Çankaya Quotes

Rate this book
Clear rating
Çankaya Çankaya by Falih Rıfkı Atay
1,077 ratings, 4.56 average rating, 81 reviews
Çankaya Quotes Showing 1-30 of 108
“Kadın anlayışında pek Garplı olduğu söylenemez. Hatta hanımların tırnaklarını boyamasını bile istemezdi. Son derece kıskançtı. Denebilir ki harem eğiliminde idi. Bu onun hissi, mizacı ve alışkanlığıdır. Kafasına göre kadın, hür ve erkekle eşit olmalı idi. Batı medeniyeti dünyasının kadını ile Türk kadını bütün aşağılık duygularından kurtarılmalı idi. Medenî Kanunla Türk kadınına Garp kadınının bütün haklarını veren Atatürk, kendi münasebetlerinde, bırakınız ecnebi erkekle evlenen Türk kadınını, ecnebi kadınla evlenen Türk erkeğine bile tahammül etmezdi. Devrimlerin büyük ve eşsiz kahramanı, kendi koyduğu kanunun sonuçları ile karşılaşmak lâzım gelince: ''Bize göre değil ha çocuklar...'' dedi.”
Falih Rıfkı Atay, Çankaya
“Tuhaf kader cilveleri vardır. Eğer Lenin çarlığı yıkmasaydı ve Rusya zafer gününe erişse idi, İstanbul Rus olacaktı. İnsanın acaba bir İstanbul köşesine Lenin’in büstünü koysak mı, diyeceği gelir. Eğer Yunan ordusu 16 Mayıs 1919’da İzmir’e çıkmasaydı, bizim büyük devletler cephesine karşı bir savaşa girişmemiz pek güç, belki imkânsız olacağına şüphe yoktu. Dağdan haydutlar inerek vatanı kurtarma savaşına katılacaklar, Anadolu’nun bütün dağınık dayatış kuvvetleri artık ortaklaşa bir savaş amacı bulacaklardı. 16 Martta İngilizler İstanbul’u işgal edince de, Anadolu İstanbul’dan büsbütün koparak tam beş hafta sonra, 23 Nisanda Ankara’da yeni Türk devletinin temelleri atılacaktı.”
Falih Rıfkı Atay, Çankaya
“Atatürk’ün bizi şaşırtan hassalarından biri de vücutça ve kafaca yorulmaksızın, dikkati hiç gevşemeksizin çalışma yeteneği idi. Ertesi gün manevrada beraber çalışacağı arkadaşları ile gece yarısına kadar gazinoda kaldıktan ve onları uyumağa gönderip kendisi vereceği vazifeleri hazırlamak üzere sabahladıktan sonra, şöyle bir yüzünü yıkayıp tıraş olarak, yine herkesten erken kıtaları başına gittiğini dostlarından duymuştuk. Ben 43 yaş ile 58 yaş arasında yakınında bulunmuştum. Memleket dolaşmalarında maddî zahmetlere hepimizden fazla dayandığını görürdük. Bir defa Dikmen kırlarında bir piknikten sonra koşmacalı bir bohça oyunu oynamıştık. Bir delikanlı kadar çevik, hızlı ve seğirtgendi. Büyük nutku 53 yaşında yazmıştır. Çalışma odasında yarı ayak üstü, yarı oturarak ve yüzlercesi arasından vesikalar ayırarak, nutkunu dikte ederdi. Yorulan değişirdi. Bir defasında pek genç bir arkadaşı baygınlık geçirmişti. Akşama doğru bir banyo aldıktan sonra, hiç dinlenmeden sofraya iner, o gün yazdıklarını bize okur veya okutur, hâdiseler üzerinde terütaze bir muhakeme ile tartışmalar yapardı. Bir kitabı merak edince, koskoca bir cilt de olsa bitirmeden uyuyamaz, veya pek az uyku aralaması ile okumağa devam ederdi. Sonra sofrada, etrafını çizdiği fıkraları bizlere tekrarlardı. Eğer bildiğiniz bir eserse, Atatürk’ün en can alıcı fikirler üstünde durmuş olduğunu anlardınız.”
Falih Rıfkı Atay, Çankaya
“Yabancı dil öğrenmek günah sayıldığı için dış politika hiyanetleri Osmanlı topluluğundan ayrılmak istiyen ve Fenerli denen Rumların elinde idi.”
Falih Rıfkı Atay, Çankaya
“Yeni harfler alındıktan sonra eski yazı ile bir tek kelime bile yazmıyan iki kişi görmüşümdür: Atatürk ve İnönü! İnanışlarına öylesine bağlı idi.”
Falih Rıfkı Atay, Çankaya
“Sadrazam İzzet Paşa'nın kardeşi Esat Paşa'yı pek sayardı. O da süvari komutanı imiş. Bir an olmuş ki bu süvariyi düşman üstüne sürmek lüzumunu duymuş. Yüzde yüz ölüm, Esat Paşa'ya emir vermiş. Hiç durmaksızın:
-Baş üstüne! demiş.
Mustafa Kemal:
-Galiba anlamadı! diye tereddüt etmiş:
-Ne yapacağınızı acaba iyice ifade edebildim mi? diye sormuş
-Evet Paşam, ölmekliğimizi emrediyorsunuz.
Sonra bu harekete sebep kalmamış. Esat Paşa ve süvarileri yaşamışlar.
Mustafa Kemal'in erleri onlar, komutanları bunlardı.”
Falih Rıfkı Atay, Çankaya
“İstanbul'da hayat denilebilecek ne varsa Hıristiyanlarda ve yabancılardadır. Kapitülasyonlar, yabancılar tarafından baskılar ve gündelik müdahaleler Türk ve Müslüman halkın az çok aydıncalarını iyileşmez bir aşağılık duygusu altında ezmektedir. İç idare üzerine evlere hiçbir iyi haber gelmez. Bir paşalar ve konaklar sınıfı dışında, memurların maaşları pek azdır ve yılda birkaç ay çıkmaz. Hırsızlık, haksızlık, her türlü idare kötülükleri adeta gözle görülür. Saray, can havli ile şeriatçılığa sarılmıştır. Medrese takımı, halka bu kara kaderin tek sebebi şeriatten ayrılmak olduğunu telkin eder. Halk cesaretini kaybetmemiştir. Biz yine "yedi düvele" karşı koya-rız, ama padişahımızı kandıran dinsizler ve uğursuzlar olmasa, der-ler. Hamiyetli orta aydınlar, halk inanışı ile tatlı su Türk'ü dediği-miz, milletlerinden ve vatanlarından da tiksinen alafranga takımın inançsızlığı arasında şaşkın bir ruh hali içindedirler. Halk, Mehdi bekler. Orta sınıf yari umutsuzluk içinde bir başka mucize bekler.Üst takım hiçbir şey beklemez.Saray ve vezirler idaresi bir "idare-i maslahat"tan ibaret.Günü gününe iş görmez.Günlük çarelerle zorlukları atlatır.”
Falih Rıfkı Atay, Çankaya
“İstanbul'da hayat denilebilecek ne varsa Hıristiyanlarda ve yabancılardadır. Kapitülasyonlar, yabancılar tarafından baskılar ve gündelik müdahaleler Türk ve Müslüman halkın az çok aydınca. larını iyileşmez bir aşağılık duygusu altında ezmektedir. İç idare üzerine evlere hiçbir iyi haber gelmez. Bir paşalar ve konaklar sınıfı dışında, memurların maaşları pek azdır ve yılda birkaç ay çıkmaz. Hırsızlık, haksızlık, her türlü idare kötülükleri adeta gözle görülür. Saray, can havli ile şeriatçılığa sarılmıştır. Medrese takımı, halka bu kara kaderin tek sebebi şeriatten ayrılmak olduğunu telkin eder. Halk cesaretini kaybetmemiştir. Biz yine "yedi düvele" karşı koya-rız, ama padişahımızı kandıran dinsizler ve uğursuzlar olmasa, der-ler. Hamiyetli orta aydınlar, halk inanışı ile tatlı su Türk'ü dediği-miz, milletlerinden ve vatanlarından da tiksinen alafranga takımın inançsızlığı arasında şaşkın bir ruh hali içindedirler. Halk, Mehdi bekler. Orta sınıf yari umutsuzluk içinde bir başka mucize bekler.Üst takım hiçbir şey beklemez.Saray ve vezirler idaresi bir "idare-i maslahat"tan ibaret.Günü gününe iş görmez.Günlük çarelerle zorlukları atlatır.”
Falih Rıfkı Atay, Çankaya
“İttihatçıların ihtiyacı, bağlı ve kapalı kafalara, fakat kendine bağlı ve kendi duvarları içine kapalı insanlara idi. Mustafa Kemal ferman dinlemeyen biri idi.

Mustafa Kemal İttihatçılara göre artık içtiği için sarhoşun biri, durmadan arkadaşları ile olup bitenleri tenkit ettiği için fırsatçının biri, zevkine düşkün olduğu için belki de ahlâksızın biri, askerlikte değeri varsa da ne verilse doyurulması imkânı olmıyan 'haris'in biri idi.”
Falih Rıfkı Atay, Çankaya
“Eğitim

İlk Rusya’ya gittiğim zaman halk eğitim metodlarını yakından incelemiştim. Benim için inkılâp davamızın tek teminatı kız oğlan bütün Türk çocukları sivil ve lâyik ilkokul eğitiminden geçirmişti. “Yeni Rusya” kitabında bilhassa bu mesele üzerinde ısrar etmiştim. Kızılbaş Sünnî ayrılığı mı? İlkokul meselesi. Doğu illerinde Kürtleşme tehlikesi mi? İlkokul meselesi. Yobazlık o, taassup o, hepsi o mesele idi. Bizim, bize benzemiyenlerden tek farkımız sivil eğitim görmekten ibaretti. Bu işi halledemeğimiz için de Tanzimat’tan beri yeni nesiller büyük kalabalığın üzerinde köpükler gibi görünüp sönüyorduk. İnkılâbın kaçıncı yılı idi. Hâlâ ilkokul seferberliğini ele almamıştık.

Recep Peker partinin umumî kâtibi olarak, başbakanın Roma seyahatinde bizimle beraberdi. O, ben ve Saffet Arıkan otelin holünde oturuyorduk. Recep Peker, bugünkü demokratların yaptığı üzere pek kısa zamanda rejimin neler yaptığını sayıp döküyordu:

- Bence hiçbir şey yapmamışızdır. Mademki halk o halk, bulduğu yerinde duran halk... dedim.

Pek iyi, fakat inatçı bir arkadaştı Peker! “Senden beklemezdim bu inkârcılığı...” diye tutturarak ray kilometrelerini, fabrika bacalarını, şehir süslerini yine saydı, döktü.

- Hepsi de Tanzimat’tan beri az çok yapılmıştır. Sultan Hamid Hicaz demir yolunu bir millî eser olarak başarmadı mı? Hereke ve Zeytinburnu fabrikaları onun değil midir? Ama onun devrinde isyanlar, İttihatçılar devrinde de olmuştur. Bizim devrimizde de olmaktadır. Halk yığınlarındaki mukavemeti bir türlü sökemiyoruz.

Recep bütün belâgatiile birbirine giren terkipleri ve izafetleri ile bana hücum etti. Sonra, âdeti olduğu üzere, "Falihçiğim gel barda bir şey içelim," dedi.

Gönlümü alacaktı. Barın uzun iskemlesine çıktı. Birer kadeh bir şey ısmarladık. Neş’e ile bana dönerek:

- Bilmezsin seni ne kadar severim. Zeytindağı’n yok mu, bayılmışımdır o eserdeki görüşlerine ve buluşlarına... diye iltifat etti.

Hiç bozmadan:

- Recep Bey ben Zeytindağı’nda o kadar beğendiğin görüşlerimi ve buluşlarımı 21 yaşında not etmiştim. On beş yıl daha olgunlaştıktan sonra gördüklerimi demin nasıl karşıladığını düşün.. dedim. Mustafa Kemal.. Mustafa Kemal... diyoruz. Yahut sen, Recep Bey... çocuklukta hiç okumasaydınız, yahut bir softa ocağına gitseydiniz, şimdi birer yobaz olmaz mıydınız? Memleket ne çekmezdi sizlerden?

Recep tahammüllü adamdı. İdealist ve şevkli idi. Fakat bizler bugün dahi inkılâplarımızın hemen arkasında bütün köylerde ilkokul temellerini atmamaklığımızın çilesi içinde değil miyiz?

31 Mart, yahut Menemen veya Şeyh Sait, veya 6-7 Eylül.. Hepsi bir! Aynı ruh!”
Falih Rıfkı Atay, Çankaya
“Eski Maliye Nazırı rahmetli Cavit, İttihat - ve - Terakkinin göze görünür lideri hükmünde idi. Cavit bir komiteci değildi. Medenî bir adamdı. Onu Lausanne’dan beri muhalefete sürükliyen sebepler şunlardır: Büyük Avrupa devletlerinin yardımı olmaksızın ve bu yardımı temin edecek tavizler yapılmaksızın, Anadolu’nun ortasında tek başımıza bir devlet kurup yaşıyamazdık. İstanbul’dan ayrılmamalı idik. Mustafa Kemal de, İsmet de, nihayet, Enver gibi birer askerdirler. Ankara iktidarı, ister istemez kafasının dikine giden bir askerî dikta rejimi olacaktır. Cumhuriyet, işin iç yüzünü maskelemekten başka bir şey değildir. Cavit, iktisadî ve malî âlemden kafasını ayıramıyan, milliyetçiliği her bakımdan bir ”darlaşma” sayan, devrim diktalarına aklı yatmıyan bir Osmanlı idi. Vatanperver ve namuslu adamdı. Bir şahsî kusuru lüzumundan fazla kibirli olması idi.

Hüseyin Cahit, Tanin gazetesinin başında Ankara’ya karşı savaşa geçmişti. Cahit, şüphesiz bir mürteci değildi. Daha Meşrutiyet devrinde Lâtin yazısının kabul edilmesi lehinde bulunmuştur. Fakat ta başlangıçtan beri, ne Mustafa Kemal ona, ne de o Mustafa Kemal’e ısınabilmişti. 1908 Meşrutiyetinde İttihat ve Terakki Fırkasının gazetecisi iken, Selânik’te toplantı olmuş ve Cahit’e bir altın kalem hediye edilmek teklifi ortaya atılmıştı. Merkez-i Umumî politikasını sevmiyen ve beğenmiyen Mustafa Kemal, bir nutuk söyliyerek, o politikanın İstanbul’daki savaşçısına altın kalemin verilmesini reddettiğini ve reddettirmeğe çalıştığını kendisinden dinlemiştim. Gerçekte Mustafa Kemal’in yaratmak istediği yeni Türkiye ve yeni Türk cemiyeti ile, Hüseyin Cahit’in ilk gençliğinden beri rüyasını gördüğü yeni zamanlar Türkiyesi arasında hiçbir fark yoktu. Cavit de; o da iki tabiî cumhuriyetçi idiler. Öyle olmalı idiler. İkisi de aşağı yukarı Mustafa Kemal ile aynı şeye inanmakla beraber Mustafa Kemal’e inanmıyorlardı. İttihat ve Terakki devrindeki Enver diktatoryası tecrübesinin bu türlü kaygılanmalarda derin tesiri olmuştur.

Tasvir-i Efkâr sahibi Velid Ebüzziya, o devirde belli başlı akımlardan birini temsil eder. Vatanperver, milliyetçi, fakat koyu şeriatçı denecek kadar geri fikirli idi. Bu geri fikirlilik pek basit bir formülde izah olunabilir: Avrupalılar maddece bizden üstündürler. Biz manaca onlardan üstünüz. Garp’ın maddî ileriliklerini almalıyız. Bu anlayış, devrimci anlayışı ile taban tabana zıttır: Biz Avrupa’nın maddî üstünlüğünü değil bu maddî üstünlüğü yaratan manevî üstünlüğünün kurbanı idik. Garp, bir hür tefekkür yoğruluşudur. Osmanlı gericilerinin zaafı, “manevî” kelimesini “din” ile bir tutuşlarında, din ve dünyayı birbirinden ayırmak söz konusu oldukça, dinimizi ve onunla beraber milliyetimizi kaybedeceğimiz korkusuna kapılmalarındandır. Velid hiç şüphesiz halifeci ve padişahçı idi. Cumhuriyetin temelinden aleyhinde idi.”
Falih Rıfkı Atay, Çankaya
“Hanedanlar için taç ve taht, çok defa her şey demektir. İstanbul o kadar her şeydi ki, padişahlar için onun uğruna feda edilmeyecek şey yoktu. Büyük bir vatan müdafaasında İstanbul’dan bir gün bile ayrılmak, hanedan için taçtan, tahttan, devletten ve her ne var ne yoksa hepsinden olmak demekti. Çanakkale muharebesi zamanında düşmanın Akdeniz boğazından geçerek İstanbul’a gelmesi ihtimali düşünüldüğünden Anadolu’da bir merkeze gitmek hatıra gelmişti. Sultan Reşad için de Eskişehir’de bir konak hazırlanacaktı. Bu haberi duyan saraylılar:

- Padişahımızı taşralara götürecekler... diye ağlaşıyorlardı.

Mesele, hanedanın İstanbul’dan çıkmasına gelince, düşmanla mutlaka uzlaşılmalı idi. Taç ve tahtın İstanbul’da kalabilmesi için her şey verilmeli idi.

Fakat memleket sınırı Edirne’ye gelince, yazılmasa ve söylenmese bile, Anadolu’da bir merkez edinmek fikri alttan alta işleniyordu. Devlet bütün müesseseleri ile o kadar şehirleşmişti ki, bir gün İstanbul elden gitse hiçbir şeyimiz kalmayacaktı.

Balkan Harbinden sonra devlet merkezini artık İstanbul’dan Anadolu’ya aktarmak fikri, ilk defa açıkça galiba Mareşal Fon der Golz Paşa tarafından ileri sürülmüştür.

Mustafa Kemal acaba neden Ankara’yı seçti? Meselenin böyle konuşu doğru değildir. Mustafa Kemal sadece Ankara’da kalmaya karar vermiştir. Ankara ilk zamanları millî kurtuluş savaşının karargâhı idi. Düşman, onun yakınlarına kadar gelmiş, fakat kapısını zorlayamamıştı. Yer yer birçok bölgelerde Büyük Millet Meclisine karşı ayaklanmalar olmuşken, Ankara, hareketi ve Mustafa Kemal’i sonuna kadar tereddütsüz tutmuştur. Tutuşunun sebebi kuvvet baskısına verilemez. Çünkü Ankara’da askerî kuvvet daima pek azdı. İrtica, fesat ve tahriklerinin böyle kuvvetleri, çok da olsalar, ne çabuk erittikleri de başka merkezlerde görülmüştür. Sonra din işleri reisliği vazifesini gören rahmetli Hoca Rifat Efendi, pek vatanperver, dürüst ve cesur, bundan başka Ankaralıların da pek saydığı bir adamdı. Sert yaylanın bu çetin karakteri, hemşerileri ile beraber, en güç zamanlarda Mustafa Kemal’e bağlı kalmıştır. Ve sadece inandığından ve inandıklarından!

Bundan başka demiryolu Ankara’da sona ermekte idi. Sakarya günlerinde orası bırakılsa bile yine geri dönüleceğine şüphe yoktu.

Mustafa Kemal Ankara’yı merkez seçmiş değildir. Dediğimiz gibi Ankara’dan çıkmamıştır. Birçok şehir rekabetlerini önlemenin çaresi de bu idi.”
Falih Rıfkı Atay, Çankaya
“Dikta perde idi. Dikta peçe idi. Kara kuvvetin ve taassubun diktası altında Şark köleliği ömrü sürenler, kendilerini bu diktadan kurtaran inkılâpçıya:

- Ben senden hürriyet istedim mi? demek istiyorlardı.”
Falih Rıfkı Atay, Çankaya
“Kadın erkekle bir arabaya binemezdi. Vapurlarda, tramvaylarda, muhallebici dükkânlarında kadın yerleri perde veya kafesle erkek yerlerinden ayrılmıştı. Mesirelere kadar her yerde harem kısmı vardı.

1908 Meşrutiyetinden sonra dahi meselâ kız mekteplerinde edebiyat hocası harem ağası idi. Batılı tefekkür adamı, bir milletin medeniyetini ölçmek istiyor musunuz, kadına nasıl muamele ettiğine bakınız, der. Osmanlı topluluğunda bu bir dişi muamelesi idi.

Türkçe oynayan tiyatrolarda kadın rolü, bilhassa Ermenilerde idi. Orta oyununda kadın “zenne”dir: Yani kadın rolünde yaşmaklı bir erkek!

Kaçgöç hemen hemen umumîdir. Evinin kadınlarını yakın erkek ahbapları ile tanıştıran açılmış aileler bile, erkek misafirlerini selâmlıkta kabul etmek, “dile düşmemek” zorunda idiler.”
Falih Rıfkı Atay, Çankaya
“Tarih der ki: ”Japonlar bağımsızlanmak ve kuvvetlenmek için medeniyetlerini değiştirmek zaruretini duydular. İlk akıllarına gelen şey feodalizm kurumlarını yıkmak ve Garpkârî, bilhassa Amerikankankârî teşkilâtlanmaktı.

1868 ile 1877 arasında geçmişe ait ne varsa tahrip olunmuştur. Japonlar, Çin kaynaklarından Avrupa ve Amerikan kültür kaynaklarına doğru bu gidişe "Garplılaşma" (Batılılaşma) adı vermişlerdir. 1858’den sonra, adliyede, askerlikte, ticarette, ilim, edebiyat ve sanatta bu hareket büyük bir hız almıştır.

Bu ilk devirde Japonlar âdeta kendilerinden soğumuşlar, şiddetli bir Garp (Batı) taklitçiliğine kapılmışlardı. Kadınlı erkekli suvareler, maskeli balo, smokinle lokantaya gitmek gibi şeyler hemen kibar âdetleri arasına girdi. Radikal bir ahlâk devrimi yapmak, kadını kölelik ve dişilikten kurtarmak fikirleri aldı, yürüdü. Frenge benzemek için saçlarını kıvırtanlara, mavi gözlü olmadıklarına esef edenlere sık sık rastlanmakta idi. Bir büyük Japon muharriri, Japon ırkı beyaz ırktan aşağıdır, bu aşağılıktan kurtulabilmek için Avrupalı kanı ile aşılanmalıyız, diyordu. Japonlar, Garplı tefekkürün cevherini bırakarak, sathî bir taklitçiliğe kapıldılar. İlk tepki 1889’da duyulmuştur. Ondan sonra Japonluğun yaratış devri gelir.”

Charles Seignobos, on yedinci asır sonlarının hikâyelerini yazdığı sırada der ki: “Büyük Petro, Rusları Asyalı geleneklerden kurtarmak ve Garplılaştırmak için kadınlı erkekli salon toplantılarına da önem verdi. Asilzadeleri bu toplantılara karıları ile birlikte gelmek zorunda bıraktı. Fakat toplantılarda kadınlar ve erkekler, hareketsiz ve sessiz, birbirlerinden ayrı otururlardı.”

Bu, dar kalıbı kırmak ve topluluğu bir hapis yaşayışından serbest havaya çıkarmak ihtiyacından ileri geliyor. Kadın hür olmadıkça ve umumî hayata katılmadıkça, topluluğun durgun suyu dalgalanmaz. Taklit ve özenti devri en çok bizde sürmüştür. Büyük şehir Osmanlılığı kıyafetini, başlığını, birçok âdetlerini değiştirmişti. Fakat kadına ve tefekküre el dokunduramamıştı. Meşrutiyetin sonlarında dahi aile ve üniversite şeriat takımının hükmü altında idi. Hür yaşayış ve hür düşünüş gizli ve her tarafta dört duvarla kapalı idi. Bu bir riyakârlar topluluğu idi. Evlerinde açılan, her türlü Batı âdetlerini benimseyen ailelerin kadınları bile çarşafsız ve peçesiz sokağa çıkamazlardı.”
Falih Rıfkı Atay, Çankaya
“Mustafa Kemal kendi kendisinin zaafları ile alay bile ederdi. Biz Paris’teki şapka hikâyesi gibi, Picardi manevralarındaki bazı Fransızca gafları gibi gülünç fıkralarını onun ağzından duymuş ve beraberce gülmüştük. Orman çiftliği kurulduğu yıllarda idi. Toprağa ne koyarsa, kaybediyordu. Bir yıldönümü akşamı aşağı ufak köşkün önünde oturuyorduk. Topraklar bomboştu. Müdür Tahsin Bey bu köşkün önüne bir havuz yaptırmıştı. O gün, bir senelik zararı haber aldığı için düşünceye daldığı sırada, havuzun fiskıyesini açtılar. Meğer Tahsin Bey suyun içine renkli ampuller koydurmuş. Bozkırın bir köşesinde, alaca karanlıkta birdenbire yeşilli, mavili, allı sular fışkırınca, Mustafa Kemal güldü:

- A Kemal, dedi, sen ziraat okudun mu? Hayır. Çiftçi misin? Hayır. Baban çiftçi miydi? Hayır. İşte bilmediği işe parasını koyup da kaybedenlere sular bile güler.”
Falih Rıfkı Atay, Çankaya
“1923’te Mustafa Kemal’in, İsmet Paşa üzerinde karar kılması için başlıca sebepler şunlardır: Mustafa Kemal’e karşı hususî bir rakiplik hissi olmadıktan başka, Mustafa Kemal’in otoritesine katî ihtiyaç olduğu kanısında idi. Son derece çalışkan, ciddî bir hükûmet adamı idi. Mustafa Kemal’in ” çmaddî ve manevî topyekûn bir inşa” kelimeleri ile hulâsa edebileceğimiz devrim davasına en aşağı onun kadar inanmış bir fikir adamı idi.

Mustafa Kemal teferruat ile uğraşmayı sevmezdi. Yalnız dış politikaya devamlı bir ilgi göstermiştir. Bunun dışında hükûmet, İsmet Paşa’ya, ordu Fevzi Paşa’ya emanet idi. Bazı meselelerde, şikâyet ve tenkitler üzerine, müdahaleler yapmak ve hakem rolü oynamaktan başka, hükûmet işleri ile pek yorulmamıştır.

Mustafa Kemal büyük aksiyonlar kahramanıdır. Türk milletinin talii, Mustafa Kemal’in askerliğini Dumlupınar zaferi ile bırakmış olmasındadır. Ondan sonra onu ancak devrimler içinde geçen “devam tehlikeli hayat” havası avutabilmiştir. Çok defa Çankaya’daki köşkünde yapacak bir iş bulamadığı için iç sıkıntısına tutulduğu vakit, kendisini cangıldan alınarak kafese konmuş bir arslana benzetirdim.

Mustafa Kemal, omuzlarındaki yükün ağırlığı hakkında fikri olmayan bir kabile reisi değildi. Görevlendirdiği her arkadaşını imtihandan geçirirdi. Bir istidat gördüğü vakit çabuk feda ederdi.

Mustafa Kemal’in sadece itaat gibi, etrafındaki bin bir kişiden bininde kolaylıkla bulacağı bir hassasından dolayı, koskoca devleti şuna buna bırakacağı gibi bir düşünce, Mustafa Kemal hakkında hiçbir fikri olmamak demektir. Nitekim Mustafa Kemal’i yatak odasına kadar girenler değil, kafasının içine sokulabilenler tanımışlardır. Hiç yüzünü görmemiş olsalar bile!”
Falih Rıfkı Atay, Çankaya
“Mustafa Kemal, İsmet Paşa’yı niçin seçti? İsmet Paşa, daima “almak” ve “kendisinden hiç vermemek” âdetinde olduğu için fikir kıymeti pek tanınmaz.

Meselâ İsmet İnönü’nün çok iyi Almanca bildiğini, Fransızca konuştuğunu ve okuduğunu, ellisinden sonra öğrendiği İngilizce ile en güç metinleri takip ettiğini pek az kimse bilir. O kadar kendi içine kapalıdır. Hâlbuki bizim kürsülerde Farsça “perestiş” kelimesiyle Fransızca “prestige” kelimesini karıştıranlardan niceleri, Frenkçe söz katmadan beş cümle söylemezlerdi.

Ona dair sık sık anlattığım bir fıkra vardır: Öğleye doğru yanına gidersiniz. O sabah gazetede Londra’dan gelme bir havadis çıkmıştır. İsmet Paşa’nın bu havadisi sizden önce okuduğuna şüphe yoktur. “Gördünüz mü efendim?” diye sorarsınız. Görmemiş gibi, sizi dinler. Siz anlatırken, havadisi nasıl muhakeme ettiğinizi de yoklamaktadır. Biraz sonra başka bir ziyaretçi gelir, aynı suali sorar, aynı sahnenin tekrarlandığına şahit olursunuz.

Bir akşam Saracoğlu, rahmetli Nafi Atuf ve daha birkaç arkadaş yanında idik. Acaba Türk milleti Osmanlı saltanatı devrinde kaç yıl barış yüzü görmüştür, meselesi konuşuluyordu. Hepimiz bir cevap veriyorduk. İsmet Paşa garsonunu çağırdı:

- Bana bir bloknot getiriniz! dedi.

Büyükçe bir kâğıdın üstüne Sultan Osman’dan Vahideddin’e kadar bütün padişahların sıra ile isimlerini yazdı. Her padişahın yanına alafranga cülûs ve ölüm tarihlerini koydu. Bunların arasına belli başlı harp ve barış tarihlerini dizdi. Bir sürü isim ve bir sürü rakam içinden yalnız ikisi üzerinde sual işareti vardı. Böyle bir imtihanı pek az tarih hocasının geçirebileceğini tahmin ediyorum. Çünkü İsmet Paşa, saltanatın kaldırılması gibi bir mesele olunca, onun bütün tarihini bilmeli idi. Ona aklı yatmalıydı. İnkılâpların daima en eyi esbab-ı mucibesi onun kafasından doğardı.”
Falih Rıfkı Atay, Çankaya
“Mustafa Kemal, hükûmet reisi olarak, kendi davasını birlikte yürütebileceği bir ikinci aradığı vakit aklına ilk gelen İsmet Paşa olmamıştır. Fethi Bey olmuştur. Fethi Bey, şüphe yok, Batı medeniyetçisi idi. Fakat bir devrim rejiminin dikta sıkısına aklı yatmıyacak kadar liberaldi. Ona göre “şeyler” zorlanmamalı idi, olmalı idi.

Mustafa Kemal’in vefalı ve eski arkadaşı olmakla beraber, başvekilliğinde, Mustafa Kemal ile çok defa hiç uyuşmadığı görülmekte idi. Biz Fethi Bey’i fikir adamı olarak pek düzden bulurduk. Onda, hayalimizdeki yeni Türkiye’nin adamını bulamazdık. Fethi Bey’in başvekilliği zamanında Mustafa Kemal ile hayli çetin çarpışmaları olmuştur. Bir defasında Mustafa Kemal:

- Yarın Meclisin kararını göreceğiz, demesi üzerine Fethi Bey:

- Siz Meclise gelmeseniz daha iyi olur, demişti.

Mustafa Kemal’in:

- Niçin? sualine de:

- Güç mevkide kalabilirsiniz, cevabını vermişti.

- Ya? Güç mevkide nasıl kaldığımı ben de görmeliyim. Onun için geleceğim.

Ertesi günü gerçi Fethi Bey Mecliste kaybetti. Fakat ön sırada oturan Mustafa Kemal’in tam karşısındaki kürsüye gelen mebuslardan 52’si, onun gözü önünde, oy kutusuna elli iki kırmızı pusula attılardı.

Daha önce Fransızca bilen, Paris’te bulunan ve Fransız kültürüne ısınan Fethi Bey, Malta’da İngilizce öğrenmişti. İnatçı ve huylu olduktan başka, görüşlerinde ve anlayışlarında devrimci takımın sistem görüşünden ve anlayışından çok uzaktı.

Arkadaşları da, doğrusu, seçme “sathî”ler idi. Dalkavuk, Mustafa Kemal’i yalnız eğlendirir, fakat Fethi Bey’i sırasına göre sevk ve idare de ederdi. Pek arkadaşçı ve arkadaşlığı da tatlı idi. Tembel denecek kadar az çalışıyordu. Harap, yoksul, temelinden çatısına kadar yeni baştan ve maddeten ve manen inşa edilecek o günkü Türkiye’nin, gecelerini gündüzlerine katan, yılmaz ve yorulmaz faaliyet adamlarına ihtiyacı vardı.”
Falih Rıfkı Atay, Çankaya
“Bir gün eski yaveri mebus Salih Bozok’a:

- Tarih size lânet okuyacak, demişler.

- Neden? diye sormuş.

- Mustafa Kemal’e içki içiriyorsunuz. Kadın eğlenceleri tertip ediyorsunuz. Ömrünü kısaltıyorsunuz.

- Ya... Öyleyse tarih bizim hepimize birer heykel dikecek. O bize yalnız içkide ve eğlencede esir olmaz ya, demek İzmir’i de ona biz aldırdık, cevabını vermiş.

Mustafa Kemal’de tek olmayan şey, “alet olmak” zaafı idi. Uzun yalnızlık ve halktan uzaklaşmanın ve netameli hastalığın tesiri altında kalıncaya kadar, kendine has kontrol metotları ile her türlü telkinleri de karşılamayı bilmiştir.”
Falih Rıfkı Atay, Çankaya
“Japonlar çok daha kısa bir mühlet içinde yeni zamanların büyük devletleri sırasına geçmişlerdi. Çünkü ilk işleri, Çin medresesinden kurtulmak ve Garplılaşmak olmuştur. 1923’te bile Anadolu maarifinin dörtte üçü henüz medrese çatıları altında idi.

Bizim ilim kafası ile “bilmiyorduk”. Tefekkür kafası ile ”düşünmüyorduk”. Fakat Tanzimat’tan beri hiç olmazsa mukayese yapma imkânları elde etmiştik. Bir karar vermek lâzımdı. Bu kararı veremiyorduk. Mustafa Kemal bu kararı vermişti.

3 Mart, devrimin başlangıcı idi. 1924 Nisanında şer’iye mahkemeleri kaldırılarak, öğretim birliği gibi, adalet birliği de temin olunacaktı. 1925 Ağustosunda şapka giyilecek, aynı yılın Kasım ayında tekkeler kapatılacaktı. Medenî Kanun, yeni cemiyetin temellerini atacaktı. Nihayet 1928’de Anayasa tadilleri ile devlet tamamiyle lâikleşecek ve aynı yıl Lâtin yazısı kabul edilerek devrim eseri tamam olacaktı.

Demek ki, inkılâp devri, eğer Cumhuriyet ilânını başlangıç alırsak, 29 Ekim 1923’ten 3 Kasım 1928’e kadar beş yıl bir ay sürmüştür.

Ondan sonra bütün iş, yeni düzeni bütün topluluğa sindirmekte idi. Bu da Türkiye halkını, yüzde yüz müsbet ilme dayanan ilk eğitim terbiyesinden geçirmeğe bağlı idi.

Bizler Tanzimat’tan beri çok zaman geçtiğini sanırdık. İlk eğitim görmiyen köy için, Tanzimat gelmemişti bile!”
Falih Rıfkı Atay, Çankaya
“Tevhid-i Tedrisat Kanununun konuşulmasında rahmetli Vasıf:

- Bütün dünyada Maarif Vekâletlerine bağlı olmayan hiçbir mektep yoktur, gibi kendine has bir atılganlık gösterdiği vakit, doğruluk meraklısı rahmetli Yusuf Akçura:

Müsaade buyurunuz, beyefendi, Fransa’da benim okumuş olduğum Ulûm-i Siyasiye Mektebi Maarif Nezaretine bağlı değildir, diye itiraz etti.

Vasıf:

- Beyefendi, beyefendi, iyi tahkik buyurunuz da öyle geliniz, diye haykırdı ve sıralardan bir alkıştır koptu. Çünkü Yusuf Akçura Rusya asıllı olduğu için, çoğunlukça sevimsizdi.

Büyük iradelerin sihri böyledir. İnanmayan da inanışın, istemeyen de isteyişin heyecanına tutulur. Güçlük bu havanın yaratılmasındadır. An’ın, kader ânı’nın tam üstüne düşülmesindedir.”
Falih Rıfkı Atay, Çankaya
“Biz Mustafa Kemal’in kesip atmasını ve yeni düzeni, sağlam teminat elde edinceye kadar, sıkı bir disiplin altında korumasını istiyorduk. Bu bakımdan Hâkimiyet-i Milliyecilerden tamamiyle ayrılıyorduk. Bize göre Türkiye, her şeyin başında, medeniyet meselesini halletmeli idi. Bir milletin tarihinde medeniyet meselesinin oy toplıyarak halledildiği görülmemiştir. Bize göre 1923’te Hâkimiyet-i Milliye silâhı, muhafazakârların, yani halledilecek bir medeniyet meselesi olduğuna inanmayanların, yahut irticaın, yani Tanzimat’tan beri medeniyet düşmanlığını elden bırakmayanların silâhı idi. Bize göre millî irade hür değildir. Millî irade, batıl fikirler ve batıl inançlarla paslanmış ve büyük ölçüde Ortaçağ müesseseleri kadrosunun köleliği altında idi. Her şeyden önce bu irade, müspet ilme dayanan ilk eğitim terbiyesi ile, kara inançlardan temizlenerek saf kılınmalı ve hürriyetine kavuşturulmalı idi.

Bizler usul olarak tekâmülden ötesini görememiştik. Ortaçağ müesseselerinin hükmü altındaki bir toplulukta, ileri fikirlerin ihtilâli alttan gelmez, üstten gelir. Büyük Rus ihtilâlcisi Deli Petro’dur. İlk Osmanlı ihtilâlcileri padişahlardır, vezirlerdir. Böyle topluluklarda alttan yalnız “karşı-ihtilâller”, yani irtica gelir. Medeniyet düşmanlığının bir millî irade zevahiri almakla haklı olabileceğini düşünmek, bir budalalıktır.”
Falih Rıfkı Atay, Çankaya
“Zafer ve öncesi tamamiyle unutulmuştu. Bir yaz gününün küçük bir hatırasnı nakledeyim. Köprüden vapura binmiş, Büyükada’ya gidiyorduk. Kâzım Şinasi, galiba Necmettin Sadak, rahmetli Cavit Bey ve ben güvertede beraber oturmuştuk. Moda iskelesinde vapura İttihat ve Terakki Merkez-i Umumî azasından rahmetli Dr. Nâzım bindi. Cavit alaycı ve tenkitçi idi. Anadolu’yu da, Ankara’yı da, Mustafa Kemal’i de pek hafife alıyordu. Milletvekilliği taslamamak için tartışma aramıyordum. Fakat Doktor Nâzım tam bir intikamcı ve kinci dili kullanıyordu. Hristiyan azınlıklarla Türkler arasında fark yapıldığından şikâyet edecek kadar kendini unutmuştu. Politika tartışmalarını hiç sevmiyen Kâzım Şinasi bile, eski Merkez-i Umumî günlerini hatırlıyarak, bir aralık:

- Aman doktorcuğum, hiç olmazsa sen bunları söyleme... dedi.

Doktor Nâzım:

- Bizim zamanımız başka idi, şimdiki zaman başka... diye cevap verdi, sonra da:

- Trabzon İttihat ve Terakki şubesinin evrakı neşrolunsun. Kuvay-ı Milliye’yi kim yapmıştır, öğrenirsiniz, diyordu.

Cavit:

- Evet Mustafa Kemal bir devlet adamı olamaz, siyaset bilmez, hükûmet işleri bilmez, fakat askerliğine de bir şey diyemezsiniz ya! diyecek olmuştu. Doktor Nâzım:

- Askerlik mi? Ali İhsan Paşa ordunun başına geçsin. Plânları hazırlasın. Tam kumanda vereceği zaman sen gel, onu at, koşulu arabaya bin ve İzmir’e git... dedi.

Hatta kendi aralarında birbirine zıt birçok cereyanlar, Mustafa Kemal’i yıkmakta birleşmişlerdi. Hiç kimsenin de bir programı yoktu. Mustafa Kemal yıkılıp da ne olacaktı?”
Falih Rıfkı Atay, Çankaya
“Hemen hiç kimse de gidişattan memnun değildi. İleri hareketçiler, fırka seçimlerinde yüksek kadroya gerici hocaların sokulmasından şikâyetçi idiler. Bu kadrolarda, devrime inanarak Mustafa Kemal ile sonuna kadar çalışacak olanlardan hemen hiçbir genç yoktu. Büyük taktikçi, bu gençlerin kendisi ile birlik kalacağını bilmekte, asıl öteki ve aykırı kalabalığı nasıl yürüteceğini hesaplamakta idi. Onlar imtiyazlandıkça Mustafa Kemal’den ayrılmıyacaklar, ikbal nimetleri uğruna kanaatlerini kolayca feda edeceklerdi. Feda etmiyecek olanları da muhalif olarak karşısına alacaktı. Bizler, kendimizin ne kadar azlıkta olduğumuzu unutuyor ve bir ”tek”in bu bir avuç azlıkla nasıl bir duruma düşeceğini hesaplamıyorduk. O zaman düpedüz, sadece orduya dayanan bir istibdat rejimi kurmak lâzımdı. Mustafa Kemal ise Meclisçi idi. Her şey, son, en son imkânlar tecrübe edilerek millî iradenin “tecellisi” mantığına uymalı idi.”
Falih Rıfkı Atay, Çankaya
“Mustafa Kemal, Ağustostaki toplanışından 20 Ekime kadar hemen her gün Meclistedir. Parti grup toplantılarına reislik eder. Pek önemli işler olduğu vakit kürsüye çıkar, konuşur ve tartışmalar yapar.

Kendisine has bir reisliği vardı. O zamanlar takrirlerin oya konmadan önce reis tarafından açıklama yapılması âdetti. Mustafa Kemal’in açıklaması öyle olurdu ki, takririn kabul mü, yoksa ret mi edilmesini istediği anlaşılırdı. Bir defa böyle takrirlerden birini oya koydu, beklediğinin aksi çıkınca:

- Lütfen ellerinizi indirir misiniz? Galiba eyi izah edemedim.. dedi ve yeniden ret kararı istediğini hissettirerek izah etti. Büyük devrim devrinin başlangıcında hiçbir şeyi oluruna ve tesadüfe bırakmak niyetinde olmadığı belli idi.

Bir defa da Halk Partisi tüzüğü konuşulduğu zaman, hoca milletvekillerinden biri kürsüde ağır tenkitlerde bulunuyordu. Tenkitler hiç de hoşa gidecek şeyler değildi. Hoca bir aralık:

- Bu “asrî” kelimesi de ne demektir? deyince, Mustafa Kemal, reislik makamında oturduğunu unutarak, yukarıdan hatibe doğru eğildi:

- Adam olmak demektir, hocam, adam olmak... demişti.

Doğrusu bütün devrim programının da hulâsası bu idi.”
Falih Rıfkı Atay, Çankaya
“Bir gün “Akşam”da oturuyordum. Afyon Mebusu Ali Bey’le Antalya Mebusu Rasih Hoca beni görmiye geldiler. İstanbul’da Müdafaa-i Hukuk Cemiyetini kurmaya memur edilmişler.

“Gazi hazretleri sizinle Yakup Kadri Bey’in de bizimle çalışmanızı emretti” dediler.

Böylece ilk defa bir siyasî partiye girmiş oluyordum.

Milletvekili olmazdan önce Mustafa Kemal’i bir de İzmit gazeteciler toplantısında gördüm. Beraber olduklarımızdan Velid Ebuzziya’yı, İsmail Müştak’ı ve İttihat ve Terakki’nin eski İstanbul kâtib-i mes’ulü Kara Kemal’i hatırlıyorum.

Mustafa Kemal’in söylediğine göre Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti tarihî görevini artık bitirmişti. Yeni bir parti kurmak sırası idi. Bu fırkanın adı ne olmalı idi?

Bu konuşmalarda Mustafa Kemal’in bir liderlik vasfını daha öğrendim. Herkesi sonuna kadar söylemekte serbest bırakmak ve hiç hoşuna gitmiyecek fikirleri dahi sonuna kadar dinleme sabrını göstermek! Kesin kararını verinceye kadar böyle idi. Bu kesin kararı da herkesle beraber, herkesle inanarak, ortaklaşa bir karar hâline sokmaya dikkat ederdi. Bir gün “Arkadaşlarla verdiğimiz karar” diyebilmeli idi. Çocukluk arkadaşı ve yaveri Salih Bozok der ki: Fikirleri kendisince hiçbir değeri olmayan kimselerle görüştüğünü çok görmüşümdür. Hatta bir defasında dayanamayıp: Paşam, dedim, şu fikir danıştıkların arasında öyleleri var ki şaşıyorum. Bunların fikirlerine nasıl olsa sonunda katılmıyacaksın. Ne diye birer birer çağırıp karşında söyletirsin? Atatürk şu cevabı verdi: Bazan hiç umulmadık adamdan ben çok şeyler öğrenmişimdir. Hiçbir fikri aşağı görmemek lâzımdır. Sonunda kendi fikrimi tatbik edecek bile olsam, ayrı ayrı herkesi dinlemekten zevk alırım...”
Falih Rıfkı Atay, Çankaya
“Mecliste muhalifler zaferden beri taşkınlık için fırsat peşinde idiler. Zafer üzerine orduda terfiler yapılmıştı. Yeni rütbeler hükûmet tarafından verilmiş ve Meclis Başkanı Mustafa Kemal tarafından onaylanmıştı. Muhaliflere göre bu Meclisin hakkına saldırmaktı. Başbakan Rauf Bey işte bir yolsuzluk olmadığını ileri sürdü. Muhaliflerden Hüseyin Avni:

- Ben Meclis iradesini çiğneyenleri Yunanlı kadar memlekete zararlı sayarım, diyordu.

Mecliste sert çatışmalar oluyordu. Bir defasında Trabzon Milletvekili Ali Şükrü kürsüde konuşan Mustafa Kemal’e ağır sözler söyledi. Birbirlerinin üstlerine yürüdüler. Bu olaya çok sinirlenen Topal Osman bir adamını yollıyarak Ali Şükrü’yü konuşmak üzere Çankaya tarafındaki evine çağırır ve karşısındaki iskemleye oturur oturmaz boğdurur.

Vak’a çok önemli idi. Boğduran Mustafa Kemal’in muhafız komutanı. Mustafa Kemal’in evini bekliyen erler onun adamları. Düşmanları cinayeti Mustafa Kemal’den biliyorlardı. Mustafa Kemal, Muhafız Taburu Komutanı İsmail Hakkı’ya yakalama emri vererek kendisi eşi Lâtife Hanımla birlikte Çankaya’dan uzaklaştı. Şiddetli bir çarpışma sonunda Topal Osman ölü olarak ele geçti. Adamları Mustafa Kemal’in Çankaya’daki köşküne ateş etmişlerdi.

Fakat olay bununla kalmadı. Trabzon’da Faik Barutçu denen avukat ki Atatürk’ün ölümünden sonra İnönü’nün ilk milletvekillerinden biri olmuştur. “Katil Çankaya’da” başlıklı yazılar yazıyordu.

Lausanne konuşmaları devam ederken Meclisteki hoca takımı da ayaklanmıştı. Ankara’da yayınlanan bir broşürde ”Halife Meclisin, Meclis Halifenindir” deniyordu. İstanbul’daki Refet Paşa da halifeye iyice sokulmuştu. Bir aralık Seçim Kanunu’na bir madde eklenmesi için bir teklif getirdiler. Bu madde şu idi: “Büyük Millet Meclisine üye seçilebilmek için Türkiye’nin bugünkü sınırları içindeki yerler halkından olmak veya seçim çevresi içinde oturmuş olmak şarttır. Göç yolu ile gelenlerden Türkler ve Kürtler yerleşme tarihinden beş yıl geçmiş ise seçilebilirler.”

Bu madde doğrudan doğruya Mustafa Kemal’in seçilememesini sağlamak içindi. Mustafa Kemal kendisi kürsüde teklifin iç yüzünü açıkladı ve teklif geri çevrildi.

Lausanne’da görüşmeler bitmişti. Konferans sırasında aralarında geçen tartışmaları öne sürerek İsmet Paşa ile bir daha yüz yüze gelemiyeceğini söyliyen Rauf Bey Başbakanlıktan çekildi.”
Falih Rıfkı Atay, Çankaya
“Halide Hanım, Yakup Kadri, Ruşen Eşref, Asım Us ve ben Batı Anadolu üzerinden Bursa’ya giderek Yunan zulümleri üzerine belgeler toplayıp yazmayı kararlaştırdık. Yakup Kadri ile bana birer asker kaputu verdiler.

Bu yazılar "İzmir’den Bursa’ya" adlı bir kitapta toplanmıştır. Henüz çürümiyen cesetler ve neredeyse henüz tüten yangınlar içinden geçiyorduk. Yakup, külleri savrulan Manisa’ya, cetlerinin şehrine iki eli böğründe baka kaldı. Yunanlılar, çekilişlerinde, yok edici bir tahrip yapmışlardı. Yanmayanlar, vakit bulup da yakamadıkları, yaşayanlar, fırsat bulup da öldüremedikleri idi. İki millet arasında yalnız birinin arta kalacağı bir boğazlaşma geçmiş olduğunu görüyorduk. Batı Anadolu’yu Türkler için oturulmaz bir çöle çevirmek istiyen Yunanlılar, gerçekte kendi ırklarının, mitoloji masallarından son tarih günlerine kadar, bu topraklardaki yaşayışlarına son vermişlerdi. Rum halk köklerine kadar sökülüp atılmakta idi. Onlarla beraber İzmir’in, bütün Batı Anadolu’nun her türlü ekonomisini de köklerinden söküp atıyorduk. Bir merkezde kasabalılar bize gelmişler:

- Arabamızı tamir ettiremiyoruz, giden Hristiyanlardan sanat sahibi olanları geri göndertseniz... demişlerdi.

Yanmamış yerlerde çarşılar kapalı idi. Ticaret ve iyi tarım onların elinde olduğundan, Türkler alışmadıkları bir hayat tarzını yeni baştan kurmaya mahkûm idiler. Bu yeni hayat, yangın yerlerinde külden ve sıfırdan, ateş görmiyen yerlerde kapalı ve boş dükkânın açılmasından başlıyacaktı.

Yuvaları yanan, veya baba analarını, ya kardeş veya çocuklarını kaybeden halk, öfkeden ve kinden o kadar çıldırmıştı ki ellerinde balta ile esir kafilelerinin peşine düşüp:

- Hiç olmazsa birini verin, öldüreyim! diye yalvaran kadınlar görülüyordu. Hâlbuki Anadolu halk kadınları ne de yumuşak yürekli ve merhametlidirler!”
Falih Rıfkı Atay, Çankaya
“Karşıyaka’daki evimize gittik ama, üstümüze giymiş olduklarımızdan başla hiçbir eşyamız yoktu. Kramer Palas gerçi çok sonra yandı, fakat oraya kadar sokakları sökebilmek ihtimali yoktu.

Yangın, sonuna kadar yaktı ve doyarak dindi. Göztepe’de Mustafa Kemal Paşa’yı görmeye gidiyorduk. Arka caddeler atılan şapkalarla âdeta kaldırımlanmış gibi idi. Esirler geçiyordu. Durup dururken ikide bir:

- Yaşa Mustafa Kemal yaşa... diye bağırıyorlardı. Bunlar İzmir’e girdiklerinin birinci günü Şehit Fethi’yi:

- Zito Venizelos... diye bağırtmak için süngülemişlerdi.

Gâvur İzmir karanlıkta alev alev, gündüz tüte tüte yanıp bitti. Yangından sorumlu olanlar, o zaman bize söylendiğine göre, sadece Ermeni kundakçıları mı idi? Bu işte ordu Komutanı Nureddin Paşa’nın hayli marifeti olduğunu da söyliyenler çoktu. Atatürk’ün Nureddin Paşa’yı eskiden beri sevmediği “Nutuk”unda görünür. Zafer sırasında birinci ordunun başında bulunması da tesadüf eseri idi. Ali İhsan Sabis’in atılışından sonra, Atatürk Ali Fuad ve Refet paşalara komutanlığı teklif etmiş, ikisi de “kıdemsiz” İsmet Paşa’nın emrine girmek hoşlarına gitmiyerek, reddetmesi üzerine Nureddin Paşa hatıra gelmişti. Kibirli, dar kafalı, zulüm ve ceberut düşkünü bir kimse idi. Bu yüzden bir zamanlar Millet Meclisi kendini Harp Divanı’na verip mahkûm bile ettirmek istemişti. Bu kararın önüne geçmek için Mustafa Kemal’in ne kadar uğraşmış olduğunu “Nutuk”tan öğreniyoruz. Nureddin Paşa’nın biri İzmir’de biri İzmit’te tertip ettiği iki linçin hikâyesi gene o vakitler, bizi ikrah (tiksinme) içinde bırakmıştır. Bunlardan biri İzmir metropolidi Meletyos öteki de “Peyam-ı Sabah” yazarı Ali Kemal’dir.

Bildiklerimin doğrusunu yazmaya karar verdiğim için o zamanki notlarımdan bir sayfayı buraya aktarmak istiyorum: ”Yağmacılar da ateşin büyümesine yardım ettiler. En çok esef ettiğim (üzüldüğüm) şeylerden biri, bir fotoğrafçı dükkânını yağmaya giden subay, bütün taarruz harpleri boyunca çekmiş olduğu filmleri otelde bıraktığı için, bu tarihî vesikaların yanıp gitmesi olmuştur. İzmir’i niçin yakıyorduk? Kordon konakları, oteller ve gazinolar kalırsa, azınlıklardan kurtulamıyacağımızdan mı korkuyorduk? Birinci Dünya Harbinde Ermeniler tehcir olunduğu vakit, Anadolu şehir ve kasabalarının oturulabilir ne kadar mahalle ve semtleri varsa, gene bu korku ile yakmıştık. Bu kuru kuruya tahripçilik hissinden gelme bir şey değildir. Bunda bir aşağılık duygusunun da etkisi var. Bir Avrupa parçasına benzeyen her köşe, sanki Hristiyan veya yabancı olmak, mutlak bizim olmamak kaderinde idi. Bir harp daha olsa da yenilmiş olsak, İzmir’i arsalar halinde bırakmış olmak, şehrin Türklüğünü korumaya kâfi gelecek miydi? Koyu bir mutaassıp, öfkelendirici bir demagog olarak tanımış olduğum Nureddin Paşa olmasaydı, bu facianın sonuna kadar devam etmiyeceğini sanıyorum. Nureddin Paşa, ta Afyon’dan beri Yunanlıların yakıp kül ettiği Türk kasabalarının enkazını ve ağlayıp çırpınan halkını görerek gelen subayların ve neferlerin affetmez hınç ve intikam hislerinden de şüphesiz kuvvet almakta idi.”

Nitekim İzmir zaferinin hemen arkasından bir Nureddin Paşa meselesi çıkacaktır. Zaferin bu en küçük hisseli adamı İzmir’e girer girmez şöyle bir vizita kartı bastırmıştı: Küt-ül-Amare muhasırı, Afyon ve Dumlupınar muharebeleri galibi, İzmir fatihi Nureddin Paşa.” İzmir’de ilk buluştuğu adam da müftü idi. Nureddin Paşa kendisine bir vasiyetname bırakıyordu: Ölünce Kordon boyuna bir camii, bir de türbesi yapılacaktı. Fatih bu türbeye gömülecekti. Müftü, bir risalesi ile, biraz sonra irticaın bu sakallı ve azametli liderini bütün Türkiye yobazlarına takdim ettirmek üzere idi. İzmir’den İzmit’e gittiği zaman da, Çay’da komutanlara danışıldığı zaman:

- Yeni geldim, diye taarruz hakkında oy vermiyen bu adam:

- Ben Mesta-Karasu üstüne yürümek için hazırlanmıştım, beni burada tuttular, diyecekti.”
Falih Rıfkı Atay, Çankaya

« previous 1 3 4