Atina Günlükleri 3
14 Åubat 2020
Atina
[image error]Kaldi Kafe
Bugün size Kaldi kahvesinden yazıyorum. Kaldi bizim mahallede sayılır. On dakika yürüyerek geliyorum. Yürürken Salman Rushdie’nin Geceyarısı Ãocukları’nı dinliyorum bu ara. Bu kitabı 2000li yılların baÅında bir defa Sundance’de okumuÅtum. Türkçesinden. Sonra Tayland’daki mahallemizin kitapçısından İngilizcesini buldum.
Mahallemizin kitapçısı yaman bir yerdi. Åehrin tek ingilizce kitap satan dükkanıydı bir defa. Yoga okulumuzun ve Lisa Lippuner’in galerisinin bulunduÄu “soi” de bulunuyordu kitapçı. Beni sevmediÄine ikna olduÄum, erkeksi hatlara sahip bir kadın iÅletiyordu orayı. Soi, Tai dilinde küçük sokak demek. Bahsi geçen soi’nin kendi sahiden de küçüktü ama anlamı benim için devasaydı. Ãünkü Soi yoga hocalarımın da dahil olduÄu pek cool bir grup farang (Tayland’a yerleÅmiÅ Batılılar) yerleÅkesi olarak görev yapıyordu Åehirde. Soi’nin en sonunda ise sırtçantalı gezginlerin kaldıÄı Mutmee Guesthouse vardı. Hâlâ da var. Soi’nin üzerinde saÄlı sollu yer alan renkli, bakımlı iki katlı evlerde hâlâ ilk yoga hocalarımın da dahil olduÄu cool faranglar yaÅıyor.
Ben henüz otuz yaÅında bile deÄildim ve o soi’de bir ev sahibi olmak için yanıp tutuÅuyordum. Soi’de yaÅarsam cool farangların ayda bir defa Mutmee Guesthouse’da tertipledikleri akÅam yemeklerine davet edilebilirdim. Ãünkü davet sahiplerinin etrafında ne kadar dolanıp dursam da beni bir türlü akÅamlarına dahil etmiyorlae, aralarına almıyorlardı. Ben yeniydim orada. Fazla gençtim. Fazla taze. Kalıcı olup olmayacaÄım belli deÄildi. Nong Khai adlı o küçük, o özelliksiz kentin anlaÅılmaz bir büyüsü vardı. Mutmee’de kalan gezginler sırt çantalarını bırakıp yerleÅiverirlerdi oraya. ÅaÅırtıcı bir farang nüfusu geliÅmiÅti bulanık bir nehrin kıyısına kurulmuÅ, kasabadan bozma Nong Khai’da. Bir iki sene kalan çoktu. Marifet o üç seneyi aÅmak, oraya kök salmak, Soi’nin asilzadelerine katılacak kadar sebatlı olduÄunu kanıtlamaktı.
Ben kanıtlayamadım. Onlar haklıydılar. Ben ise geçiciydim. Bu yüzden de onlar Mutmee Guesthouse’un muz aÄaçları, hamaklar, palmiyeler, Åezlonglar, kediler, kurbaÄalarla dolu bahçesinde, uzun büyük masada hep beraber yemek yerleken ben evimin üst katında, bulanık nehre bakan odamda oturup çay içtim, Geceyarısı Ãocukları’nı okudum.
(Åimdi buraya bir parantez açmak Åart oldu. O zamanların üzerinden on beÅ yıl geçti. Soi’nin insanlarıyla sosyal medyada yeniden buluÅtuk. Beni örnek olan nice genç kadın Nong Khai’e gitti, ilk hocalarımın yoga kurslarına katıldı, Mutmee Guesthouse’da kaldı. Soi’nin insanlarının istisnasız hepsinden -kitapçının sahibi erkeksi kadına kadar- bana ulaÅan mesaj beni ne kadar özlediklerine, beni ne kadar sevdiklerine dairdi. Ben onların beni dıÅladıklarına inanarak orada üç yılımı geçirdim. SevilmediÄime inandım. Sevilesi bir insan olmadıÄıma. BoÅ yere üzüldüm. MeÄer o insanların kalbinde bir yer edinmiÅim. KeÅke Åimdi otuz yaÅındaki kendime bir mektup yazabilsem ve sevilesi bir insan olduÄumu ona anlatabilsem. Ãrkerek o insanların arasında dolanacaÄına, kabul bekleyeceÄine, masalarına otursaydım, bir hikaye anlatıp çorbaya kendimden bir Åey katsaydım… )
Parantezden çıktım ama bu konudan çıkamadım. İnsanın ilk ihtiyacı aidiyetmiÅ. Bunu psikoloji dersinde okumuÅtuk. İnsan yavrusu bir gruba ait olmazsa yaÅamını sürdüremeyeceÄini bildiÄi için ailesine canına sarılır gibi sarılırmıÅ. Belki de bu yüzden bizi en çok inciten Åeyleden birisi dahil olmak istediÄimiz bir grup tarafından reddedilmek. Bu korku ilkokul yıllarımızdan beri bizi hayalet gibi kovalayan bir korku. İlkokuldaki kızlar arasındaki kıskançlıklar da hep bu dıÅlanma korkusundan geliyor.
İlkokul geldiÄine göre konu, dün kaldıÄım yere döneyim.
İlkokul ikinci sınıfta, sekiz yaÅındayken çok hastalandım. Tam olarak bana ne oldu bilmiyorum. Streptokokla baÅlayan ve bir türlü iyileÅmeyen bir dizi komplikasyon yüzünden çok uzun süre okula gidemedim. (Bana Åimdi aylar gibi geliyor ama herhalde sadece bir iki haftaydı) AkÅamları iÄneci evimize geliyor ve buz gibi penisilin iÄnesi vuruyordu popoma. Gündüzleri, eÄer annem fakülteye gittiyse onun yataÄında oturuyordum. Yan dairede oturan büyük halam ve bebekliÄimden beri bana bakan “HabiduÅ” Hasibe benimle duruyorlardı. Gündüzleri televizyon yoktu. Bilgisayarların evlere girmesi iki üç sene sonra olacaktı. Gamewatch diye bir Åey vardı. Mickey Mouse saÄa sola koÅup dört bir köÅeden dökülen yumurtaları elindeki sepete toplamaya çalıÅıyordu. Sekiz yaÅında bir çocuÄu bile bir süre sonra bayan bir oyuncaktı. Tüm kitaplarımı okumuÅtum. Milliyet Ãocuk’un sayfalarını çeviriyordum kim bilir kaçıncı kez. Birden kapı çalındı. HabiduÅ Hasibe açtı. Postacı Ramazan’ın sesini duydum. Hemen yorganların, çarÅafların arasından fırlayıp pijamalarımla çıplak ayak kapıya koÅtum. HabiduÅ kızdı, ayaklarımı üÅüteceÄim diye.Bizim yerler bordo marleydi o zamanlar. Postacı Ramazan’ın uzattıÄı pakedi kaptım. Ne olduÄunu biliyordum. GeldiÄine inananamıyordum sadece. Ben sipariÅ etmiÅtim. Tek baÅıma Milliyet Ãocuk’tan çıkan formu doldurmuÅ, zartlamıÅ, pullamıÅ, Postacı Ramazan’a ellerimle teslim etmiÅtim zarfımı.
Yorganın altına girip paketi parçaladım. Evet oydu! Küçük Prens kasedim gelmiÅti. Milliyet Ãocuk’ta ilanın görüp de tek baÅıma sipariÅ verdiÄim kaset sahiden de gelmiÅti. Demek böyle Åeyler mümkündü dünyada. Parasını da ödememiÅtim. Nasıl gelmiÅti acaba? Bunu az bir Åey dert ettikten sınra baÅ ucumdaki kaset çalara kasedimi yerleÅtirdim…. Bir Mozart ezgisiyle açıldı. BaÅımı yastıÄıma bırakıp gözlerimi kapattım. Ãlkü Giray anlatmaya baÅladı.
Altı yıl öncesine kadar beni gerçekten anlayacak bir dost bulamadan yapayalnız yaÅadım. Â
Böyle açılan bir öykü hangi çocuÄun kalbini çalmaz? Hangi çocuk yalnızlıktan azade bir hayat sürer?
Küçük Prens kendinden biraz büyük bir gezegende yaÅarmıÅ. Kendine bir dost ararmıÅ.
Hasta yataÄımda kasedimi dinlerken usul usul aÄlamaya baÅladım. Ama bu sefer yaÅlar her zamanki “tantrum” yaÅlarımdan farklıydı. Ãok derin bir hüzne dokunmuÅtu Küçük Prens. Sadece benim sandıÄım zannettiÄim bir kederin evrenselliÄini kavradıÄım andı. Hem kedere aÄlıyordum, hem de yalnızlıÄı hissediÅte yalnız olmadıÄımı bilmenin tuhaf paradoksuna.
Ne acı bir dostu unutmak, dünyada kaç kiÅinin dostu var ki?
İyi edebiyatın bize armaÄanı tam da bu deÄil mi?
Peki tamam, biraz da havadis:
[image error]Atina’nın Poli’li gelinleri
Dün akÅam Atina’nın tatlısı Sinem ile yakıÅıklı eÅi Alexandros’un kahvesi Exodus’ta bir kitap akÅamı düzenledik. Åömineyi yaktık. Ãaylar kaynadı. Benim kitapları masaya yaydık. Burada yaÅayan ve hemen hepsi bizim gibi Yunan erkeklerle evli kadınlar geldiler. Ãok tekil sandıÄımız bir durumun masanın etrafını saran herkes tarafından yaÅandıÄını hatırlamanın neÅesi sardı bizi. Kısır çıktı ortaya, patates salatası, imzalar attım, beylere benim kitapların Yunacalarını, kadınlara aynı kitapların Türkçelerini imzaladım. En seksi kitap Yaz SıcaÄı, en çok aranan ama bulunamayan kitap Mavi Orman seçildi. En kısa zamanda yeniden buluÅmak üzere deyip ayrıldık.
Yalnız deÄiliz. Hatırlamaya ihtiyacımız var sadece.
Bu sabah daha gözlerimi açmadan tarihi biliyordum. BaÅımı çevirmeden (soÄan kokusu yüzünden bizim Bey baÅımı ondan öte yana çevirerek uyumamı rica etmiÅti dün gece), gözlerimi açmadan kocamın sevgililer gününü kutladım, sonra kahve yapmak üzere kalktım. Aklımdan tüm aÅklarım geçti. Bir tanesini bile acıyla hatırlamadıÄımı düÅünerek sevindim. Hepsini içimden kutladım.
Åu dizeler o saatten beri dilimde, yazmasam olmazdı:
Bu yalnızlık hiç bitmez
Ne kavgam bitti ne sevdam
Ãmür geçer gönül geçmez
Benden selam söyleyin bütün aÅklarıma.
[image error]AÅK GÃÃà – Atinalı hemÅeriler