Tuğba Gürbüz's Blog, page 59

January 31, 2020

Şefkatli Ebeveyn Günlükleri:22

Bilmek isteyen yola çıkar.  Şefkatli Anne Günlükleri'ni yazmak, ebeveynlik amaçlarımı, önceliklerimi belirlememe, düşüncelerimin ve eylemlerimin farkına varmamı sağlıyordu. Sura Hart alıntıları bitince, sanki ters yönde yürümeye başlamışım gibi bir düşünce gelip çöreklendi içime. Yeniden konu üzerine düşünmek, yazı yoluyla düşüncelerimi tasnif etmek, eylemlerimin farkına varmak istedim. İşbu sebeple www.nonviolentcommunication.com sitesinde ücretsiz yayımlanan haftalık ipuçlarının rehberliğinde yeni bir günlüğe başlıyorum.İpuçlarının çevirisi bana ait.

Şefkatli Ebeveyn İpuçları:
Çocuklar için dünya dev bir laboratuvardır ve onlar da onun çok ciddi kaşifleri.
Onları izleyin, onlarla deneyin ve onlardan öğrenin çünkü size yaşamı derin bir aşkla sevmeyi hatırlatabilirler.

Ben ne düşünüyorum?
Kendisini oyuna kaptırmış herhangi bir çocuğu izlediğim her defasında kendisini bütünüyle oyuna vermesini, zihninin o ânın dışında herhangi bir şeyle ilgilenmemesini hayranlıkla izliyorum. Bir zamanlar benim de sahip olduğum, büyürken yitirdiğim bir beceri. Nerede, nasıl kaybettim emin değilim. Gelecek için endişelenmeye, geçmiş için hayıflanmaya başladığım bir yerlerde muhtemelen. İpucuna katılmamak mümkün değil. Bir kaşif merakı ve tutkusuyla dünyayı inceleyen çocukları izlemek, en basitinden yüzümüzü güldürüyor.

Deniz'le nasıl paylaşıyorum?
Düşünceler ve günlük pratik her zaman uyumlu olmuyor. Burada okuduğum, üzerine düşündüğüm, hak verdiğim, dikkate almaya karar verdiğim her bir madde gündeliğin hızına karıştığında, aceleciliğe teslim olabiliyor. Bazen yavaşladığımda, Deniz'in oyun davetini görüyor, ona ayak uydurabiliyorum.

Deniz'in geri bildirimi ne?
Yavaşladığımda, oyuna iştirak ettiğimde ve onun belirlediği hayal ve oyun dünyasının kurallarına uyduğumda Deniz'in mutlu olduğunu, eğlendiğini görebiliyorum.

Sonrasıyla ilgili ne düşünüyorum?
Bazen oyun oynayamayacak kadar yorgun hissediyorum kendimi. Oysa biraz ağırdan almak, Deniz'in adımlarına ayak uydurmak, ona kulak vermek kafi. Ama yıllarca hedefe ulaşmak için harekete geçmiş, sürecin kendisini ötelemiş, yolculuklarda mola vermeyi, ana yoldan sapıp yeni yerler görmeyi reddeden bünyeyi değiştirmek zaman ve sabır gerektiriyor. Yine de annelikle beraber bu konuda gelişme gösterdiğimi, umut vaat ettiğimi düşünüyorum.

Kendimi nasıl değerlendiriyorum?
Şefkatli ebeveynlik yolculuğu kendine şefkati de içeriyor. Yapamadıklarım için kendime kızmak ya da suçlamak yerine yeterince iyi olmak için gösterdiğim çabayı takdir etmeyi, bazen de çocuğun büyümesi için kötü olmak gerektiğini, çatışmadan, çabalamadan büyüyemeyeceğini anımsamamı da sağlıyor.

Eski günlüklere buradan ulaşabilirsiniz
Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 1 Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 2 Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 3Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 4Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 5Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 6Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 7Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 8Şefkatli Ebeveyn Günlükleri:9Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 10Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 11 
Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 12
Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 13
Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 14Şefkatli Ebeveyn Günlükleri:15
Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 16 Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 17Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 18
Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 19
Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 20
Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 21





 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on January 31, 2020 01:14

January 30, 2020

Ağacın Hafızası Üzerine Notlar

Ağacın Hafızası Catalan yazar Tina Valles'in 11-12-13 yaş ve üzeri için yazdığı, ödüllü bir kitap.Ekim ayında okurla buluşan kitabın Katalanca aslından çevirisi Emrah İnce'ye ait.
Romanın anlatıcısı ve baş kahramanı Jan, annesi ve babasıyla birlikte Barselona'da yaşıyor. Günün birinde dedesi Joan ve anneannesi Caterina onlarla birlikte kalmak üzere eve geliyor. Bu her zamanki misafirliğe benzemiyor. Anne ve anneannesi sık sık mutfağa kapanıyor ve fısır fısır konuşuyor. Babasına ait çalışma odası, dede ve anneanne için yeniden düzenleniyor. Saat tamircisi olan dedenin dükkânındaki aletler ütü odasına taşınıyor. Jan için bu yeni beşli yaşam çok daha konforlu. Akşamları dedesiyle eve dönmek, onu dinliyormuş gibi gözüken ancak dikkatini vermeyen anne ya da babasıyla yürümeye benzemiyor. Akşam okuldan çıktığında çantasına sabahtan konduğu için gevrekliğini kaybeden, ıslanan sandviçi kemirmek yerine dedesinin getirdiği taze ve leziz sandviçi yiyor. Yol boyunca dedesiyle tadına doyulmaz sohbetler ediyor. Anneannenin ağır ateşte pişirdiği sulu tencere yemekleri damakları şenlendiriyor. Jan bugün her şey eskisine nazaran çok daha iyi görünse de içten içe bir terslik olduğunun ve bir kez öğrendiğinde bilmiyormuş gibi yaşayamayacağının farkında. Hazır olduğunda soruyor ve yanıtı alıyor. Dedesi hasta ve durumu giderek ağırlaşacak. İşte o zaman dedesiyle yaptığı olağan yürüyüşler, bu yürüyüşlere eşlik eden sohbetler şekil değiştiriyor ve her ikisini de rahatlatan, aralarındaki bağı güçlendiren bir hâle bürünüyor.

İkilinin arasındaki konuşmalar ancak bir çocuğun yöneltebileceği yalınlıktaki sorular, hastalığının seyri ve çok sevilen dede üzerinde yaratacağı tahribatın neye benzeyeceğini aktaran diyaloglar unutulacak gibi değil. İşte bazı örnekler:

"Bir şeyi unuttuğunda unuttuğunu fark ediyor musun?" 
Ardından hep bir sessizlik gelir ve dedem bakışını zihninden bağımsız ilerleyen ayaklarına diker. 
"Ya sen, bir şeyi unuttuğunda farkına varıyor musun?" 
Yürümeyi kesip bakıştık, iyi ki de böyle yaptık, çünkü gözlerini görmeden cevabı duyduğumda kızdığını sanmış, sormaya can attığım bu soruları kesmem gerekeceğini düşünmüştüm. Dedem konuşmayı sürdürdü: 
"Demek istediğim, bir şeyi unutunca hemen o anda mı fark ediyorsun yoksa daha sonra mı? Kendin mi fark ediyorsun yoksa başka biri mi söylüyor, Jan?" 
(s.184)


"Peki bunları da unutacak mısın?"
"Neyi unutacağım, ne zaman, nasıl unutacağım, hiç bilmiyorum. Ama unutmayı istemediğim şeylere ne yapıyorum, biliyor musun?" 
"Ne?" 
"Kafamdaki hafıza yerine kalbimin hafızasında saklıyorum, o asla silinmeyecek." 
(s. 186)

İki hafıza olduğunu öğrendikten sonra rahatlayan Jan, dedesiyle yaptığı tüm özel konuşmaları, onun gençlik anılarını, özellikle de salkım söğüt ağacının hikâyesini kalbine yazmaya başlıyor. Hastalığın seyri ilerlediğinde dedesi üstlendiği gündelik işleri yapmakta zorlandığında, onu incitmeden yardım etmenin ve işleri onun için kolaylaştırmanın yollarını buluyor.

Ağacın Hafızası zor bir meseleye, ismi açık etmese de Alzheimer hastalığına değiniyor. Artık kendilerine bakmakta zorluk çeken yaşlı bir çiftin çocukları ve torunlarının yanına taşınması, evlerini kapatması ve hastalığın seyrinin tüm aile bireylerinin üzerine olan etkisini naif bir dille anlatıyor. Ağacın Hafızası kronolojik sırayla olanı biteni anlatmaktan ziyade, hayatın seyri içinde önemli anlara yöneliyor ve yakaladığı ayrıntılarla değişimi güçlü ve dokunaklı bir dille anlatıyor. 
En fazla iki, üç sayfalık bol bölümlü kitap metaforlar açısından da çok zengin. Bunlardan en önemlisi, "eksik O". Jan'ın ismi dedesi Joan'ın adından geliyor. Daha önceki kuşakların aksine anne ve babası ona Joan ismini vermek yerine O harfini atıyor ve Jan adını koyuyor. Anlatı boyunca eksik O, Alzheimer hastalığını ve dedesinin kaybettiği, kaybedeceği belleğin yerine konuluyor. Dil ve metafor açısından zengin anlatı çocuk okurda da aynı etkiyi yaratır mı bilmiyorum ama anlattığı ağır konuya rağmen şefkat ve desteği elden bırakmayan yapısı, dil ve ayrıntı zenginliği, melodrama düşmeden aktarma becerisi bana keyifli bir okuma sundu.



Ağacın Hafızası
Tina Valles
Çeviri Emrah İnce
Can Çocuk Yayınları
11-12-13+





 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on January 30, 2020 00:59

January 28, 2020

Nasıl Yazar Oldular? (42)

Yazmak, yazar olmak, ucu çocukluğa kadar gidip dayanan, hiç bitmeyen, ömür boyu çaba gerektiren bir uğraş. Yazarların yazmak ve yazar olmakla ilgili içlerinde uyanan en erken hatıradan, ilk ürünlere, yayımlanmış eserlere ve geleceğe uzanan yolculuklarını onların ağzından dinlemek, sizi de bu serüvene dahil etmek istedim. Buyurun. 


                                   


                                               Yazarlığa Reddiye 
Bugün hayal etmesi bile zor geliyor ama bilimi büyücülüğe borçluyuz. Bilim tarihçilerine göre Rönesans’la beraber Antik Yunan bilgeliği yeniden keşfedildiğinde büyü geleneği de canlanmıştı: Söz gelimi kurşunu altına çevirecek olan “felsefe taşı” arayışı öyle yaygındı ki Isaac Newton ve (modern anlamdaki ilk “bilimler akademisi” olan) Royal Society’nin kurucularından Robert Boyle gibi isimler bile çalışmalarının ciddi bir kısmını bu işe ayırmıştı. Yine Alman simyacı Hennig Brand da felsefe taşını bulacağım derken fosfor elementini bulmuştu mesela. Sonradan “modern bilimin öncüleri” olarak taltif edeceğimiz bu Rönesans büyücüleri “doğaüstü”nün peşinde değildi aslında. İnançlı kimseler olarak doğaüstü gücün ancak Tanrı’da olduğuna inanıyorlardı. Onlar nesnelerde zaten var olan gizli güçleri ortaya çıkarmanın peşindeydiler. İşte böyle, simya gibi olmayacak işlerin peşinde koşarken doğa felsefesini, ampirik bilimsel metodu, modern tıbbı geliştirdiler. İyi bir iş mi yaptılar? Büyük ihtimalle. Peki, muhteşem insanlar mıydı? İşte orası biraz muğlak.Söz gelimi bir “sir” olarak Newton elitistin önde gideniydi. Ona göre öyle her önüne gelen büyüyle uğraşmamalıydı, o iş kendisi gibi Tanrı’yla ayrıcalıklı bir ilişkisi olan insanlara has olmalıydı. Dönemin yoğun teolojik tartışmaları içerisindeyse (siyasal olan her şey teolojik olarak ifade ediliyordu) büyü gücünün bir avuç ayrıcalıklı şahsın elinde olmadığını, her insanın büyü yapabileceğini savunan insanlar –neyse ki–  bulunuyordu. Fakat ne yazık ki yeterince güçlü değildiler: 1660 yılında kurulan Royal Society’ye 1945 yılına kadar kadın üye kabul edilmeyecekti. Buradan bakınca, “modern” bilimi kimin kurduğu işi epey tartışmalı bir hal alıyor sanırım. Kadınlara veya “Allah’ın sevgili kulu” olmayanlara bilim kapısını kapatan bir düşünce sistemini bugünden bakınca pek de “bilimsel” bulmak mantıklı değil zira.Benden nasıl yazar olduğum üzerine yazmam istenince bu uzun girizgâhı yapma gereği duydum, çünkü yazarlık müessesesine olağandışı anlamlar atfedilmesi gibi ciddi bir sorunumuz olduğu kanısındayım. Artık kapitalizmin emrindeki bilimden umut kesildiğinden olsa gerek, günümüzde pek çok insan (ne yazık ki en başta da bizzat yazarlar) yazmayı hipnotik, sağaltıcı, gaipten haber veren, dünyayı değiştiren, firavunlar deviren, kısacası “büyülü” bir eylem olarak görme eğiliminde. Tabiatıyla yazarlık da bir tür şamanlık, büyücülük, peygamberlik mertebesine yükseliyor, “ve yaratan ve kahreden ki yazarlardır” demeye getiriliyor handiyse. Hal böyle olunca da edebiyat camiası sanki ana rahmindeyken kendisine seçilmiş kişi olduğu müjdelenmişçesine yazar olacağının öteden beri farkında olanlardan, askerliği kebap yere çıkan turizm jandarması misali dünyayı değiştirme vazifesini yazarak yerine getirenlerden, üzerlerinde hiç bozuk taşımadıklarından topluma borçlarını mecburen büyük edebiyatla ödeyip para üstü bekleyenlerden, eserlerinin hikmetine vakıf olacak o imkânsız okuru ararcasına verdiği fotoğraflarda mütemadiyen ufukları tarayanlardan geçilmiyor. Evet, çağdaş yazarlar olarak modern bilimin kurucularına çok benziyoruz; bu yola akıl mantık dışı ereklerle çıkmış olsak da düşe kalka ilerliyoruz, “kelimelerin gizli gücü” gibi saçmalıklara inansak bile insan yaşamına eşsiz değerler katıyoruz. Fakat gözümüzü ufuklardan bir an için çekip aynaya bakmayı başarırsak korkunç bir benzerlikle daha yüzleşeceğiz: Seçkincilik illeti modern bilimin kurucularından bize de bulaşmış, insanın ve doğanın sırlarını oyuncak gibi kurcalamaya cüret eden zihinlerimiz aslında yazma yetisinin de tıpkı bilim gibi her insana içkin bir güç olduğu gerçeğini idrak edemeyecek kadar hasta.Şahsen sadece yazar değil, fotoğrafçı, sinemacı, poliglot, scuba dalışçısı, seyyah ve astronot da olmak isterdim. Ve olabilirdim de. Tıpkı diğer herkesin de olabileceği gibi. Yazar oldum, çünkü yazmak ne fotoğrafçılık veya sinemacılık gibi pahalı ekipmanlar, ne seyyahlık veya poliglotluk gibi süreğen bir boş zaman istiyor. Yazar olabildim, çünkü yazmak en demokratik sanatsal üretim biçimi. Bir kalem ve not defteri, ya da bir bilgisayar yetiyor. Yazar oldum çünkü –yukarıdaki bir ifademle kısa bir süre için çelişeceğim ama– bir yazar olduğumu öteden beri biliyordum. Ama –şimdi çelişkiyi çözüyorum– bir farkla: Aslında herkesin potansiyel bir yazar olduğunu da biliyordum. Herkesin potansiyel bir fotoğrafçı, sinemacı, poliglot, scuba dalışçısı, seyyah ve astronot olduğunu bildiğim gibi. Biliyordum ki milyonlarca insanın yazmak gibi en demokratik sanatsal üretimin dışında kalmış olması yazarlığın yalnızca seçilmiş kişilere has bir iş olduğundan değil, yazarları ayrıcalıklı kılan bir eşitsizlik var olduğundan.Buradaki eşitsizliğin yazarın geldiği sınıfsal arka plan kadar, hatta ondan daha çok, yazının bir meta olmasıyla ilişkili olduğunu söylemem gerek. Dolayısıyla, “Ayrıcalıklıyım çünkü alt sınıftan gelmiyorum,” değil, “Ayrıcalıklıyım çünkü yazdıklarıma bir piyasa değeri atfedildi,” diyorum. İnsanların hayallerini, düşüncelerini, tecrübelerini, rüyalarını ya da uydurduğu hikâyelerin değerini tartacak teraziler olsaydı bile serbest piyasa bunların en hilelisi olurdu herhalde. Elbette herkes “iyi” yazamıyor olabilir ama herkesin iyi yazmak zorunda olduğunu kim söylüyor ki? Ne de olsa Einstein olamayacak diye bir insanın üniversiteye girme hakkı elinden alınabilir mi?Ve yazar oldum, çünkü bütün insanların yazma potansiyelini açığa çıkararak “yazarlık” denen ayrıcalıklı müesseseyi ortadan kaldıracak o günün geleceğine inanıyorum ve haksızca edinilmiş yazarlık ayrıcalığımı insanları buna ikna etmek için kullanmak istiyorum.Bir bakıma evet, dünyayı değiştirme vazifemi yazarak yerine getirdiğime inanıyorum, “askerliği kebap yere çıkan turizm jandarması misali”. Fakat Allah sizi inandırsın, son kurşunu kendime saklıyorum.Hakan Sipahioğlu
*Bu yazı ilk kez 23/12/2019 tarihinde Parşömen Sanal Fanzin'de yayımlanmıştır. 
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on January 28, 2020 07:56

EVLENİLECEK KADIN

Bu yıl okuduğum kitaplar hakkında daha çok not almak istiyorum. İşte onlardan biri: Evlenilecek Kadın (Margaret Atwood Doğan Kitap Çeviri Canan Sılay) 


Evlenilecek Kadın 1965 yılında yazılmasına rağmen ilk kez 1969 yılında, Kuzey Amerika'da kadın hareketinin yükselişe geçtiği dönemde yayımlandığı için feminist hareketin bir ürünü olarak değerlendirilmiş. Kitabın girişinde yer alan kısa sunuş yazısında Atwood hem bu algıya değiniyor hem de kitabın yayımlanma sürecini ve ismi (kitabın orijinal ismi Edible Woman yenilebilir kadın anlamına geliyor) nasıl bulduğunu anlatıyor: "Kitabın adına bir yıl önce karar vermiştim. Yanlış hatırlamıyorsam, bir şekerci dükkânının, domuz biçimindeki acıbadem kurabiyeleri ile dolu vitrinine bakarken aklıma gelmişti bu isim. (Yoksa, Miki Fare şeklinde pastalar sergileyen Woolworth's mağazasının vitrini miydi?) Her neyse, ben zaten yaymyamlığın sembolizmi üzerine epeydir düşünmekteydim. Üstlerine şekerden bir gelin-damat oturtulan düğün pastaları özellikle ilgimi çekiyordu. Sonuçta, Evlenilecek Kadın 23 yaşındaki bir kadın tarafından düşünüldü ve 24 yaşındaki bir kadın tarafından yazıldı. Dolayısıyla, kullanılan sembolizmin acayipliği, çiçeği burnunda bir yazarın kendini beğenmişliğine ve gençliğine atfedilebilir. Yine de kitabın grotesk simgelerinin kendimden değil, içinde yaşadığım toplumdan kaynaklandığını düşünmeyi tercih ediyorum."
1960lı yılların Kanadası'nda geçen roman üç bölümden oluşuyor. 
İlk bölümde adının Marian olduğunu öğrendiğimiz genç kadın kahramanın ağzından onun hayat hikâyesini öğrenmeye başlıyoruz. Marian üniversite öğrenimini bitirmiş, bir anket firmasında çalışıyor ancak o yıllarda alışılageldiği üzere çalıştığı pozisyon gelişmeye, ilerlemeye açık değil. Çünkü erkekler iş hayatında yükselirken, kadınların yerlerinde sayması, evlendikleri takdirde işten ayrılmaları olağan sayılıyor. Bir kadının kısıtlı da olsa işinde ilerlemesi çocuk doğurma yaşını aşmasına bağlı. Marian henüz bu kategoride değil. Sevgilisi Peter, her yakın erkek arkadaşının evliliğinin ardından evliliğe karşı olduğunu ima ettiği için ona ilişkilerinin evliliğe gitmesini umduğunu ya da beklediğini gösteren bir davranış sergilemekten özellikle imtina eden Marian'ın hayatı Peter'in birdenbire evlenmek istemesiyle olağan seyrinden çıkıyor. Bir yandan bu yeni durumla başa çıkmaya çalışırken bir yandan da kendisini bu evliliğin makul olduğuna, işlerin iyiye gideceğine inandırmaya çalışıyor. 
"Evlilik büyük çapta temel mekanik ayrıntılara dayanan bir mesele; örneğin ev eşyaları, yemekler ve her şeyi düzenli tutmak gibi. Ama Peter ve ben, gayet makul bir düzenleme yapabiliriz. Tabii daha birçok ayrıntı üzerinde çalışmamız şart. Düşününce, Peter ideal bir seçim gibi görünüyor. Çekici bir erkek, başarılı olacağı kesin ve tertipli, ki bu da birlikte yaşayacağın insanda arayacağın temel bir özellik." 
Her koşulda etrafındaki evli kadınların düştüğü pozisyon başının üzerinde Demokles'in kılıcı gibi salınıyor. Bir yanda gördüğü öğrenime karşın, eve kapanmış, peşi sıra doğurduğu çocukların bakımına yetişemeyen, yakın arkadaşı Clara diğer yanda 'sabun kadınlar' diye nitelediği giyinmek, kuşanmak, saçlarını yaptırmak, kocalarına eşlik etmek dışında bir vazifeleri olmayan Peter'ın iş arkadaşlarının karıları... Bu iki uç arasında sıkışıp kendisine yabancılaştıkça, yeme problemleri yaşamaya başlıyor ve tesadüfen tanıştığı yüksek lisans öğrencisi Duncan'la yakınlaşıyor.
"Çamaşırhanedeki oğlanla olanlara ve oradaki davranışıma hâlâ bir anlam verebilmiş değilim. Belki egomda bir çeşit sapma, bir geri gitme veya boşluk oldu, hafıza kaybı gibi. Ama onunla bir daha karşılaşma olasılığım çok düşük -adını bile bilmiyorum- zaten nasıl olsa bunun Peter'la hiçbir alakası yok. Odamı temizlemeyi bitirdikten sonra, evdekilere mektup yazmalıyım. Hepsi memnun olacaktır, bunu kesinlikle bekliyorlardı. En kısa zamanda hafta sonunda onları ziyarete gitmemizi isteyecekler. Ben de Peter'ın ailesinin ailesiyle tanışmadım henüz." İlk bölüm Marian'ın kendisini ikna etme çabalarıyla, "Organize olmalıyım. Yapmam gereken çok iş var," sözleriyle bitiyor. 

İkinci bölüm Marian'ın kendisine duyduğu yabancılaşmanın, buna bağlı olarak yaşadığı yeme bozukluğunun ve sürklenmenin had safhalarını anlatıyor ve anlatı birinci tekil şahıstan çıkıp Tanrı yazara dönüyor. Böylece onun içindeki sıkışıklık, kendisine adeta bir tülün ardından bakışı, hayatının kontrolünü ele almakta zorlanışı, tüm yaşananlara seyirci kalması daha da vurgulanmış oluyor. Bu aşamada yanında kendisini rahat hissettiği, içinde yaşadığı an dışında hiçbir şey düşünmeyen, kendisine hiçbir gelecek vaat etmeyen Duncan'a doğru çekiliyor. İşler iyice ayyuka çıktığında Peter'dan kaçıp Duncan'a sığınıyor. Bu bölümün sonunda romana ismini veren Edible Woman yani yenilebilir kadın sembolü ortaya çıkıyor. Bu sembolün ortaya çıkışı, Peter'a sunuluşu ve onun reddetmesiyle üçüncü, Marian'ın kontrolü eline aldığı bölüme geçiliyor. 
Üçüncü bölümde yeniden Marian söz alıyor. Bu kısa bölüm muğlak. Çok belirgin bir final değil. Ancak Marian'ın yeme bozukluğunun ortadan kalkması, kendisine yabancılaşma sürecinin bittiğini, sürüklendiği ilişkiyi bitirdiğini, nereye gideceğini bilmese de, nerede olmak istemediğini çok iyi bildiğini duyuruyor. 
Evlenilecek Kadın, Damızlık Kızın Hikâyesi'nin devamı niteliğindeki The Testaments romanının türkçe çevirisini ve dizinin dördüncü sezonunu beklerken hoş bir okuma deneyimi sundu. Tavsiye ederim. 



 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on January 28, 2020 07:48

January 7, 2020

Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 21

Bilmek isteyen yola çıkar.  Şefkatli Anne Günlükleri'ni yazmak, ebeveynlik amaçlarımı, önceliklerimi belirlememe, düşüncelerimin ve eylemlerimin farkına varmamı sağlıyordu. Sura Hart alıntıları bitince, sanki ters yönde yürümeye başlamışım gibi bir düşünce gelip çöreklendi içime. Yeniden konu üzerine düşünmek, yazı yoluyla düşüncelerimi tasnif etmek, eylemlerimin farkına varmak istedim. İşbu sebeple www.nonviolentcommunication.com sitesinde ücretsiz yayımlanan haftalık ipuçlarının rehberliğinde yeni bir günlüğe başlıyorum.İpuçlarının çevirisi bana ait.

Şefkatli Ebeveyn İpuçları
Tıpkı sizin onların hayatına rehberlik ettiğiniz gibi, çocuklarınız da sizin yaşamlarınınız rehberi ve ilham kaynağı olabilir.
Çocuklar, yaşamınıza coşkulu ve canlı bir hayatın ilham kaynağı ve hatırlatıcısı olarak dahil olabilir.

Haftanın mindful alıştırması
Çocuğunuzun ilham verdiği, tümüyle canlı ve yaşam dolu hissettiğiniz belirli bir ânı hatırlayabiliyor musunuz?

Ben ne düşünüyorum? 
Herhangi bir ânı, en sıradan olanını bile oyuna çevirmek konusunda çocuklar çok mahir. Oyuna katılmak konusunda istekli olmayan biziz. Yorgunuz, zihinlerimiz meşgul. Bazen kendimizi zorlayarak da olsa, diğer tüm şeyleri bir kenara bırakıp davete katılmak en çok bizim ciddi, sıkıcı hayatlarımızı neşelendiriyor aslında.

Deniz'le nasıl paylaşıyorum? 
Oyun oynamak konusunda 0-3 yaş arasında olduğum kadar istekli ve enerjik değilim. Deniz büyüyüp okullu olduğundan beri, sınırlarını genişletip ev dışında sosyalleşme alanlarına sahip olduğundan beri daha çok temel ihtiyaçlarını gideriyor, oyuna daha az eşlik ediyorum.

Deniz'in geri bildirimi ne? 
Çoğu zaman onunla az oynadığım konusunda serzenişte bulunsa da, davete icap ettiğim sınırlı anlardan keyif aldığını görebiliyorum. Bunu kimi spontan gelişen oyunları tekrarlamasından anlıyorum. Pazar sabahı uyku sersemi yatakta biraz daha uyuklamak isterken denize dalar gibi yorganın içine dalıyor, tıpkı aylar önce olduğu gibi onun dalgıç, benim ahtapot olmamı istiyor. Kollarımla ve bacaklarımla onu sarıp yemeye çalışırken kıkırdıyor.

Sonrasıyla ilgili ne düşünüyorum? 
İleride, büyüdüğünde artık kollarıma, kucağıma sığmadığında en çok özlediğim anlar bunlar olacağına göre, hazır imkânım varken tadını çıkartayım. Yeni yılın ilk günleri içindeyken, hâli hazırda yeni yıl niyetleri ve dilekleri üzerine düşünürken kızımla daha çok oyun oynamayı 2020'den muradım olarak düşeyim.

Kendimi nasıl değerlendiriyorum? 
Oyuna katılım konusunda kendimi eskiye nazaran çok zayıf buluyorum. Kendimi fazla ciddi ve kuralcı buluyorum. Deniz'in sunduğu hediyeleri gözden kaçırıyorum. Onları alabilmek için öncelikle fark etmek gerekiyor. Madem dileklerden gidiyoruz, kendime bir parça da farkındalık diliyorum.

Eski günlüklere buradan ulaşabilirsiniz
Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 1 Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 2 Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 3Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 4Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 5Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 6Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 7Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 8Şefkatli Ebeveyn Günlükleri:9Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 10Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 11 
Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 12
Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 13
Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 14Şefkatli Ebeveyn Günlükleri:15
Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 16 Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 17Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 18
Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 19
Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 20

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on January 07, 2020 04:18

January 6, 2020

Yılın ilk karı, ilk romanı




Dışarıda mevsimin ilk sulu karı atıştırıyor. En kalın kışlık monta geçtim. Olağan sabah yürüyüşleri birkaç aylığına rafa kalkacak gibi. En azından işe kadar yürüyebilirim, diyor yola koyuluyorum. Sokağa çıkınca fark ediyorum sulu karı. Yüzüme çarpan sert rüzgâr eni konu üşütüyor beni. Bir anlığına, kendimi korumak için, yüzümü tersine çeviriyorum. Çanakkale'nin en güzel manzarası uzanıyor önümde. İskeleye kadar selamlıyorum kenti. Yüzüm üşüyor soğuktan. Burnumun ucu donuyor. Ellerim cebimde. Adımlarım hızlanıyor. Canlandırıcı bir serinlik değil artık dışarıdaki. Soğuk, insanı ev içlerine çağıran bir soğuk...Kış günleri ve geceleri kapıya gelip dayanmışken yeni yılı planlıyorum. Her yeni yıl, okuduğum kitapları not almaya niyet eder, unuturum. Bu yıl bu türden nafile bir çabaya girişmeyeceğim. Daha çok çocuk kitabı okuduğum, okuduğum kitaplar hakkında daha çok not aldığım bir yıl olsun istiyorum. Dışarısının mutlak soğukluğuna ve gerçekliğine itiraz olarak çocuk kitaplarına boğulmak istiyorum.
Bunun dışında büyük dileklerim yok yeni gelen yıldan. Eskiyen yıllarda oturttuğum ve memnun kaldığım alışkanlıkları sürdürebileceğim bir yıl olsun, yeter. Daha köklü değişimler için takvimden bir yaprak kopması yetmiyor. İçsel ya da dışsal değişim ihtiyacı kapıya gelip dayandığında direnmek yerine olanı biteni olanca netliğiyle görebilmeyi, ona göre yeniden konumlanabilmeyi ve devam edebilmeyi umuyorum.

                                                                          *



Masamda yeni yılın ilk biten romanı yatıyor. İan McEwan'ın yazdığı Fındık Kabuğu.
Fındık Kabuğu'na birkaç yıl önce başlamış, bu çok bilmiş fetüsün anlattıklarının içine girememiş ve yarım bırakmıştım. Yeni kitap almak yerine evde okunmayı bekleyenleri değerlendirdiğim zamanlardan geçtiğim için, Çocuk Yasası'nı da çok severek okumuş olduğum için yeniden denemeye karar verdim.
Evet, romanın anlatıcısı bir fetüs. Hatta fazla bilmiş bir fetüs. Henüz dilin ve deneyimin olmadığı bu karanlık evrenin ayrıntılardan, dünyaya ve insana dair saptamalardan yana zengin ve felsefi anlatımla aktarılması büyükçe bir problem. McEwan bu problemi, bir diğer ifadeyle durumunu ve konumunu aşan fazla bilmişliği annenin sabah akşam, hemen her konuda dinlediği podcastlere dayandırıyor. Kafayı buraya takmaya devam edersem açık bulacağım kesin. Olay örgüsünün içine dalmayı tercih ediyorum. Çünkü ortada sıkı sayılabilecek bir polisiye var.
Anlatıcı fetüs, arka kapak yazısında dünyanın en genç Hamlet'i olarak lanse ediliyor. Hamlet'in konusunu kısaca hatırlayalım: Danimarka Kralı ansızın ölür. Kraliçe kocasının kardeşiyle evlenir. Babasının ölümünün ardından eğitim için gittiği Almanya'dan dönen prens Hamlet, babasının ani ölümü ve annesinin hemen ölümünden şüphelenir. Bir sabah sarayın avlusunda babasının hayaletini görür. Babası ona olanı biteni anlatır ve öcünün alınmasını ister.

Fındık Kabuğu'nun anlatıcısı Hamlet'ten bir adım önde. Duyduğu konuşmalardan babasının (John) hayatının büyük tehlikede olduğunu, annesi Trudy'nin amcası Claude ile beraber babasını zehirleyerek intihar süsü vereceğini, amaçlarının baba John'a ait evi satmak olduğunu öğreniyor. Baba John, başarısız bir şair ve yayıncı. Şiire tutkuyla bağlı. Etrafı genç şairlerle çevrili. Onları destekliyor, şiir üzerine dersler veriyor, dergilere şiir yollamaları konusunda destekliyor. Karısı Trudy'e şiirler okuyor. Trudy, bir zamanlar âşık olduğu adamın şiirlerine dinlemeye ya da görmeye dayanamıyor. Tek isteği kayınbiraderi Claude ile olmak ve miras yoluyla eve sahip olmak. Bu yüzden kocasını aralarındaki ayrılığın geçici olduğuna, hamileliğin son aylarını yalnız geçirmeye ihtiyacı olduğuna inandırıyor ki boşanma gerçekleşmesin ve sözde intihar için sağlam gerekçeler olsun. Claude ağabeyinin aksine sığ bir adam. Emlakçılık yapıyor. John'un sahip olmadığı tek şeye, paraya sahip. Trudy, nasıl ve nerede kalbini Claude'a kaptırmış bilemiyoruz. Aralarındaki çekimin büyük ölçüde tutku olduğu görülüyor.
Henüz doğmadan babasının zehirleneceğini, kendisinin de evlatlık verileceğini, eğer plan sarkar da başarısız olursa hapishaneye düşeceklerini öğrenen fetüs kendisini varoluşsal bir krizin içinde buluyor. Doğmak ya da doğmamak. Babasını kurtarmak ya da kurtaramamak... Bu noktadan sonra kısa bir zaman zarfında geçen anlatıyı takip etmek kolaylaşıyor. Merak unsuru sizi alıp taşıyor. Bir fetüsün babasını kurtarabileceğine dair bir umut taşıdığınızı görüyorsunuz şaşırarak. Oysa bir fetüsün yapabilecekleri sınırlıdır ve Hamlet'in yazgısı babasını kurtaramak üzerine değil, öcünü almak üzerinedir. 
                                                                        

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on January 06, 2020 02:01

December 31, 2019

Yeni yıla doğru..

İllüstrasyon: Dee Nickerson

Okuduğu kitabı yerine bırakır kadın. Yarım bıraktığı ağaç süsleme işine geri döner ve düşünür. Düşünceleri sim sim dökülür süslemelerin üzerine. Elindeki küre daha da ışıldarken düşünceleri bile netleşir, anlaşılır olur. (Yeni yıl ruhu)
"Şu Sisifos" diye düşünür kadın  "Zeus'un gazabına uğrayan nice faniden biri." Mitosun geri kalanını hatırlar: Günün birinde Irmak tanrısı Asopos'un kızı kaybolur. Asopos ne kadar ararsa arasın kızını bulamaz. Sisifos neler olduğunu biliyordur. Krallığına bir ırmak karşılığında kızı Zeus'un kaçırdığını söyler. Zeus çok sinirlenir. Ölüm tanrısı Thanatos'u yollar ama Sisifos ölümü alt eder, zincire vurur. Zeus bu kez savaş tanrısı Ares'i yollar. Ares hem Thanatos'u kurtarır hem de Sisifos'u yeraltına Hades'e götürür. Sisifos Hades'i atlatıp yeraltından kaçar ve tanrılardan saklanarak yaşamanın bir yolunu bulur. Ta ki yaşlanana kadar. İşte o zaman Zeus cezayı keser. Sisifos'u dimdik bir dağın eteğine bırakır, önüne de bir kaya koyar. Kayayı iterek dağın zirvesine çıkarmasını buyurur. Sisifos kayayı zirveye iter, kaya ağırlığıyla aşağıya iner. Sisifos sonsuza kadar o kayayı zirveye asla çıkaramayacağını bile bile itmeye devam eder.

"Amma da hikâye," der kendi kendine.
Bu hikâyenin Camus'yü etkilediğini bilir. Ona göre Sisifos bir kahramandır. Her defasında kayanın aşağı düşmesini izler. Başına gelecekleri çok iyi bildiği halde aşağı iner ve tekrar itmeye koyulur. Camus'ye göre Sisifos mutludur. Onun eylemi boyun eğme değil, bir başkaldırıdır. Tanrıların oyuncağı olmayı kabul etmez. Ona dayatılan yazgıyı değiştiremez belki ama bu eylemi bir ceza gibi yaşamak yerine mücadeleye çevirir ve farkına vararak kendini bu alın yazısından özgürleştirir. Camus, "Gerçekten önemli olan tek bir felsefe sorunu vadır o da intihar," der ama "İnsan, anlamsızlığına ve tüm baskılarına karşın yaşamı yenmek zorundadır," diyerek tarafını umuttan ve mücadeleden yana koymayı da ihmal etmez. Hepimiz kendi hayatlarımızın (hikâyelerimizin) kahramanıysak Tanrılar alnımıza ne yazarsa yazsın, bu yaşamı değerli ve biricik kılmak bizim elimizde. Aksi takdirde eylem olarak intiharı seçmediğimiz halde bu hayatın kaybedeni olur, alimallah yürüyen bir cesede döneriz.

Yeni yıla sayılı saatler kala yeni yıldan muradını arar kadın.
"Ağırlığı altında ezilmeden, kayaya ya da onu önümüze dikene sövmeden, söylenmeden, mücadeleye, umut etmeye devam ettiğimiz, dikkatimizi sonuca değil, sürecin kendisine verdiğimiz, güzel anılar biriktirdiğimiz bir yıl olsun. Dostlukla, sevgiyle, dayanışmayla dolu bir yeni yıl olsun," der ve denize doğru yürür.




 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on December 31, 2019 00:17

December 29, 2019

ÜŞÜDÜM


İllüstrasyon Dee Nickerson

Rüyamda seni gördüm. Kıştı. İnceden kar atıştırıyordu. Bir meydandaydım. Çanakkale'ydi bence. Sanki bir çelenk koyma töreni varmış da, ben geç kalmışım gibi. Gitmek istediğimden değil ama zorunlu hissettiğimden oradaymışım gibi. Meslekle ilgiliymiş gibi. Sanki birileri otobüs dolusu insan yollamış uzaktan. Buralı kimse yokmuş gibi. Bir sürü yabancı yüz. Hepsi de benden büyük. Kalabalığın içinde dolanıyor, tanıdık bir yüz arıyordum. Fi tarihinden kalma bir arkadaşı gördüm sonra. Neden burada olduğunu anlamasam da, etrafımdaki yabancı kalabalığa anlam veremesem de, hafiften kafam karışsa da nihayet tanıdık birine rastlamanın rahatlığı geldi üzerime. Gülümsedim. Ona doğru yürüdüm. Tam konuşmaya başlayacakken seni gördüm. Yalnızdın. Beni fark etmedin. Yanımdan geçip gidecekken koluna dokundum ve durdurdum seni. Öylece baktın yüzüme. Hiçbir şey yapmadın. Uzandım. Yanağından öptüm. Çok soğuktun. Üşüdüm. Gözlerimi açtım. Odanın içi serindi. Pencere açık kalmış. Kalktım kapattım. 
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on December 29, 2019 11:47

December 25, 2019

Nasıl Yazar Oldular? (41)

Yazmak, yazar olmak, ucu çocukluğa kadar gidip dayanan, hiç bitmeyen, ömür boyu çaba gerektiren bir uğraş. Yazarların yazmak ve yazar olmakla ilgili içlerinde uyanan en erken hatıradan, ilk ürünlere, yayımlanmış eserlere ve geleceğe uzanan yolculuklarını onların ağzından dinlemek, sizi de bu serüvene dahil etmek istedim. Buyurun. 





Fotoğraf: İlker Gürer

“Gogol’un Paltosu’ndan Kurtulamadım”

En başta soruyu ağırlıklı olarak “Yazma arzusu nasıl ortaya çıkmaya başladı, neden yazmak istedim? biçimiyle yanıtlamaya çalışacağımı belirtmeliyim. Bu şekilde düşündüğümde kimisi bulanık kimisi ise berrak biçimlerde ardı ardına gözlerimin önünden geçen fotoğraflarla, kısa sahnelerle baş başa kalıyorum.  Daha çocukken Urfa’nın yüksek duvarlı evlerin sıralandığı dar sokaklardan oluşan eski mahallelerini karış karış gezerek keşfine başladığım yolculuğum her defasında dedemin geniş avlulu evinde son bulurdu. Kimi zaman bu yolculuk sokaklarda değil birbirine yapışık evlerin damlarında sürerdi. Dedemin evi bir nevi sığınağımdı benim. Yüzü, boynu, dudakları, elleri dövmeli ninemin avludaki kuyunun kalın sicimlerine asılışı, dama uzanan merdivenlerde sıralı koca saksılardaki çiçekleri sulayışı ve ardından gazyağı ile yemek ocağını yakışı akşamı haber ederdi. Televizyonsuz evin uzun geceleri dedemin dizinin dibinde ondan dinlediğim masallarla geçerdi. Urfa Kalesi’ni koruyan çift başlı yılan, Şubat Cadısı, Ulu Cami’nin avlusundaki kuyuda saklanan “İsa’nın Mendili” masallarını hâlâ hatırlarım. Şimdi düşündüğümde çocukken dinlediğim masalların ne kadar da gerçek üstü, büyülü formlarda olduğunu daha iyi görebiliyorum. O dar sokaklar, sokakların birleştiği yerde bulunan harabe kiliseler, hanlar, hamamlar, buhurdan, tütün kolonyası ve baharat kokulu çarşılar belleğimin en eski mekânları oldular. Gezintilerim boyunca kulağıma gelen hoyratlar, gazeller ise dilin, anlatının ilk formları gibi yerleşmişti zihnime. Bütün bunlar tercih dışı, kendimi içinde bulduğum çocukluğumun evreniydi. Daha ileriki dönemlerde başlayacak olan öykü yazma arzum kaynağını bütün bunlardan aldı olsa gerek.    Yazılı edebiyata ilgimin artması ise ortaokul dönemlerime gidiyor. Şehirde kırtasiye ürünü kitapların satıldığı yerler ve cadde üstündeki birkaç kitap sergisi dışında pek kitapçı yoktu. Bir tek Sin Kitabevi vardı o da 90’lı yılların politik atmosferinde kapatılıp duruyordu. Başkasının önerisi olmadan aldığım ilk kitap Gogol’ün “Bir Delinin Hatıra Defteri” idi. Hatırladığım kadarıyla Varlık Yayınları baskısıydı. Onu da jelatinlenmiş şekilde bir yer sergisinden almıştım. Kitaptaki “Palto ve Burun” öykülerini kaç defa okuduğu hatırlamıyorum bile. Palto’nun kahramanı Akaki Akakiyeviç uzun bir süre bir hayalet gibi etrafımda dolanıp durdu. Pek tabi ardından edebiyat klasikleriyle geçen yıllar oldu. Fakat “Palto” bir arayışın, arzunun, anlamın imgesi olarak belleğimde sürekli takılı kaldı.
  

Siyah önlüklü, beyaz yakalı, hazır ol komutlarıyla geçen ilkokul dönemlerinin hemen ardından gelen doksanlı yılları daha renkli ve en çiy haliyle hayata nüfus eden popüler kültürün gölgesinde yaşayan bir kuşağın ferdiydim ben de. Bir taraftan da şiirli kartpostalların, şiirsel afişlerin duvarlara asıldığı dönemlerdi. Dünyaya evrensel değerlerden bakıp, uydurma yüceliklerin dışında kalmayı tercih ediyor ve eşitliği savunuyorsanız eğilimleriniz de emekten yana oluyor. Bu anlamda bizden önceki kuşağın devrimci anıları, şairlerin, yazarların tüm zorluklara, maruz kaldıkları kötülüklere karşı duruşları ve bunları eserlerinde ustalıkla işleyişleri okur olarak beni de çok etkiledi. Nazım Hikmet, Sait Faik, Orhan Veli, Ahmet Arif, Rıfat Ilgaz, Sabahattin Ali, Aziz Nesin, Yaşar Kemal ve daha nicesi. Olan biteni sorgulamanın yanında o hiçbir zaman gelmeyecek olan sevgiliye atfedilip okunan şiir dolu yalnız gecelerin romantizmi de apayrı bir süreç olarak eğilimlerimizi belirliyordu. Cemal Süreyya, Edip Cansever, Turgut Uyar, Özdemir Asaf bu durumun müsebbibi olmuşlardı. Hem toplumsal hem de duygusal süreçlerin içindeyken ben de kuşağımın yazmaya yeltendiği ve tutunduğu ilk tür olan şiirle kendimi ifade etmenin yollarını arıyordum. Çok sayıda acemice denemelerim olmuştu. Varoluşsal dünyamızı kendi içsel bakışlarıyla sarsan hatta kimi zaman benlik sorgulamalarına yol açıp içinde yaşadığımız topluma karşı birey olmanın o derin yalnızlığını bize fısıldayan Ferit Edgü, Tezer Özlü, Onat Kutlar, Yusuf Atılgan, Nilgün Marmara ve dil ustalığı söz konusu olduğunda belleğimdeki yeri apayrı olan Bilge Karasu ile geçen lise sonrası dönemler daha çok öykü, roman kısaca düzyazıya olan ilgimin pekişmesini sağladı. O kuşkulu bakış, sorgulama isteği, kutuplu dünyaların(aile-toplum-inanç-kapitalizm-sosyalizm) arasına sıkışmış yaşamı anlama ve bilgi hevesiyle üniversitede felsefe okumayı tercih ettim. Edebiyata olan ilgi nasıl olsa daha geriden geliyor ve kendiliğinden devam ediyordu. Felsefenin olanaklarıyla edebiyat bir araya gelince daha başka bir görme biçimi çıkıyor insanın karşısına. Dil ve düşünce süreçleriyle ortaya çıkan metinler insanı daha çok içine çekip sarsıyor. Bu anlamda üniversite yıllarım daha çok düşünsel yönü ağırlıklı olan metinleri okuma ve bu minvalde metinler, öyküler yazma denemeleriyle geçti. Bir nevi edebiyatın kutsal metinleriyle geçen ritüel gibi süreçlerdi. Rilke, E.A.Poe, Borges, Kafka, A. Camus, J. Joyce, Nietzsche, Foucault, Deleuze… Özel ilgi alanı olarak öykü türü daha bir baskın olmaya başladı. Zamanımın çoğu bu baskın yönelimle hem dünya edebiyatında hem de kendi edebiyatımızda yer alan öykücüleri tekrar gözden geçirmek, metinlerini anlamak için geçiyordu.   Fiili anlamda süreklilik ihtiva eden yazma etkinliğim ise iki binli yılların sonunda Atlas Dergisi’yle yolumun kesişmesine dayanıyor. Atlas için yolculuklara çıkmaya başladım. Özellikle yurtiçi yolculuklarım kentlerimizi, toplumsal farklılıklarımızı/çeşitlilikleri, kültürlerimizi daha iyi anlamaya, yaptığım röportajlarla Anadolu insanını daha çok tanımama olanak sağladı. Yolcuklarla beraber sosyokültürel, arkeoloji, doğa ve kent içerikli çok sayıda yazım yayınlandı. Öykülerimin akışını, biçemini de ağırlıklı olarak bu tanıklarım oluşturmaya başladı. “Yıldızlı Gece” ve Büyük Umutlar Müzikholü” isimli kitaplarımdaki öykülerin çoğu bu tanıklıklardan oluşuyor.    



Bir metni zengin kılan unsurların karakter, mekân, olay ve pek tabi düşünsel arka plan zenginliği olduğu kanaatindeyim. Bunlar da yalnızca masa başında ortaya çıkan şeyler değil ki bence metnin kendisi anlatılanı yazarının yaşayıp yaşamadığını belli eder bir şekilde. Yazma eğilimim de bu ilişki biçimiyle ortaya çıktı diyebilirim. Gördüklerimi, sadece görünen biçimleriyle değil, gördüklerim karşısında düşündüklerimi de ifade edebilme arayışı yazmaya götürdü beni. Kendimi ifade edebilmenin yegâne aracı olarak ortaya çıkan yazma giderek eylemim haline geliyor. Yazmayınca eylemsiz, durağan, yerinde sayan bir yaşam formuna hapsoluyor gibi hissediyorum. Düşünsel süreçleri, kişisel dönüşümleri bir tarafa bırakarak söylersem, Gogol’un Paltosu’ndan hâlâ kurtulamadım, nereye gidersem gideyim, kaldığım herhangi bir odanın duvarındaki çivide asılı duruyor, hayalet gibi beni takip ediyor…     M. Sait Taşkıran

*Bu yazı ilk kez 20/12/2019 tarihinde Parşömen Fanzin'de yayımlanmıştır. 



* Bu yazı ilk kez 20 Aralık 2019 tarihinde Parşömen Fanzin'de yayımlanmıştır. 
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on December 25, 2019 12:20

December 19, 2019

Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 20

Bilmek isteyen yola çıkar.  Şefkatli Anne Günlükleri'ni yazmak, ebeveynlik amaçlarımı, önceliklerimi belirlememe, düşüncelerimin ve eylemlerimin farkına varmamı sağlıyordu. Sura Hart alıntıları bitince, sanki ters yönde yürümeye başlamışım gibi bir düşünce gelip çöreklendi içime. Yeniden konu üzerine düşünmek, yazı yoluyla düşüncelerimi tasnif etmek, eylemlerimin farkına varmak istedim. İşbu sebeple www.nonviolentcommunication.com sitesinde ücretsiz yayımlanan haftalık ipuçlarının rehberliğinde yeni bir günlüğe başlıyorum.İpuçlarının çevirisi bana ait.

Şefkatli Ebeveyn İpuçları
Çocuklar her zaman kendilerinden verirler, canlılıklarını, kahkahalarını ve sevgilerini. Onların sunduğu hediyeleri almak için kendinize bir davet sunun, onları takdir edin ve onlardan öğrenin.

Haftanın Mindful Alıştırması 
Birlikte büyüyün ve aile bağlarınızın gelişmesini izleyin.

Ben ne düşünüyorum?
Çocuklarla yaşamanın en güzel yanı aramazken bulduğumuz hediyeler. Hayat onlar için devasa bir oyun alanı... Gün içinde pek çok kez bizi de oyuna davet ediyorlar aslında. Arada bir yavaşlamak ve davetlerini kabul etmek bizim hayatımızı daha çok zenginleştiriyor. Ne de olsa oyun alanlarını yitirmiş olan biziz.

Deniz'le nasıl paylaşıyorum? 
Son haftalarda mesleğe bağlı boyun, omuz, sırt ağrılarından kurtulmak ve kasılan kaslarımı gevşetmek için basit yoga alıştırmalarından faydalanıyorum. Çoğu zaman Deniz uyuduktan sonra yaptığım alıştırmalara eşlik ettiği bir gün tam bir eğlenceye dönünce bunu bir aile aktivitesine çevirdik. Uyku öncesi üçümüzün bir araya geldiği, güldüğü, Deniz'in babasına bir şeyler öğretme, yanlışlarını düzeltme fırsatı bulduğu bir alana döndü. Yeni oyuna daveti, bir süredir kapalı balkonda duran büyük bir posta kutusunu andıran Çiçek Sepeti kutusu. Ön yüzü şeffaf kutuyu, kapısının önüne posta kutusu olarak bıraktı ve kapısının kapalı olduğu zamanlarda kullanabileceğimizi duyurdu. Beklenen mektubu yazmaya koyulmalı.

Deniz'in geri bildirimi ne? 
Herkesin bizim hakkımızda birtakım değerlendirmeleri, fikirleri var, eh bizim de var. Deniz'in de var mı diye merak ettim, sordum. Kendisini komik bulduğunu, etrafındaki insanları neşelendirmekten hoşlandığını öğrendim. Gündelik yaşamın içinde, normal işlerimizi ve iletişimimizi sürdürürken bizi oyuna davet ettiğinde kabul eder ve neşelenirsek bundan mutluluk ve gurur duyduğunu görebiliyorum.

Sonrasıyla ilgili ne düşünüyorum? 
Öykü dosyamı yayınevine teslim ettim. Kendimi nadasa bırakacağım, bir süre kurmaca yazmaktan uzak duracağım, daha çok sokağa, insana, oyuna karışacağım bir dönem beni bekliyor. Kızımın cömert tekliflerini daha çok kabul edebileceğim için heyecanlıyım.

Kendimi nasıl değerlendiriyorum? 
Öğrenme, merak etme, değişme, gelişme güdülerimi diri tuttuğum için, hevesimi kaybetmediğim için kendimi takdir ediyorum.


Eski günlüklere buradan ulaşabilirsiniz
Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 1 Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 2 Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 3Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 4Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 5Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 6Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 7Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 8Şefkatli Ebeveyn Günlükleri:9Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 10Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 11 
Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 12
Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 13
Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 14Şefkatli Ebeveyn Günlükleri:15
Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 16 Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 17Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 18
Şefkatli Ebeveyn Günlükleri: 19














 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on December 19, 2019 00:52

Tuğba Gürbüz's Blog

Tuğba Gürbüz
Tuğba Gürbüz isn't a Goodreads Author (yet), but they do have a blog, so here are some recent posts imported from their feed.
Follow Tuğba Gürbüz's blog with rss.