Anılar, çağrışımlar...
Haziran ayından itibaren ayda bir kez iş yeri yemeği yapıyoruz. Dahası her defasında yeni bir mekâna gitmeye çalışıyoruz. Bazen yeni tatlar deniyoruz, Adanalı bir çiftten Uzak Doğu yemeği denedik örneğin. Tam tutmasa da fena değildi. Farklı bir tat denemiş, girişimci bir çifti desteklemiştik. Her nereye gidersek gidelim sonunda kendimizi deniz kenarında veya denize tepeden bakarken buluyoruz. Suya bakmak, su kenarında olmak benim için temel ihtiyaç gibi bir şey. Babam Çanakkale'den Kayseri'ye tayin olduğunda ne kadar zorlandığımı hatırlıyorum. İlk kez ha deyince deniz kenarına çıkamamanın verdiği şaşkınlık, üzüntü, hem arkadaşlarından hem sevdiğin şehirden, hem denizden ayrılmanın yol açtığı yas...
Annem öğretmen olduğu için, beni kırk günlükken bırakıp çalışmaya döndüğü için bakıcı teyzelerin elinden çıkıp kreşe başlama yaşım epeyce küçük. İlk günümü hatırlamıyorum dahi. Annem elini sıkı sıkı tuttuğumu, bırakmak istemediğimi söylüyor. Belki annelere özgü vicdan azabı yaşadığı. Bende tek olumsuz kare yok zira, bu ayrılığa dair. Bilinçaltında neler yatıyor bilemem. Oralara da girmek istemem. Çünkü bahsedeceğim bu değil. Üç yaşında bebeyken başladığım okul hayatında ağladığım tek gün lise ikiye geçtiğim gündü. O gün doğum günümdü. Ben hazırlıktan beri tanıdığım, sevdiğim arkadaşlarım yerine yabancı bir şehirde, yabancı insanlarla çevriliydim. Zil çaldı. Sınıfa girdik. Lojmandan benimle yaşıt bir arkadaş (yaz tatilinde taşındığımız için tanışıp arkadaş olmuş ve lojman ortamına alışmış, sevmiştim) ile aynı sınıfa kayıt olmuştum. İlk günü kolayca atlatabilmem için beni arkadaşlarıyla tanıştırmış, elinden geleni yapmıştı. Hakkını yiyemem. Okulun ilk günü, her zamanki gibiydi. Herkes birbirine yaz tatilinde neler yaptığını anlatıyor, ayrı geçen zamanı telafi etmeye çalışıyordu. Havada espriler uçuşuyordu ama ben gülmüyordum. Çünkü mizah, acı gibi değil, evrensel bir dili yok, aşinalık ve yarenlik gerektiriyor. Kendini ait hissedememenin zirve noktasıydı o gün, benim için. Çocukluktan çıktığım gündü belki de. Hani bir şey olur ve saflığını, masumiyetini kaybedersin, seni içeride güvende tutan duvarlar kırılır ve dünyadaki mevcut kötülükleri, zorlukları görürsün ve bir daha eskisi gibi olamazsın. Benim bu masumiyeti lise yıllarına kadar koruyabilmiş olmam bir mucizeydi belki ama o gün olan oldu ve ben bir daha hiçbir zaman kendimi yüzde yüz bir yere ait hissetmedim. Bu his, yine burada kayboldu galiba, geri döndüğümde. Ne şehir aynıydı, ne ben. Bıraktıklarım yerli yerinde değildi ama yine de aşina bir şeyler var. Benim yürüdüğüm kumsallarda yürüyor kızım, benimle aynı denize kulaç atıyor. Bunda insana iyi gelen bir yan var, iyimser bir yan. Laf lafı açtı. Çenem düştü. Anılar "beni de gör beni de gör" diye bağırmakta. Oysa en başta anlatmak istediğim, Kayseri'ye gittiğimde, rakın ikiden binlerce metreye yükseldiğimde denizi görememek, iyot kokusunu içime çekememek, ayaklarımın tabanında kum tanelerini hissetmeye hasret kalmak, martı seslerini, vapur düdüklerini duyamamaktı. Uyur uyanık saatlerde bazen tren düdükleri çalınırdı kulağıma. Gözlerimi içinde bulunduğum gerçekliğe açmak istemiyor, kendimi yeniden deniz kenarında hayal ediyor, "Denizi Özleyenler İçin" şiirinin dizelerini geçiriyorum zihnimden ve deniz kenarında kalanlara biteviye mektuplar yazıyordum. Devir değişti, mektupların yerini epostalar, blog yazıları aldı. Benim için yazmak böyle bir şey işte. Beni zorlayan, yoklayan yerlerde kendimi yeniden konumlandırabilmek için, kendimi ait hissedebilmek için geride kalanlara yazmak ve onlardan gelecek yanıtı beklemek.
Yani diyeceğim o ki sevgili okur, konuş ki, seni duyayım, konuş ki üzerine bastığım dünya renklensin, şenlensin, ben o eski, gamsız, tasasız liseli kız olayım yeniden, bir anlığına.
Tuğba Gürbüz's Blog
- Tuğba Gürbüz's profile
- 1 follower

