Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı Quotes

Rate this book
Clear rating
Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı by Bilge Karasu
1,332 ratings, 3.95 average rating, 115 reviews
Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı Quotes Showing 1-15 of 15
“... Bu yol bitmez herhalde. İnsan ölür, o yolun bir yerinde kalır. Ama bu yolda ilerleme gücünü veren şey, bir şeyler yapmak dediği şeyi yapma gücünü veren şey, inançsa, Andronikos daha yolun başında yaya kalmıyor mu? İnanç değil de başka bir şey olabilir mi bu gücü veren?...”
Bilge Karasu, Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı
“Anlamaktan sonra gelen bir hal vardı: Kavramak. Anladığının bütün ağırlığını beyninde duymak, ellerinde, kollarında, damarlarında duymak.”
Bilge Karasu, A Long Day's Evening
“Serüven seven adam, tek başına yaşayabilir, tek başına yaşamak için yaratılmıştır. Çocukluğunda, az mı gemici, balıkçı öyküsü dinledi... Şimdi, o gemicileri, o balıkçıları gerçekten anlayabiliyor. Kendini düşünüyor; yalnızlıktan, başkalarıyla ancak istediği zaman görüşmekten, istemediği zaman başkalarından kaçmaktan hoşlanıyor. Ama yalnızlıktan hoşlandığı, yalnızlığı aradığı halde, asıl sevdiği, asıl aradığı, asıl kalabalık içinde bulunduğu, kalabalıktan uzak olmadığı bir sırada, bu kalabalıktan ayrılabilmek, yalnız kalabilmek, başkalarının yanından çekilmek, istediği için tek başına durabilmek... Farkında bunun. Yalnızlık zorunlu bir durum olmadığı zaman daha çok hoşlanıyor. Ama bir şey daha var bu duyguların içinde. Bir şey daha. Anlatılması güç... Sanki başkalarının varlığı uzaktan da olsa kendini sezdirmedikçe, Andronikos, bir türlü rahat edemiyor. Kendilerinden uzaklaşmak için de olsa başkalarının varlığı kendisine gerekli. Öyle bir şeyler, öyle bir şeyler dönüyor kafasında... Hep başkalarının varlığı gerek bu yalnızlığına. Şimdi ise, gerçekten yalnız, şehirden uzak, gerçekten tek başına kaldığı şu anda, şehirdeki yaşayışı, şehir yaşayışının küçük alışkanlıklarını arıyor; aradığının farkında; aramaktan korkuyor. Çekidüzen vermek istiyor kendine. Barınağı düşünüyor. Suyu, yiyececği düşünüyor.”
Bilge Karasu, A Long Day's Evening
“Tuhaf değil mi, kurtarmak istediği şeyi kurtarmak için ne gerekiyorsa yaptığını sanan kişinin, ömrünün sonunda o şeyi boğmakta en büyük payı kendi eliyle getirmiş olduğunu anlaması?”
Bilge Karasu, A Long Day's Evening
“Ama nasıl birtakım topraklar üzüm, birtakım sular lüfer yaşatıyor, üretiyorsa, birtakım kentler, birtakım insan toplulukları da kahraman yaratıyordu. Kendisinin kahraman olmaktan kaçınması, kahraman olmamak için bütün gücünü kullanmış olması, gerçekte bir şey değiştirmezdi. Önemli olan, kahraman yetiştiren bu kentlerin, bu insan topluluklarının onları yetiştirmez duruma gelebilmesiydi. Onları yetiştirmeği gereksinmemesiydi. Ama böyle bir şey nasıl olur, ne zaman olur? Bunu kimse bilmiyor daha.”
Bilge Karasu, A Long Day's Evening
“Güneşin doğduğu yer nasıl bilinmiyorsa, güneşin battığı yer nasıl bilinmiyorsa, buna karşılık bu güneşin dağların ardından çıkışı ile dağların ardına düşüşü arasındaki yolu az çok biliniyorsa, hele tepenizde durduğu zaman bu güneş nasıl bu dünyada bilinen birkaç, iyi bilinen birkaç şeyden biriyse, o yürüyüşün de başlangıç noktası ile bitim noktası sisli birtakım yeşilliklerin buğulu unutulmuşluğu içinde eriyor, ama ortasına yaklaştıkça, o yürüyüşün en parlak anı, öğle vakti, doruk noktası olan tepeye yaklaştıkça anılar aydınlanıyor, tepenin doruğunda hiç erimeyecek bir buz parçasının keskin aydınlığı içinde o yürüyüş, deniz kollarının birleştiği noktada, bütün öbür anılara meydan okuyan bir ölümsüzlüğe kavuşuyor.”
Bilge Karasu, A Long Day's Evening
“Yaşamayı eskitmekten
Eskitmek için kullanmak gerektir bir şeyi, herhangi bir şeyi
Yaşamayı tüketmekten
Bu da öyle, tüketmek için başlamak gerekir
Yaşama sanki hiç gelmeyecek, erişmeyecek bir bayram gibi, bir
Belki, belki bu yoldan giderek
Bir bayram nasıl beklenirse
Belki bu yoldan giderek bir şeye varacak
Bir bayrama nasıl hazırlık yapılırsa, nasıl, yaşamanın bütün kaygıları, işleri, oruçları bayrama yönelirse, o kaygılar, o işler, o oruçlar nasıl o bayramda gerekliklerinin doğrulanışını bulursa
Ama bayram gelirse
Burada duruyor. Bayram, gelirse...
Ama bütün bir ömür bayram hazırlığıyla geçer de o bayram gelmezse...”
Bilge Karasu, A Long Day's Evening
“Kendini de anlayabiliyor. Kendini düşünüyor; yalnızlıktan, başkalarıyla ancak istediği zaman görüşmekten, istemediği zaman başkalarından kaçmaktan hoşlanıyor. Ama yalnızlıktan hoşlandığı, yalnızlığı aradığı halde, asıl sevdiği, asıl aradığı, kalabalık içinde bulunduğu, kalabalıktan uzak olmadığı bir sırada, bu kalabalıktan ayrılabilmek, yalnız kalabilmek, başkalarının yanından çekilmek, istediği için tek başına durabilmek... Farkında bunun. Yalnızlık zorunlu bir durum olmadığı zaman daha çok hoşlanıyor. Ama bir şey daha var bu duyguların içinde. Bir şey daha. Anlatılması güç... Sanki başkalarının varlığı, uzaktan da olsa kendini sezdirmedikçe, Andronikos, bir türlü rahat edemiyor. Kendilerinden uzaklaşmak için de olsa başkalarının varlığı kendisine gerekli”
Bilge Karasu, Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı
“Kendini de seviyordu... Kendini de öldürmesi gerekiyordu...”
Bilge Karasu, Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı
“İnce bir vızıltı var havada, çok uzakta. Ölen çocuğunun başında ağıtları art arda dizen, uzun bir ağıt zincirinin boğumlarını halkalayan, halkalarını boğumlayan bir kadının sesi gibi. Yel estikçe yükselen, sonra belirsizleşen bir ince vızıltı. Sazlardan, sazlığın dibindeki sivrisineklerden geliyor olsa gerek. Bu geniş bataklığın, bu at adımına göre tutulmuş ölçülerin doğurduğu, iki tepe arasında kalmaklığın emzirdiği bataklığın karşı kıyısında, örenin dibindeki kulübelerde yaşayanların sarı benizli, şiş karınlı çocuklarını düşünüyor. Ama bu ağıt, çocukların analarından değil, sivrisineklerden geliyor.”
Bilge Karasu, A Long Day's Evening
“Ama sözlerin bir anlamı, bir değeri vardı hala. Onlar, -sözler, anlamları,- kolay kolay ölmüyor.”
Bilge Karasu, A Long Day's Evening
“Mide bulantısı gibi, korku bulantısı gibi geliyor, bir korkunun gönül bulantısı gibi geliyor ağzına doğru, midesinden ağzına doğru, o eski, sanki bütün ömrünce kendisini kovalamış olan o eski eksiklik, o suçluluk tadı. Sanki doğduğu günden bu yana durmadan duymuş da alışmış olduğu, insanın bozuk bir mideye, topal bir ayağa, görmeyen bir göze alıştığı, gene de arada bir acısını, eksikliğinin, hastalığının, sakatlığının acısını duyduğu gibi, alıştığı halde arasıra canını yakan bu tadı, bu mide bulantısı gibi tadı
Duruyor. Artık bunun üzerinde düşünmek bile boş. Yapabileceği tek bir şey var: Bu acı, yakıcı, öd gibi eksiklik, sakatlık, suçluluk tadının, midesinden ağzına yükselişini duymak, beklemek, susmak, katlanmak.”
Bilge Karasu, A Long Day's Evening
“Sevginin, kurmanın, yapmanın, sözü değil, kendisi gerek; yaşanması gerek bunların...”
Bilge Karasu, A Long Day's Evening
“Kendini duymak, gücünü sınamak, istediğini yapmağa gücü yetebileceğini anlamak için güç yoldan gitmek, iyidir, gereklidir. İnsanın, gerçekleşmesini istediği bir işe önce kendi benliğini koşması, işe önce kendinden başlaması gerekir.”
Bilge Karasu, A Long Day's Evening
“Mimarın birine yüzlerce, binlerce, kesilmiş, yontulmuş taş veriliyor, kendisinden bir saray yapması isteniyor. Bu öyle bir saray olacaktır ki içine giren kim olursa olsun, kendi eviymiş gibi, hangi odanın nerede bulunduğunu, hangi merdivenin nereden nereye götürdüğünü, hangi kapı açılıp hangi kapı kapanırsa hangi odadan hangi odaya geçileceğini bilsin; ama aynı zamanda öyle değişik, öyle ince yapılmış olacak ki bu saray, kim atarsa atsın adımını kapıdan içeri, ömrü boyunca böyle biryer görmediğini de, göremeyeceğini de bilsin, anlasın.
Yalnız, mimardan istenen bir şey daha vardır. Kendisine verilen taşlar renklidir. Bu taşları yan yana, üst üste dizerken, dizdirirken, aynı renkli iki taş ne yan yana gelecek, ne alt alta, ne üst üste. Koca sarayda, yalnız bir yerde, bir tek noktada, yalnız iki taş, aynı renkli iki taş yan yana düşebilecek.
Mimar işe başlamış, bütün uyanıklığıyla davranarak, bütün ustalığını kullandığını inanarak bir kat taşı dizdirmiş. İkinci sırayı dizdirirken karşılaştığı güçlüköerden yılmış. İlk sırayı bozmuş. Bir köşesinden başlayarak yapayım demiş sarayı. Birkaç dizi taştan sonra başka bir köşesine geçmiş. Artık, yaptıklarını yıkmak istemediği için. Gel zaman git zaman, aynı renkte iki taşı yan yana koymak zorunda kalacağını her görüşünde, o parçayı bırakıp biraz ötede yeni bir duvar parçası ördürmeğe başlamış. Aynı renkte iki taşı ancak tek bir kez yan yana koyabileceği düşüncesi onu o kadar yıldırmış ki bu iki taşın buluşmasını hep "ileride gerekserim." diyerek ertelemiş. Günler, aylar, yıllar geçmiş böylece; artık bir ayağı çukurda, her akşamla, her sabahla son gününü, son gecesini yaşayan, yaşaması olası bir kişi haline geldiğinde bir de farkına varmış ki
Bir de farkına varmış ki, korkusu içinde, yıllardan beri bütün işçileri yanından ayrılmış olduğu, gerçekte onları kendisi uzaklaştırdığı, tek başına kaldığı halde, sanki bütün işçilerin tükenen sabrını kendinde biriktirerek, bütün işçilerinde tükenen kendi sabrını gönlünün gönlünde toplayarak, bütün işçilerin gücünü kollarına aktarmağa çalışarak ördüğü parça parça duvarlar kendisine verilen arsanın her yerini doldurmuş. Ama hepsi ayrı duruyor, hepsi birleştirilmeği bekliyor. Bu arada sarayı, sarayın gerçekleştirmesi gereken koşulları aklından büsbütün çıkarmış olduğu için bu duvarları birleştirmeğe, kapatmağa gücü yetse bile, ömrü yetse bile, bu bitecek yapı saraya değil, herkesin bilebileceği ama eşine kimsenin rastlamamış olacağı bir saraya değil, hayvanların barınabileceği bir ahıra bile benzemeyecek. Ne saray ne yapı varmış ortada, ne de bunların düşüncesi.

İoakim'in içinde bir tek soru kıvrılmıştı o gece, inceden inceye: Yapmasa ne olurdu? Uğraşmasa ne olurdu?
O yaşta, yükümü anlamaktan çok yadsımağa yakındır insan...
O gece anlatılan masalın bu noktayı aydınlatan, cevaplayan bir yerleri vardı herhalde. Orasını ansımıyor. Ancak, bütün bu bilgiler, bir insanın bu oyunu niye kabul edebileceğini, bu oyuna, bütün ömrünü harcatan böyle bir oyuna niye girebileceğini anlatamazdı o yaşta bir İoakim'e. Andronikos, hayatını o kadar dolduran bir anı, bir yaşayış biçimiydi ki bu mimarla kendi arasında herhangi bir bağ görememiş, ya da herhangi bir bağ olamayacağını kesinlikle düşünememişti.
Doğulu köle, saatlerce sürmüş gibi olan masalını bitirdikten sonra İoakim'e şunu sormuştu: Ne anladın bunlardan? Bu masal sana neyi düşündürmek ister? Sonra İoakim'in karşılığını beklemeden doğrulup yerinden kalkmıştı. Yürürken "Hayat" demişti, o kadar.”
Bilge Karasu, A Long Day's Evening