Bir değişim meselesi
Dün akşam Cem Şen'in İçsel Simya Dersleri 1. Modülü bitirdim.
Sekiz online dersin yalnızca sonuncusuna girerek kendimi bir hayli şaşırttım. Çünkü ben herhangi bir eğitime katıldığımda, bundan kaytaracak, dersleri aksatacak bir tip değilimdir, bildiğin inek öğrenci modunda, öğrenmeye aç ve meraklı girer, takip eder, notlarımı tutarım. Ancak İçsel Simya dersleri mevzubahis olduğunda, hakikaten hayat bir türlü canlı derslere katılmama izin vermedi. Kayıttan dinlemekle yetindim. Bir radyo tiyatrosu gibi. Çünkü ders kayıtları, ses kaydı olarak paylaşılıyor.
Bu dersler ne hakkında, ne öğrendin, ne işine yaradı, tavsiye eder misin diye soracak olursanız. Yanıt muazzam bir berraklıkta gelmeyecek. Augustine'e zamanı sormuşlar. "Sormazsanız biliyorum, sorarsanız söyleyemem," demiş. Benimki de işte o hesap. Yine de deneyeceğim.
İçsel Simya dersleri değişim vaadini taşıyor. Zihnimizin bize hizmet etmeyen, zamanımızı, enerjimizi çalan, aklımızı bulandıran, bizi alaşağı eden yanlarını geride bırakıp daha şefkatli, meraklı, özenli, dikkatli, esnek, sevgi dolu ve cömert olmaya davet ediyor örneğin.
Sorunları, o sorunları üreten zihinle çözemezsiniz, diyor.
Zihnin, en iyi, en nazik arkadaşımız olmadığını hatırlatıyor.
Açık ve şefkatli bir kalple dinlemenin önemini üstüne basa basa hatırlatıyor. Dinle! Aradan düşüncelerini, önyargılarını, tahminlerini, varsayımlarını çek ve dinle. İşte bu yüzden bir ağzın ve iki kulağın var. Kulaklarını hakkını ver.
Olanı, olduğu gibi kabul etmeyi kavrayamamak gerçek bir baş belası. Belirsizliklerle (dolayısıyla da sonsuz potansiyelle dolu bir dünyada) bize iyi geleceğini düşündüğümüz, inandığımız değerlere sımsıkı yapışmak, onlara sımsıkı tutunmak yalnızca endişe, kaygı ve korkuyu tetikliyor. Bu bir tuzak gibi önümüzde uzanırken, uyanık olmak, içine düşmemek için yoğun çaba gerekiyor. Anımsanması gereken mühim meselelerden birisi daha!
Bunların hepsi doğru. Hiçbiriyle ilk temasım değil, elbette, keza sizin için de öyle olmalı. Bununla beraber bir bilgiyi, kelime kelime bilmek, alıntılamak, cümle içinde kullanmak, onu gerçekten de kavradığın, hayatına uygulayabildiğin anlamına gelmiyor. Kabul edelim, zihin iyi bir uşak ama kötü bir efendi. Yoksa bize neden sürekli yetersizsin, beceriksizsin, tembelsin desin; başkalarına kulp taksın, bol keseden negatif etiketler yapıştırsın. "Amma da düşüncesiz, hödüğün teki, kaba, sarsak, sinir bozucu..." Çoğaltmak mümkün. Bu yargılardan ve de önyargılardan sıyrılıp her defasında adeta sıfır noktasına gelmek ve yeniden berrak bir bilinçle, sevecen bir kalple, anlayışla başlamak, her bir güne, her bir ilişkiye. Şiddetsiz İletişim'de yaptığımız bir alıştırma vardı. Karşındakine bakıp pek çok insanlık hâllerini tekrarlıyordun. "O da tıpkı benim gibi. Acı çekmiş.", "O da tıpkı benim gibi ..." diye diye. Bir masal vardır hani, bir kadın çocuğunu kaybetmiş, acıdan aklını kaybedecek gibi bir bilgeye başvuruyor. Tamam, diyor bilge, sana yardım edeceğim, acını bitireceğim ancak bana hiç yas tutulmamış bir evden bir kâse süt getir. Acılı anne, ev ev dolaşıyor. Acılı bir ev bulamıyor ama her bir hanede soluklandığında işittiği hikâyeler, ona yaşadığının bir insanlık hâli olduğunu anımsatıyor, acısı hâlâ içinde ancak kalbi ferah bilgenin yanına dönüyor. Alıştırmanın etkisi de tam o hesap. Kişinin içini şefkatle, anlayışla dolduruyor. Şefkatli, anlayışlı ve empatik kişiliğe sahip olmak, herkesin doğuştan sahip olduğu nitelikler değil maalesef. İzleyerek, görerek öğrenilen şeylerden. Anadil gibi belki biraz. Birinin bize öğretmesi lazım. Yoksa o anlayışsızlığın, şefkatsizliğin içimize içimize batması, ok gibi, bıçak gibi, kaçınılmaz. Korunmak için örülen duvarların ardında yalnız ve kimsesiz kalma riski de cabası.
Tuğba Gürbüz's Blog
- Tuğba Gürbüz's profile
- 1 follower

