Yiğit Yavuz's Blog

July 6, 2017

Radyoda Edebiyat, Edebiyatta Radyo

Ülkemizde 1941 yılından itibaren, o zamanki “Devlet Radyosu”nun neşriyatı olan Radyo mecmuası çıkmıştı. İyi ki de çıkmıştı, çünkü o dönemdeki yayınlara ait ses kayıtlarına sahip değiliz; Radyo mecmuası olmasaydı, yayıncılığımızın 1936’dan TRT’nin kuruluşuna kadar geçen 28 yıllık dönemine dair bilgimiz iyice kıt kalacaktı. Şimdi en azından, mecmuanın çıktığı yıllardaki yayın akışı, program türleri ve içerikleri, o günlerin yayıncılığa bakış açısı hakkında fikir sahibiyiz. Mecmuanın sayılarını inceleyince gördüğümüz üzere, kuruluşundan itibaren Türkiye Cumhuriyeti’nin yeni insanını yaratmanın, eğitmenin, şekillendirmenin bir aracı olarak görülen devlet radyosunda, kültür ve sanata önemli yer ayrılmıştı. 15 Mayıs 1943 tarihli sayının Burhan Belge imzalı giriş yazısında, Cumhuriyet’in kültür ve sanata verdiği önemin Avrupa’nın da önüne geçtiği savunularak, şöyle deniyordu:

“… bütün imkânlar sanatın emrine verilmekte; bütün taze zekâlar, kıymetler ve istidatlar san’atın emrine girmekte ve milletin gönlü yüksek bir san’at hayatının âyinlerine yavaş yavaş açılarak, bir büyük milli san’atın doğması için en başta gelen şartı hazırlamaktadır. Bu başta gelen şart ‘initiation’, yani ‘san’atın yüksek tarikatına girmek hususunda lâzım idrâk kademesiyle bilgi ve duygu mertebesi’ne, geniş halk yığınlarımızın erişdirilmesidir. İşte, Ankara Devlet Radyosu’nun üzerine almış olduğu vazife budur.”

Radyoya kültür ve sanat alanında biçilen bu misyon doğrultusunda, dil ve edebiyat konusunda ülkenin en yetkin, en bilgili yazarlarına programlar yaptırılmıştı. “Güzel Türkçemiz” programını Falih Rıfkı Atay, “Şiir Sanatı” programını Ahmet Muhip Dıranas, “Yazı Yazmak Sanatı” programını da Şevket Rado hazırlamıştı. Okumuş çevreler için, edebiyat alanındaki gelişmeleri, yeni kitapları takip etmenin aracı olmuştu radyo. 4 Ocak 1942’de başlayan, her salı 19:45’te yayınlanan ve sadece on dakika devam eden “Kitap Saati” büyük ilgi görüp uzun zaman devam etmişti. Teoman Yazgan’ın “Önce Radyo Vardı” adlı kitabında anlattığına göre, programın yapımcısı Adnan Ötüken, tanıttığı kitapları o kadar etkileyici bir üslupla anlatırdı ki kitapseverler o yayını bir an önce edinmek heyecanına kapılırlardı. Ama bu her zaman mümkün olmazdı; şimdiki gibi bir dağıtım ve satış sistemi yoktu çünkü.

Radyo mecmuasındaki yazılardan anladığımız kadarıyla, Adnan Ötüken her neviden yeni kitabı tanıtıyordu:İslam Ansiklopedisi, Japonya ve Japonlar, İnsan ve Hayvanlarda Kan Grupları, Oğullarımızı Nasıl Yetiştirmeli, Stratigrafik Jeoloji adlı eserler, bu programda kendine yer bulmuştu mesela. Programda edebiyat yok muydu; vardı elbette. Örnek verirsek, bir programındaki konuşmasını, Maarif Vekilliği’nin yayımlamaya başladığı çeviri klasikler dizisinin tanıtımına ayırmıştı Ötüken.

Baki Süha Ediboğlu, 15 Temmuz 1942 tarihli sayıda, “her cumartesi günü radyoda saat 21:45’den 22’ye kadar olan 15 dakikalık” zamandan bahsediyor: Bu 15 dakika, yeni şiir saatidir ve bu saatte “bazan Yunus Emre’nin lirik bir nefesini, bazan Fuzulu’nin dertli bir gazelini, bazan Kaygusuz Abdal’ın serazât dörtlüklerini dinlersiniz.” Şiirler, çoğunluğu Tarih, Dil ve Coğrafya Fakültesi’de talebe olan 7-8 kişi tarafından okunur. Yayından sonra aralarında şöyle konuşmalar geçer:

— Nasıl, iyi oldu mu, sesim titremedi ya?
— Hayır hayır… Çok güzeldi.
— İlk şiiri okurken fenalıklar geçirdim…
— Niçin?
— Bilmem; gözlerim karardı… ellerim titremiye başladı.
— Hiç merak etme çok güzel okudun.

Bütün bu kitap ve edebiyat programları o kadar tutulmuştu ki, radyodaki edebiyatın asıl okuma eyleminin yerine geçeceği evhamına kapılanlar olmuştu. Nezih Manyas, “Radyo Okuma Hevesini Körletmez” başlıklı yazısında, “Çok tabii olan bir soru vardır: Radyo neşriyatını dinlemeye alıştıkça, okumayı ihmal etmiye başlamayacak mıyız?” diyerek, “radyo neşriyatının gazetelere ve kitaplara rakip olmayışının” sebeplerini kendince anlattıktan sonra, okurun içini şu sözlerle ferahlatıyor: “Radyomuzun Kitapsevenler Saatinde bahsi geçen kitaplara karşı rağbet hissedilir derecede artıyor; hatta işin daha tuhafı, Avrupa radyo istasyonlarının programlarında mikrofon önünde tefrika gibi kısım kısım okunan romanların bile satışı hemen yükseliyormuş.”

Radyo edebiyata önem verirken, edebiyatın kahramanları da radyoyu sever elbet. Kimi zaman, bağımlılık düzeyine çıkan bir sevgidir bu; Nâzım Hikmet’in, Radyo mecmuasının çıkmaya başladığı yıllarda yazmaya başladığı manzum eseri Memleketimden İnsan Manzaraları’nda gördüğümüz, kısa dalga tutkunu Cevdet Bey’de olduğu gibi:

“Kokainoman
eroinoman
nikotinoman
megaloman filan
var ya Hacıbaba,
ben de elli beş yaşında bir radyomanım.
Yani
illetimiz radyomani.
İnsanların seslerini dinliyorum
dünyanın dört bucağından bana sesleniyorlar.
Onlarla alakamız uzaktan,
yaptıkları işler umurumda değil
bunları nasıl anlattıklarına meraklıyım.
Şarkılarını da seviyorum doğrusu,
hangi dilde, hangi usulde olursa olsun,
yeryüzünün bütün şarkılarını.
Fakat farkında mısınız?
Şimdi hem şarkı söylüyorlar, Hacıbaba,
hem de gırtlak gırtlağa harbediyorlar yine.
Nasıl harbettiklerini de bir anlatıyorlar hani,
Sanırsın şarkı söylüyorlar aşka dair.”

Nâzım’ın anlatısındakine benzer bir radyoman, 2005 yılında, Hasan Ali Toptaş’ın Uykuların Doğusu kitabında çıkar karşımıza. Bu roman kahramanı, tıpkı Cevdet Bey gibi, bir kısa dalga tutkunudur:

“Adına radyo denen bu bir avuçluk metal yığını, bana çocukluğumun o soğuk ve ıssız gecelerinde kanlı canlı bir insan gibi eşlik etti bir bakıma. Hatta, ruhumda gezinip duran boşlukların karanlığından tuttu da, beni kendisine bir daha kopmamacasına sımsıkı bağladı. Öyle ki, o yıllarda, elimdeki çantayla birlikte okuldan döndüğümde annemin hazırladığı yemeğe bile bakmadan soluğu hemen onun yanında alıyordum artık. Alınca da, yatağın üzerine boylu boyunca uzanıp bir çırpıda düğmesini çeviriyor ve ölçülemeyecek kadar küçük adımlarla, istasyonlar arasında yavaş yavaş gezinmeye başlıyordum. Şurası Budapeşte, burası Şam, orası Tiran, ötesi Sofya, berisi Moskova demeden bir süre ortalıkla gelişigüzel cirit atıyordum açıkçası. Kimi zaman da, işte böyle yeryüzünün çeşitli köşelerinde avare avare gezinirken, büyüklüğü ve gücü akla hayale sığmayan meçhul bir şey tarafından kovalanıyormuşum gibi birdenbire hızlanıyordum. Budapeşte’deyken hiç beklenmedik bir anda koşup Şam’da soluklanmak, Sofya’ya varmışken hala Tiran’daki konuşmaları duymak, ya da birbirine karışan uzak sinyal sesleriyle metalik cızırtıların karanlığında döne döne Ankara’yı ararken birdenbire Tahran’la karşılaşmak bir hayli hoşuma gidiyordu çünkü. Hatta, bana o anda bütün bu şehirleri sihirli bir kutunun içine doldurmuşum da, ağzımı kulaklarıma doğru yayarak, inanılmaz bir keyifle sürekli çalkalıyormuşum gibi geliyordu.

Ben çalkaladıkça, onlar da ister istemez birbirleriyle yer değiştiriyorlardı tabii. Başka bir deyişle, dünyanın düzeni dediğimiz düzen benim odamda, insanın başını döndüren korkunç bir hızla alt üst oluyordu. (…) Şehirler böyle yer değiştirip diller ve mevsimler birbirine karıştıkça, dünyaya hükmediyormuşum gibi, benim ellerime de sanki karıncalanmaya benzeyen, tanrısal bir tat bulaşıyordu o sırada. (…) Bana, şayet radyoyu kapatıp uyuyacak olursam, dünya hiç beklenmedik bir şekilde birdenbire duracakmış gibi geliyordu işte o zaman..."

Radyo-edebiyat ilişkisini ele alırken, radyo dramasına değinmemek olmaz. Çünkü radyo draması, edebiyata en yakın duran yapım türüdür. TRT İstanbul Radyosu prodüktörü ve yazar Nursel Duruel’in deyişiyle, “yapısal özellikleriyle öykünün kardeşi, imgesel yanıyla şiirin sevgilisi”dir. Radyoculuğumuzun ilk dönemlerinden itibaren, kaçınılmaz olarak, radyo dramasının yayınlar içindeki yeri çok önemliydi. Edebiyatımızın önemli isimlerinin, çok sayıda “radyofonik” oyun yazdığını biliyoruz. Yaşar Nabi Nayır, Behçet Necatigil, Adalet Ağaoğlu, Ekrem Reşit Rey, Haldun Taner bunların en tanınmışları. Teknoloji çağdaş insana oyalanacak yeni yeni görsel ve işitsel alanlar sundukça, gerek radyonun, gerekse edebiyatın hayatımızda işgal ettiği yer azaldı; buna paralel olarak, radyoyla edebiyat arasındaki, eskiden daha sıkı fıkı olan ilişkide soğuma var; bunun belki en belirgin göstergesi, radyo oyunlarının eski cazibesini kaybetmiş olması. Radyo draması eskisi kadar üretilmemeye ve bilhassa çocuklar, gençler tarafından dinlenmemeye başlayınca, radyo tiyatrosunu bilmeyen nesiller yetişti. Bir öğretmen arkadaşım, lise son sınıf öğrencilerine Agatha Christie’nin bir kitabından uyarlanmış eski radyo oyununu dinlettiğinde, öğrencilerin çok şaşırdığından bahsetmişti: Böyle bir yapımı ilk defa dinliyorlarmış. Televizyonun evlerimize bu ölçüde hâkim olmadığı radyonun altın çağında,Arkası Yarın’ların, Çocuk Bahçesi’nin bizler için ne kadar önemli olduğunu ve çocukluğumuzun bir yanını biçimlendirerek, bugünkü varlığımızın oluşumuna katkıda bulunduğunu, görsellik çağının bireylerine nasıl anlatmalı? Edebiyat ürünlerini sese büründüren kitap okuma programları da tarihe mal oldu sayılır: Onlar da, yurt odalarında portatif radyosunu yastığın altına koyup Bir Roman Bir Hikâye’yi dinleyerek uykuya dalan üniversite öğrencilerinin anılarında kaldılar.

Şimdilik ülkemizde durum böyle; yarın ne olur bilinmez. Geçtiğimiz günlerde bir eğitim çalışması vesilesiyle tanıştığımız, ABU Radyo Direktörü Vijay Sadhu’dan öğrendiğimize göre, Hindistan’da bu ülkenin öykü anlatma geleneğini radyoda başarıyla sürdüren bir meslektaşımız varmış. Öykülerini anlatmaya başladığında, milyonlarca insanı radyo başına topluyormuş: İsmi Neelesh Misra. Böyle insanları, onların yaratıcı yeniliklerini takip edip inceleyerek, radyoda edebiyatın, edebiyatta radyonun geleceğine dair umutlarımızı canlı tutmanın somut gerekçelerini ortaya koyabiliriz belki.


Kaynakça:
- Çok Sevilen Az Bilinen Bir Edebi Tür: Radyo Oyunu; Nursel Duruel, Kitaplık dergisi, 70. Sayı, Mart 2004.
- Memleketimden İnsan Manzaraları, Nâzım Hikmet, YKY, Haziran 2008.
- Önce Radyo Vardı, Teoman Yazgan, Tekin Yayınevi, Ocak 2006.
- Radyo mecmuası, 1941-1943 arası sayılar.
- Uykuların Doğusu, Hasan Ali Toptaş, Doğan Kitap, Eylül 2005.


*TRT "Radyovizyon" dergisinin Temmuz 2015 sayısında çıkan yazı.
1 like ·   •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on July 06, 2017 06:54 Tags: radyo-edebiyat

Babil Kitaplığı'nın Yeniden Basımı

Kırmızı Kedi Yayınları’nın yeniden basmaya başladığı “Babil Kitaplığı” serisi 18 yıl önceye, bu kitapların basıldığı 1998’e götürdü beni. “Dost’un önü” tabiri, bizim için bir ağız alışkanlığıdır: Ankara Dost Kitabevi’nin yakın zaman önce ne yazık ki kapanan Konur Sokak’taki yeri, buluşma ve uğrak noktamızdı; Dost Kitabevi Yayınevi ise o yıl çok güzel kitaplar basarak yayın hayatına başlamıştı. Bu kitapların en çok iz bırakanı, edebiyatseverleri en fazla memnun edeni, “Babil Kitaplığı” dizisiydi.

1998’de Google yeni ortaya çıkıyordu; malumata henüz bu kadar kolay ve hızlı, bir bakıma da emniyetsiz biçimde ulaşılmıyordu. Uzun yıllar sonra şimdi, kapağında “Jorge Luis Borges tarafından hazırlanan fantastik edebiyat dizisi” yazan o seçkinin yeniden basımı vesilesiyle bir yazı yazmam istenince, geçmişe dönük bir araştırma yapmak gereğini hissettim. Edindiğim bilgileri aktarayım:

Jorge Luis Borges’ten başlayayım. İsmi “Horhe Luis Borhes” şeklinde telaffuz edilen yazarın, İngiliz kökenli bir ailenin çocuğu olarak Arjantin’de doğduğu, İspanyolcadan önce İngilizceyi öğrendiği biliniyor. Yazarlıktan başka bir şeyle mutlu olamayacağını erken fark etmiş ama geçimini sağlamak için Buenos Aires’teki bir kütüphanede çalışmak zorunda kalmış. Kütüphanedeki dokuz yılı yoğun bir mutsuzluk içinde geçmiş, lakin kendisine şöhret getiren sürüyle öyküyü de bu dönemde yazmış ve kütüphaneci olarak da çok başarılıymış. Bu ikili başarısı sebebiyle antolojilerde yer verilmek üzere öyküler, romanlar seçmesini isteyen kişiler olmuş. İtalyan sanat yayıncısı Franco Maria Ricci de bu kişilerden biri işte: 1974 senesinde, Borges’ten bir fantastik edebiyat ürünleri derlemesi hazırlamasını ve bunlara önsözler yazmasını rica etmiş. Borges derlemenin Colección del hombre (kabaca “bir adamın derlemesi”) adı altında toplanmasını istiyormuş aslında ama Ricci, Borges’in öykülerinden olan “Babil Kütüphanesi”ni, dizi adı olarak kullanmakta ısrarcı olmuş. Borges de (belki gönülsüzce) bu talebi kabul etmiş.

Söz konusu öyküden bahsetmek lazım: 1941 tarihli bu çok komplike anlatıda Borges, 410 sayfalık kitapların bulunduğu bir kütüphane tasavvur eder. Bu kitap evreni, adedi belirsiz, belki sonsuz sayıda altıgen galerilerden oluşur. Kütüphanedeki raflarda 20 küsur yazım simgesinin, her dilde her şeyin ifade edilmesini mümkün kılan tüm olası bileşimleri mevcuttur. Yazar Jonathan Basile, bu muhayyel kütüphanedeki her bir kitapta, sayfa başına düşen 3200 karakterin tüm olası dizimlerini üretmek için uğraşmış ve geçtiğimiz günlerde ortaya, libraryofbabel.info adresindeki dijital kütüphane ortaya çıkmıştı; burada kullanıcılar 104.677 potansiyel kitap arasında gezinme imkânı buluyor.

İşte bu meşhur öyküden ilham alan dizinin İtalyanca adı, “La Biblioteca di Babele”. Aslında Türkçeye “Babil Kitaplığı” diye çevrilmesinin sorunlu olduğu kanısındayım. Kitaplık ile kütüphane aynı şey değildir ve Borges’in yukarıda andığımız hikâyesi bir kitaplığı değil, “kütüphane”yi konu edinir.

“La Biblioteca di Babele” dizisi içinde, 1975-1985 arasında 33 kitap yayımlanmış. Öykü ve novella tarzındaki metinlerin toplandığı ciltlerde Jack London, H. G. Wells, Kafka gibi ünlü yazarların yanında, P’u Sung-Ling, William Beckford, Cazotte gibi daha az okunan isimlerin de imzası var. Borges 29 kitaba önsöz yazmış; kitapların geriye kalan dördü Ricci tarafından, Borges’in yardımına başvurmaksızın hazırlanmış. Dost Kitabevi Yayınevi, serinin 30 kitabını basmış; üç kitap nedense çevrilmeden kalmış. Hangileri? Kitapların tamamı elimde olmadığından, kesin şekilde bilemiyorum. Ama Dost’un kendi internet sitesinde artık dizinin sadece yirmi kitabı görülebilirken,http://www.fantascienza.com/catalogo/... adresinde Franco Maria Ricci dizisindeki tüm kitapların isim ve kapakları mevcut.

1983’te, Siruela Kontu Jacobo Fitz-James Stuart’ın yayınevi Siruela, diziyi İspanyolca olarak basmaya başlamış. Siruela, kendi baskısında Ricci’nin kapaklarını aynen kullanmış: tıpkı Dost Kitabevi Yayınları’nın yaptığı gibi. Bu kapaklar çizimleriyle, renkleriyle, kartonun pütürlü ve yumuşak dokusuyla cezbediyor bizi. Seçilen ince uzun boyut, kalın ve arkasını göstermeyen güzel kitap kâğıdı, dikişli cilt ve seçilen font bir araya gelerek baskının estetiğini bütünlüyor. Künye sayfasındaki şu ibareyi okumak bunca yıl sonra hâlâ hoşuma gidiyor: “Bu kitaplar, Adobe Page Maker 6.5’te formatlanmış ve Adobe Type Library Bodoni yazı karakterleri kullanılarak hazırlanmıştır.”

Kırmızı Kedi Yayınevi’nin farklı bir sırayla basmayı seçtiği kitaplar (FMR ve Dost dizisi P’u Sung-Ling’in Konuk Kaplan’ıyla başlar, bu yeni basım ise Borges’in 25 Ağustos 1983 ve Diğer Öyküler’yle başlıyor) yeni kapaklara, yeni bir tasarıma sahip. Yayınevi, güzel çevirilerle hazırlanmış bu güzel diziyi canlandırarak gençliğimizin bir parçasıyla bizi tekrar, yeni nesilleri ise ilk kez buluşturuyor.

*eganba.com sitesinde yayımlanmıştır.
1 like ·   •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on July 06, 2017 06:52 Tags: babil-kitaplığı, borges

Yazmak mı zor, çevirmek mi?

Yazmak mı zor, çevirmek mi?
Yiğit Yavuz


Birçok kişi, çevirmenin yazmaktan daha zor, daha meşakkatli olduğunu söyler. Hem yazar, hem çevirmen olan Tim Parks, bu fikirdedir mesela. Şu yazının başına oturana dek, daha doğrusu yazı için fikir oluşturmak için el attığım Görünmez Adam üst başlıklı Tahsin Yücel Kitabı’na göz atıncaya dek, ben de aynı şekilde düşünüyordum. Ama okuduğum sözler, yani Yücel’in görüşleri, bu hususu tekrar gözden geçirmeme yol açtı. Diyor ki Yücel:

“Kolaylık görel bir şey. Çeviri de genellikle zor bir iş, uğraşmayı gerektirir. (…) Sonra işin başka bir yanı daha var: Çeviriye ayırdığın zaman kendi yazacaklarından çaldığın zamandır. Gençlik döneminde bunun fena bir şey olmadığı düşünülebilir: Aklına her eseni yazmaya kalkmanı engeller. Ancak her şeyin bir ölçüsü vardır. Şurasını da belirtmek gerekir: Çeviri yapmak zordur, ama yazmaktan kolaydır her zaman. Yazarken, yalnızca düşte, düşüncede olanı, yani daha belirlenmemiş, biçimlenmemiş olanı biçimlendirip ortaya çıkarırsın; çeviride nesne önünde hazırdır, yalnızca kendi diline aktarılmayı bekler.”

Tahsin Yücel, “Böyle olunca, yazmaktan sıkıldın mı çeviriye sığınırsın,” diye devam ediyor.

Demek iki hat arasında geçiş yapabilen, çeviri hattını genel anlamda, yazma hattına göre daha konforlu, daha rahat bulan bir kalem erbabı Yücel. Anlaşılan, yazma sürecini çeviri süreciyle karşılaştırırken, zorluk-kolaylık denklemini bir çırpıda kurmak, bu konuda genel bir yargıya varmak doğru değilmiş.

Belki şöyle söylemek lazım: Yazının da, çevirinin de zoru-kolayı var. Bilhassa yaratıcı, kurmaca bir metin yazmak sancılı bir süreçtir şüphesiz; yine, metnin niteliğine bağlı olarak, son derece sancılı çeviri süreçleri vardır. Yani yazarın yazdıklarına, çevirmenin çevirdiklerine bakmadan, metinlerin niteliğini ve zorluk değerlerini/derecelerini ölçmeden, böyle bir kıyaslama yapamayız.

Ayrıca bu denklem, kişisel özellikler göz önünde tutularak kurulmalıdır: Kimi insan için kurmaca yazmak kolay, çeviri ise azaptır. Kimi insan çeviriyi kendine uygun görür, severek, hatta aşkla yapar ama kurmaca bir metin yazamaz. Bir yazar dostum, bunca kitap çevirirken niçin kendi kitaplarımı yazmadığımı anlamakta zorluk çekiyor. “Benim kendi hikâyelerim, anlatacağım bir hikâye yok,” diyorum, “Nasıl olmaz?” diye soruyor. Kendisi için, hikâyeler kurmak ve gördüğü, duyduğu her şeyi bir öykü formuna sokup kâğıda dökmek bir alışkanlık, bir refleks olmuş anladığım kadarıyla. Çevirmen sıfatıyla benim böyle bir refleksim de yok, arzum da. Başkalarının yazdığı kurmacalar içinde dolaşmayı ve onları bir dilden diğerine aktarmaktan duyduğum hazzı, kendi kurmacalarımı oluştururken bulacağımı hiç sanmıyorum. O yüzden, kendi hikâyelerim yok ve herhalde hiç olmayacak.

Kötü bir şey mi bu? Kaybım ne olabilir: Yazarlığın yüksek tahtına oturmaktan mahrum kalmak mı? Kitap fuarlarında imza günlerimin düzenlenmemesi mi mesela? Kurduğum büyülü dünyalara hayran kalmış okurlarımın bulunmayacak olması mı? Hiçbir zaman bir yazar gibi tanınmamak, bilinmemek mi yoksa: Şimdilerde ismim ister iç kapakta saklı kalsın, isterse dış kapakta yer alsın; pek bir şey değişmiyor. Çevirmen her halükârda fark edilmeyen, fark edilse de ismi akılda kalmayan oluyor. Çevirdiğim yazarın ya da eserin önemi de, çevirmen olarak ismimi parlatmaya yetmiyor; ben de çevirmenlerin çoğu gibi, Tahsin Yücel’in söyleşi kitabına ismini veren kişiyim: Görünmez Adam.

Bu gerçeği defalarca tecrübe ettim. Çevirdiğim en zorlu, en ünlü metinleri okuyanlar bile –ki bazıları sıradan tabir edemeyeceğim okurlardı; kimisi yazar, kimisi editördü mesela- benim, yani çevirmenin ismine dikkat etmeden geçmişlerdi. Demek ki çeviriyi başarılı bulmuşlardı; aksi takdirde, yani çeviriden rahatsızlık duymuş olsalar, mutlaka öğrenmek için dönüp kapağa bakarlardı: “Bu berbat hataları yapan çevirmen hangi Allah’ın belası acaba?” Böyledir; en fazla fark edilen, göze çarpan çevirmen, kötü çevirmendir. En çok hissedilen çeviri, kötü yapılmış çeviridir çünkü. İşini iyi yapmış çevirmenin metni sorunsuzca akıp gider; çevirmeni de hissetmeyiz dolayısıyla.

Böyle düşününce, şunu söylemek mümkün sanki: Yazarlık mı zor, çevirmenlik mi sorusuna yanıt ararken, meseleye teknik açıdan bakmanın ötesinde, edebi yazarlığın ve edebi çevirmenliğin bu uğraşları (yahut yerine göre, meslekleri) icra edene neler getirdiğine, neler götürdüğüne bakmakta fayda var. Çünkü yazar da, çevirmen de, icra ettiği metin işini maddi ya da manevi bir karşılık bekleyerek yapıyor; en azından genel olarak durum böyle: Kendimizden başka okuru bulunmayacak bir metin yazmayız; bu metin bir alışveriş listesi ya da mahrem bir günlük değilse şayet. Böyle bir metni çevirmek zahmetine ise, herhalde asla girmeyiz. Elimizden çıkan metnin −bu metin ister yazı, ister çeviri olsun− bir yerde basıldığını, okunduğunu, takdir edildiğini görmek ve bilmek isteriz; okurlarımız olsun ve bunlar mümkün olduğunca çok sayıda olsun isteriz. Jack London’ın romanında Martin Eden’a, “İnşallah dergilere tek bir satır yollamazsın. Hizmet edeceğin tek efendi, güzellik olsun. Ona hizmet et ve gerisini boşver gitsin!” diye nasihatte bulunan Brissenden’ın sözünün, gerçek hayatta ve yazar ruhunda karşılığı yoktur. Biz okunmak, daha çok okunmak ve beğenilmek için yazarız. Bu beğeninin yazara para, başarı ve şöhret getirmesi beklenir; ardından yazarın etrafında bir hale oluşturması, bu halenin de zaman içinde kendisine bir “okur topluluğu”nu çekmesi…

Bu şöhret ve başarı halesi, yazarındır; çevirmenin değil. Yukarıda belirttiğim gibi, çevirmen görünmez olandır; öyle olması da beklenir. İşini pürüzsüzce, sessizce yapmalı ve kendini belli etmeden bir kenara çekilmelidir. Okur topluluğu, öyle olmasını bekler. Gerçi çevirmeni görünür kılma yönünde bir takım çabalar olmaz değil; çevirmen röportajları, çeviri ödülleri görürüz zaman zaman. Yine de yazarın aksine, çevirmenin öyle çok merak edilen, hayatı ve kişilik özellikleri sorgulanan, gizemli bir varlık gibi görülmediğini söylemek, herhalde isabetlidir. Çevirmen, bir metin işçisidir nihayetinde; figür olarak pek bir albenisi yoktur. Gerçek yaratının yaldızlı tahtı ve yüksek makamı, yazarlar içindir.

Böyle deyince, yazarlar karşısında çevirmenin sönükleştirilmiş konumuna isyan edesim ve Tahsin Yücel’in sözüne direnesim geldi: “Çeviride nesne önünde hazırdır, yalnızca kendi diline aktarılmayı bekler,” demek ne kadar doğru? Sözcükler, cümleler bir kaptan diğerine sıvı aktarır gibi dilden dile aktarılır mı? Asla böyle değildir süreç. Öyle olsa, iki dile de hâkim olan her kişinin çeviri işini başarıyla ve rahatlıkla yapmasını beklerdik. Oysa dil bilgisi, çevirmenliğin bileşenlerinden sadece biridir. Daha birçok özellik gereklidir çevirmen olmak için: Kelimelere ve diller arası ilişkilere duyulan ilgi ve merak, okuma sevgisi, sabır ve sebat hemen tahmin edilebilecek özellikler. Ama çevirmenin niteliklerinden önce, çeviri sürecinin kendi niteliğine yönelirsek, daha temel bir itirazı dillendirmek mümkündür: Çeviri esas olarak bir dilden diğer dile yapılmaz; bir kültürden diğer kültüre yapılır; burada bir aktarımdan ziyade, Umberto Eco’nun deyişiyle bir “kayış” söz konusudur: Çeviri her zaman, bir kültürden diğerine kayışı ifade eder. Bu kayışın nasıl gerçekleşeceği, çevirmenin metne getireceği yoruma bağlı olacaktır. Bilhassa edebi çevirilerde, iki metin arasında yeterli kültürel eşleşme sağlanamadıysa, çeviri doğru, hatasız ama yine de başarısız olabilir. Bazı çevirilerin anlam bakımından hatasız iken, kaynak metnin etkisinden ve güzelliğinden uzak kalmaları, bilhassa sözünü ettiğimiz kültürel hamlenin başarısızlığındandır. İşte bu noktada, çevirmenin yaratıcı dil becerisinin ne kadar önemli olduğunu anlarız. Hal böyleyken, çeviriyi hazır bir nesnenin bir dilden diğerine aktarılmasından ibaret bir iş olarak nitelemek reva mıdır? El cevap: Değildir.

Ama ben baştaki yargımı tekrarlayayım: Kimi insana yazmak kolay gelir, kimi insana çeviri yapmak. Aslında kolay-zor sözleri de çok isabetli bir seçim olmadı. İfadeyi baştan kuralım: Kimi insanlara yazarlık, kimi insanlara çevirmenlik uyar; kimileri ise sadece iyi okurlardır. Herkes en iyi yapabildiği işle meşgul olmalı. Bilmem bu yazı ne kadar iyi oldu… İşin aslı, konuyu toparlamak biraz zor geldi bana. Siz en iyisi beni, çevirilerimle baş başa bırakın.

(Karahindiba dergisinin Haziran-Temmuz-Ağustos 2017 sayısında yayımlanmıştır.)
6 likes ·   •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on July 06, 2017 00:36 Tags: yazmak, çeviri, çevirmenlik