuramıyorsak, mutlu da kılamıyorsak, en azından geçmişi yeniden kurabilirdik.“Suluboya Bey, sizin için düşüncelerim var. Önce bir hikâye anlatmalıyım. Vakitlerden bir vakit, işte develer şöyleyken, pireler böyleyken falan filan, Kemgöz Efendi adlı tek gözü gören, kısa, şişman ve pantolonsuz biri suluboya tablo yapmaya karar vermiş. Fakat ne aklına yapılacak güzel bir resim geliyormuş ne de kaliteli boyaları varmış. Böylece orijinali evinin duvarında asılı olan bir resmin görüntüsünü aklına kazıyıp boyalarını eritmeye karar vermiş. Gel zaman git zaman Kemgöz Efendi bu işi alışkanlık hâline getirmiş. Yeni bir resim yapmak istediği zaman orijinaline bakıyor, başka bir resmi eriterek eline geçen boyalarla bire bir aynısını yapıyormuş. Ünlü bir reprodüksiyon ressamı olmuş. Bir gün olmak istediği kişinin resmini yapmak istemiş. Uzunca zaman hiç düş kurmadan resim yaptığı için nasıl biri olmak istediğini aklına getirmeye çalıştığında, iki göz ve bir dudaktan başka şey düşünememiş. Bunlar her vücutta olabilecek şeyler olduğu için, beğenmemiş. Olmak isteyeceği birinin içinde bulunduğu bir tablo bulana dek aramaya başlamış. Günlerden birinde içinde iki eliyle kavradığı bastonu ayaklarının arasında tutan, siyah, geniş şapkalı, rengârenk takım elbiseli ve papyonlu bir adamın olduğu tablo ile karşılaşmış. “İşte ben buyum,” demiş. Heyecanla resmi almış, neye benzediğini iyice incelemiş. Sonra, kim bilir ne şekilde boyaları eritmeye çalışmış. Bu resmin boyaları erimek istemiyor gibiymiş. “Tıpkı benim kadar inatçısın, çünkü ben senim, sen de ben,” demiş. Bir suluboya kutusu alıp resme bakarak aynısını yapmış. O tablo, Kemgöz Efendi’nin taklitleri arasında aslına en çok benzeyen tablosu olmuş. Diğer tüm taklitleri suluboya ile yapmış ama bundan daha iyisi olmamış. “Suluboya Reprodüksiyonları” dükkânını açıp hayalini gerçekleştirmiş.” Masal bittiğinde Suluboya, Kemgöz Efendi’nin onu resmeden kişi olduğuna hemen inandı. Hatta öyle inandı ki, ağlayarak, “Ama ben eriyorum, Kemgöz Efendi’nin emekleri boşa gidiyor. Kimse de bunu durduramıyor,” dedi. Bu kadar çabuk inanınca vicdan yapmadım diyemem. Yine de, bu beladan kurtuluyordum. “İşte, Suluboya, senin yeni hayalin de burada gizli. Sen eriyorsun. Engel olamıyoruz,” dedim. “Rengârenk boyalar hâline geldiğinde yeni hayalleri renklendirmek gibi bir hayalin olsa hiç fena olmazdı,” dedim. Suluboya yarısı erimiş ellerini çırparak dizine kadar erimiş bacakları üzerinde zıplamaya çalıştı. Açıkçası mutludan çok korkunç görünüyordu. “Beni eritin, hemen erimek ist…” Maalesef, geç kalmış mutluluğu erimesini durduracak kadar güçlü ya da zamanında gelmiş bir mutluluk değildi. Usulca rüyalara dalan bir düş gezginini anımsatan yok oluşu, mutsuzluğun yitebileceği en uysal haliydi. Kederler bulundukları yerleri kemirip bitirmeden gitmiyorlar. Bazen de eritip bitirmeden. Söyleyecekleri bitmeden, Suluboya adam bitti. Artık yere dökülmüş renklerden ibaretti. Hem bir dakikalığına bile olsa mutlu etmiştim hem de ona gerçek bir hayal vermiştim. Düzsurat şaşkınlık içinde yüzüme bakıyor, utanç ve keyfi aynı anda yaşıyordu. Suluboya’nın düşüne öncelik tanıyan yıkık hayaller, şükretmiş olacak ki, sıraya girip renk bile seçmeden boyanıp, neşeli ve daha renkli şekilde sahiplerine teslim edildiler. Biz de Düzsurat ile Hayalbaz Usta olarak, bundan böyle yıkık hayalleri onarma işinin yanında, renklendirme seçeneğini de hayalleri yıkılanlara sunar olduk.
Published on May 05, 2019 05:02
March 25, 2019
Kuleler Arasında Et Yağmuru Perisi
Kayıp Rıhtım Aylık Öykü Seçkisi'nin "Peri Bacaları" temalı 117. sayısında yayımlanmıştır.“Ölen biriyle hangi dilde, sence nerede konuşulur?”
Ellerinin arasında tuttuğu parmakları düşürmemeye çalışarak koşuyordu. Güneş sarı bir yılan, tepeden tıslayıp kaçışı ateşledi Peşinde ne olduğunu anlamadan. Nasıl biteceğini bilseydi, yasını durgunlukla yutar, kolaylıkla sıyırırdı etinden. Annesinin soluğunu son kez duyduğunda yeşil, serin bir elbiseyle kapının arasından süzülüp yürüyüşe gitmişti. Gözlerinde biriken düşünceleri adımlarının önüne döküp ezerek yok edecekti. Böyle söylememişti. Ama kapıyı ardından örtüşünden belliydi. Şimdi annesinin geçtiği yolda, onun başına geldiğinden emin olduğu ihtimalin hesabını sormak üzere, dişlerini sıkarak acısını ezmeye çalışarak yürüyordu. Ağaçları ayırarak ilerleyen yol, bir düzlüğe çıktı. Dizleri kaskatı kesildi. Bir adım daha atmaması için yalvarmak üzereydiler. Tırmandığı tepenin vardığı düzlük yabancı geldi. Göz ucuyla avuçlarındaki parmakları saydı. Yedi. Üç eksik. Dişlerindeki tadın yeni farkına vardı. Kan. Taptaze, kıvamı yerinde. Dişlerini göstererek güldü. Parlak kırmızı. Güneşin altında suya vuran güneş gibi ışıl ışıl dişler.Dönüp arkasına baktı. Boz. Bin bir tuzaklı. Kaçtığı şey görünmüyor. Koparmaya ayak parmaklarından başlasaydı onu kovalayamayacağını düşünemedi. Yolculuğunda karşısına çıkan, kuleye av götürmek üzere görevli yaratığı gördüğünde buraya yaklaştığını anlamıştı. Talihsiz şekilde kaçmayı başaramayınca, bir yaratığa göre ufak boylu, cılız düşmanını keskin dişleriyle kısa süreliğine etkisiz hâle getirdi. Yaratık onu ensesinden yakalayıp bağlamaya yeltenince elini yakalayıp parmaklarını ısırdı. İşaret parmağından başladığı ısırma serüveni, diğer elinin serçe parmağını da ağzında bulmasıyla son buldu. Her parmakta salyalı, balgamlı tükürükler saçarak canını teslim edercesine bağıran yaratık daha da hırslandı. Acıya yenik düştükçe gücü tükenmeye başladı. İki eli de parmaksız kaldı. Etkisiz hâle getirdiğini düşünüp bıraktığında yaratıkla işinin bittiğini düşündü. Koparıp tükürdüğü parmakları etraftan toplayıp intikamına giden yolda elde ettiği başarının bir nişanesi olarak yanına aldı. Acelesiz adımlarla, avuçları arasındaki parmaklardan akan kanı seyrederek ilerlerken arkasında gürültülü sesler duydu. Parmaksız yaratık ellerini havaya kaldırmış, daha fazla kanın akmamasını sağlayarak onu yakalamak üzere harekete geçmişti. Parmakları elinde sıkıştırıp koşmaya başladığında, şimdi üzerinde durduğu düzlüğe çıkan ağaçlı patika yoldaydı. Nihayet buraya vardığında geride kimseyi bulamamasının iki açıklaması olabilirdi. Yaratığın çok kan kaybetmiş ve güneşin alnında daha fazla koşamamıştı. Diğer ihtimale göre deböyle sıradan bir yolla onu yakalamak yerine, kendilerine yaraşır ölçüde hain bir plan yapmak üzere diğerlerine haber vermek için yolunu değiştirmişti. Üçüncü ihtimal, hayal gücünün üretmek istemeyeceği ölçüde dehşet içerebilirdi. Düşünmedi.Kaslarındaki sızı geçince usulca ilerlemeye başladı. Uzun yolu aşıp sonunda kulelerin yanına ulaştı. Önünde uzayıp giden düzlük, kule biçiminde bacaların kapladığı sonsuz bir dünyaydı. Başka kuralları olan, tehlikeli dumanların tüttüğü, yabancı bir dünya. Öcünü almak için kalbine doldurduğu hırsı yeşerten topraklar. Her kulenin bir sahibi vardı. En gaddar planların yapıldığı akıllar itinayla onlara dağıtılmıştı. Bu planlardan biri onun annesini almıştı. Çocukken anlatılan korkutucu hikâyelerde uzak topraklardan birinde insan yiyen kulelerin varlığından söz edildiğinde gece altına kaçırmaktan öteye gitmeyen etkileri olan bu kulelerin biri, annesini yiyerek güçlenmişti. Bedeli ödenmeliydi.Kulelerin her biri, birer nefret yığınıydı onun için. Gördüğüne tükürdü. Yakınından ya da uzağından geçmesi önemli olmadan. Gözlerini kısıp baktı. Bazısına parmakları gösterdi. İçinden hâlâ kan damlayan parmakları. Kulelerden biri, “Bize mi bakıyor o,” diye sordu yanındakinin uykusunu bölerek. Ayılıp soruyu anlayana kadar önlerinden geçip gitti. Hangi şapkalı kulenin karnını annesinin canıyla doyurduğunu bulmak için ne kadar zamanı olduğunu bilmiyordu. Parmaklardan sıkıldı. Avcunu açıp hepsini yere bıraktı. Kulelerin arasında fısıltılar yükselmeye başladı. Birbirlerine doğru eğilip gelenin kim olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. Dökülen parmaklar, kulelere bir yerden tanıdık geliyordu. Görünce mideleri kazındı. Bu parmaklar onlara leziz öğle yemeklerinin gelişinin anımsatmıştı. Öğle yemeği olarak getirilseydi başka şekilde sunulacağı için henüz davetsiz misafirlerini yemek akıllarına gelmiyordu. Üstelik böyle bir komut da yoktu. Onlarca kulenin ortasına dek ilerleyip durdu. “Pardon, saçları omuzlarına dökülen, ince vücutlu kadını geçen akşam yemeğinde aperatif olarak siz mi yediniz? Kendisi annem olur da,” diye sormalı mıydı? Elbette yemedim, diyen olduğunda, “Elbette siz yemediniz, öyleyse dişlerinizi görebilir miyim? Aralarında ona dair bir şey görecek miyim diye merak ediyordum da,” demeli miydi?Bu olmamalıydı. Yukarı baktı. Renk renk balonlar. Onu görebilecek kadar yakında, havada asılı kalmışlar sanki. Balonların taşıdığı geniş, sağlam sepetlerin birinin içinden sarkan hareketli bir şey dikkatini çekti. Neye benzediği oradan anlaşılmasa da, kollarının ucunda biçimi bozuk, el denemeyecek uzantılar olduğu kesindi. Buraya tırmanırken balonları görmemişti. Yürürken parmaklara diktiği gözlerini etrafta gezdirmediği için pişmandı. Fakat, o zaman gökyüzünde böyle güzel balonlar olsaydı, yaratıktan kurtulmanın sevinci ile onları fark eder ve birkaç kez zıplayarak el sallardı diye düşündü.Öyleyse bu hiç düşünülmemiş ihtimallerden biri olabilirdi.Kulelere döndü. Ayakta dikilmiş, kim olduğunu kendiliğinden anlamalarını, annesini yiyenin itirafını beklemekle zaman kaybediyordu. Kulelerin merakı artmış, fısıltıları söylenmelere dönüşmüştü. Birinin diğerine, “Ne kadar benziyor,” dediğini duydu.“Kime?” diye bağırdı. Sesi birkaç defa yankılansa ne etkileyici olacaktı. Cevap yok. Alnında damla damla terler yüzünü yalayarak boynundan göğsüne inerken cildini kaşındırıyordu. Hazır böyle terliyorken bozulan sinirini atmak için birkaç damla gözyaşı dökmenin de tam sırasıydı. Ter ve gözyaşı damlaları birbirine karışacaktı. Hem ağlak bir intikamcı olarak görünmemiş olacak hem de bu kadar terlediği için kulelerin ona bakarken kabaran iştahlarını kaçıracaktı. Atağa geçmeye karar verdi. Belindeki kemeri çıkardı. Kuleleri konuşturmak zorundaydı. Önünden geçtiği kulelerin en başına dönerek sorguya başladı. Kemeri hızla savurup toprağa yapıştırdı. Havayı yırtan ses yakınlardaki kuleleri sıçrattı. Arkalarına eğildiler. Yüzlerini sıyırıp geçen kurşunlardan kaçmayı başarmış gibi, tedirgin bir gururla eski yerlerine döndüklerinde ikinci darbe de geldi. Bu kez en baştaki kulenin toprakla birleşen noktasına acımasız kemer yapıştırıldı. Bir kulenin nasıl çığlık atacağını hayal edebilir misiniz?Rüzgârın aşındırarak oluşturduğu vücudu zangırdarken sert ve gergin yüzeyine yırtarcasına inen kemer darbesiyle kendine gelen şapkalı kule, ilk olmanın iç sızısını yaşıyordu. Öyle bağırdı ki, bacasında ne kadar tüf varsa etrafa saçıldı. O ise kemeri bırakmadan elleriyle ağzını, burnunu ve gözlerini kapatmaya çalıştı. Diğer kulelerin gözlerine kaçanlar, ortalığı kaplayan koyu gri bulut… Onlara sakinleşme, kendine hırs kaybetme şansı tanımadan ikinci kulenin ulaşabildiği en yüksek noktasına dek ulaşan bir kırbaç şaklatması daha geldi. Ondan sonraki kulelerin her biri aynı acıyı tadacaklarını bilmenin gerginliğiyle gittikçe daha sesli ve tiz çığlıklar atmaya başladılar. Zaten böyledir. Beklenmedik an olanın acısı içe işleme şansı bulamaz. Ne olup bittiğini idrak edene dek can acıtma hakkı zaman aşımına uğrar. Fakat bir kuleyseniz, bacanız tüfle kaplıysa, şapkanız da sizi korumuyorsa, gövdenize yapıştırılacak kırbacın acısını beklerken yok olmayı umabilirsiniz. Beşinci, yedinci, on beşinci… Kuleler yamuldu. Kendilerini yıkmak için bilinçli sallantılara geçtiler. Bir yandan, “Annemi hanginiz yedi,”, “Size onu yemek olarak kim verdi,”, “Sadece yürüyüş yapmak istemişti,” yakarmaları art arda geliyor, bir yandan da gözlerini kapatıp kemeri kolunun gidebildiği en geri noktadan ileri savurup kulelere vuruyordu. Hızlı hareketlerinin ve kulelerin aldığı darbelerin yükselttiği toprak birkaç saniyeliğine her şeyin üzerini örtüyordu.Artık kendinden geçmiş, aynı soruları defalarca tekrarlayarak zıplıyor, kemeri gelişigüzel indiriyordu. Öyle yoğun bir toz bulutu etrafı kaplamıştı ki, dağılması için sabit durup beklemeye başladı. Elleriyle uçuşturup görüş alanı oluşturmaya çalıştıysa da işe yaramadı. Toprak rengi bir boşluğun içinde, ölü yılan gibi elinden yere doğru kıvrılarak inen kemer de şeklini çoktan kaybetmişti. Bulutun arasından sesler gelmeye başladı. Bir aracın park etmesine benzeyen, toprağa şiddetle değen bir şeyin çıkardığı sesti. Dağılmaya yüz tutmuş toprak bulutunu güçlendirdi. Merakına yenik düştü. Ellerini önüne atıp bir şeye çarpmasına engel olmasını umarak hızla yürümeye başladı. Yürüdü. Yürüdü. Bir adım daha. Bir tane daha. Çarptı. Elleri hiçbir şeye denk gelmemişti. Çünkü beline kadar gelen balonun taşıyıcı sepetine çarpmış, elleri boşluğa denk gelmişti. Sönmüş balon süzülerek üzerine kapandı. Panikle etrafında dönüp kurtulmaya çalışırken daha da dolandı. Ayak sesleri duydu. Birden çok kişiye ait ayak sesleri. Balonun altında debeleniyor, kemeri yere vurup kimsenin yaklaşmamasını sağlamaya çalışıyordu.“Annem! Annemi kim yedi!” Cevabını ummayan sorular. Kimsenin yanıtlamaya yeltenmeyeceği sorular. Sorular.Avuçları terliyordu. Gözleri, üzerine kapanan balonun güneş ışığıyla canlanan sarı plastiğinden başka bir şey görmüyordu. Kulelerin seslerinin yükseldiğini duydu. Yerlerinden söküldüklerini, karınlarından yükselen gümbürtülerin bacalarına dek ulaştığını. Hepsini duydu. Balondan sıyrılmaya çalışırken kollarına değen bir el hissetti. Tutmuyordu. Kavramıyordu. Kollarına dokunuyor, elini üzerinde gezdiriyordu. Parmaklardan eser yoktu. Kıpırdamadan durup parmakları hissetmeye çalıştı. Balona ne denli dolandığını umursamadan ona dokunanın ısırarak parmaklarını kopardığı yaratık olmamasını dilemeye başladı. Kafasının üstünde diğer eli hissettiğinde, sonsuz düzlükteki kendine ait yolun sonuna geldiğini hissetti. Etrafını uzun boylu, güneşi örten bir şeylerin kapatıyor olması lazımdı. Çevresinin kuleler tarafından sarıldığını güneş ışıklarının azaldığını fark etmesiyle anladı. Üzerindeki eller onu farklı yönlere itip duruyordu. Yaklaştığı her bir noktanın sıcaklığı diğerinden fazla geliyordu. Gittikçe ısınıyor olmalıydılar. Kızgınlığın kulelerin içinde ateş biriktirmeye yol açtığını bilse kemerle daha az uğraşırdı. Üzerindeki eller kafasını iki yanından tutmuş, eğilip bacasını doğrultmuş kulelerin içlerine biraz sokup geri çekiyordu. Sonunda onu yem edeceği kuleyi henüz seçmemişti. En keskin ağızlı baca girişlerinde parçalanmasını istediği için olacak, iştah kabartmaya çalışıyordu.Kulelerden biri sağır edici bir gürültüyle ateş püskürttü. Sonra kendini daha fazla tutamayan diğeri. Göğe püskürtülen ateşi ve külleri görebiliyordu. Yaratık parmaksız ellerini, onun üzerindeki balonu sıyırmak için kullandı. Kalbinin yerinden çıkması için bu patlamaları yakından görmeliydi. Balon gözlerinin önünde açılan bir perde gibi ortadan kalktığında hemen önündeki kule patladı. Ne gördüğünü seçebilecek kadar dikkatli baktığında yükselen alevlerin arasında göğe püsküren küller haricinde bir şey fark etti. Yeşil elbisesi kül rengine dönmüş, patlamanın verdiği sarsıntıyla kopmuş kolları ve bacaklarıyla gökyüzüne beş parça hâlinde yükselen annesi, bir süre sonra düşüşe geçti. Kuleler bacalarını genişletip bağırmaya başladı: “Et yağmuru! Et yağıyor!” Daha evvel yutulmuş etleri tekrar yemek isteyen kuleler arasında annesini bekliyordu. Kuleler açlık dolu homurtularıyla ona yaklaşırken, o ise, kollarını açmış düşmekte olan parçalardan en azından birini yakalamak istiyordu. Kollarının içini gökyüzünü seyredecek şekilde siper etti. Aç ve kızgın kulelerin çevrelediği daracık alanda bir sağa bir sola ilerleyerek annesinin parçalarının düşeceği yeri hesaplamaya çalışıyordu. Kulelerden biri tam onu kapıp midesine indirecekken o diğer yana kaçıyordu. Yaratık az kalsın parmaksız elleriyle onu sımsıkı tutmayı başaracakken birkaç adım ileri gidiyordu. Nihayet annesine kavuşmak üzereyken arkasından yaklaşan bir kule ağzı tek hareketle onu içine çekti. Annesi, rüzgârın ayak izlerini henüz süpürmediği toprağa, tam da kollarının onu tutabileceği yere parçalar halinde düştü. Çiğnenmiş, ayıklanmış, henüz sindirilmemiş parçalar, içlerinden sadece birinin doyduğu bacalar arasında, talihsizliğe uğramış bir peri gibi yatıyordu. Elif Şeyda Doğan
Ellerinin arasında tuttuğu parmakları düşürmemeye çalışarak koşuyordu. Güneş sarı bir yılan, tepeden tıslayıp kaçışı ateşledi Peşinde ne olduğunu anlamadan. Nasıl biteceğini bilseydi, yasını durgunlukla yutar, kolaylıkla sıyırırdı etinden. Annesinin soluğunu son kez duyduğunda yeşil, serin bir elbiseyle kapının arasından süzülüp yürüyüşe gitmişti. Gözlerinde biriken düşünceleri adımlarının önüne döküp ezerek yok edecekti. Böyle söylememişti. Ama kapıyı ardından örtüşünden belliydi. Şimdi annesinin geçtiği yolda, onun başına geldiğinden emin olduğu ihtimalin hesabını sormak üzere, dişlerini sıkarak acısını ezmeye çalışarak yürüyordu. Ağaçları ayırarak ilerleyen yol, bir düzlüğe çıktı. Dizleri kaskatı kesildi. Bir adım daha atmaması için yalvarmak üzereydiler. Tırmandığı tepenin vardığı düzlük yabancı geldi. Göz ucuyla avuçlarındaki parmakları saydı. Yedi. Üç eksik. Dişlerindeki tadın yeni farkına vardı. Kan. Taptaze, kıvamı yerinde. Dişlerini göstererek güldü. Parlak kırmızı. Güneşin altında suya vuran güneş gibi ışıl ışıl dişler.Dönüp arkasına baktı. Boz. Bin bir tuzaklı. Kaçtığı şey görünmüyor. Koparmaya ayak parmaklarından başlasaydı onu kovalayamayacağını düşünemedi. Yolculuğunda karşısına çıkan, kuleye av götürmek üzere görevli yaratığı gördüğünde buraya yaklaştığını anlamıştı. Talihsiz şekilde kaçmayı başaramayınca, bir yaratığa göre ufak boylu, cılız düşmanını keskin dişleriyle kısa süreliğine etkisiz hâle getirdi. Yaratık onu ensesinden yakalayıp bağlamaya yeltenince elini yakalayıp parmaklarını ısırdı. İşaret parmağından başladığı ısırma serüveni, diğer elinin serçe parmağını da ağzında bulmasıyla son buldu. Her parmakta salyalı, balgamlı tükürükler saçarak canını teslim edercesine bağıran yaratık daha da hırslandı. Acıya yenik düştükçe gücü tükenmeye başladı. İki eli de parmaksız kaldı. Etkisiz hâle getirdiğini düşünüp bıraktığında yaratıkla işinin bittiğini düşündü. Koparıp tükürdüğü parmakları etraftan toplayıp intikamına giden yolda elde ettiği başarının bir nişanesi olarak yanına aldı. Acelesiz adımlarla, avuçları arasındaki parmaklardan akan kanı seyrederek ilerlerken arkasında gürültülü sesler duydu. Parmaksız yaratık ellerini havaya kaldırmış, daha fazla kanın akmamasını sağlayarak onu yakalamak üzere harekete geçmişti. Parmakları elinde sıkıştırıp koşmaya başladığında, şimdi üzerinde durduğu düzlüğe çıkan ağaçlı patika yoldaydı. Nihayet buraya vardığında geride kimseyi bulamamasının iki açıklaması olabilirdi. Yaratığın çok kan kaybetmiş ve güneşin alnında daha fazla koşamamıştı. Diğer ihtimale göre deböyle sıradan bir yolla onu yakalamak yerine, kendilerine yaraşır ölçüde hain bir plan yapmak üzere diğerlerine haber vermek için yolunu değiştirmişti. Üçüncü ihtimal, hayal gücünün üretmek istemeyeceği ölçüde dehşet içerebilirdi. Düşünmedi.Kaslarındaki sızı geçince usulca ilerlemeye başladı. Uzun yolu aşıp sonunda kulelerin yanına ulaştı. Önünde uzayıp giden düzlük, kule biçiminde bacaların kapladığı sonsuz bir dünyaydı. Başka kuralları olan, tehlikeli dumanların tüttüğü, yabancı bir dünya. Öcünü almak için kalbine doldurduğu hırsı yeşerten topraklar. Her kulenin bir sahibi vardı. En gaddar planların yapıldığı akıllar itinayla onlara dağıtılmıştı. Bu planlardan biri onun annesini almıştı. Çocukken anlatılan korkutucu hikâyelerde uzak topraklardan birinde insan yiyen kulelerin varlığından söz edildiğinde gece altına kaçırmaktan öteye gitmeyen etkileri olan bu kulelerin biri, annesini yiyerek güçlenmişti. Bedeli ödenmeliydi.Kulelerin her biri, birer nefret yığınıydı onun için. Gördüğüne tükürdü. Yakınından ya da uzağından geçmesi önemli olmadan. Gözlerini kısıp baktı. Bazısına parmakları gösterdi. İçinden hâlâ kan damlayan parmakları. Kulelerden biri, “Bize mi bakıyor o,” diye sordu yanındakinin uykusunu bölerek. Ayılıp soruyu anlayana kadar önlerinden geçip gitti. Hangi şapkalı kulenin karnını annesinin canıyla doyurduğunu bulmak için ne kadar zamanı olduğunu bilmiyordu. Parmaklardan sıkıldı. Avcunu açıp hepsini yere bıraktı. Kulelerin arasında fısıltılar yükselmeye başladı. Birbirlerine doğru eğilip gelenin kim olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. Dökülen parmaklar, kulelere bir yerden tanıdık geliyordu. Görünce mideleri kazındı. Bu parmaklar onlara leziz öğle yemeklerinin gelişinin anımsatmıştı. Öğle yemeği olarak getirilseydi başka şekilde sunulacağı için henüz davetsiz misafirlerini yemek akıllarına gelmiyordu. Üstelik böyle bir komut da yoktu. Onlarca kulenin ortasına dek ilerleyip durdu. “Pardon, saçları omuzlarına dökülen, ince vücutlu kadını geçen akşam yemeğinde aperatif olarak siz mi yediniz? Kendisi annem olur da,” diye sormalı mıydı? Elbette yemedim, diyen olduğunda, “Elbette siz yemediniz, öyleyse dişlerinizi görebilir miyim? Aralarında ona dair bir şey görecek miyim diye merak ediyordum da,” demeli miydi?Bu olmamalıydı. Yukarı baktı. Renk renk balonlar. Onu görebilecek kadar yakında, havada asılı kalmışlar sanki. Balonların taşıdığı geniş, sağlam sepetlerin birinin içinden sarkan hareketli bir şey dikkatini çekti. Neye benzediği oradan anlaşılmasa da, kollarının ucunda biçimi bozuk, el denemeyecek uzantılar olduğu kesindi. Buraya tırmanırken balonları görmemişti. Yürürken parmaklara diktiği gözlerini etrafta gezdirmediği için pişmandı. Fakat, o zaman gökyüzünde böyle güzel balonlar olsaydı, yaratıktan kurtulmanın sevinci ile onları fark eder ve birkaç kez zıplayarak el sallardı diye düşündü.Öyleyse bu hiç düşünülmemiş ihtimallerden biri olabilirdi.Kulelere döndü. Ayakta dikilmiş, kim olduğunu kendiliğinden anlamalarını, annesini yiyenin itirafını beklemekle zaman kaybediyordu. Kulelerin merakı artmış, fısıltıları söylenmelere dönüşmüştü. Birinin diğerine, “Ne kadar benziyor,” dediğini duydu.“Kime?” diye bağırdı. Sesi birkaç defa yankılansa ne etkileyici olacaktı. Cevap yok. Alnında damla damla terler yüzünü yalayarak boynundan göğsüne inerken cildini kaşındırıyordu. Hazır böyle terliyorken bozulan sinirini atmak için birkaç damla gözyaşı dökmenin de tam sırasıydı. Ter ve gözyaşı damlaları birbirine karışacaktı. Hem ağlak bir intikamcı olarak görünmemiş olacak hem de bu kadar terlediği için kulelerin ona bakarken kabaran iştahlarını kaçıracaktı. Atağa geçmeye karar verdi. Belindeki kemeri çıkardı. Kuleleri konuşturmak zorundaydı. Önünden geçtiği kulelerin en başına dönerek sorguya başladı. Kemeri hızla savurup toprağa yapıştırdı. Havayı yırtan ses yakınlardaki kuleleri sıçrattı. Arkalarına eğildiler. Yüzlerini sıyırıp geçen kurşunlardan kaçmayı başarmış gibi, tedirgin bir gururla eski yerlerine döndüklerinde ikinci darbe de geldi. Bu kez en baştaki kulenin toprakla birleşen noktasına acımasız kemer yapıştırıldı. Bir kulenin nasıl çığlık atacağını hayal edebilir misiniz?Rüzgârın aşındırarak oluşturduğu vücudu zangırdarken sert ve gergin yüzeyine yırtarcasına inen kemer darbesiyle kendine gelen şapkalı kule, ilk olmanın iç sızısını yaşıyordu. Öyle bağırdı ki, bacasında ne kadar tüf varsa etrafa saçıldı. O ise kemeri bırakmadan elleriyle ağzını, burnunu ve gözlerini kapatmaya çalıştı. Diğer kulelerin gözlerine kaçanlar, ortalığı kaplayan koyu gri bulut… Onlara sakinleşme, kendine hırs kaybetme şansı tanımadan ikinci kulenin ulaşabildiği en yüksek noktasına dek ulaşan bir kırbaç şaklatması daha geldi. Ondan sonraki kulelerin her biri aynı acıyı tadacaklarını bilmenin gerginliğiyle gittikçe daha sesli ve tiz çığlıklar atmaya başladılar. Zaten böyledir. Beklenmedik an olanın acısı içe işleme şansı bulamaz. Ne olup bittiğini idrak edene dek can acıtma hakkı zaman aşımına uğrar. Fakat bir kuleyseniz, bacanız tüfle kaplıysa, şapkanız da sizi korumuyorsa, gövdenize yapıştırılacak kırbacın acısını beklerken yok olmayı umabilirsiniz. Beşinci, yedinci, on beşinci… Kuleler yamuldu. Kendilerini yıkmak için bilinçli sallantılara geçtiler. Bir yandan, “Annemi hanginiz yedi,”, “Size onu yemek olarak kim verdi,”, “Sadece yürüyüş yapmak istemişti,” yakarmaları art arda geliyor, bir yandan da gözlerini kapatıp kemeri kolunun gidebildiği en geri noktadan ileri savurup kulelere vuruyordu. Hızlı hareketlerinin ve kulelerin aldığı darbelerin yükselttiği toprak birkaç saniyeliğine her şeyin üzerini örtüyordu.Artık kendinden geçmiş, aynı soruları defalarca tekrarlayarak zıplıyor, kemeri gelişigüzel indiriyordu. Öyle yoğun bir toz bulutu etrafı kaplamıştı ki, dağılması için sabit durup beklemeye başladı. Elleriyle uçuşturup görüş alanı oluşturmaya çalıştıysa da işe yaramadı. Toprak rengi bir boşluğun içinde, ölü yılan gibi elinden yere doğru kıvrılarak inen kemer de şeklini çoktan kaybetmişti. Bulutun arasından sesler gelmeye başladı. Bir aracın park etmesine benzeyen, toprağa şiddetle değen bir şeyin çıkardığı sesti. Dağılmaya yüz tutmuş toprak bulutunu güçlendirdi. Merakına yenik düştü. Ellerini önüne atıp bir şeye çarpmasına engel olmasını umarak hızla yürümeye başladı. Yürüdü. Yürüdü. Bir adım daha. Bir tane daha. Çarptı. Elleri hiçbir şeye denk gelmemişti. Çünkü beline kadar gelen balonun taşıyıcı sepetine çarpmış, elleri boşluğa denk gelmişti. Sönmüş balon süzülerek üzerine kapandı. Panikle etrafında dönüp kurtulmaya çalışırken daha da dolandı. Ayak sesleri duydu. Birden çok kişiye ait ayak sesleri. Balonun altında debeleniyor, kemeri yere vurup kimsenin yaklaşmamasını sağlamaya çalışıyordu.“Annem! Annemi kim yedi!” Cevabını ummayan sorular. Kimsenin yanıtlamaya yeltenmeyeceği sorular. Sorular.Avuçları terliyordu. Gözleri, üzerine kapanan balonun güneş ışığıyla canlanan sarı plastiğinden başka bir şey görmüyordu. Kulelerin seslerinin yükseldiğini duydu. Yerlerinden söküldüklerini, karınlarından yükselen gümbürtülerin bacalarına dek ulaştığını. Hepsini duydu. Balondan sıyrılmaya çalışırken kollarına değen bir el hissetti. Tutmuyordu. Kavramıyordu. Kollarına dokunuyor, elini üzerinde gezdiriyordu. Parmaklardan eser yoktu. Kıpırdamadan durup parmakları hissetmeye çalıştı. Balona ne denli dolandığını umursamadan ona dokunanın ısırarak parmaklarını kopardığı yaratık olmamasını dilemeye başladı. Kafasının üstünde diğer eli hissettiğinde, sonsuz düzlükteki kendine ait yolun sonuna geldiğini hissetti. Etrafını uzun boylu, güneşi örten bir şeylerin kapatıyor olması lazımdı. Çevresinin kuleler tarafından sarıldığını güneş ışıklarının azaldığını fark etmesiyle anladı. Üzerindeki eller onu farklı yönlere itip duruyordu. Yaklaştığı her bir noktanın sıcaklığı diğerinden fazla geliyordu. Gittikçe ısınıyor olmalıydılar. Kızgınlığın kulelerin içinde ateş biriktirmeye yol açtığını bilse kemerle daha az uğraşırdı. Üzerindeki eller kafasını iki yanından tutmuş, eğilip bacasını doğrultmuş kulelerin içlerine biraz sokup geri çekiyordu. Sonunda onu yem edeceği kuleyi henüz seçmemişti. En keskin ağızlı baca girişlerinde parçalanmasını istediği için olacak, iştah kabartmaya çalışıyordu.Kulelerden biri sağır edici bir gürültüyle ateş püskürttü. Sonra kendini daha fazla tutamayan diğeri. Göğe püskürtülen ateşi ve külleri görebiliyordu. Yaratık parmaksız ellerini, onun üzerindeki balonu sıyırmak için kullandı. Kalbinin yerinden çıkması için bu patlamaları yakından görmeliydi. Balon gözlerinin önünde açılan bir perde gibi ortadan kalktığında hemen önündeki kule patladı. Ne gördüğünü seçebilecek kadar dikkatli baktığında yükselen alevlerin arasında göğe püsküren küller haricinde bir şey fark etti. Yeşil elbisesi kül rengine dönmüş, patlamanın verdiği sarsıntıyla kopmuş kolları ve bacaklarıyla gökyüzüne beş parça hâlinde yükselen annesi, bir süre sonra düşüşe geçti. Kuleler bacalarını genişletip bağırmaya başladı: “Et yağmuru! Et yağıyor!” Daha evvel yutulmuş etleri tekrar yemek isteyen kuleler arasında annesini bekliyordu. Kuleler açlık dolu homurtularıyla ona yaklaşırken, o ise, kollarını açmış düşmekte olan parçalardan en azından birini yakalamak istiyordu. Kollarının içini gökyüzünü seyredecek şekilde siper etti. Aç ve kızgın kulelerin çevrelediği daracık alanda bir sağa bir sola ilerleyerek annesinin parçalarının düşeceği yeri hesaplamaya çalışıyordu. Kulelerden biri tam onu kapıp midesine indirecekken o diğer yana kaçıyordu. Yaratık az kalsın parmaksız elleriyle onu sımsıkı tutmayı başaracakken birkaç adım ileri gidiyordu. Nihayet annesine kavuşmak üzereyken arkasından yaklaşan bir kule ağzı tek hareketle onu içine çekti. Annesi, rüzgârın ayak izlerini henüz süpürmediği toprağa, tam da kollarının onu tutabileceği yere parçalar halinde düştü. Çiğnenmiş, ayıklanmış, henüz sindirilmemiş parçalar, içlerinden sadece birinin doyduğu bacalar arasında, talihsizliğe uğramış bir peri gibi yatıyordu. Elif Şeyda Doğan
Published on March 25, 2019 11:20
Süt Rengi Takım Elbise
Kayıp Rıhtım Aylık Öykü Seçkisi'nin "Bataklık"temalı 116. sayısında yayımlanmıştır.
Bataklıkta yaşayacak ama batmayacakmışız.Aniden gündeme oturan bu haberin kaynağı yakın dostum Hasan Ölmez’di. Yeraltı isyanı olduğunu varsaysa da aslı nedir, bilmiyordum. Yakın dostum Hasan Ölmez üst sokağın başında göründü. Yine aynı süt beyaz takım elbiseyi üzerine geçirmiş kedilerden dahi imtina ederek, hızla ama aksayarak bizim eve yaklaşıyordu. Evimiz üç katlı olmasına rağmen, dünyadaki diğer tüm üç katlı evlere göre ufacık görünüyordu. Yine de kentin en yüksek evinde oturuyordum. Üst katın balkonundan ta öteki sokağın girişini bile görebiliyordum. Nitekim buradan diğer evlerin bizim evden bile ufak olduğu gerçeğini açığa çıkarabiliriz. Her gün bu saatlerde, burada Hasan’ı bekliyordum. Yüzünü ayrıntılarıyla bildiğim için uzaklarda görünse de kolaylıkla tanıyor değildim. Hasan, gri cezvenin içindeki bir damla süt kadar aydınlık ve beyazdı tüm sokaklar içinde. Asfaltlar, boz renkli binalar ve yağmur dolu bulutlar içindeki süt rengi ışıldak.
Nihayet bizim sokağa girdi. Saçları altın gibi parlıyor, sağlıkla zıplıyordu. Soluk yüzü en neşesiz gününden bile daha durgundu. Gök mavisi gömleğinin düğmelerini boğazına kadar iliklemişti. Tüm kenti yürüse de hiçbir yerini kirletmezdi. Yine de sokakların tozundan muzdaripti. Bir elli var ya da yoktu, boyu yumuşak karnıydı. Kendi halinde düşünceleri vardı. Başımı derde sokacağına şüphe yoktu.
Beyaz köseleleri, takımından daha parlaktı. Bu çöplükten bozma sokaklarda gezip yarısı yenmiş farelerin bir damla kanına da mı rastlamazdın Hasan? Eve yaklaştıkça küçük başını kaldırıyor, gözlük çerçevesini kaşlarının ortasına yerleştirip beni seçmeye çalışıyordu. Ben hep başka bir renktim. Annemin kumaşlar arasında debelenen şımarık komşularının söylemeye bayıldığı, hatta mest olduğu renklerden. Mürdüm, yavruağzı ya da kavuniçiydim. Dümdüz beyaz, gri ya da mavi annemin görmeye tahammül edebileceği bir şey değildi. “Dünya” derdi, “gösterdiğinden fazlasını bekler senden, o sana maviyi verdiyse içine pembe katıp şunu yapmaktan mesulsün ufak şey!”. Elinde sallayarak gösterdiği kumaşın renginde ne mavi vardı ne de pembe. Dünya daha çok beklerdi.
Hasan kapıyı çaldı. Ben merdivenleri ikişer üçer inip annemden önce yetişecekken kapıya vardığımda annem tansiyonunu yerden topluyordu. “Renksizlik! Sütçünün oğlu bile utanır, giymez böyle,” diye söylene söylene kapıyı açık, Hasan’ı da kapıda bırakıp gitti. Yanımdan geçerken kapıya yetişeceğim diye merdiven korkuluğundan kayarken düşüp kanattığım dizimi görmedi. Hasan Ölmez iki yandan gerdirilmiş kadar çekik duran gözlerini üzerime dikmiş, adımlarımı kolluyordu.
“Bana doğru üç adım at, gerisi bende,” dedi.
Bacaklarımı olabildiğince açarak üç adım attım. Ne büyüklükte üç adım olduğunu söylemedi. Attığım üç büyük adım beni Hasan’dan bir adım sonraya götürdü. Tek sıçramada Hasan’ın sırtına atladım. Yaralıydım. Yürüyemezdim. Ayağımla kıçına vurup evin içine doğru dehledim. Çingene çadırlarına benzeyen salonumuzun ucuna kadar art arda attığım tekmeler sayesinde gittik. Bir ara başım avizeye çarpmış, büyük bir gürültü kopartmıştı. Avizenin cam parçaları birbirine çarpmış, Hasan korkunca sendelemiş, yerdeki vazoyu devirmişti. Hiçbir şeyin kırılmamasına şaşmamalıydı. Bu ev böyleydi. Ya felakete kapılır aklını oynatırdın ya da ayçiçekleri gibi güne, güneşe dönük, mis gibi yaşardın.
Hasan beni koltuğun üstüne atıp arkasını döndü. Dizimin değdiği yer kırmızıydı. Hasan nihayet çilekli vanilyalı dondurmaya benzemişti. Annem sevinebilirdi. Kahkahalar içinde yuvarlanıyordum. Yüzü kıpkırmızı kesilmişti. Karnım gülmekten sızlıyordu. Kapıya yönelip ilerlemeye başladığını nihayet fark ettiğimde hemen atıldım. Önünü kesip dostça sarıldım. Hoş geldin karşılaması. Hasan böyle şeylere dayanamazdı. Saçları neşeyle dans etmeye başladı. Ceketinin manşetlerini elleriyle çekiştirip düzleştirdi. Kemerinin tokasını sallayarak kipleştirdi. Sarılmama ancak karşılık verdi. Düşünceleri bir anlığına silinmişti.
Affedildiğimi gösteren kucaklaşma ve sırta pat patlama faslını geçtikten sonra Hasan Ölmez, ölü durgunluğunu cebinden çıkarıp yüzüne asmıştı. İfadesi böylesine ani değişen birini daha tanımıyordum. Omuzlarıma yerleştirdiği elleriyle beni aşağı itiyordu. Betonla ayaklarımızın soğuk temasını engelleyen kırçıl halı, her rengi taşıyordu. Hasan takım elbisesine nasıl kıyıp da yere oturacaktı bilmiyorum fakat beni çoktan yerle bir etmişti. Hangi hayvanın tüyünden yapıldığını bilmediğim halıdan dili olsa çıkacak sesi düşünmeye koyuldum. Hasan’ın oturmasını beklerken dünyanın sırrını da çözebilirdim. Kumaşta kırışıklık olmaması için öyle titiz eğiliyordu ki, o hizama indiğinde ben baston tutabilirdim.
Hasan Ölmez, en sonunda yüzünü yüzüme yaklaştırmış, ziyaretinin gerginlik verici sebebini benimle paylaşmak üzereydi. Derin bir nefes aldı. Gözlerini üzerime düğümledi. Yüzüme doğru eğilip dudaklarını araladı. Ağzından çıkacak ilk harfi heyecandan bayılmak üzere bekliyordum.
“Sen... Kokuyorsun!”
Suda çok kalmış deri kadar buruşturduğu yüzü, midesinin az sonra aramıza davetsiz misafirler göndereceğinin habercisiydi. Geriye sıçrayıp eliyle ağzını, burnunu kapattı. Kumaşına ne olacağı şimdi umurunda değildi. Hiçbir şey söylemedim. Kolumu kaldırıp burnumu koltuk altıma soktum. Ne ekşi koku! Beni mest ediyordu. Dilimi uzatabildiğim kadar uzatıp yalayacakken Hasan parmaklarını sonuna kadar gererek açmış, yüzüme sertçe indirmişti. Dilimi ısırdım. Savrulup dahası mümkünmüş gibi iyice halıya yapıştım.
“Yarın gelecek bataklık senden temiz, kokarca kokusu!”
Kulağımda sinyal ötüyordu. Tokat tiz bir ses bırakmıştı. Hasan’ın söylediklerini çok yanlış anlamış olmalıydım. Bataklığın gelmesi. Mantık burada sona eriyordu. Hasan Ölmez, buruşmuş pantolonuyla ayaklanıp yeniden kapıya yöneldi. Giderayak söyleniyordu:
“Ben de farelerle kırkayaklar, salyangozlarla solucanlar neden isyan etsin ki diyordum. Meğer mahallemizde canlarına kasteden kocaman bir kokarca yaşıyormuş.”
Kapıya kadar emekleyerek peşinden gittim. Devam ediyordu.
“Sokağa çıkamayacaksın bir daha. Seni anca elektrik telleri paklar. Birkaç dakikalığına tutuşsan mikrop falan kalmaz.”
Asıl bataklık Hasan Ölmez’in kafasındaydı.
Kapıyı çekip çıktı. Birkaç adım sonra çığlık sesi geldi. Annem, kıyafetinin rengini beğenmediği misafirlerinin ayakkabı tabanına bahçedeki gülün dikenini saklardı.
***
Dün nasıl bitti bilmiyorum. Hasan gittikten sona söylediklerini düşündüm. Sokak bataklık olacaktı. Evimizin neresine kadar yükselebilirdi? Kaynağını bulmalıydım. Denedim de. Hasan’ın ardından evden çıktım. Bizi bir alt mahalleden ayıran çayın üzerindeki köprüye gittim. Tam ortasına geldiğimde çayın iki ucunu görebiliyordum. Kupkuruydu. Sarı sıcak günlerde nasıl olması gerekiyorsa öyleydi. Çayın dolup taşması aylar sürerdi. Yarın uyandığımızda sokaklarının tamamını bataklığa çevirebilecek gibi değildi.
Komşunun sürekli toprağı eşeleyen kedisine bakmaya gittim. Aklıma şöyle bir senaryo geldi. Sokağımız bataklığın üstüne toprak doldurma ile oluşturulmuş. Kedi pisliğini saklamak için toprağı öyle derin kazmış ki, bataklık bulduğu ilk delikten fışkırmış, sokağa dolmaya başlamıştı. Dahiyane mühendislik bilgim beni buna inandırmıştı. Kel dedenin bahçesine vardım. Boyum kadar ahşap kapısına dirseğimle üç kez vurdum. Sokakla bahçeyi ayıran kısa aralıklı çitin arkasından kedinin sesi duyuldu. Ardından kapı aralandı ve devasa bir gölge üstümü kapladı. Yukarı baktığımda kaşları çatık, burnu nefes aldıkça kocaman genişleyen, dudakları kuru ve görünen dişleri sapsarı adamı gördüm. Midem ağzıma geldi. Güneş kelinden yansıyordu. Kusuyormuş gibi yapıp kaçtım. Buradan bir şey çıkmazdı. Ölene kadar kel dedenin kapısına yaklaşmayacaktım.
Hava kararmaya başladı. Annemin bağırtıları sokağın her köşesinde duyuluyordu. Beni yemeğe bekliyordu. Tuhaf bir hareketlilik seziyordum. Turuncuya boyanan gökyüzüne bakarken camların arasında gerilmiş kalın ipler, çarşaflar gördüm. Bütün evler birbiriyle bağlantılı görünüyordu. Balkonları, pencereleri takip ede ede ilerlerdim. Yüksekten alçağa doğru kurulan yollar, bahçe katı balkonların demirlerine kadar devam ediyordu. Camından ya da balkonundan yola çıkarak bu yolları izleyen herkes istediği yere gidebilirdi. Yukarı baka baka yürüyüp annemin daha da yükselen bağırtılarını duymamaya çalışırken sırtıma bir ağırlık bindi. İstemsiz tuttum. Bu doku... Hasan’ın takımının kumaşıydı.
“Aval aval bakar, eğilir ayak baş parmağını yalar!”
En ufak kafiye yakaladı mı en saçmasından bir tekerleme uydurmadan edemezdi.
“İn lan sırtımdan, bozuk süt kutusu kılıklı,” dedim. Ağır konuştuğumu düşündüğüm için yüzüme sakallı, tespihli, benim kadar kötü kokan adamların ifadesini taktım. Onlar böyle hakaretler ederdi. Hasan Ölmez, bozulmaz değildi. Gayet alındı. Sırtımdan indi. Usulca ayağını uzattı. Ayakkabımın üstüne şöyle bir dokundurdu. Üç toz zerreciği anca gelmiştir. “İşte bunu hak ettin,” dedi.
Asıl bataklık Hasan Ölmez’in kafasındaydı.
“Ne arıyorsun burada hâlâ?”“Kötü haber tez yayılacaksa birinin bu işe el atması gerekirdi.”
Hasan Ölmez, akıl kârı olmayan şeyler yapmanın ustasıydı. Kapı kapı dolaşıp yaklaşan bataklığı anlattığını söyledi. İnanmayanlara ikna ettiği mahallelileri getirip konuşturmuş. Böylece en sonunda inanmayanlar da kurulan havayoluna bir çarşafla bağlanmanın onlara hiçbir şey kaybettirmeyeceğini düşünmüşler. Sıkı düğümlerle sokağı dört yandan ördürmüştü yakın dostum. Anlattıklarını şaşkınlıklar içinde dinliyor, kimlerin ne tepki verdiğine katılarak gülüyordum. Evlerin sırasını aksatmadan her biriyle nasıl konuştuğunu anlatırken sıra bizim eve geldi.
“Amanın!” diye sıçradım. Birkaç saniye sonra, “Oh, mon dieu,” dedim, daha sakindim. Panikleyince bilhassa mahalledeki Fransız evin küçük kızından öğrendiğim bu ünlemi kullanır, havalı görünmeye çalışırdım. Annemin olacaklardan haberi yoktu. Mahallenin tamamı bataklığın sivri pençelerine düşmekten kurtulmuşken gökkuşağı gözlü annem evde, olanlardan bi’ haber, Hasan’ın tek renk kıyafetine beddualar okuyordu.
Tek solukta eve koştum. Asılmamla kapının açılması bir oldu. Hızımı alamayıp girişe yuvarlandım. Annem elindeki mutfak bezini hızla sırtıma, yüzüme, bacaklarıma indiriyordu. Onu bağırtmışım. Ellerimle yüzümü kapattığımda parmak uçlarıma gelen bez darbeleri canımı iyiden iyiye yakmaya başlamıştı. Ne kadar sürdü bilmiyorum. Dizlerimi karnıma çekmiş, açıkta kalan kollarımı ve bacaklarımı yangın yerinden alıp serin sulara basmanın hayalini kuruyordum. Açıkta kalan her noktamda kanlar uzun atlayışlar yapıp yeniden yere yapışıyordu. Öyle bir zonklama almıştı ki bedenimi, bezin derime yapışma seslerini bile seçemez olmuştum. Neden sonra annem beni orada bırakıp mutfağa döndü. Ocaktaki yemeğe can borçluydum.
Gece boyu orada kaldım. Annem yanımdan gelip geçerken ayağıyla denk getirdiği yerimden itiyor, yerde döndürüyordu.
Ona bataklıktan bahsedemedim. Bakkala diye çıkıp batması canımı daha fazla yakamazdı.
***Dün böyle geçti. Sokağa kurulan hava taşıtı teknolojinin son harikası bir uçak motoru gibi heyecan vericiydi. Evin girişinde uyandım. Sol gözüm şişmişti. Bezin ucu havayı yırtıp gözüme indiğinde daha fenasının olacağını düşünmüştüm. Vücudum bezin genişliğindeki şeritler halinde kırmızıya boyanmıştı. Yerimden kalkmak isterken ayakkabılarımın hâlâ ayaklarımda olduğunu gördüm. Sabahın ilk ışıkları camı aşıp gözlerime girerken bağcıkları çözüp çorapsız giydiğim ayakkabıları, yapıştıkları ayak derimden söktüm. Evde hareketlilik sezmiyordum. Annem olacak çocuk haini uyanmamış olacaktı.
Ev kapısını aralayıp dışarıda zonklayıp duran, evlere taşmak için heyecanla için için fokurdayan bataklığı evimize almak istedim. Bataklık seli eve dolacak, beni içine alacak, annemin odasına dalacak ve oradan camı kırıp bizi sokağa atacaktı. Canımın daha çok acıması öyle imkânsız geliyordu ki, değil bataklık, sümüklü böcek havuzu olsa sel olup üstüme akabilirdi. Kalkıp camdan bakmak, çarşaf ve ip yolunu kullanarak yola çıkan insanları görmek, bataklığın yüksekliğini ve kaynağını öğrenmek istiyordum. İçeriden gelen epey iç gıcıklayıcı çığlık aklımı uçurdu. Annem camdan bakmış, camlar ve balkonlar arasındaki yolu görmüş. Yan evin penceresinden sokağa sarkan komşu kadına ne olup bittiğini sormuş. Kadın Hasan Ölmez’in haber vermesi üzerinde mahallelinin tedbir aldığını anlatınca annem çıldırmış. Sokağı henüz bataklık basmamış ama eli kulağında diyorlarmış. Kendiliğinden kurulan mantıklı bir bağlantı, sabaha dayakla başlamama sebep oldu: Hasan dün bize geldi. En yakın dostum Hasan. Tüm mahalle Hasan’dan edindiği bilgi ile bataklığa karşı tedbir almış. Benim bilmememin mümkün olmadığı gerçeği gün gibi ortada olunca, tiz çığlık kulağımın dibinde yükselmeye başladı. Bu kez oklava ile nereme denk gelirse adlı sabah asıl şimdi başlamış oldu.
“Nasıl söylemezsin bana, ha?” Sırtıma, bam! “Kumaşlarıma kastın var bilirdim de, eve kastını bilmezdim,” Sol koluma, küt! Yere devrildim. “Bir hava yolumuz bile yok,” Nereme denk geldiğini hissetmedim. Artık uyanık değildim.
Gözlerimi aralamaya yeltendim. Açılmıyorlardı. Göz kapaklarımın üstünde bir ağırlık vardı. Vücudum sarsılıyordu. Bir kıkırdama duyuyordum. Bataklığın dibinde olduğuma git gide ikna oluyordum.
Gözlerim açıldı. Annem üstlerine koyduğu çiğnenmiş ekmekleri kaldırdı. Hasan, uzandığım koltuğun ucunda, süt kutusu görüntüsüyle oturuyordu. Eliyle ağzına bastırıyor, dişleriyle iç yanağını ısırıyordu. Gülmemek için neredeyse ölecekti. Hasan Ölmez, sonumu getirmişti. Bir yandan koluna kolonya döktüğü gözüme ilişti.
Annem beni oklavayla döverken bayılttıktan yaklaşık üç saniye sonra kapı dövülmüş. Annem ayağıyla beni kenara süpürüp kapıyı açtığında Hasan kollarını ve bacaklarını iki yana açmış, gözlerini sımsıkı kapatmış, “Ta taaaaaa!” diye bağırmış. “Her zamankinden daha temizim, dostum,” demiş.
Annem oklavayı hasanın ceketinin içine takıp onu eve çekmiş. Neredeyse üstüme düşecekken oklavaya tutunan Hasan, annemi görünce çığlığı basmış. Dili tutulmuş gibi heceleri tekrarlamaya, tüm çabasına rağmen anlamlı bir ses çıkaramamaya başlamış. Bir iki saat böyle devam etmiş. Beni hatırlayan, betondan kaldırıp yumuşak minderlere kavuşturan olmamış. Annem Hasan’ın sorgusunu almaya niyetlendiyse de hiç kolay olmamış.
“Bataklık nerede oğlum?” diye bağırmasının ardından fısıltıyla, “Ah bu çocuk neden tek renk yarabbim,” diye iç geçirince Hasan küçüldükçe küçülüyormuş. Şapkadan tavşan çıkartmayı bilen birinin onu şapkaya sokmasını dilemiş. Ne kadar zaman geçtiğini fark etmemişler. Annem Hasan’ı evdeki fare deliğinin önüne yatırmış. İnce kolunu tutup delikten sokmakla tehdit ederek her şeyi anlatmasını emretmiş. Hasan ağlamaya başlamış. Bu kısma bayıldım. Sırtüstü yatıp ağlarken gözyaşları kulaklarına sızınca bir yandan gıdıklanan Hasan, bataklık yalanını neden uydurduğunu bir bir anlatmış.
Tüm gün sokakta koşturan çocuklar, camlardan, balkonlardan silkelenen halılar ve örtüler... Sokak yükselen tozlardan nefes alınamaz, süt rengi takımla yürünemez bir hal alıyormuş. O da, Hasan Ölmez olarak, karayolunu kullanıma kapatmayı uygun görmüş. Tam olarak böyle anlattıysa annemin aynı oklavayı onun kafasında kırması gerekirdi. Ben de Hasan’ın yalancısıyım. Annem duydukları karşısında kaskatı kesilmiş. Hasan’ın kolunu bırakıp tiksinme dolu bir ifadeyle Hasan’ın yüzüne koca bir tükürük yollamış.
Ayıldığımda ayakucumda oturan Hasan’ın koluna neden kolonya döktüğünü anlamış oldum.Süt rengi takımı bugüne kadarki en parlak ve lekesiz haliyle karşımdaydı.Asıl bataklık sahiden Hasan Ölmez’in kafasındaydı.Elif Şeyda Doğan
Bataklıkta yaşayacak ama batmayacakmışız.Aniden gündeme oturan bu haberin kaynağı yakın dostum Hasan Ölmez’di. Yeraltı isyanı olduğunu varsaysa da aslı nedir, bilmiyordum. Yakın dostum Hasan Ölmez üst sokağın başında göründü. Yine aynı süt beyaz takım elbiseyi üzerine geçirmiş kedilerden dahi imtina ederek, hızla ama aksayarak bizim eve yaklaşıyordu. Evimiz üç katlı olmasına rağmen, dünyadaki diğer tüm üç katlı evlere göre ufacık görünüyordu. Yine de kentin en yüksek evinde oturuyordum. Üst katın balkonundan ta öteki sokağın girişini bile görebiliyordum. Nitekim buradan diğer evlerin bizim evden bile ufak olduğu gerçeğini açığa çıkarabiliriz. Her gün bu saatlerde, burada Hasan’ı bekliyordum. Yüzünü ayrıntılarıyla bildiğim için uzaklarda görünse de kolaylıkla tanıyor değildim. Hasan, gri cezvenin içindeki bir damla süt kadar aydınlık ve beyazdı tüm sokaklar içinde. Asfaltlar, boz renkli binalar ve yağmur dolu bulutlar içindeki süt rengi ışıldak.
Nihayet bizim sokağa girdi. Saçları altın gibi parlıyor, sağlıkla zıplıyordu. Soluk yüzü en neşesiz gününden bile daha durgundu. Gök mavisi gömleğinin düğmelerini boğazına kadar iliklemişti. Tüm kenti yürüse de hiçbir yerini kirletmezdi. Yine de sokakların tozundan muzdaripti. Bir elli var ya da yoktu, boyu yumuşak karnıydı. Kendi halinde düşünceleri vardı. Başımı derde sokacağına şüphe yoktu.
Beyaz köseleleri, takımından daha parlaktı. Bu çöplükten bozma sokaklarda gezip yarısı yenmiş farelerin bir damla kanına da mı rastlamazdın Hasan? Eve yaklaştıkça küçük başını kaldırıyor, gözlük çerçevesini kaşlarının ortasına yerleştirip beni seçmeye çalışıyordu. Ben hep başka bir renktim. Annemin kumaşlar arasında debelenen şımarık komşularının söylemeye bayıldığı, hatta mest olduğu renklerden. Mürdüm, yavruağzı ya da kavuniçiydim. Dümdüz beyaz, gri ya da mavi annemin görmeye tahammül edebileceği bir şey değildi. “Dünya” derdi, “gösterdiğinden fazlasını bekler senden, o sana maviyi verdiyse içine pembe katıp şunu yapmaktan mesulsün ufak şey!”. Elinde sallayarak gösterdiği kumaşın renginde ne mavi vardı ne de pembe. Dünya daha çok beklerdi.
Hasan kapıyı çaldı. Ben merdivenleri ikişer üçer inip annemden önce yetişecekken kapıya vardığımda annem tansiyonunu yerden topluyordu. “Renksizlik! Sütçünün oğlu bile utanır, giymez böyle,” diye söylene söylene kapıyı açık, Hasan’ı da kapıda bırakıp gitti. Yanımdan geçerken kapıya yetişeceğim diye merdiven korkuluğundan kayarken düşüp kanattığım dizimi görmedi. Hasan Ölmez iki yandan gerdirilmiş kadar çekik duran gözlerini üzerime dikmiş, adımlarımı kolluyordu.
“Bana doğru üç adım at, gerisi bende,” dedi.
Bacaklarımı olabildiğince açarak üç adım attım. Ne büyüklükte üç adım olduğunu söylemedi. Attığım üç büyük adım beni Hasan’dan bir adım sonraya götürdü. Tek sıçramada Hasan’ın sırtına atladım. Yaralıydım. Yürüyemezdim. Ayağımla kıçına vurup evin içine doğru dehledim. Çingene çadırlarına benzeyen salonumuzun ucuna kadar art arda attığım tekmeler sayesinde gittik. Bir ara başım avizeye çarpmış, büyük bir gürültü kopartmıştı. Avizenin cam parçaları birbirine çarpmış, Hasan korkunca sendelemiş, yerdeki vazoyu devirmişti. Hiçbir şeyin kırılmamasına şaşmamalıydı. Bu ev böyleydi. Ya felakete kapılır aklını oynatırdın ya da ayçiçekleri gibi güne, güneşe dönük, mis gibi yaşardın.
Hasan beni koltuğun üstüne atıp arkasını döndü. Dizimin değdiği yer kırmızıydı. Hasan nihayet çilekli vanilyalı dondurmaya benzemişti. Annem sevinebilirdi. Kahkahalar içinde yuvarlanıyordum. Yüzü kıpkırmızı kesilmişti. Karnım gülmekten sızlıyordu. Kapıya yönelip ilerlemeye başladığını nihayet fark ettiğimde hemen atıldım. Önünü kesip dostça sarıldım. Hoş geldin karşılaması. Hasan böyle şeylere dayanamazdı. Saçları neşeyle dans etmeye başladı. Ceketinin manşetlerini elleriyle çekiştirip düzleştirdi. Kemerinin tokasını sallayarak kipleştirdi. Sarılmama ancak karşılık verdi. Düşünceleri bir anlığına silinmişti.
Affedildiğimi gösteren kucaklaşma ve sırta pat patlama faslını geçtikten sonra Hasan Ölmez, ölü durgunluğunu cebinden çıkarıp yüzüne asmıştı. İfadesi böylesine ani değişen birini daha tanımıyordum. Omuzlarıma yerleştirdiği elleriyle beni aşağı itiyordu. Betonla ayaklarımızın soğuk temasını engelleyen kırçıl halı, her rengi taşıyordu. Hasan takım elbisesine nasıl kıyıp da yere oturacaktı bilmiyorum fakat beni çoktan yerle bir etmişti. Hangi hayvanın tüyünden yapıldığını bilmediğim halıdan dili olsa çıkacak sesi düşünmeye koyuldum. Hasan’ın oturmasını beklerken dünyanın sırrını da çözebilirdim. Kumaşta kırışıklık olmaması için öyle titiz eğiliyordu ki, o hizama indiğinde ben baston tutabilirdim.
Hasan Ölmez, en sonunda yüzünü yüzüme yaklaştırmış, ziyaretinin gerginlik verici sebebini benimle paylaşmak üzereydi. Derin bir nefes aldı. Gözlerini üzerime düğümledi. Yüzüme doğru eğilip dudaklarını araladı. Ağzından çıkacak ilk harfi heyecandan bayılmak üzere bekliyordum.
“Sen... Kokuyorsun!”
Suda çok kalmış deri kadar buruşturduğu yüzü, midesinin az sonra aramıza davetsiz misafirler göndereceğinin habercisiydi. Geriye sıçrayıp eliyle ağzını, burnunu kapattı. Kumaşına ne olacağı şimdi umurunda değildi. Hiçbir şey söylemedim. Kolumu kaldırıp burnumu koltuk altıma soktum. Ne ekşi koku! Beni mest ediyordu. Dilimi uzatabildiğim kadar uzatıp yalayacakken Hasan parmaklarını sonuna kadar gererek açmış, yüzüme sertçe indirmişti. Dilimi ısırdım. Savrulup dahası mümkünmüş gibi iyice halıya yapıştım.
“Yarın gelecek bataklık senden temiz, kokarca kokusu!”
Kulağımda sinyal ötüyordu. Tokat tiz bir ses bırakmıştı. Hasan’ın söylediklerini çok yanlış anlamış olmalıydım. Bataklığın gelmesi. Mantık burada sona eriyordu. Hasan Ölmez, buruşmuş pantolonuyla ayaklanıp yeniden kapıya yöneldi. Giderayak söyleniyordu:
“Ben de farelerle kırkayaklar, salyangozlarla solucanlar neden isyan etsin ki diyordum. Meğer mahallemizde canlarına kasteden kocaman bir kokarca yaşıyormuş.”
Kapıya kadar emekleyerek peşinden gittim. Devam ediyordu.
“Sokağa çıkamayacaksın bir daha. Seni anca elektrik telleri paklar. Birkaç dakikalığına tutuşsan mikrop falan kalmaz.”
Asıl bataklık Hasan Ölmez’in kafasındaydı.
Kapıyı çekip çıktı. Birkaç adım sonra çığlık sesi geldi. Annem, kıyafetinin rengini beğenmediği misafirlerinin ayakkabı tabanına bahçedeki gülün dikenini saklardı.
***
Dün nasıl bitti bilmiyorum. Hasan gittikten sona söylediklerini düşündüm. Sokak bataklık olacaktı. Evimizin neresine kadar yükselebilirdi? Kaynağını bulmalıydım. Denedim de. Hasan’ın ardından evden çıktım. Bizi bir alt mahalleden ayıran çayın üzerindeki köprüye gittim. Tam ortasına geldiğimde çayın iki ucunu görebiliyordum. Kupkuruydu. Sarı sıcak günlerde nasıl olması gerekiyorsa öyleydi. Çayın dolup taşması aylar sürerdi. Yarın uyandığımızda sokaklarının tamamını bataklığa çevirebilecek gibi değildi.
Komşunun sürekli toprağı eşeleyen kedisine bakmaya gittim. Aklıma şöyle bir senaryo geldi. Sokağımız bataklığın üstüne toprak doldurma ile oluşturulmuş. Kedi pisliğini saklamak için toprağı öyle derin kazmış ki, bataklık bulduğu ilk delikten fışkırmış, sokağa dolmaya başlamıştı. Dahiyane mühendislik bilgim beni buna inandırmıştı. Kel dedenin bahçesine vardım. Boyum kadar ahşap kapısına dirseğimle üç kez vurdum. Sokakla bahçeyi ayıran kısa aralıklı çitin arkasından kedinin sesi duyuldu. Ardından kapı aralandı ve devasa bir gölge üstümü kapladı. Yukarı baktığımda kaşları çatık, burnu nefes aldıkça kocaman genişleyen, dudakları kuru ve görünen dişleri sapsarı adamı gördüm. Midem ağzıma geldi. Güneş kelinden yansıyordu. Kusuyormuş gibi yapıp kaçtım. Buradan bir şey çıkmazdı. Ölene kadar kel dedenin kapısına yaklaşmayacaktım.
Hava kararmaya başladı. Annemin bağırtıları sokağın her köşesinde duyuluyordu. Beni yemeğe bekliyordu. Tuhaf bir hareketlilik seziyordum. Turuncuya boyanan gökyüzüne bakarken camların arasında gerilmiş kalın ipler, çarşaflar gördüm. Bütün evler birbiriyle bağlantılı görünüyordu. Balkonları, pencereleri takip ede ede ilerlerdim. Yüksekten alçağa doğru kurulan yollar, bahçe katı balkonların demirlerine kadar devam ediyordu. Camından ya da balkonundan yola çıkarak bu yolları izleyen herkes istediği yere gidebilirdi. Yukarı baka baka yürüyüp annemin daha da yükselen bağırtılarını duymamaya çalışırken sırtıma bir ağırlık bindi. İstemsiz tuttum. Bu doku... Hasan’ın takımının kumaşıydı.
“Aval aval bakar, eğilir ayak baş parmağını yalar!”
En ufak kafiye yakaladı mı en saçmasından bir tekerleme uydurmadan edemezdi.
“İn lan sırtımdan, bozuk süt kutusu kılıklı,” dedim. Ağır konuştuğumu düşündüğüm için yüzüme sakallı, tespihli, benim kadar kötü kokan adamların ifadesini taktım. Onlar böyle hakaretler ederdi. Hasan Ölmez, bozulmaz değildi. Gayet alındı. Sırtımdan indi. Usulca ayağını uzattı. Ayakkabımın üstüne şöyle bir dokundurdu. Üç toz zerreciği anca gelmiştir. “İşte bunu hak ettin,” dedi.
Asıl bataklık Hasan Ölmez’in kafasındaydı.
“Ne arıyorsun burada hâlâ?”“Kötü haber tez yayılacaksa birinin bu işe el atması gerekirdi.”
Hasan Ölmez, akıl kârı olmayan şeyler yapmanın ustasıydı. Kapı kapı dolaşıp yaklaşan bataklığı anlattığını söyledi. İnanmayanlara ikna ettiği mahallelileri getirip konuşturmuş. Böylece en sonunda inanmayanlar da kurulan havayoluna bir çarşafla bağlanmanın onlara hiçbir şey kaybettirmeyeceğini düşünmüşler. Sıkı düğümlerle sokağı dört yandan ördürmüştü yakın dostum. Anlattıklarını şaşkınlıklar içinde dinliyor, kimlerin ne tepki verdiğine katılarak gülüyordum. Evlerin sırasını aksatmadan her biriyle nasıl konuştuğunu anlatırken sıra bizim eve geldi.
“Amanın!” diye sıçradım. Birkaç saniye sonra, “Oh, mon dieu,” dedim, daha sakindim. Panikleyince bilhassa mahalledeki Fransız evin küçük kızından öğrendiğim bu ünlemi kullanır, havalı görünmeye çalışırdım. Annemin olacaklardan haberi yoktu. Mahallenin tamamı bataklığın sivri pençelerine düşmekten kurtulmuşken gökkuşağı gözlü annem evde, olanlardan bi’ haber, Hasan’ın tek renk kıyafetine beddualar okuyordu.
Tek solukta eve koştum. Asılmamla kapının açılması bir oldu. Hızımı alamayıp girişe yuvarlandım. Annem elindeki mutfak bezini hızla sırtıma, yüzüme, bacaklarıma indiriyordu. Onu bağırtmışım. Ellerimle yüzümü kapattığımda parmak uçlarıma gelen bez darbeleri canımı iyiden iyiye yakmaya başlamıştı. Ne kadar sürdü bilmiyorum. Dizlerimi karnıma çekmiş, açıkta kalan kollarımı ve bacaklarımı yangın yerinden alıp serin sulara basmanın hayalini kuruyordum. Açıkta kalan her noktamda kanlar uzun atlayışlar yapıp yeniden yere yapışıyordu. Öyle bir zonklama almıştı ki bedenimi, bezin derime yapışma seslerini bile seçemez olmuştum. Neden sonra annem beni orada bırakıp mutfağa döndü. Ocaktaki yemeğe can borçluydum.
Gece boyu orada kaldım. Annem yanımdan gelip geçerken ayağıyla denk getirdiği yerimden itiyor, yerde döndürüyordu.
Ona bataklıktan bahsedemedim. Bakkala diye çıkıp batması canımı daha fazla yakamazdı.
***Dün böyle geçti. Sokağa kurulan hava taşıtı teknolojinin son harikası bir uçak motoru gibi heyecan vericiydi. Evin girişinde uyandım. Sol gözüm şişmişti. Bezin ucu havayı yırtıp gözüme indiğinde daha fenasının olacağını düşünmüştüm. Vücudum bezin genişliğindeki şeritler halinde kırmızıya boyanmıştı. Yerimden kalkmak isterken ayakkabılarımın hâlâ ayaklarımda olduğunu gördüm. Sabahın ilk ışıkları camı aşıp gözlerime girerken bağcıkları çözüp çorapsız giydiğim ayakkabıları, yapıştıkları ayak derimden söktüm. Evde hareketlilik sezmiyordum. Annem olacak çocuk haini uyanmamış olacaktı.
Ev kapısını aralayıp dışarıda zonklayıp duran, evlere taşmak için heyecanla için için fokurdayan bataklığı evimize almak istedim. Bataklık seli eve dolacak, beni içine alacak, annemin odasına dalacak ve oradan camı kırıp bizi sokağa atacaktı. Canımın daha çok acıması öyle imkânsız geliyordu ki, değil bataklık, sümüklü böcek havuzu olsa sel olup üstüme akabilirdi. Kalkıp camdan bakmak, çarşaf ve ip yolunu kullanarak yola çıkan insanları görmek, bataklığın yüksekliğini ve kaynağını öğrenmek istiyordum. İçeriden gelen epey iç gıcıklayıcı çığlık aklımı uçurdu. Annem camdan bakmış, camlar ve balkonlar arasındaki yolu görmüş. Yan evin penceresinden sokağa sarkan komşu kadına ne olup bittiğini sormuş. Kadın Hasan Ölmez’in haber vermesi üzerinde mahallelinin tedbir aldığını anlatınca annem çıldırmış. Sokağı henüz bataklık basmamış ama eli kulağında diyorlarmış. Kendiliğinden kurulan mantıklı bir bağlantı, sabaha dayakla başlamama sebep oldu: Hasan dün bize geldi. En yakın dostum Hasan. Tüm mahalle Hasan’dan edindiği bilgi ile bataklığa karşı tedbir almış. Benim bilmememin mümkün olmadığı gerçeği gün gibi ortada olunca, tiz çığlık kulağımın dibinde yükselmeye başladı. Bu kez oklava ile nereme denk gelirse adlı sabah asıl şimdi başlamış oldu.
“Nasıl söylemezsin bana, ha?” Sırtıma, bam! “Kumaşlarıma kastın var bilirdim de, eve kastını bilmezdim,” Sol koluma, küt! Yere devrildim. “Bir hava yolumuz bile yok,” Nereme denk geldiğini hissetmedim. Artık uyanık değildim.
Gözlerimi aralamaya yeltendim. Açılmıyorlardı. Göz kapaklarımın üstünde bir ağırlık vardı. Vücudum sarsılıyordu. Bir kıkırdama duyuyordum. Bataklığın dibinde olduğuma git gide ikna oluyordum.
Gözlerim açıldı. Annem üstlerine koyduğu çiğnenmiş ekmekleri kaldırdı. Hasan, uzandığım koltuğun ucunda, süt kutusu görüntüsüyle oturuyordu. Eliyle ağzına bastırıyor, dişleriyle iç yanağını ısırıyordu. Gülmemek için neredeyse ölecekti. Hasan Ölmez, sonumu getirmişti. Bir yandan koluna kolonya döktüğü gözüme ilişti.
Annem beni oklavayla döverken bayılttıktan yaklaşık üç saniye sonra kapı dövülmüş. Annem ayağıyla beni kenara süpürüp kapıyı açtığında Hasan kollarını ve bacaklarını iki yana açmış, gözlerini sımsıkı kapatmış, “Ta taaaaaa!” diye bağırmış. “Her zamankinden daha temizim, dostum,” demiş.
Annem oklavayı hasanın ceketinin içine takıp onu eve çekmiş. Neredeyse üstüme düşecekken oklavaya tutunan Hasan, annemi görünce çığlığı basmış. Dili tutulmuş gibi heceleri tekrarlamaya, tüm çabasına rağmen anlamlı bir ses çıkaramamaya başlamış. Bir iki saat böyle devam etmiş. Beni hatırlayan, betondan kaldırıp yumuşak minderlere kavuşturan olmamış. Annem Hasan’ın sorgusunu almaya niyetlendiyse de hiç kolay olmamış.
“Bataklık nerede oğlum?” diye bağırmasının ardından fısıltıyla, “Ah bu çocuk neden tek renk yarabbim,” diye iç geçirince Hasan küçüldükçe küçülüyormuş. Şapkadan tavşan çıkartmayı bilen birinin onu şapkaya sokmasını dilemiş. Ne kadar zaman geçtiğini fark etmemişler. Annem Hasan’ı evdeki fare deliğinin önüne yatırmış. İnce kolunu tutup delikten sokmakla tehdit ederek her şeyi anlatmasını emretmiş. Hasan ağlamaya başlamış. Bu kısma bayıldım. Sırtüstü yatıp ağlarken gözyaşları kulaklarına sızınca bir yandan gıdıklanan Hasan, bataklık yalanını neden uydurduğunu bir bir anlatmış.
Tüm gün sokakta koşturan çocuklar, camlardan, balkonlardan silkelenen halılar ve örtüler... Sokak yükselen tozlardan nefes alınamaz, süt rengi takımla yürünemez bir hal alıyormuş. O da, Hasan Ölmez olarak, karayolunu kullanıma kapatmayı uygun görmüş. Tam olarak böyle anlattıysa annemin aynı oklavayı onun kafasında kırması gerekirdi. Ben de Hasan’ın yalancısıyım. Annem duydukları karşısında kaskatı kesilmiş. Hasan’ın kolunu bırakıp tiksinme dolu bir ifadeyle Hasan’ın yüzüne koca bir tükürük yollamış.
Ayıldığımda ayakucumda oturan Hasan’ın koluna neden kolonya döktüğünü anlamış oldum.Süt rengi takımı bugüne kadarki en parlak ve lekesiz haliyle karşımdaydı.Asıl bataklık sahiden Hasan Ölmez’in kafasındaydı.Elif Şeyda Doğan
Published on March 25, 2019 11:19


