Zeytindağı Quotes

Rate this book
Clear rating
Zeytindağı Zeytindağı by Falih Rıfkı Atay
2,314 ratings, 4.20 average rating, 209 reviews
Zeytindağı Quotes Showing 1-30 of 30
“Tren giderken iki tarafımızda Suriye ve Lübnan'ı sanki safra gibi boşaltıyoruz. Yarın kendimizi Anadolu köylerinin arasında Kudüs'süz, Şam'sız, Lübnan'sız, Beyrut'suz ve Halep'siz, öz can ve öz ocak kaygısına boğulmuş, öyle perişan bulacağız.
Kumandanım harap Anadolu topraklarını gördükçe:
- Keşke vazifem buralarda olsaydı, diyor.
Keşke vazifesi oralarda olsaydı. Keşke o altın sağnağı ve enerji fırtınası, bu durgun, boş ve terkedilmiş vatan parçası üstünden geçseydi!
- Eğer kalırsam, diyor; bütün emelim Anadolu'da çalışmaktır.
Eğer kalırsa, eğer bırakılırsa... Anadolu hepimize hınç, şüphe ve güvensizlikle bakıyor. Yüz binlerce çocuğunu memesinden sökerek alıp götürdüğümüz bu anaya, şimdi kendimizi ve pişmanlığımızı getiriyoruz, istasyonda bir kadın durmuş, gelene geçene:
- Benim Ahmed'i gördünüz mü? diyor. Hangi Ahmed'i? Yüz bin Ahmed'in hangisini? Yırtık basmasının altından kolunu çıkararak, trenin gideceği yolun, İstanbul yolunun aksini gösteriyor:
- Bu tarafa gitmişti, diyor.
O tarafa? Aden'e mi, Medine'ye mi, Kanal'a mı, Sarıkamış'a mı, Bağdat'a mı?
Ahmed'ini buz mu, kum mu, su mu, skorpit yarası mı, tifüs biti mi yedi Eğer hepsinden kurtulmuşsa, Ahmed'ini görsen, ona da soracaksın:
- Ahmed'imi gördün mü?
Hayır... Hiçbirimiz Ahmed'ini görmedik. Fakat Ahmed'in her şeyi gördü. Allah'ın Muhammed'e bile anlatamadığı cehennemi gördü.
Şimdi Anadolu'ya, batıdan, doğudan, sağdan, soldan bütün rüzgârlar bozgun haykırışarak esiyor. Anadolu, demiryoluna, şoseye, han ve çeşme başlarına inip çömelmiş, oğlunu arıyor. Vagonlar, arabalar, kamyonlar, hepsi, ondan, Anadolu'dan utanır gibi, hepsi İstanbul'a doğru, perdelerini kapamış, gizli ve çabuk geçiyor.
Anadolu Ahmed'ini soruyor. Ahmed, o daha dün bir kurşun istifinden daha ucuzlaşan Ahmed, şimdi onun pahasını kanadını kısmış, tırnaklarını büzmüş, bize dimdik bakan ana kartalın gözlerinde okuyoruz.
Ahmed'i ne için harcadığımızı bir söyleyebilsek, onunla ne kazandığımızı bir anaya anlatabilsek, onu övündürecek bir haber verebilsek... Fakat biz Ahmed'i kumarda kaybettik!”
Falih Rıfkı Atay, Zeytindağı
“Osmanlı İmparatorluğu, Trakya'dan Erzurum'a doğru koca gövdesini yatırmış, memelerini sömürge ve milliyetlerin ağzına teslim etmiş, artık sütü kanı ile karışık emilen bir sağmal idi.”
Falih Rıfkı Atay, Zeytindağı
“Gözyaşının hiçbir faydası olmadığını anlamak için, Yahudilerin Kudüs'te yüzlerce yıldan beri her cumartesi günü
başlarını dayayıp ağladıkları taşı ziyaret ediniz: Yüzlerce yıllık gözyaşı, bu ağlama duvarını bir santim
aşındırmamıştır.
Paranın ne büyük kuvvet olduğunu anlamak için ise, Filistin kıyılarını ve içlerini Yahudilerin ve büyük Arap sayısını
çöle doğru süren Siyonist sömürgeciliğini görün. Yüzlerce yıllık gözyaşı, bir külçe altına değmez. Balfur'un bir
nutku, Davud'un bütün mezmurlarından daha tesirlidir.”
Falih Rıfkı Atay, Zeytindağı
“İki hikâye işittim. Masal olmadığı için anlatayım:
Cemal Paşa artık ordu kumandanı değildir. Mütareke yakındır. Artık, harbe niçin girdiğimiz tartışılabilir, büyük adamların küçük adamları adam yerine saymak ve onlarla görüşmek sırası gelmiştir. Arkadaşım Y. K. bahriye çatanası içinde Büyükada'ya giderken sordu:
-Paşam, söyler misiniz, bu harbe niçin girdik?
Ve üç dört yıl içinde bunalttığı bir nefesi boşalmış gibi ohlıyarak bekledi. İşte cevap:
-Aylık vermek için!
Ve ilâve etti:
-Hazine tamtakırdı. Para bulabilmek için ya bir tarafa boyun eğmeli, ya öbür tarafla birleşmeli idik.
Kırtasiye ve maaş imparatorluğun tarihi işte böyle biter.
Bu fıkranın belki büyük bir değeri olmayacaktı, eğer sonraları şu hikâyeyi işitmeseydim:
Sakarya'ya yaklaşıyoruz. Bir millet olarak kalmak için harbetmek ve muzaffer olmak lâzımdır. Tam o zaman da maliye durmuştur. İlim, ihtisas ve tecrübe, Mustafa Kemal'e hükmünü söylüyor:
-Hazinede para kalmamıştır, bulmak ihtimali de yoktur.
İlim, ihtisas, tecrübe... Büyük kelimeler, büyük ve korkunç! Verdiği karar da şu: Türk milleti istiklâlini ödeyemez!
Aylık vermek için harbi bırakmak lâzımdı.
Mustafa Kemal'in kararı bu değildi. Vatan ve istiklâli idi. Ve en iyi kanunu arayıp buldu: "Milletin nesi var, nesi yoksa yüzde kırkını vatan savunması için verecektir."
Sakarya, Dumlupınar, İzmir ve Lozan... hepsini böyle ödedik.
Mustafa Kemal, Büyük Harbe girmek aleyhinde idi: Kafa ve sanat adamı olduğu için!
Mustafa Kemal, Kurtuluş Harbini bırakmak fikrinde asla bulunmadı: Vatan adamı olduğu için!
İşte size bütün kitabın özü: İlim ve vatan adamı olunuz.
Hiçbiri yalnız başına, ne sizi, ne de milletini kurtarabilir.”
Falih Rıfkı Atay, Zeytindağı
“Tren giderken iki tarafımızda Suriye ve Lübnan'ı sanki safra gibi boşaltıyoruz. Yarın kendimizi Anadolu köylerinin arasında Kudüs'süz, Şam'sız, Lübnan'sız, Beyrut'suz ve Halep'siz, öz can ve öz ocak kaygısına boğulmuş, öyle perişan bulacağız.
Kumandanım harap Anadolu topraklarını gördükçe:
- Keşke vazifem buralarda olsaydı, diyor.
Keşke vazifesi oralarda olsaydı. Keşke o altın sağnağı ve enerji fırtınası, bu durgun, boş ve terkedilmiş vatan parçası üstünden geçseydi!
- Eğer kalırsam, diyor; bütün emelim Anadolu'da çalışmaktır.
Eğer kalırsa, eğer bırakılırsa... Anadolu hepimize hınç, şüphe ve güvensizlikle bakıyor. Yüz binlerce çocuğunu memesinden sökerek alıp götürdüğümüz bu anaya, şimdi kendimizi ve pişmanlığımızı getiriyoruz, istasyonda bir kadın durmuş, gelene geçene:
- Benim Ahmed'i gördünüz mü? diyor. Hangi Ahmed'i? Yüz bin Ahmed'in hangisini? Yırtık basmasının altından kolunu çıkararak, trenin gideceği yolun, İstanbul yolunun aksini gösteriyor:
- Bu tarafa gitmişti, diyor.
O tarafa? Aden'e mi, Medine'ye mi, Kanal'a mı, Sarıkamış'a mı, Bağdat'a mı?
Ahmed'ini buz mu, kum mu, su mu, skorpit yarası mı, tifüs biti mi yedi Eğer hepsinden kurtulmuşsa, Ahmed'ini görsen, ona da soracaksın:
- Ahmed'imi gördün mü?
Hayır... Hiçbirimiz Ahmed'ini görmedik. Fakat Ahmed'in her şeyi gördü. Allah'ın Muhammed'e bile anlatamadığı cehennemi gördü.
Şimdi Anadolu'ya, batıdan, doğudan, sağdan, soldan bütün rüzgârlar bozgun haykırışarak esiyor. Anadolu, demiryoluna, şoseye, han ve çeşme başlarına inip çömelmiş, oğlunu arıyor. Vagonlar, arabalar, kamyonlar, hepsi, ondan, Anadolu'dan utanır gibi, hepsi İstanbul'a doğru, perdelerini kapamış,
gizli ve çabuk geçiyor.
Anadolu Ahmed'ini soruyor. Ahmed, o daha dün bir kurşun istifinden daha ucuzlaşan Ahmed, şimdi onun pahasını
kanadını kısmış, tırnaklarını büzmüş, bize dimdik bakan ana kartalın gözlerinde okuyoruz.
Ahmed'i ne için harcadığımızı bir söyleyebilsek, onunla ne kazandığımızı bir anaya anlatabilsek, onu övündürecek
bir haber verebilsek... Fakat biz Ahmed'i kumarda kaybettik!”
Falih Rıfkı Atay, Zeytindağı
“Bir gün Falkenhein'in bir küçük subayının Şam'da gözüne kestiği binayı keyfinin istediği gibi zaptettiğini haber aldık. Patrikleri, emirleri, şeyhleri sıra sıra karşısına dizen ayan ve mebus asan, sonsuz nüfuz sahibi Cemal Paşa, bu küçük subaya dert anlatmak için yenilmez güçlükler içinde kalmıştır.
Aşınmaz mermerden zannettiğimiz o büyük kudret ve gurur, bir küçük Alman subayının fiskesi ile, bir alçı gibi çatladı. Bir düşüşün acı yasını ilk defa işte bu çatlaktan gördüm.”
Falih Rıfkı Atay, Zeytindağı
“Yüzme bilmeyen bir kıt'a tulum takınarak, Kanal'a atıldı. Bizim kenardan dişlerine kadar silahlı olarak suya giren bu Anadolu çocukları, öbür kenara esir olarak çıktılar. İngilizler bu askerleri soyup güneşte kuruttuktan sonra, halife ve imparatorluğu tezyif (alaya alma) için, Kahire sokaklarında çıplak dolaştırdılar.”
Falih Rıfkı Atay, Zeytindağı
“Biz eski fatihlerin yolundan değil, Tih üzerinden hecin develeriyle geçtik. Böyle bir sefer, İmparatorluğun rüyasına bile girmediği için sulh zamanı bir deve teşkilâtı yapılmamıştı. Develere hususı bir itina ile bakılmak, yüklerini, seferlerini kendi âdetlerine göre idare etmek için yetişmiş adamlarımız yoktu. Çabuk hastalanıp ölen bu develerin yerine, çölde aşiret bulup, deve satın alıyor ve altın bulup veriyorduk.”
Falih Rıfkı Atay, Zeytindağı
“Kudüs kelimesi Hıristiyanlığı hatıra getirir. Fakat ne Kudüs'te, ne de Filistin'de Hıristiyanlık diye bir mesele yoktur. Kudüs'ün Hıristiyanlığı, Ortodoks Petersburg, Pro­testan Berlin, dinsiz Paris, Katolik Roma ve Anglikan Londra'nın politika meselesidir.

Kudüs'ün yerli meselesi, Yahudi-Arap meselesi: Bir avuç Yahudi, altı yüz bin Arap!

Yafa'dan Kudüs'e kadar Yahudi Filistin'i birkaç defa dolaştım. Filistin'in yeni kasabaları ve köyleri Yahudi ese­ridir. Bu, yeni değil, yepyeni bir Filistin'dir. Köylerinde ak­şamları simokin giyen İngiliz Yahudisi muhtarlık eder. Kır­mızı yanaklı Alman Yahudi kızları dilijanslar üstünde şarkı söyleyerek bağdan köye döner. Müslüman Araplar ise, bu efendilerin hizmetindedirler: Üzümü Arap gündelikçi sıkar ve şarabını semiz Yahudi içer.

Eski Filistin'de Arap köyü bir toprak yığınıdır. Bahçe­ler harap, insanlar çıplak, gözler hastalıklıdır.”
Falih Rıfkı Atay, Zeytindağı
“Gözyaşının hiçbir faydası olmadığını anlamak için, Yahudilerin Kudüs'te yüzlerce yıldan beri her cumartesi günü başlarını dayayıp ağladıkları taşı ziyaret ediniz: Yüzlerce yıllık gözyaşı, bu ağlama duvarını bir santim aşındır­mamıştır.

Paranın ne büyük kuvvet olduğunu anlamak için ise, Filistin'de yoğun Arap nüfusunu topraklarından süren Siyonist sömürgeciliğini görün. Yüzlerce yıllık gözyaşı, bir külçe altına değmez. Balfur'un bir nutku, Davud'un bütün mezmurlarından daha tesirlidir. Yahudiler tedhiş (zorla­ma) kasırgasını üzerlerinden defetmek için hiçbir gösteri­şi esirgemediler. Köylerinde bize her zaman portakalların en olmuşunu, şarapların en eskisini ikram ettiler. Bir gün aynı yaşta biri oğlan biri kız, iki güzel Yahudi yavrusunu al beyazla süslemiş bir simokinli köy muhtarı, bana diyor­du ki:

- Kumandan Paşa'ya bu akşam şiir okutmak istiyoruz. Acaba hangisi okusa Paşa hazretlerinin hoşlarına gider?

Yeni Filistin'de Almanca, İngilizce, Fransızca, bütün diller konuşulur. Yalnız Yahudi dili olan İbranice, devletin dili olan Türkçe ve çoğunluğun dili olan Arapça görüşül­mez. Köyler, orta halli bir dans salonundan boşaltılmış çift­lerle doludur. Ve çıplak Arap, kapı eşiklerinde yemek artığı ve yarı yenmiş portakal kemirip durur.

Buğday, Kuzey Suriye'den geliyordu. Filistin yiyici idi. Daha önce en büyük yiyici olan cephe vardı. Kıtlık ve açlığı önlemek için Filistin Yahudilerini harbin sonuna ka­dar istihsal (toplama) bölgesine yollamak ve orada oturt­mak lazım geldi. Acaba gerçek sebep bu mu idi, yoksa Fi­listin Yahudileri tehcir (göç) mi ediliyordu?

Bir Yahudi tehciri ihtimali haberi alınır alınmaz birbir­leri ile boğuşan milletler bize karşı birleşiverdiler. Protes­tan, Katolik, Anglikan, Ortodoks, bütün Hıristiyanları bir­birleri ile çarpıştıran ve 1914-1918 hamursuzunu Hıristiyan kanı ile yoğuran Yahudi bankerleri bütün kiliseyi havra
menfaati için camiye karşı çevirmeye muvaffak oldular.

Yafa konaklarını, otellerini, portakal ormanlarını, bun­ca yıldır kurulan Yahudi yurdunu bırakıp Hama ve Humus kasabalarının kerpiçleri ve buğday tarlası içine atılmak: As­la!

Fakat Cemal Paşa, çiğ bir politikacı değildi. Siyonist­lerin başlan kimler olduğunu da biliyordu. Reisleri çağırdı, dedi ki:

- İkiden biri: Ya sizi, Ermenilere yapıldığı gibi tehcir (göç) ederim. Evlerinizi, bağlarınızı, bahçelerinizi bırakıp yaya olarak buğdaya doğru gidersiniz. Yahut evlerinize, bağlarınıza ve bahçelerinize sizden heyetleri bekçi yaparım ve emirlerine jandarma ve asker veririm. Bir portakala do­kunanı idam ederim. Sizi de trenlerle yollarım. Ancak bu ikincisi olmak için yarın sabah bütün Viyana ve Berlin ga­zeteleri susmalıdır.

Yahudilerin akılsız olduklarını ispat etmek için fırsat beklemediklerine şüphe yoktu. Karargâh telgrafhanesine gittiler. İki satırla iki büyük şehri, ondan başka Londra'yı ve Paris'i susturdular.

Gerçekten Yafa'yı boşaltıp burunları kanamaksızın Hama ve Humus'a gittiler ve geride Araplar onların bir portakallarını bile ağız tadı ile yiyemediler.

Tehcirlerin bir sebebi de, Yahudi Filistin'in bir casus yuvası olması idi. Hama devesi ile çöl üstünden Bağdat ka­rargâhına istatistik yetiştirmek, şüphesiz Filistin kıyısından sandalla İngiliz torpidosuna haber yollamak kadar kolay ol­madı.”
Falih Rıfkı Atay, Zeytindağı
“Yanlış Kapı

Dördüncü Ordu Kumandanı: - Hicret eden Ermenile­ri bana bırakınız, Suriye içlerinde oturtacağım, diyordu.

O, Suriye'de, Ermenilerin zararlı olacağı fikrinde de­ğildi. Dördüncü Ordu'nun esas düşüncesi şu idi: Zararlı Er­meni külliyetlerini, zararsız Ermeni cüz'iyetleri haline ge­tirmek!

Suriye içlerine dağıtılacak Ermenilerin koyu Araplığa karşı bir teminat olmak ihtimali de vardı. Çerkesler, Kürt­ler ve saire gibi... Hatta Ermenilere toprak ve ev vermek şartıyla Müslüman etmek için bir heyet bile yapılmıştı. Bu heyet bir defa benim odamda toplandı. Fakat çabuk gevşe­di.

Cemal Paşa'nın bu koruyucu politikasına, tabii Müslü­man etmek müstesna, Halide Hanım pek taraftardı. Bahaet­tin Şakir ve arkadaşları ise Cemal Paşa'yı suçlandırmakta idiler.

Nerede isyan olursa, Zeytin, Bahçe ve Urfa'da olduğu gibi, şiddetle tenkil edilmiş, fakat tehcir kervanlarına taar­ruz ettirilmemişti. Adana yolunda kafilelere hücum eden birkaç kişi idam bile edildiler.

Cemal Paşa İstanbul'dan Van harp divanına gönderile­n iki Ermeni milletvekilini, Zöhrap'la Vartekes'i kurtarmak için de Talât Paşa ile uzun yazışmalarda bulundu:

- Bunları bırakınız, Lübnan'a göndereyim, hiçbir zi­yanı olmaz, diyordu.

Talât Paşa, Zöhrap ile Vartekes'in tehlikede olmadıklarını temin ediyor, yalnız:

- Bir defa mahkemeye gitmeleri lazımdır. Alıkoya­mayız, diyordu.

Kumandan son şifreyi Baron otelinin alt salonunda ikisine de gösterdi: Zöhrap ağlamaya başladı, Vartekes kapı önünde benim boynuma sarılmış:

- Ben ne ise, fakat bu adamı göndermeseler, diyordu.

Ve birden yüzüme baktı:

- Bazen içimden eski Vartekes, komitacı Vartekes ba­şını kaldırıyor:

- Sus bre adam, ne olursa olsun, diyor. Sonra genç karımı düşünüyorum. Şimdiki miskin Vartekes, eski komitacının belini büküyor.

İkisi de gittiler. Birkaç gün sonra Çerkes Ahmet ve Nâzım çetesinin Zöhrap'la Vartekes'i yolda öldürmüş olduk­larını haber aldık. Cemal Paşa bunu hazmedemedi.

Çerkes Ahmet, Mizan gazetesi yazarı, Zeki Bey'in ka­tili olan iki fedaiden biri idi.

Kudüs'e dönmüştük. Bir gün Halep Valisinden, galiba Celal Bey, bir şifre geldi. Vali diyordu ki:

- Çerkes Ahmet Bey'le Nâzım Bey bana geldiler. Suriye'de Ermenilerin korunmakta olduğunu işitiyoruz. Anlaşı­lan Cemal Paşa'nın bu işe yarar bir adamı yok, bize bırak­sın, haklarından gelelim, dediler.

Tam fırsatı idi. Cemal Paşa hemen ikisinin de tevkif olunmasını emretti. Fakat Çerkes Ahmet'le Nazım durumu kavramış olduklarından ilk trenle İstanbul'a hareket etmiş­lerdi.

Cemal Paşa çılgın, Adana'ya, Afyon'a şiddetli emirler yağdırıyordu. İki arkadaş İstanbul'a canlarını dar atmışlardı.

Merkez Kumandanına emir verdi: "Bütün mes'uliyeti
bana ait olmak üzere derhal bu iki adamı eşyalarıyla Şam'a yollayınız."

Merkez-i Umumî bırakmıyordu. Talât Paşa ile şifre yazışmaları başladı. Talât Paşa nihayet:

- Bu vesile ile onlardan da kurtulmuş oluruz, kararı­nı vermiş olacaktı.

İki arkadaş Şam'a geldiler. Fakat İstanbul'dan müdahalelerin ve aracılıkların eksik olduğu yoktu. Çerkes Ahmet ve Nâzım'ın eşyaları açıldığı zaman, çantalarında kadın yü­züğü, küpe ve mücevher buldular.

Harp divanının eline mükemmel bir silâh geçmişti, bu iki serserinin bir ideal için fedakarlık değil, zengin olmak için cinayet işlemiş oldukları belli idi.

İstanbul'dan iltimas telgrafları yağıyor, Şam Harp Divanına sür'at emirleri gidiyordu. Harp Divanı yirmi dört saat içinde iki azılının idam kararını verdi ve mazbatasını Kudüs'e yolladı.

Kumandanların böyle idam kararlarını önce yerine getirmek, sonra Başkumandanlığa haber vermek yetkisi oldu­ğunu yazmıştım. Zöhrap'la Vartekes'in katilleri ertesi gün Şam'da asılmıştı.”
Falih Rıfkı Atay, Zeytindağı
“Cemal Paşa Boyacıköyü'ndeki yalısındaki son günlerinden birinde:

-Bir şey yapmak istiyorum, kanun karşıma çıkıyor. Kanun nedir? Ben yaptım, ben bozarım.

Bu Enver'in bir sözünü hatırlatır:

- Yok kanun, yap kanun!

Der ve anlamıyanlara izah ederdi:

- Yaparım olur, bozarım olmaz!

Beyrut'un büyük bulvarının açılmasına kanun yolu ile imkanlar yok değildi, fakat pahalı olacaktı. Azmi Bey bir silindir gibi mahallelerin ve arsaların üstünden geçti ve yo­lu açtı. İzmir Valisi Rahmi Bey, Konya Valisi Muammer Bey de öyle yaptılar. Hepsi geniş, düzgün ve güzel yollar: Fakat, mülkiyet hakkı nerede? Bir taraftan mülkiyet hakkı­nı kitapta sıkı sıkı tutarak öbür taraftan kola kazmaya kuv­vet mahalleler yıkmaktansa, en sert sosyalist kanunları çı­karıp mülkiyet hakkını tâdil etmek ve boş arsalar meselesi­ni halletmek daha doğru değil midir?

Büyük Harbde şahıs ve mal güvenliği sıfıra düşürül­müştür.

1916'da bir müddet için gelmiş olduğum İstanbul'daki şahıs güvensizliği, Mütareke'deki güvensizlikten farklı de­ğildi. Suriye'de bu güvensizliğin en canlı misalleri sürgünlerde olmuştur. Ermeni tehciri için yapılan kanundan Dör­düncü Ordu da istifade ederek "zararlı gördüğü kimseleri ve aileleri harb sonuna kadar sürgün etmek" usulünü tutmuştu. Her gün vilâyetlerden, mutasarrıflıklardan teklifler alırdık: "Şu aile muzırdır, münasip bir yere sürülmesine müsaade buyurulması rica olunur."

Cevap formülü son derece basit idi: "...e sürülmesine, münasiptir." Yalnız kasaba ismini açık bırakıyorum. Erzin­can'dan Bursa'ya kadar beğendiği yerin ismini koymak kumandanın elinde idi.

Bunun önemi olmadığını sanmayınız: Konya ve Bur­sa'ya gidenler, harb sonunu görmeye muvaffak olmuşlar­dır. Büyük Harbde karadan kışın Erzurum'a gidip harp sonuna kadar bekleyebilmek biraz güç idi.

Kurmaybaşkanı Ali Fuat Bey'in (Erden) en kızdığı şey, işte bu sürgünler idi. Bir gün, ben yine bir cevap for­mülü yazmıştım. Ali Fuat Bey müsveddenin altına "F" işa­retini koyduktan sonra, kumandana götürecektim. Kağıdı okudu ve bana dönerek:

- Niçin ille böyle yazıyorsunuz? dedi.

Şüphesiz ben ancak âdet olanı yapabilirdim.

- Bakınız, dedi, bu cevap şöyle de yazılarak kuman­dana götürülebilir. Ve bu tedhiş artık yeter, mânasına bir müsvedde yaptı ve bana:

- El yazınızla yazıp kumandana veriniz! dedi.

Dediğini yaptım. Cemal Paşa, kıpkırmızı, hiddet kesildi:

- Nasıl böyle cevap yazabilirsin?

Kurmay Başkanının emri olduğunu anlattım. Müsved­denin altına: "Benim mes'uliyetim altında cereyan eden si­yasî işlere karışmaktan herkesi menederim..." gibi bir ihtar yazdı ve:

" - Siz bunu kendisine veriniz!" dedi. Onu da yaptım.

O gün, "El Şark" gazetesi açılış törenine gidecektik. Ali Fuat Bey odasında kapalı idi. Cemal Paşa biraz bekle­di, ısrar etmedi ve gittik.

Dönüşte Ali Fuat Bey'in beni çağırdığını söylediler. Benimle Cemal Paşa'ya bir istida yolladı. Aklımda kaldığı­na göre, istidanın hülâsası şu idi: "Size hizmet edecek mad­dî manevî hasletlerden mahrum olduğum için tekaüd edil­memi rica ederim."

Kurmay Başkanının o günlerde geçirdiği ıstırabı bilirim. Sonraları siyasî kağıtları artık hiç görmedi. Doğrudan doğru­ya kumandanlarla temas ederdim. Bunun Cemal Paşa üstün­de bir tesiri kaldığını zannediyorum.”
Falih Rıfkı Atay, Zeytindağı
“Kum çöllerinde izin büyük şiirini duymuştum. Kay­bolmuş yolcular için sapsan mesafeler üstünde ayak çizgi­leri bulmaktan daha büyük talih olabilir mi? Çöl ölü bir şeydir. İnsan, izlerde bu cesedin çarpan kalbini ve uyanan canını görür.

İzlerin yerliler için daha başka kıymetleri vardır. Ak­şam üstü kervanlar konaklara geldikten sonra, Şeyh, bede­vilerine bir daire gösterir ve bu dairenin dışında ne kadar iz varsa, hepsini onlara elleriyle sildirir ve artık rahat uyur. Çünkü bu daireden çıkan şüpheli bir misafiri izinin arkasından gidip çöller ortasında bulmak kolaydır.

Her bedevi, daha çocukken kendi ayağının izini görür ve tanır. Sonra bazıları o kadar alışıyor ki, kendi sürülerini izlerinden bilenler az değildir; bazen geçtikleri yerlerde sü­rü izleri görenler, oradan geçip giden kabilenin ismini bile haber veriyorlar.

Bu iz kâhinliği gitgide inanılmaz bir şekle girmiştir. Bir gün bir dostumun bedevi uşağı iki iz gösterip:

- Şu bir âşık kızın, öteki bir gebe kadının izidir! demiş.

Artık buna istediğiniz kadar hayalperestlik katınız. Ri­vayete göre, gebe kadın izinden doğacak çocuğun erkek ve­ ya kız olacağını sezenler bile var.”
Falih Rıfkı Atay, Zeytindağı
“Şu tabloya dikkatle bakınız: Mısır'a gidiyoruz. İnsanlarımız ve hayvanlarımız Rumeli'den, Şark ve Garp Ana­dolu'sundan ve Suriye'den, fennî şeyler silâh ve mühimmat, Avrupa ve İstanbul'dan, Bağdad, Şimâl Suriye'sinden, Haleb ve Adana'dan gelecektir. Henüz ne menzillerimiz, ne de askerî şoşelerimiz var. Anadolu'dan gelen demiryolunu bir defa, Konya ile Adana arasında Toros dağları, Adana ile Haleb arasında da Amanos dağları kesiyor. Bu dik, sarp ve yolsuz dağları arabalar, katırlar ve otomobillerle aşacaksı­nız. Dahası var. Deniz yolu olmadığı için Adana hattına ve Suriye hattına ne yeni vagon, ne de ağır malzeme getirile­bilir. Bu, kabiliyeti artmayan, her gün kuvvetten düşen ve odun yakan bir hattır. Onun için, menziller için, yol yap­mak için Kanal'a götürdüğünüz insanların birkaç mislini arkanızda bırakacaksınız.

Sonra yiyeceği düşününüz: Kudüs sancağı, Beyrut, Şam ve Akkâ şehirleri. Lübnan sancağı, hemen bütün sahil kasabaları hepsi yemek ister ve aynı demiryolu ile onlara da buğday götürmek lazımdır. Üst tarafta yalnız Havran ve Ge­rek sancakları müstahsil iseler de, medenî vasıtaları yoktur.

Bütün müstehlikler, ordu ve şehirler cenupta idi. Her şeyi bu kırık dökük demiryolundan bekliyorduk.

Ya çöl? Ordunun geçtiği yerlerde ilk yolları develerimi­zin ayak izleriyle açmıştık. Tih sahrası üç köşeye benzer. Birçok yerlerinde hiç insan yoktur. Urban denilen fakir be­deviler, odun bulunabilecek yerlerde ve su çukurlarının di­binde otururlar. Çölün başlıca güzergahlarından birisi Sü­veyş ile Akabe'yi bağlayan caddedir. Bu eski güzergah bile hakikatte bir izdir. Yalnız gece gündüz üstünden gelip geçen hayvan ayakları yolun rengini, iki tarafının renginden ayır­mıştır. Büyük rüzgar olursa, bu renk ayrılığı da ortadan kal­kar; günlerce boş ve ümitsiz ufuklar içinde kalırsınız.”
Falih Rıfkı Atay, Zeytindağı
“Kumandanımız her zaman, trene, ziyafete ve randevuya geç gelmek âdetindeydi. Sinemaya da herkesin merakı son haddini bulduğu vakit geldi ve locasında oturdu.

Nutuklar, şiirler, kasideler ve hepsi onun için, hepsi övme yarışı... Biri önce Allah, sonra Peygamber, sonra padişah, sonra siz, diyor bir başkası önce Allah, sonra Peygamber, sonra siz, diyor; nihayet biri, önce Allah, sonra siz, dedi.

Arapça tükendi, yalan tükenmedi. Bir kısmı aynı sözleri beste ile tekrarladılar.

Çıktığım zaman, Şeyh Esat dedi ki:

"- İhtimal siz bu sözleri ifrat ve mübalağa sanırsınız. Fakat bizde âdet böyledir. Size bir fıkra nakledeyim: Bir zaman Şam'a yeni bir vali geliyordu. Eşraf, memurlar, halk, istasyona biriktiler. Daha tren durmadan, şairlerimizden biri ileri atıldı ve başladı:

- Yâ veziriazam!..

Yanında bulunan bir başkası kolunu dürttü:

- Yahu, dedi, biraz bekle, fermanını okusunlar. Vezir midir, paşa mıdır, bey midir, rütbesinin ne olduğunu öğren!"

Fakat Cemal Paşa için artık herkesin bildiği büyük rütbe ve nüfuzdan başka, masallaşmış hükümler bile vardı. Suriye'de derlerdi ki, eğer Cemal Paşa birisiyle görüştüğü zaman burnunu kaşırsa sürgün düşünüyor, sakalını karıştırırsa, affedip etmemeyi düşünüyor, demektir. Yalnız bıyık burmasından korkunuz o zaman bu görüşmenin ölüme kadar yolu vardır.”
Falih Rıfkı Atay, Zeytindağı
“Kudüs kelimesi Hıristiyanlığı hatıra getirir. Fakat ne Kudüs'te, ne de Filistin'de Hıristiyanlık diye bir mesele yoktur. Kudüs'ün Hıristiyanlığı, Ortodoks Petersburg, Protestan Berlin, dinsiz Paris, Katolik Roma ve Anglikan Londra'nın politika meselesidir.”
Falih Rıfkı Atay, Zeytindağı
tags: kudüs
“Yalnız Kudüs'te dilencinin çerçevesi ihtişamlıdır: Medine, dini mallaştırmış ve maddeleştirmiş bir Asya pazarı idi. Kudüs dini oyunlaştırmış bir Garp tiyatrosudur.”
Falih Rıfkı Atay, Zeytindağı
tags: kudüs
“Ölüm sabahları, herkes birbiriyle ürkerek ve ürpererek konuşur. Fakat ertesi güne kadar her şey unutulup gitti. Müse'nin mersiyesini ilhanx hatırlar mısınız? Paris'te her şey unutulmak için eğer on beş gün yeterse, Şark'ta bu, on beş saat bile değildir. Şark'ta ölmemeye bakmalı...”
Falih Rıfkı Atay, Zeytindağı
“Şark ahlakınca faziletinde şüphe edilmez bir şef olduğunu öğrenmiştim. Sözün "ahlak" kelimesinin başındaki şarka dikkat ediniz: Bu ahlak doğruluğu ve fazileti gayet dar bir ölçüde benimser. Hususi ve şahsi ayıplar ve menfaate ait yolsuzluklar için müsamahasızdır. Ancak ne yalanı, ne de zulmü ahlaksızlık sayar. Talat Bey, Meşrutiyet'in birçok adamı gibi bir Şarklı,”
Falih Rıfkı Atay, Zeytindağı
“Türk enerjisi ancak planlaşmış, nizamlaşmış, inzibatlaşmış bir çarka takıldığı zaman mucizeler doğurur.

Hiçbir tarafı yapılmamış olan bir vatanın bayrağı Kahire’ye dikilmek için havaya giden bu enerji, boş anadoluyu zengin ve ümranlı bir vatan yapmak için hiçbir vakit kullanılmadı.

Türk, harpte kullanılmış, kıymetlendirmiş, destanlaştırılmış, sulhte ise bırakılmıştır.

“En iyi çelikten yapılan, demiri et gibi kesen bu kılıç, sulh kılıfının içinde paslandırılmış, tekrar fırsat çıktığı zaman kanda yıkanmış ve ateşte parlatılmıştır.”

Şöyle bağıranlar:

- Altın değeri ormanlarımız işlenmiyor.
- Paha biçilmez madenlerimiz toprak altında yatıyor.
- Dünya değeri mahsullerimiz tekniksizlikten ölüyor.

Haksızsınız: biz, ormanlarımızı, madenlerimizi, mahsullerimizi ve sanayimizi değil, biz Türk’ümüzü işletmiyoruz.”
Falih Rıfkı Atay, Zeytindağı
“Mustafa Kemal, Büyük Harbe girmek aleyhinde idi: Kafa ve sanat adamı olduğu için!
Mustafa Kemal Kurtuluş Harbini bırakmak fikrinde asla bulunmadı: Vatan adamı olduğu için!”
Falih Rıfkı Atay, Zeytindağı
“- Bir şey yapmak istiyorum, kanun karşıma çıkıyor. Kanun nedir? Ben yaptım, ben bozarım.
Bu Enver'in bir sözünü hatırlatır:
- Yok kanun, yap kanun!
Der ve anlamıyanlara izah ederdi:
- Yaparım olur, bozarım olmaz!”
Falih Rıfkı Atay, Zeytindağı
“En fena kanun, en iyi kanunsuzluktan daha iyidir, denebilir. En doğrusu kanunun iyi yapılması olduğuna şüphe yoktur. Kanuna güvenlik ve saygısı olmayan yerde zarar o kadar büyüktür ki, hiçbir fena kanun, memlekete o kadar ziyan vermez.”
Falih Rıfkı Atay, Zeytindağı
“Suriye, Filistin ve Hicaz'da
-Türk müsünüz?
Sorusunun birçok defalar cevabı:
-Estağfurullah! idi.
Bu kıtaları ne sömürgeleştirmiş, ne de vatanlaştırmıştık. Osmanlı İmparatorluğu buralarda ücretsiz tarla ve sokak bekçisi idi.”
Falih Rıfkı Atay, Zeytindağı
“Türk unsuru imtiyazsız olduğu için herhangi bir Müslüman azınlığın çocuğu olmak, Türk olmaktan daha faydalı idi.”
Falih Rıfkı Atay, Zeytindağı
“Anadolu Ahmed'ini soruyor. Ahmed, o daha dün bir kurşun istifinden daha ucuzlaşan Ahmed, şimdi onun pahasını kanadını kısmış, tırnaklarını büzmüş, bize dimdik bakan ana kartalın gözlerinde okuyoruz.
Ahmed'i ne için harcadığımızı bir söyleyebilsek, onunla ne kazandığımızı bir anaya anlatabilsek, onu övündürecek bir haber verebilsek... Fakat biz Ahmed'i kumarda kaybettik!”
Falih Rıfkı Atay, Zeytindağı
“Siper, ölüm düğmesine bastığı zaman, çok defa, arkada, tâ uzakta birtakım göğüsler üzerinde elmas, altın veya gümüş ışıklar yandığı görülürdü.”
Falih Rıfkı Atay, Zeytindağı
“Siper, ölüm düğmesine bastığı zaman, çok defa, arkada, tâ uzakta birtakım göğüsler üzerinde elmas, altın veya
gümüş ışıklar yandığı görülürdü.”
Falih Rıfkı Atay, Zeytindağı
“Gözyaşının hiçbir faydası olmadığını anlamak için, Yahudilerin Kudüs'te yüzlerce yıldan beri her cumartesi günü başlarını dayayıp ağladıkları taşı ziyaret ediniz: Yüzlerce yıllık gözyaşı, bu ağlama duvarını bir santim aşındırmamıştır.

Paranın ne büyük kuvvet olduğunu anlamak için ise, Filistin kıyılarını ve içlerini Yahudilerin ve büyük Arap sayısını çöle doğru süren Siyonist sömürgeciliğini görün. Yüzlerce yıllık gözyaşı, bir külçe altına değmez. Balfur'un bir nutku, Davud'un bütün mezmurlarından daha tesirlidir.”
Falih Rıfkı Atay, Zeytindağı
“Yüz binlerce çocuğunu memesinden sökerek alıp götürdüğümüz bu anaya, şimdi kendimizi ve pişmanlığımızı getiriyoruz, istasyonda bir kadın durmuş, gelene geçene: - Benim Ahmed'i gördünüz mü? diyor. Hangi Ahmed'i? Yüz bin Ahmed'in hangisini? Yırtık basmasının altından kolunu çıkararak, trenin gideceği yolun, İstanbul yolunun aksini gösteriyor: - Bu tarafa gitmişti, diyor. O tarafa? Aden'e mi, Medine'ye mi, Kanal'a mı, Sarıkamış'a mı, Bağdat'a mı? Ahmed'ini buz mu, kum mu, su mu, skorpit yarası mı, tifüs biti mi yedi? Eğer hepsinden kurtulmuşsa, Ahmed'ini görsen, ona da soracaksın: - Ahmed'imi gördün mü? Hayır... Hiçbirimiz Ahmed'ini görmedik. Fakat Ahmed'in her şeyi gördü.”
Falih Rıfkı Atay, Zeytindağı