Şölen Yücel's Blog

May 14, 2018

EY YOLCU, YOL YOKTUR. YÜRÜDÜKÇE YAPILIR YOL…

Bir zamanlar home sweet home


Bundan 2,5 yıl önce işimden istifa edip ve eşyalarımı bir depoya kaldırıp yola çıktığımda, bugün varacağım noktayı hayal bile edemezdim. Niyetim, bir yıl süreyle seyahat edip, sonra geri dönüp yeniden bir iş bulmaktı. O zamanki vizyonum, daha ötesini düşünmeyi kaldıracak kapasitede değildi. Bir yıl boyunca özgür olsam, dünyayı gezsem daha ne isterdim? Sonra dönüp, gece gündüz çalışmak bana hiç koymazdı.


2015 yılının Ekim ayında, sırtımdaki çantada birkaç parça eşyam ile düştüm yola. İlk durağım Hindistan’dan itibaren anladım ki, ben tasmamın ipini yalnızca uzatmak değil, toptan koparmak istiyordum.


Yine de nasıl olacağı konusunda hiçbir fikre sahip değildim. Hayatım boyunca, bordrolu maaşlı bir beyaz yakalı olarak çalışmıştım, girişimciliğin genlerimde olduğunu düşünmüyordum. SGK primlerim yatmazsa, aman allahım! Ne halt ederdim?


 


 


 


 


Zaman da yolla birlikte aktı. Karşıma çıkan her insanla biraz daha açıldı kafam. Fark ettim ki, yapmak istediğim, insanlara bir şeyler katabilmekti. O yüzden yemek anlatacağım diye başladığım ve bu yüzden adını “eatravels” koyduğum blogum yavaş yavaş başka bir şeye doğru evrilmeye başladı. Ben yemekten vazgeçtim, öğrenilmiş çaresizliklerimizi nasıl yeneriz, onu anlatmaya başladım.


Şimdi, buradan size o blogla nasıl zengin oldum, onu anlatmak isterdim ama tabii ki öyle bir şey olmadı. Blog’dan hiç para kazanmadım ama çok kalp kazandım, sadık okurlar kazandım. Dünyanın en güzel mesajlarını aldım… Bence bu, bir gelir elde etmekten kat kat değerli. Blogun faydası, bana ne yapmak istediğimi fark etmemi sağlamak oldu. Yazmak istiyordum, anlatmak istiyordum, insanlara dokunabilmeyi istiyordum…


Eatravels’ın ilk hali…


Güney Amerika ayağını bitirip gezimi tamamladığım zaman bir roman yazmak istediğime karar verdim ve beş aylığına Bali Adası’ndaki Ubud kasabasına taşındım.


Kitabın yazıldığı ve bittiği, Ubud’daki evim


Hayatımı yeniden kurguladıktan sonra, bir hikâye kurgulamak daha kolay geldi bana.


Kendi kaderimi değiştirirken, romandaki kahramanların kaderlerini yazmak…


Sonra şansım yaver gitti… İnsan kafasına bir şeyler yapmayı koyunca ve yaptığı işe tüm kalbiyle inanınca şans da yanında yer alıyor galiba. Yazdıktan altı ay sonra Ejderhalar, Filler ve Öpücükler’i rafta gördüm.


Ejderhalar, Filler ve Öpücükler


İlk gördüğüm anı hiç unutmayacağım, utanmasam kitabı raftan kapıp “Ey ahalii… Bakın, bunu ben yazdım!” diye bağıracaktım. Sessizce, tam bir hanımefendi gibi elime alıp, yabancıymışım gibi göz attım. İçimden dans ede ede, kitapçıdan usulca çıktım.


İnsan başlarken, geleceği yeri hâyâl edemiyor. Çünkü yürümeye başlamadan, o tepenin arkasında onun neyi beklediğini göremiyor. Yol beni aldı, dolaştırdı ve İstanbul’da bir kitapçı vitrininin önünde bıraktı.


Kitabın girişine İspanyol şair Antonio Machado’dan bir alıntı yaptım: “Ey yolcu, yol yoktur. Yürüdükçe yapılır yol.”


O yüzden, “XXX ülkesine gideceğim. Nerelere gitmeliyim, ne görmeliyim?” sorusu yanlış bir soru gibi geliyor bana. Bazen, meydanlarda, restoranlarda, ören yerlerinde aradığın bir sorunun cevabını trendeki bir yabancının gözlerinde buluyor insan çünkü.


Ben, tamamen şans eseri Hindistan’da evlerinde kaldığım Asha ve Maya ile tanışmasaydım bu kitapta Zoya ve Nisha diye iki karakter olmayacaktı mesela.


O gün Chiang Mai’de sağa dönmeyip de, sola dönseydim İspanyol gezgin Leo’ya ilham veren Rafa ile hiç tanışmayacaktım.


Rafa ve Ben, Vietnam’da…


Yolun seni nereye taşıyacağını asla bilemiyorsun. Tek yapman gereken yürümek ve biraz daha yürümek…


Çünkü Machado’nun da dediği gibi, “…yol diye bir şey yoktur, senin ayak izlerindir yol.”


 


Takip etmek için:


Instagram: @solen_yucel


Facebook: Eatravels


The post EY YOLCU, YOL YOKTUR. YÜRÜDÜKÇE YAPILIR YOL… appeared first on Eatravels.

1 like ·   •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on May 14, 2018 07:35

December 3, 2017

KALBİN KAPILARI AÇILDIĞINDA, DÜNYA DAHA GÜZEL BİR YERE DÖNÜŞÜR.

“Hiçbir zaman aynı olamayacağımız gerçeği bizi aynı kılan. Hepimiz tüm renklerin ve kültürlerin farklı ve kendine has olduğu gerçeğiyle birleşmiş haldeyiz. Aynı yerçekimiyle dünyaya tutunmanın verdiği bir uyumun gerçekliğindeyiz. Aynı kanı paylaşmıyoruz ama bizi hayatta tutan aynı havayı paylaşıyoruz…”


C. Joybell


 


Endonezya’ya, İstanbul’dan 12 saat boyunca uçarak varabiliyorsunuz. Aramızda yalnızca ülkeler ve kıtalar değil, yaşam tarzı ve kültür olarak da fersah fersah mesafe var. Ama birine n’apıyorsun diye sormak istedğinizde “Ngapayin?” Yani Nâpayin demeniz yeterli. Biraz Ege köylüsü gibi ağzınızı yaya yaya konuşursanız, kelimeyi doğru telaffuz ettiniz demektir.


Çünkü ile başlayan bir cümle kurmak isterseniz sebap kelimesiyle başlayacaksınız. Belki demek isterseniz mumgkin yani mümkün… Dünya’nın bir ucundaki bir ülkeden bahsediyorum ama Dünya onlar için de aynı Dunia


Endonezce kursunda şok üzerine şok yaşıyordum. Benimle birlikte aynı sınıfı paylaşan, Avustralyalı, Rus, İzlandalı ve Amerikalılar güç bela cümle kurarken, ben kelimeleri kolayca öğrendiğim için beni “dahi” ilan etmişlerdi. “Nasıl aklında tutuyorsun?” diye sorup duruyorlardı. E haber kelimesinin Endonezcesi “kabar” olunca, benim için unutmak söz konusu değil.


Bizim dil aslında bizim dil falan değilmiş. Sarongunu giymiş, tanrılara çiçek ve papaya sunan adam Napayin? Diyor. “Saya istirahat” yani “Dinleniyorum” diyor. Biz dünyayı dolaşmadan çok önce sözcükler dolaşıp, yerlerini bulmuş bile.


Dünyayı gezmeye başladığımda, hiç dil bilmeseniz bile insanların anlaşabileceğini keşfetmiştim. Beden dili, çoğu zaman dil bariyerini aşıyordu. Bir de sıcak ve içten bir gülümseme. Siz gülümsediğinizde, karşı taraf da gülümsüyor ve kalbin kapıları açılıveriyordu.


En son bir tapınakta çalışan konuşma engelli bir kadınla oturup epey muhabbet ettik. Kadının kaç çocuğu olduğunu, kaç yaşında olduğunu, ne zamandır tapınakta çalıştığını hiç zorlanmadan öğrendim. O da aynı şekilde benim hayat hikayemi öğreniverdi beş dakika içinde.


Koluma Tridatu adı verilen, üç renkli bir bileklik takıp, tanrıların koruması altına aldıktan sonra yolcu etti beni. Bir kelime dahi konuşmamıştık ama çok iyi anlamıştık birbirimizi. Daha sonra o bileklik kopana kadar kaldı bileğimde, Bali’de hiç motor kazası yapmamış olmayı o bilekliğe bağlıyorum ben de olabilecek en batıl inançlı halimle. Çünkü bir şeye inandığınız takdirde onu gerçek kılıyorsunuz zaten.


Tapınakta tanıştığım Balili kadın


Normalde yabancılarla fiziksel temasa girmekten hoşlanan bir yapım yoktur ama yoldayken, bacaklarıma sarılan çocuklardan, kolumdan çekip sofraya oturtan teyzelerden, düğünde beni çekiştirerek kaldırıp, meydanda oynatan Taylandlı kadınlardan hiç çekinmedim. Anlaşmamızın zaten başka yolu yoktu, kelimeler yetmediğinde, geriye el sıkışmalar, gülümsemeler, sarılmalar kalmıştı sadece iyi niyeti belli etmek için. Gözdeki bir pırıltı…


Aynı dili konuşmadığım yabancılar çok yardım ettiler bana. Türkiye’ye geldiğimde herkesin ilk sorusu “Tek başına gezmek, çok zor değil mi?” oluyor bana… Dünyada milyarlarca insan varken, aslında yalnız olmanın mümkün olmadığını anlatmaya çalışıyorum ben de.


Yalnızlık sen tercih ettiğinde yaşayabileceğin bir ayrıcalık. Gülümsemezsin, elindeki cep telefonuna veya kitabına odaklanırsın veya odandan çıkmazsın… Buyur işte yalnızsın.


İstanbul’a geldiğimde en zorlandığım şey, yabancılarla konuşmamak oluyor benim için. Ne tuhaf, aynı dili konuştuğum insanlarla oturup sohbet edemiyorum. Oysa, dışarıdayken evlerinde uyuyorum yabancıların. Couchsurfing için gidip, aile üyesi olarak ayrılıyorum genelde. Bazen göz yaşları içerisinde ayrılıyoruz aynı dili konuşmasak da. Sao Paulo’da evinde kaldığım Natalia’nın annesi tek kelime İngilizce bilmiyordu ben de Portekizce. Yine de beraber menemen yaptık, sonra da tarifini malzemeleri işaret ederek verdim. Evlerinden ayrılırken, Natalia’nın deyimiyle “Turkish Eggs” bıraktım benden geriye. Bir kez menemen yemiş Brezilyalı, bir daha asla aynı Brezilyalı olmayacağı için ufak da olsa bir değişim yarattım evlerinin içinde.


Aslında ben Natalia’nın ilk konuğuydum, o da İstanbul gibi kocaman bir şehirde yaşadığı için, yabancıları ağırlamaya çekiniyordu evinde ama bir yandan da farklı kültürleri tanımayı çok istiyordu. Başka bir şehirde yaşayan annesi muhtemelen “Dur evde yabancı varken, yalnız kalma…” diyerek, ziyaretine geliverdi. Ama, merak, korkuya baskın çıktığında ve o endişeli kalbin kapıları bir kez açıldığında insan sandığından çok daha fazla şey kazanıyor. Şimdi Natalia’nın Türkiye’de ne zaman çalsa açılacak bir kapısı var ve evinde konuklarını korkmadan ağırlıyor.


Natalia ve Annesiyle


2014 yılında İstanbul’da yine Couchsurfing üzerinden evimde ağırladığım Daniel ise, Güney Amerika seyahatimdeyken, Noel’i kutlamak üzere ailesinin evine davet etmişti beni. Noel’de Ekvador’da olacağım diye programımı epey bir sıkıştırmıştım ama hep beraber geçirdiğimiz bir haftanın sonunda, onların ailesinden biri gibi olmuştum. Annesi ile vedalaşırken hüngür hüngür ağladık, sarılıp, ayrılıp, tekrar sarıldık birbirimize. Kimin aklına gelirdi ki, Ekvador’un Guayaquil şehrinde böylesine güzel ağırlanıp, böylesine kopmaz bir bağ kuracağım?


Daniel ve güzel ailesi


Yine birkaç yıl önce İtalya’da CS kampında tanıştığım ve İstanbul’da evimde ağırladığım Tamy, Şili’nin bir ucundan Atacama Çölü’ne kadar yol tepti beni iki günlüğüne görebilmek için. Bunlar yalnızca iki-üç örnek. İki yıllık seyahatim boyunca biriken güzel insanları anlatmaya sayfalar yetmez.


Eskiden, uzun yolculuklarda yanıma oturan kişi benimle sohbet açmaya çalışacak diye, önlem olarak kulaklıklarımı takardım koltuğa oturur oturmaz. Hiçbir şey dinlemesem bile kulaklıklar kulağımda olurdu. Yanımdaki dikkatimi çekmeye çalışıp, bir şey sormaya çalışırsa da gözlerimi devirip, mümkün olan en kısa yanıtı verip önüme dönerdim. Muhtemelen siz de pek hazzetmiyorsunuzdur yanınıza oturan meraklı insanlardan.


Size tavsiyem, bir şans verin… Gülümseyin ve konuşmaya başlayın. Hele hele dil bariyeriniz de yoksa sohbet edin uzun uzun. Kimin, içinde hangi öyküleri barındırdığını asla bilemezsiniz. Kim bilir, belki de birdenbire, hiç kimselere söylemediğiniz bir sırrınızı anlatırken bulursunuz kendinizi.  Yolumuz uzun, kalbinizin kapısını açık tutun. Çünkü, belki de hiç beklemediğiniz bir anda, içeri girecek olan bir yolcu, sonsuza kadar değiştiriverir onu.


 


facebook.com/eatravels


instagram.com/solen_yucel


The post KALBİN KAPILARI AÇILDIĞINDA, DÜNYA DAHA GÜZEL BİR YERE DÖNÜŞÜR. appeared first on Eatravels.

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on December 03, 2017 01:18

August 16, 2017

BURAYA NASIL GELDİM? İKİNCİ BÖLÜM…


“Şimdi, sahip olduğum her şeyi karton kolilere yerleştirdikçe içimi bir huzursuzluk kaplıyor.
Kendime sürekli yapmak istediğim şeyin bu olup olmadığını soruyorum. “Saçmalamadığından emin ol, yoksa hayatını çöpe atıyorsun…”
6 yıllık evimden, eşyalarımdan, mahallemden ayrılacağım için çok ama çok mutsuzum. Yakında evsiz olacağım ve kendimi çok endişeli hissediyorum.”

 


Bu satırlar, yaklaşık 2 yıl önce, 15 Ekim 2015 tarihinde yayınladığım “Buraya Nasıl Geldim?” başlıklı yazıma ait. Yola çıkmadan önce, evimi kapatırkenki duygularımı endişelerimi anlatmıştım. Buradan okuyabilirsiniz.


Şimdi, 13 ülke ve binlerce kilometre sonra, bambaşka bir ülkede, evimin ormana bakan verandasından yazıyorum size.


Sabahları kuş seslerine uyanıyorum. Arada bir ağaçlardaki hindistan cevizlerinden biri büyük bir gürültüyle yere atıyor kendisini. Dallarda sincaplar koşturuyor… Haşeratım bol. Mutfağın bir köşesine kocaman bir örümcek dantel gibi işleyerek bir yuva yaptı. Kıyamadım bozmaya, kahvaltı ederken bakışıyoruz kendisiyle. Kurbağalar, kuşlar, geckolar, daha irice kertenkeleler etrafımda dolanıyor. Her sabah, beni çevreleyen bu yeşil cennette bakıyorum ve geldiğim yere şükrediyorum.


Bugünkü konumuz yine korku… İlk yazıyı gözyaşları içerisinde, kolilenmiş eşyalarımla, canım evimle vedalaşırken yazmıştım. Bir yanım bırakıp da gitmek istemiyordu. Her gün bakkalımla selamlaşmayı, Sanatçılar Parkı’na gidip koşmayı seviyordum. Gezmek, görmek, yeni deneyimler yaşamak isteğim ağır basıyordu gerçi. Bu yüzden de gittim…


İyi ki gitmişim… Sonunda yol beni buraya getirip bıraktı. Bu yola çıkmasaydım, burada biteceğini hayal bile edemezdim. Hatta iki yıl önceki vizyonsuzluğumla, başka bir ülkenin kalbimi bu kadar fethedeceğini, buraları kendime ev yapmak isteyeceğimi asla öngöremezdim. Bir yılın sonunda, İstanbul’a dönüp, yeniden iş arayacağıma o kadar emindim ki, eşyalarımı satmak yerine depoya kaldırdım. Hâlâ anlamsızca o depoya kira veriyorum.



Bali maceramı Instagram‘dan takip edebilirsiniz.

Evi tutmadan 20 dakika kadar önce bir tapınağa girmiş ve dua etmiştim.


Şunu farkettim ki, hayatımızı dönüştürebilmemiz için önce bizim dönüşmemiz gerekiyor. Belli ki olduğumuz kişinin aklı, hayal gücü yapabileceklerimize yetmiyor. Hani bir şeyi kırk defa söylersen olur, derler. İşte o 40 kez söylenen şeyin önce kendimizi ikna etmek, beynimizi bu olasılığa açabilmek için bir alıştırma olduğuna inanıyorum artık.


Yıllarca kendime “gezmek istiyorum” diye tekrar ettim. O kadar çok dillendirdim ki bunu, önce aklım yavaş yavaş ikna oldu, sonra koşullarımı bu yönde değiştirmek için adımlar atmaya başladım. Bazen beklediğimizden yavaş oluyor ama inanın olması gerektiği zaman oluyor her şey.


Yol, belki de bu süreci bizim için hızlandırıyor. Yeni insanlar, yeni yerler bizi yeni olasılıklara hazırlıyor. Öyle ki, bir yerine geldiğinizde artık her şeyin mümkün olabileceğine inanıyorsunuz.


 


yeni evim


Geçen temmuzda Ubud’a geldiğimde, bu kasabanın üzerimdeki etkisi çok büyük olmuştu. İki kez ayrılma teşebbüsünde bulunmama rağmen dönüp dönüp geri geldim. Seyahatimin ikinci ayağı olan Güney Amerika kısmı başlamadan önce, Türkiye’ye gittiğimde herkes bana sonrasında ne yapmak istediğimi soruyordu. “Bali’ye dönesim var” diye yanıt veriyordum. Kalbimden en temiz niyetlerle geçirdiğim dilek buydu. Yine o kadar çok Bali’ye dönmek istiyorum dedim ki, bu hayali gerçek kılabilecek kişiye dönüştürdüm kendimi.


Şimdi ilk satırları yazdıktan yaklaşık iki yıl sonra, yeni bir yuva kuruyorum kendime burada.  Uzaktan para kazanabileceğim bir sistem geliştirmeye, bir yandan da yazarken benim pek eğlendiğim bir roman kurgulamaya çalışıyorum; içinde kadınların, gezilerin, ülkelerin ve cesaretin olduğu. Sabahları yoga sınıfına gidiyorum, pazardan dünyanın en lezzetli tropik meyvelerini alıp evime geliyorum. Türkiye’den getirdiğim cezve’de türk kahvemi pişirip, kuruluyorum bilgisayarın başına ve size aslında istediğimiz hayatı yaratabilmenin mümkün olduğunu anlatabilmenin yeni yollarını aramaya başlıyorum.


Eğer kendinizi, hayatınızda çok istediğiniz o büyük değişikliği yapmak için cesaretsiz hissederseniz ne olur ilk yazımı okuyun. Sonra dönün bu yazıyı okuyun. Her şeyin nasıl bir süreç gerektirdiğini, korkuya rağmen adım atmanın meyvelerinin nasıl toplanabildiğini görün. Derin bir nefes alın ve eyleme geçmeye hazır değilseniz bile ne yapmak istediğiniz kendi kendinize tekrar etmeye başlayın. Bir dua gibi, onlarca kez, binlerce kez kendinize tekrarlayın. Bir gün gelecek konuşmaktan sıkılıp, uygulamaya geçmek isteyeceksiniz.


Evet, biliyorum kolay değil. Ben de biliyorum ki, dünya karman çorman bir yer ve hiç adaleti yok ve  hayat talihsizliklerle dolu ama en sevdiğim yazarlardan Italo Calvino’nun Görünmez Kentler eserinde dediği gibi:


Biz canlıların cehennemi gelecekte var olacak bir şey değil; eğer bir  cehennem varsa, burada, çoktan aramızda; her gün içinde yaşadığımız, birlikte, yan yana durarak yarattığımız cehennem. İki yolu var acı çekmemenin: Birincisi pek çok kişiye kolay gelir: Cehennemi kabullenmek ve onu görmeyecek kadar onunla bütünleşmek, ikinci yol riskli, sürekli bir dikkat ve eğitim istiyor; cehennemin ortasında cehennem olmayan kim ve ne var, onu aramak ve bulduğunda tanımayı bilmek, onu yaşatmak ve  ona fırsat vermek.


Cehennemin ortasında cehennem olmayan her şeyin peşine düşmeniz dileğiyle,


Sevgiyle kalın.


 


The post BURAYA NASIL GELDİM? İKİNCİ BÖLÜM… appeared first on Eatravels.

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on August 16, 2017 05:12

August 9, 2017

DÜNYANIN BİR UCUNDA, KORKULARIN ÖTESİNDE…

EN BÜYÜK KORKUMU AŞTIM: BALİ’DE MOTORSİKLET KULLANMAYA BAŞLADIM.


Önceki bölümde bahsetmiştim. Bali’de ulaşım çok ama çok pahalı. Motorsiklet kullanamıyorsanız hem şehir merkezinde kalmaya ve o keşmekeşi yaşamaya mecbursunuz, hem de bir yerlere gidecekseniz illa ki çok para vermeniz gerekiyor.


Ulaşım, buranın en büyük kalemlerinden. Bir saatlik mesafe gidecekseniz, taksi şoförler tarifeyi 300.000 (20 dolar), motosiklet şoförleri 100.000 (7 dolar) rupiah’dan açıyor.


Bali’ye 10 günlüğüne geldiyseniz bu paralar, verilmeyecek paralar değil elbet ama benim gibi burada yaşamayı kafaya koyduysanız, o motor öğrenilecek arkadaş. Her gün, her gün bütçe dayanmaz bu fiyatlara.


Geleneksel tören kıyafetleri içinde, motosiklet kullanan Balili abla (temsili)

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on August 09, 2017 00:54

August 2, 2017

SIRADIŞI VEDALARIN ADASI: BALİ

Bali’ye geleli 3 haftadan biraz fazla oldu. İlk hafta, ev aramak ve bulmakla uğraşınca; üzerine bir de motor öğrenme stresi binince rüzgâr gibi geçiverdi. İkinci hafta Didem, Sumatra’dan geldi ve 8 yıl aradan sonra biz Ubud’da buluşmuş olduk. Didem’le üniversiteden arkadaşız ama eskiden öyle çok yakın sayılmazdık açıkçası. İstanbul’da da bir iki kez tesadüfen karşılaştık. Sosyal medya sağ olsun, birbirimizin arkadaş listesindeydik… Ne zaman ki, ben işi gücü bırakıp yollara düştüm ve ne zaman ki o benden bir 6 ay sonra aynısını yapmaya karar verdi, yol bizi çok uzak yerlerden buluşturuverdi. Önce, “N’aber, nasılsın? Neredesin şimdi?” seviyesinde başlayan yazışmalarımız zaman içerisinde yaşadığımız değişken ruh hallerini paylaşıp, birbirimize akıl verdiğimiz, derdimizi dinlediğimiz bir forma büründü. Önce birkaç haftada bir, sonra haftada bir, daha sonra da neredeyse gün aşırı konuşmaya başladık. Herkes kendi yolunu yapıyor, kendi deneyimini ediniyor ama yol aynı zamanda çok benzer yan etkileri de beraberinde getiriyor. Kendini sorgulamalar, karakterini anlamaya, değiştirebileceğin yerlerini değiştirmeye çalışmalar, sürekli bir adım ileriye gidebilmek için geçen acılı bir sürece dönüşüyor. Tek başına seyahat etmek, kendinle kalmanın, kendine uzaktan bakabilmenin en güzel yolu. Neyse uzatmayayım, bu kadar uzun mesafeden birbirimize yâren olduktan sonra, sonunda Bali’de buluşuverdik. Çok da güzel oldu.


 


Kasım ayına kadar, burası yeni evim.


Benim ev, bir anda şenleniverdi. Birlikte çok fazla gezi aksiyonuna girmedik, bunun ana nedeni benim aksiyona girmekteki gönülsüzlüğüm. Güney Amerika epey yormuş beni, Türkiye ayağı desen ayrı bir koşturmaca içinde geçti. Mabadımı yayıp, oturasım varmış, Didem gelince fark ettim. Ubud civarına ufak geziler yapıp, iki güzel seremoniye katıldık. Bir tanesi benim köydeki tapınakta gerçekleşti. Bir gece evin önündeki korteji görüp, peşlerine takılınca törene gittiklerini anladık. Tapınağın önünde, evin idaresinden sorumlu Mangjik’i gördük ve o da eğer ertesi gün, tapınağa girmek için uygun kıyafet olan saronglarımızı giyip, gelirsek törene girebileceğimizi söyledi.


 


Didem’le Ubud’da prinç tarlalarını teftiş ediyoruz



Bali maceramın tamamını Instagram‘dan takip edebilirsiniz.

Sarong, bele dolanıp, kuşakla tutturulan uzun bir kumaş parçası. İsmini sari’den alıyor olabilir ama atmayayım. Balili kadınlar, sarongun üzerine dantelden oluşan uzun kollu bir ceket giyiyor ve bellerine de renkli kuşaklar bağlıyor. Turistler de pazarlarda satılan sarongları, plaj örtüsü ya da pareo niyetine alıyor.


Ertesi gün, Mangjik’in evine gittik, bize karısının saronglarını giydirdi ve tapınağın yolunu tuttuk. Aslında karısı bizi giydirecekti ama Mangjik son derece doğal bir şeymiş gibi: “Karım gelemedi çünkü babasının yakma töreni uzun sürdü…” deyince, biz şok olduk. “Neeee, karının babası mı öldü, ya çok üzüldük, başınız sağ olsun” diye tepki verip de o hafiften omuz silkip “Merak etmeyin, öleli epey oldu…” cevabını verince kafamız karıştı. Birbirimize, “Adamı, bugün yaktıklarına göre, ne kadar önce ölmüş olabilir ki?” diye sormuştuk. Aslında epey önce olabilirmiş, onu da sonra anladık.


Köydeki tapınak’ta törenden bir kare


Törende çocukların dansı


 


Söylemeliyim ki, Bali Hindu törenlerinin, Hindistan’dakiyle hiç alakası yok. Hinduizm öncesi adetleriyle harmanlanmış, bambaşka ritüeller kazanmış. Mahalle tapınağında gerçekleştirilen bu seremoniye girmek, bizim için büyük şans oldu doğrusu. Çocukların danslarını, yetişkinlerin maskelerle gerçekleştirdikleri Topeng dansını izledik. Köylülerle tanışıp, sohbet ettik.


Son günümüzde ise, tesadüfen ana tapınaklardan birinde gerçekleştirilen ve Ngaben adı verilen ölü yakma törenine denk geldik. Wadah adı verilen ahşaptan kaidelerin üzerinde, Lembu adı verilen, kâğıt ve ahşaptan oluşan dev hayvan heykellerinin içine koyup, öyle yakıyor ölülerini Balililer. Toplu bir tören olduğunu ve bu büyüklükte bir törenin 4 yılda bir gerçekleştiğini öğrendik. Çok maliyetli olduğu için, sürekli yapılamıyor ve bu süreçte ölenler geçici olarak tapınaktaki mezarlara gömülüyor. Sonra vakit geldiğinde, mezardan çıkarılıyor ve yakılıyorlar. Törenden 12 gün sonra da külleri denize veya nehre savruluyor.


 


Ubud’da dort yılda bir gerçekleşen Ngaben (Ölü yakma) töreninden bir kare


Didem’in gözünden seremoni. Kendisini www.instagram.com/didemmollaoğlu adresinden takip ediniz efenim


İlginç bir bilgi: David Bowie, vasiyetinde Bali Ngaben töreniyle yakılmayı vasiyet etmiş. Eğer, Bali’de yakılması mümkün değilse de küllerinin yine de ada etrafına savrulmasını istemiş. Kendisi, seremonisiz bir biçimde yakılmış ve küllerine ne olduğu konusunda ise kesin bir bilgi yok. Baliler için bu tören çok önemli çünkü, ruhun reenkarne olması ya da ölüm-yaşam döngüsünden kurtulup Moksha’ya ulaşması için gerekli.


 


Yine didemin objektifinden, ölülerin 4 yılda bir gerçekleşen bu tören için önceden gömülerek bekletildikleri mezarlar.


 


Tören, kesinlikle hüzünlü değil. Şarkılar söyleniyor, yemekler yeniyor… Cenaze töreninden ziyade, büyük bir sokak festivalini andırıyor.


Törende aynı kabileye mensup olan insanlar, eş renklerde giyiniyor.


Tabii meraklı turistler de bu festivalden payını alıyor. O yüzden, sarong satıcıları köşe başlarını tutmuş, tapınağa girebilmeniz için hazırlıksızsanız size sarongu iteliyorlar. Didem fotoğraf çekerken, ben tapınağın önündeki taşa oturup onu beklemeye başladım. Bu arada önce bir sarongcu teyze, beni uzun uzun konuşup ikna etti. Sonra da diğeri, ondan aldın benden almadın diye sitem etmeye başladı. Aslında sarong falan almazdım da ikisi de gerçekten çok yaşlıydı. Burada bir sosyal sistem olmadığı için, yaşlıları çalışırken görüyorsunuz. Tarlada, sokakta 80-90 yaşında insanlar bir şeyler yapabilmek için uğraşıyor. Onları o kadar yaşlı görünce, alayım da bari birkaç günlük harçlıkları çıksın diye düşündüm.


Çünkü saronglar turist fiyatı. Bana 250.000 (20 dolar) rupiah fiyat çeken teyze, son 100.000’e (7 dolar) indirmişti. Biliyorum ki, aslında 7 dolar bile pahalı ama çok uzatmadım açıkçası. 100.000 rupiah, onların lokal restoranlarda, pazarlarda birkaç günlük alışveriş parası.


Didem’le Puri Gangga tapınağında gerçekleştirdiğimiz arınma seremonisi. Kötü enerjilerden kurtulduğumuzu umalım.


Yeri gelmişken Bali’deki fiyatlardan bahsedeyim. Ada, ülkenin geri kalanıyla kıyaslandığında oldukça pahalı. Bol turistinin olması, bu konudaki en önemli neden. Konaklama fiyatları sizin bütçenize göre değişkenlik gösterse de Yüksek sezonda 150.000 Rupiah’dan (10 dolar) aşağı bulmanız oldukça zor. Yeme-içme kısmına gelecek olursak, Warung adı verilen lokal restoranlarda yerseniz 25.000-50.000 Rupiah (2-4 dolar) arası güzel bir yemek yiyebilirsiniz.


Batılı restoranlara giderseniz, bu fiyat hemen ikiye üçe katlanıyor. Tabii ki, İstanbul ile kıyaslarsak yine de çok ucuz ama Endonezya geneli için çok pahalı kalıyor. Asıl fahiş fiyat ise ulaşımda. Adada maalesef toplu taşıma yok denemeyecek kadar sınırlı. Havaalanının bulunduğu Denpasar şehrinden, Ubud’a ulaşım için 300.000 Rupiah (20 dolar) ödemeniz gerekiyor. Aslında, taksimetre fiyatı bu bedelin yarısı ancak, burada taksi mafyası oluşmuş durumda ve Uber, Grab gibi daha uygun fiyata taşıyan firmaları adada istemiyorlar. Bu aplikasyonları kullanan şoförleri de bulurlarsa gerçekten doğduklarına pişman ediyorlar.


Bu yüzden en iyi şansınız motor kullanmanız. Eğer motorsiklet kullanamıyorsanız, adada en büyük harcamayı taksi ve moto-taksi kalemlerinde gerçekleştirmiş oluyorsunuz. Benim gibi, bisiklet kazası travması yaşayıp da, yıllar boyu iki tekerlekli araçlardan kaçınan biriyseniz, gerçekten işiniz çok zor. Ben de, bütün paramı taksiye vermek istemediğimden bu korkumu yenmenin yapılabilecek en doğru hareket olduğuna karar verip, motorun tepesine çıktım efendim.


 


SONRAKİ BÖLÜM: MOTOR FOBİMİ NASIL YENDİM? YA DA YENDİM Mİ ACABA?


The post SIRADIŞI VEDALARIN ADASI: BALİ appeared first on Eatravels.

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on August 02, 2017 04:03

July 8, 2017

UBUD GÜNLERİ BAŞLADI

Benim mutluluk formülüm çok basit. Hayatın eskidiyse, yenisiyle değiştir. “Düzenim bozulur, hayatın alt üst olur diye endişe etme, nereden biliyorsun hayatın altının üstünden daha iyi olmayacağını?” demiş Şems. Tecrübeyle sabittir ki, Şems haklıymış. Ne zaman alt üst ettiysem, altı hep daha iyi çıktı. Beni hep bir adım daha ileriye taşıdı.


İşi bırakıp, sırt çantasıyla dünyayı görmeye çıkalı daha iki yıl olmadı, hayal bile edemeyeceğim şeyler yaşadım, muazzam yerler gördüm, harika insanlarla tanıştım. Takip ettiyseniz biliyorsunuz, başıma her zaman da iyi şeyler gelmedi. Hastalandım, soyuldum falan da filan… Yine de yaşadığım her şey, beni bugün bu bakış açısına taşıdı. Bu yüzden iyi-kötü her deneyime minettarım.  Yaşadığım her şey, beni şu manzaraya uyanmaya taşıdı, daha ne olsun?


 


 


Sabah, yağmurlu bahçe manzaram


Şubat ayında Türkiye’ye döndüğümden beri, hep aynı soruyla karşılaştım. “Eee… Peki şimdi ne yapacaksın?” Kimi meraktan soruyordu tüm iyi niyetiyle, kimi ise çıktığım kuyuya yuvarlanacağım, başka bir hayat tarzı yokmuş gibi, bütün paramı harcadıktan sonra dönüp dolaşıp kürkçü dükkanına döneceğim beklentisiyle…


Bünyelerin plan yapmamaya, hayattan garanti beklememeye alışması için baya baya rahle-i tedrisattan geçmesi gerekiyor. Benim bile iki yılımı aldı, o yüzden bu sorunun geldiği yeri gayet iyi anlıyorum. “Bir planım yok…” sorusuna ne kadar şaşırıldığını da öyle. Yine de bu soruyu duymaktan o kadar ama o kadar sıkıldım ki, belki de sırf bir cevabım olsun diye bir karar vermek istedim. Temmuz ayı için kendime bir Bali bileti aldım.


Ubud’a geçen temmuzda gelip, enerjisine, doğasına, yeşiline, çiçeğine bayılmıştım. Hatta zor ayrılmıştım, o yüzden geri dönmek istedim.


Beni uğurlamaya gelen Eylem’cimle hava alanında, Asya usülü poz verdik. Bu arada fark ettiyseniz, sırt çantası yok. Valiz var. Ayrıca içinde cezve ve Türk kahvesi fincanı bile var

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on July 08, 2017 11:44

June 19, 2017

YÜRÜ. ANCA GİDERSİN.

Deniz seviyesinde doğmuş bir insan evladı olarak yokuşa, merdivene tepkiliyim. İstanbul’da evlerimi mümkün mertebe az yokuşlu yerlerde seçtim. Eğer yol düzse 10 kilometre olsun, 15 kilometre olsun fark etmez, yürürüm. Hatta New York’ta yokuşu değil rampası bile olmayan Manhattan adasında bir günde 20 kilometreyi görmüşlüğüm vardır. Ne var ki Dünyamız engebeli yeryüzü şekillerinden oluşuyor. Güzel şeyleri görmek için bazen yokuş, bazen merdiven, bazen de dağ tırmanmak icap ediyor. Söyleniyorum ama bu kadar dünyayı görmeye çıkmışım, Torunlarıma anlatırken, “Machu Picchu’ya gitmedim çünkü çok yokuştu” mu diyeceğim?


Tabii ki, hayır. Yine de, tıknefes kaldığım, hayattan soğuduğum anları ölümsüzleştirmek için size en zorlandığım yollardan şahane bir derleme yaptım. İşte benim listemdeki, kondisyonunuz yoksa sizi hallerden hallere sokacak, ama gittiğinize de değecek yerler.


 


1 MACHU PİCCHU-PERU


İkinci C’sini bir türlü doğru yere koymayı öğrenemediğimiz bu antik İnka şehri, dünyanın en fazla ziyaret edilen turistik noktalarından biri. 2430 metrede konuşlanmış olan Machu Picchu’ya haydi, bir yerine kadar otobüsle çıktınız, daha bunun Wayna Picchu’su var.



Wayna Picchu, şu tam karşıda görünen dağ. Buraya çıkabilmek için önceden başvurmanız ve belli bir gün için kayıt yaptırmanız lazım zira günlük misafir kapasitesi sınırlı. Ben çıktım mı peki? Tabii ki hayır… Machu Picchu’ya bile mümkün olan en kolay ve en pahalı yoldan çıktım. Her kuruşuna da değdi, bence.


2 POTOSİ-BOLİVYA


4000 metrede kurulmuş olan bir madenci kenti olan Potosi aynı zamanda ‘dünyanın ikinci en yüksek şehri’ unvanını da elinde tutuyor. Yükseklikten kaynaklanan rahatsızlıklar baş gösterince, insan kendini bu şehrin yokuşlarında inip çıkarken soluk soluğa adeta 90 yaşına gelmiş gibi hissediyor. Potosi sakinlerinde muhtemelen bizim kanımızda bulunandan 5 kat daha fazla alyuvar, daha geniş ciğerler ve daha büyük bir kalp bulunduğu için onlar şehirde maraton falan düzenliyor. Gerçi o yükseklikte 6 ay kalınca, bizim alyuvarlar da artıyormuş ama vallahi patates bile yetişmeyen yükseklikte 6 ay ne yapayım derseniz, siz de haklısınız.


 


3- BATAD PİRİNÇ TERASLARI-FİLİPİNLER


Bu Batad trekking rotası adamın canını alır. Filipinler yazımda uzun uzadıya anlatmıştım, 4 saatte ruhumu teslim ediyordum az daha. Yürüyüş rotası boyunca kurulan küçük çardaklarda, “I survived Batad” yazmasından mevzuya uyanmalıydım ancak yürüyüşü sonuna kadar ya da neredeyse sonuna kadar tamamladım. Zira son adımda, yağan yağmurun gevşettiği toprak ayağımın altından kayınca “küt” diye bir buçuk metrelik bi çukurun içine düşüverdim. Sonra da üstüm başım sırılsıklam ve çamur içinde, hostelime bir saat tricycle’la yol teptim. Trycle ne derseniz, bizim eski usul triportörlerin taksi olanını düşünün… Üç yanı açık. Sıcakta güzel esiyor ancak zaten sıçan gibi ıslandıysanız, adeta ince hastalığa bir davet niteliği görüyor.


buralarda yürüyebileceğiniz tek yer, şu terasların 0,5 kalemle çizilmiş gibi görünen uç noktaları. Gerisi su içindeki pirinç tarlası.


 


 


4- KAWAH İJEN YANARDAĞI – ENDONEZYA


Sülfür gazının yanmasıyla geceleri “mavi ateş” denen bir fenomene ev sahipliği yapan İjen Yanardağı belki de Java Adası’nın en görmeye değer yerlerinden. Yalnız, yolu biraz yokuş… Gece üçte başlayan yürüşüyünüzü, 5.30’a kadar bitirmeniz gerekiyor ki gün doğumunu seyredebilesiniz. Tabii gece 3’te yürüşe başlamak için, gece 12’de yola çıkmanız gerekiyor. Yani zaten dağın eteklerine vardığınızda uykusuz ve yorgun bir halde oluyorsunuz. Bir de daracık bir patikada, gece karanlığınızda elinizde fenerlerle tırmanışa başlıyorsunuz. 60 derecelik bir dik açıdan oluşan yokuşu, 2 saat boyunca tırmanıyorsunuz. İtiraf etmek gerekirse ben bir noktada pes ettim. Rehbere, “Siz devam edin, ben onları oyalarım…” falan diye saçmaladığımı hatırlıyorum. Şükür ki, rehberimiz inatçı çıktı ve beni elimden tutup, yürütmeye başladı da hayatımda gördüğüm en muhteşem şeylerden birine tanıklık edebildim.


Kawa İjen’in mavi ateşi


İjen’in etekleri


İjen Parkurunu tamamladıktan sonra ben… Mahsun Kırmızıgül duruşumla her daim asaletimi korumayı bilirim.


5- BROMO YANARDAĞI -ENDONEZYA


Endonezyanın aktif yanardağlarından biri olan Bromo’ya ulaşmak için yine gün doğumundan önce yola çıkılıyor efendim. Bitmedi bu gezginlerin, tur şirketlerinin gün doğumu izleme sevdası. Yine gecenin 3’ünde yola koyulup, 5’inde seyir alanına vardığımızda sis yüzünden hiç bir şey göremedik. Ama bir kez güneş doğup da sisi dağıttığında Bromo uzaktan bütün ihtişamıyla yüzünü gösterdi.


Sonrasında ise, Bromonun kraterine varabilmek için önce küllerden oluşan bir vadide yürüdük sonrasında ise ikiyüz küsür merdiven tırmanmak durumunda kaldık. Rahmetli ananemin deyimiyle “E ama yeterin gari!”


Yine de Bromo Yanardağı anılarımda en efsane yerlerden biri olarak yerini aldı. Siz hiç dumanı üzerinde yanardağ gördünüz mü?


Sis dağıldıktan sonra Bromo’nun uzaktan görünüşü


 


Bu da Bromo’nun merdivenlerinden Dünya’ya bakış


6- CAT BA MİLLİ PARKI-VİETNAM


Ha Long Körfezinde yer alan Cat Ba adasında yer alan bu park, kanıma ekmek doğrayan rotalardan biri oldu.En tepeye çıkmak için tam 18 kilometre tırmanmak zorunda kaldım. Şimdi bana sorsanız: “Kızım zorunda kaldım ne demek, tırmanmayaydın!” Vallahi siz de haklısınız. Ne zorum var bilmiyorum hem yokuş çıkmayı sevmiyorum hem de gördüm mü dayanamıyorum. 30 küsür derece nemli mi nemli yapış yapış sıcakta yaptığım bu yürüyüş, çantama attığım iki muz sayesinde ben ölmeden bitti diyebilirim. Çantanızdaki şişede duran su bile ısınıyor, öyle pis bi sıcak… Su içiyorsunuz, aa sanki hiç içmemişsiniz gibi. Diyebilirim ki, Cat Ba beni bitiren rotalardan biri oldu. Burada sigarayı bırakmaya karar verdim.


Not: Bırakamadı…


Marifetmiş gibi bir de Cat Ba’nın gözetleme kulesine bile kuş bakışı baktım.


 


7- BATU CAVES- MALEZYA


Batu Caves dediklerinde ben sandım ki, mağaraya girip yürüyeceğiz, meğer hiç bilememişim. 1891’de 3 büyük ve irili ufaklı bir kaç mağaraya inşa edilen bir Hindu tapınağı olan Batu Caves’e bakmanız için tamı tamına 272 basamak çıkmanız gerekiyor. Be zalımlar, bi kere o merdivenleri çıkasıya insanın üçüncü gözü açılır. Hadi çıktınız, mağaralara da girdiniz pek güzel… Mağaranın içinden geçip bi kere daha tırmanıyorsunuz. Ben nereye gittiğimizi bilmediğim için öyle karşıma taş, kaya falan çıkınca tutuna tutuna tırmandım. Meğer dağa çıkıyormuşuz. Bilseydim, inerdim. Anladığımda artık çok geç olmuştu, “Buraya kadar geldik artık, çıkmamak olmaz” deyip, en tepeye kadar tırmanıp uzaktan Kuala Lumpur’a baktım. Ha çok mu güzeldi… Ne münasebet. Aşağı iner inmez de soluğu bir Hint restoranında alıp, Thali’ye, Dosa’ya abandım. Malum, aktivite acıktırıyor.


ahan da merdiven


 


Aslında bu liste bitmez çünkü herhalde 15 aylık seyahatim boyunca, çıkmadığım merdiven, tırmanmadığım tepe kalmadı. Artık o kadar sıkıldım ki, Bali’deki Lampuyang tapınağına çok merdiveni var diye gitmedim. Dünyayı görmek için bu kadar yorulmak zorunda olmamalıyız bence. Di mi Tanrım?


Fotoğraflarına bakayım derseniz: Instagram


Yazılarından haberdar olayım derseniz: Facebook


The post YÜRÜ. ANCA GİDERSİN. appeared first on Eatravels.

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on June 19, 2017 14:33

June 7, 2017

SEYAHAT EDEBİLMEK İÇİN PARA BİRİKTİRMENİN 5 ETKİLİ YOLU

Bugünlerde, çeşitli seyahat bloglarında ve forumlarda insanların, uzun süreli seyahat edebilmenin sırlarını sormalarına sıklıkla rastlıyorum. İşi gücü bırakıp, yola çıkan insanlara “zaten bunlar zengin…” gözüyle bakılıyor.  Daha bugün 5 yıldır dünyayı bisikletiyle dolaşan Koreli kızın altına yazılan tonla negatif yorum okudum. “E bu zengin, gezer tabii…”, “Parayı nereden bulmuş ki?” “insan para kazanmadan nasıl bu kadar uzun gezebilir?” falan filan gibi…


Haliyle, bu bakış açısı benim kanıma dokunuyor. Birincisi, sırt çantasıyla seyahat sanıldığı kadar pahalı değil. Günlük 30-50 TL arasında bir harcama bütçesiyle gayet mümkün. Bu tabii ki, standartlarınızı düşüreceğiniz ve kalacağınız yerlerde sıcak su vs. bulmak gibi beklentilere girmeyeceğiniz anlamına geliyor. İkincisi de, bu işi kafaya koyduysanız, kenara para atmak bazı alışkanlarınızı değiştirmekle fena halde mümkün. Benim son bir senem, para biriktirebilmek için, aşağıdaki maddeleri uygulayarak geçti. Sonuçta Ferrari’miz vardı da, biz mi satmadık?


1- MERHABA TOPLU TAŞIMA


Araba kullanmayı bırakın. Gerçekten… Benzine, park yerlerine ve cezalara boşu boşuna para ödüyorsunuz. Evet, tabii ki daha rahat, kolay ama bir o kadar da pahalı. Toplu taşımaya geçerek, kendinizi bir sürü dertten kurtarıyorsunuz. Biliyorum, daha uzun sürebilir ama sonunda gideceğiniz yere varıyorsunuz. Asya’da günde sadece 5 dolara kiralayacağınız scooter’ları düşünün. Otobüs, metro, tramvay, vapur ya da yürümek… ne yapabiliyorsunuz yapın ve para biriktirmeye başlayın. Hayır, taksiler toplu taşımadan sayılmıyor canlarım.


Toplu taşıma, sizi Vietnam-Kamboçya sınırında yarı yolda bıraksa da candır.


2- HOŞÇAKAL PAHALI KOZMETİKLER


Onlara ihtiyacın yok. Biliyorum, varmış gibi geliyor ama gerçekten hiç yok. 15 yıldan uzun bir süre reklam sektöründe çalıştım, konu sadece pazarlamadan ibaret. O pahalı Fransız markasını yüzüne sürünce daha genç görüneceğini mi düşünüyorsun? Fransız Polinezyası’nda kokteylini yudumlamak sana nasıl hissetirecek, bir de onu düşün. Her şeye iyi gelen sihirli bir formül var ve çok yüksek bir maliyeti de yok: Hindistancevizi yağı. İster cildini nemlendir, ister makyajını temizle, ister güneş kremi yerine kullan, hepsi bir arada. Paranı daha keyifli şeyler için sakla.


mutlulukla parlayan şu suratımın 40 yaşında olduğuna kim inanabilir?


3- MERHABA HİÇ GİYİLMEMİŞ AYAKKABILAR


O ayakkabılara ilk görüşte bayıldın, kendini tutamayıp aldın. Sonra ne oldu? Belki bir, belki iki kere giydin. Şimdi neredeler? Evet, dolabının dibinde. Unutulmuş, üzgün, hatırlanmayı bekleyen bir halde. Mükemmel durumdalar ve ne kadar uzun süre önce almış olursan ol, yepyeni duruyorlar. Yeni bir çifte daha ihtiyacın yok. Hatta belki, ömrünün sonuna yetecek kadar ayakkabı aldın. Onları tıktığın yerden çıkarıp, giymeye başla. Üstelik yakın tarihte sadece parmak arası terlik ve spor ayakkabıdan başka bir şeye ihtiyacın olmayacak.



 


4- HOŞÇAKAL İNDİRİMLER, PROMOSYONLAR VE MALİYETİNE SATIŞLAR


Harika görünüyor… Üstelik indirimde. Hayır. Şimdi sakin ol ve o eteği yavaşça aldığın yere bırak. Ona ihtiyacın yok. Aslında, doğrusunu istersen beli de biraz sıkıyor. Sadece ucuz olduğu için almayı düşünüyorsun, bir de belki ileride bir iki kilo verirsin diye. Öyle bir şey olmayacak. Aptal bi eteğe sığacaksın diye dondurmadan vazgeçmeyeceğini biliyorsun. İndirimler şahane tuzaklardır. İçine girersin, büyülenirsin ve ihtiyacın olandan çok daha fazlasını alıp çıkarsın. Ayrıca, biliyorsun ki sırt çantanda o eteğin yeri olmayacak.


buyrun, sırt çantası dediğin anca bu kadar giysi alıyor


5- MERHABA EVDE YEMEK


Dışarıda yemek, eve yemek söylemek… Para biriktirmek istiyorsan bu devir kapandı. Yani ben de insafsızın kızı değilim. İstiyorsan hafta bir falan dışarı çık… Ama gerçekten pazara gidip, yemeklerini evde pişirmeye başlasan iyi olur. Birincisi çok daha sağlıklı, ikincisi çok daha az maliyetli. Seyahat etmeye başlayacağın zaman zaten aklını başından alacak yepyeni lezzetlerle tanışacaksın. Mesela Durian meyvesi gibi… ya da Durian’ı boşver, çekilir dert değil. Bir sürü güzel şey var işte.


Yaşasın yepyeni lezzetler!


Eğer bu maddeleri uygularsan, yakın zamanda paranın nasıl birikeceğine sen bile hayret edeceksin. Yeni insanlara merhaba, arkanda bırakacağın her şeye hoşçakal demek istiyor musun? O zaman bu yazıya kulak ver, para biriktirmeye bugün başla.


Fotoğraflarına bakayım derseniz: Instagram


Yazılarından haberdar olayım derseniz: Facebook


The post SEYAHAT EDEBİLMEK İÇİN PARA BİRİKTİRMENİN 5 ETKİLİ YOLU appeared first on Eatravels.

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on June 07, 2017 04:17

May 29, 2017

BİR KALP ÇARPINTISI OLARAK PERU

sinirim çok bozuk olduğu için Arequipa’da sadece bu dandik fotoğrafı çekmişim


Rotam belliydi… Uyuni’den, San Pedro de Atacama’ya geçecek, orada 2014 yılında İtalya’da Couchsurfing kampında tanıştığım ve sonrasında beni Şili seyahatimde evinde konuk eden arkadaşım Tamy ile buluşacak sonra da Peru’ya doğru yola çıkacaktım. Peru’da ise, güneyindeki Arequipa’dan, Puno’ya gidecek. Puno dolaylarındaki Titicaca gölünü görecek oradan Cusco’ya devam edip, Macchu Pichu’ya gidecektim.


Tamy, kardeşi Linda ve ben. Onları en son 2014 yılında Santiago de Chile’de görmüştüm.


Evet, Rotam belliydi. Ancak, ne demişler? “Tanrı’yı güldürmek istiyorsanız, plan yapın.”


Biletimi alırken de başımda durunca anladım ki, adamın şirketle falan hiç ilgisi yok, bahşiş almak için böyle yapıyor. Yanımda beklediği için de kaç numaralı koltuğa aldığımı gördü. Günahını almak istemiyorum ama bir ihtimal, hırsızlık çetesinin elemanlarından biriydi bu abi.


San Pedro de Atacama’da Tamy, kardeşi Linda, Carlos ve Elvis’le geçen muazzam 4 günün sonunda onlar Santiago’ya doğru yola çıktılar, ben de kuzeye, sınır şehri olan Arica’ya doğru… Arica’da bir gece kalıp, sınırdan collectivo denen bizdeki taksi-dolmuş mantığında işleyen arabalarla geçip, otobüs terminaline doğru yürümeye başladım. Şimdi burası işlerin karıştığı yer… Terminale doğru yürürken, adamın biri önüme atlayıp, “Donde vas?” yani “Nereye?” diye sorunca ben adamı otobüs şirketi çalışanı zannetip, Arequipa demiş bulundum. Galiba en büyük hatayı burada yaptım. Adam beni tutup, Arequipa otobüslerinin kalktığı yere götürüp, biletimi alırken de başımda durunca anladım ki, adamın şirketle falan hiç ilgisi yok, bahşiş almak için böyle yapıyor. Yanımda beklediği için de kaç numaralı koltuğa aldığımı gördü. Günahını almak istemiyorum ama bir ihtimal, hırsızlık çetesinin elemanlarından biriydi bu abi. Neyse, ben en yakın kalkan otobüse bindim. Cam kenarındaki yere oturdum. Sırt çantamı ayağımın altındaki boşluğa koymak istedim, o kadar dardı ki, sığmadı. Kucağıma koyayım dedim çok ağırdı. İşte o an bana basiret bağlanması gibi bir şey oldu. Çantayı alıp, başüstü rafına yerleştirdim.


İçimden de “yahu bu çalınırsa, her şeyin içinde dedim” Gerçekten de her şey içindeydi ve ben böyle bir hatayı nasıl yaptım bilmiyorum. Gündüz yolculuğu olmasına güvendim belki de. Yolculuğun birinci saatinde, bir anda normal olmayan bir biçimde uykumun geldiğini hissettim ve gözlerim kapanıverdi. 45 dakika boyunca nakavt uyumuşum. Uyanır uyanmaz yukarı baktım, çantanın yerinde durduğunu görünce rahatladım. sonra da gözümü yanımdan sarkan askıdan ayırmadan yolculuğun geri kalanını tamamladım. Otobüs Arequipa’ya vardığında, akşam olmak üzereydi ve hafiften hava kararıyordu. Sırt çantamı aldım, önce bagaj fişini aradım. Aaa, nasıl olur koyduğum yerde yok. O telaşla, adamlara yok, kaybettim falan deyip, büyük sırt çantamı güç bela aldım ellerinden. Sonra küçük sırt çantamı önüme asınca, çantanın arkası bükülüverdi. Bükülebilemez efendim, bilgisayarım var orada. Ağzımdan kısık bir “hassitir!” çıkıverdi. Hemen sırt çantamı bi köşeye atıp, küçük çantayı açtım. Bilgisayar yok. Vallahi yok… Bir daha bakayım… I-ıh… Yine yok. Olmaz ya, otobüse gerisin geri biniyorum, raflara bakıyorum. Buyrun, bilgisayar yok.


Ne yapayım? Sırt çantamın üzerine oturup, otogarda bi sigara yakıyorum. Ağlayacak mıyım? Yok, ağlamayacağım. Vietnam’da cep telefonumu elimden kaptırdığım zamana göre daha soğukkanlıyım. Bir of çekip, önce hostele, sonra karakola gitmeye karar veriyorum. Akşam oldu, hava karardı zaten. Takside şoföre durumu anlatırken, birden içimden bi şey çekiliyor. Şeytan dürtüyor… Pasaportu koyduğum küçük çantayı kontrol ediyorum. Yok. Evet canım buyur. Şimdi ağlayabilirsin. Pasaport, ne olur ne olmaz diye kenara ayırdığım iki yüz dolar ve kredi kartlarımın bir kısmı da gitmiş. Hostele varıyorum. Check-in yapacağım, pasaport yok. Hostelin sahibine vaziyeti anlatıyorum. Cep telefonumda pasaportun kimlik bölümünün fotoğrafı olduğu için, onu gösterip check-in yapıyorum. Birlikte turist karakolunu arıyoruz, kimse açmayınca bana “Artık akşam geç oldu, yarın sabahtan gidersin…” diyor.


Yatakta döne döne sabahı zor ediyorum. Bilgisayar zaten büyük kayıp ama hadi geç… Pasaport yok ya! Sabah ilk iş karakola gidip, zabıt tutturuyorum. Sonra ne yapıyorum? Kuaföre gidiyorum. Saçımı kızıla boyatıyorum. Klişeye koş…


İkinci adım, yeni bir pasaport edinmem lazım. Lima’daki büyük elçiliğe yazıyorum. “Gelin, hallederiz.” mealinde bir cevap alınca, otobüs bileti almak için otogara gidiyorum. Arequipa-Lima kemiksiz 16 saat. Sinirim o kadar bozuk ki, “tey, tey, tey…” diye horona durasım var. Yalnız bu sefer ucuz bir firmayla seyahat etmeye içim el vermiyor. Malum, iki kuruş tasarruf edeceğim diye binlerce lira içerdeyim. Bu otobüs firmasında, yemek bile seçebiliyorsun. Hemen vejeteryan menüsünü işaretliyorum.


Lüks Turizm’e hoş geldiniz. Arequipa-Lima 120 TL


Cruz del Sur, Peru’nun en afilli otobüs firması. Rivayet o ki, aynı otobüs Lima’dan, Ekvador’a oradan da Kolombiya’ya gidiyor ve bileti olan şanslı insanlara 36 saatlik hatta 48 saatlik otobüs yolculukları sunuyor. Koltuklar yatıyor, otobüste hostes var…


Yemeğimi vejeteryan işaretlediğimi söylemiştim değil mi? Otobüse bindikten bir kaç saat sonra hostes yemekleri dağıtırken benim vejeteryan makarnamı veriyor…


Ama yanında verdiği böreğimsi şey kıymalıya benziyor.


 


 


 


“Ama pardon, bu vejeteryan değil…” diye itiraz edecek oluyorum. “Ana yemek vejeteryan, onun yanındakiler etli…” diyor.


İnsan Güney Amerika’yı sevmesin de ne yapsın? Ana yemeğimi yiyip, böreği kıza geri veriyorum. Bu 16 saatin neresinde mola vereceğiz diye soruyorum. Kız öyle yüzüme bakıyor. “expresa…” diyor. Yani “Durmak yok, yola devam.” Şimdi horona durabiliriz…. Zira 16 saat, sigarasız, yürümesiz, camdan dışarı gri çöl bakmalı yolculuğumuz tadından yenmeyecek.


Çöl yolları, göründü bize… Görünür elbet.


Git… çöl. Biraz daha git, yine çöl… Üç saat git çöl, On saat git çöl… Sinirim bozuk. Arada ağaçlanıyor gibi oluyor yollar. Kendi mantığıma göre, Lima yeşil olmalı. Neden? Çünkü deniz kenarında ve deniz kenarında çöl olmamalı. Sanki Basra körfezini hiç görmemişim, Dubai’nin çölünden denize girmemişim gibi hala bir İzmirli kafası. Lima yeşil olmalı diye düşündüğümden seviniyorum ağaç görünce… “Ay, vallahi yaklaştık galiba…” diyorum kendi kendime, ağaçları geçiyoruz, gene çöl. Bitmiyor… Bitemiyor. İki kitap deviriyorum yolda.


Gece oluyor, uyukluyorum. Ne var ki, geçen otobüs yolculuğunda soyulmanın verdiği post-travmatik stres kendisini gösteriyor ve çantama sıkı sıkı sarılıyorum, bir askıyı kolumdan geçiriyorum. Böyle uyunmaz, çanta çok ağır. Yere koyuyorum bu sefer, bir askıyı ayağıma doluyorum. Yok olmuyor… Böyle uyumak ne mümkün. Koltuğu tam yatırıyorum, çantayı altına itiyorum. Battaniyeyi koltuktan sarkıtıyorum ki aşağıda çanta olduğu görülmesin. Yine huzursuzum. Çantadan tableti, cüzdanı çıkarıp yanıma alıyorum. Zaten başka bir varlığım da kalmadı. Sabahın erken saatlerinde Lima’ya varıyorum. Otobüsten iner inmez, sırt çantamı bile almadan sigaraya doğru depar atıyorum. Heyecandan, tütün sararken ellerim titriyor. Bir nefes alıyorum… Ciğerlerimde birikmiş bütün iç sıkıntısını Lima’ya doğru üflüyorum…


 


HAFTAYA: GÜVENLİ BİR LİMA’YA SIĞINMAK…


Fotoğraflarına bakayım derseniz: Instagram


Gönderilerinden haberdar olayım derseniz: Facebook


 


 


The post BİR KALP ÇARPINTISI OLARAK PERU appeared first on Eatravels.

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on May 29, 2017 13:25

DÜNYANIN HER YERİNDEKİ KIZ KARDEŞLERİME AÇIK MEKTUP

Huffington Post Gazetesinde 25.05.2017 tarihinde yayınlanan, An Open Letter to My Sisters All Around the World başlıklı yazımın Türkçe çevirisidir. Orijinaline buradan ulaşabilirsiniz.



Canım kız kardeşim,


Seninle özellikle ülkeme döndüğüm zamanlarda sık sık karşılaşıyorum. Gözlerinde ince bir hüzünle oturuyorsun karşımda. “Sen ne güzel yaptın” diyorsun bana… “Ben artık, bu yaştan sonra…” diye devam ediyorsun, konumuz her ne ise oraya bağlıyorsun. “Boşanamam, iş değiştiremem, çocuk yapamam, hayallerimin peşinden koşamam…” Bana diyorsun ki, “geç kaldım” Gözlerinde bir hüzün, hayalini kurup da yaşayamadıklarından oluşmuş koca bir duvarın üzerine oturup bana bakıyorsun oradan.


 


İşte o zaman sana sağlam bi’ tokat geçirmek istiyorum. Omuzlarından sarsıp, avazım çıktığı kadar bağırmak istiyorum: “Ne için geç kaldın be? Geç kaldım diye diye mutsuz yaşayıp, mutsuz mu öleceksin?!”


 


Hanımefendiliğimden öyle bir şey yapmıyorum tabii… Samimiysek gözlerimi deviriyorum, kılcal damarlarımdan bir tanesini yırtasıya kadar. Değilsek, hafifçe kafamı sallayıp, anlatmaya girişiyorum. “Bak, hayat öyle bir şey değil… Her zaman değiştirebilirsin mutsuz olduğun şeyleri.”


 


Ama korkuyorsun. Korktuğunu gözlerinden görebiliyorum. Normal de… Korku, en ilkel içgüdümüzdür. Bizi hayatta tutar. Atalarımız korkmasaydı, kurda kuşa yem olurlardı ve soyumuz bugünlere kadar süremezdi. Korku, bizi hayatta tutar ama fazlası yaşamamıza engel olur.


Güzelsin, akıllısın ve düşündüğün kadar şişman değilsin canım kız kardeşim.


Peki, hadi bir düşünelim olur mu? Neden korkuyorsun mesela. Yalnız kalmaktan… Yalnız kalmaktan korktuğun için ne yapıyorsun? Mutsuz bir evliliğe ya da ilişkiye yıllarını gömüyorsun. “Ben alıştım…” diyorsun bana “Böyle gelmiş, böyle gitsin artık.”


Yani mutsuzluğu, yalnızlığa tercih ediyorsun. Huzursuzluğu, huzura…


Ben, insanın kendi evinin yolundayken ayaklarının geri geri gitmesi ne demektir çok iyi bilirim. Bir evin içindeki, elle tutulmayan o sessiz gerilimi ya da tartışmanın elektriğini.


İnan ki, inan ki bilsen kendi evinde, iç huzuruyla oturmak ne kadar paha biçilmez bir duygu, bir dakika beklemezdin. Ama bilmiyorsun ve ben sana anlatamıyorum.


Biliyorum, yüzleşmek çok zor. Hem kendinle, hem karşındakiyle hem de etrafındakilerle.


Kimseye verecek bir hesabın olmadığını, kimseden özür dilemek zorunda olmadığını bil istiyorum. Doğum ile ölüm arasında bize ne kadar zaman biçildiyse, mutsuz geçirmek için çok kısa olduğunu anla istiyorum.


Güzelsin, akıllısın ve düşündüğün kadar şişman değilsin canım kız kardeşim. Biz birbirimizi örselemeye bayılırız insanoğlu olarak. Karşındakinin psikopat veya canavar ruhlu olması gerekmiyor mutsuz olmak için, bazen iki iyi insan, iyi bir ilişki demek olmuyor kız kardeşim.


Bu gerçeği kabul edip, kapıyı çekip çıkmak gerekebiliyor. Kendi kendini dinleyip, hayatta gerçekten ne istediğini anlamak gerekebiliyor. Bu fırsatı kendinden esirgeme… Kendine bir şans tanı bu hayatta.


Sen adım atmazsan, hiçbir şey olmayacak bunu da çok iyi biliyorsun. Neden o zaman sanki ayaklarını betona gömmüşler gibi duruyorsun?


Haydi, tekrar bir düşünelim… Neden korkuyorsun? Parasız kalmaktan. O yüzden, ağzında küf tadı bırakan günler geçiriyorsun her gün işyerinde. Kendinle ilgili ne hayal etmiştin, nereye geldin? Haydi düşünelim kız kardeşim. Neydi en çok istediğin? İnsanlara bir faydan dokunması mıydı, yiyenin bayıldığı lezzetli yemekler yapmak mı, yazmak mı, çizmek mi, şarkı söylemek mi? Neydi senin ilk hayalin? Bi’ bunu bulalım önce olur mu? Arayalım…


Belki bir oluru vardır, kim bilir? En sevdiğim hikayedir “adamın biri her akşam yatmadan önce dua ediyormuş: Tanrım, lütfen bana lotodan para çıksın. Zengin olayım… Her akşam aynı duayı ediyormuş, sonunda Tanrı dayanamamış cevap vermiş: Oğlum tamam, duanı kabul edeyim ama sen de önce bir bilet al!”


Sen adım atmazsan, hiçbir şey olmayacak bunu da çok iyi biliyorsun. Neden o zaman sanki ayaklarını betona gömmüşler gibi duruyorsun?


Bi kere ayakları o betondan çıkarmak çok zor biliyorum. Haydi çıkardın, o kadar uzun süre hareketsiz kalan bacaklar yalpalıyor, alışamıyor yürümeye bir süre.


Mutsuzdum ama rahatım yerindeydi. Anlıyorsun değil mi? Biliyorsun bu duyguyu.


2016 yılına girmek üzereyken, Tayland’ın Koh Samui adasındaydım ben. Tropik mi tropik… Sahiller falan ne ararsan. Ben neredeydim? Kaldığım hostel odasında, bir ranzanın alt yatağında cenin şeklinde dertop olmuş, ne kadar büyük bir hata yaptığımı düşünüp, adayı kendime ziyan etmekle meşguldüm. “Hayatında yapabileceğin en büyük hatayı yaptın.” Diyordum kendi kendime. “En kısa zamanda eve dön ve kendine yeni bir iş ara… böyle giderse beş kuruşsuz kalacaksın sokakta.”


Neden böyle bir anksiyete krizine yakalanmıştım? Çünkü yolun ilerisinde beni neyin beklediğini bilmiyordum ama arkamda bıraktığım dünya çok tanıdık ve çok rahat geliyordu.


Mutsuzdum ama rahatım yerindeydi. Anlıyorsun değil mi? Biliyorsun bu duyguyu…


Oysa ilerledikçe önümde ne kadar farklı yollar açıldı. O gün, Tayland’da, o hostelde göz yaşları içinde debelenirken hayal bile edemeyeceğim yepyeni fırsatlar doğdu.


Bugün, otur ve kendi hikâyeni yeniden yazmaya başla.


Mesela hayattaki hayallerimden biri Huffington Post gazetesinde yazmaktı. Yıllarca ofisteki öğlen aralarında, makaleleri okuyup, buraya nasıl yazar olunur merak edip dururdum.


Sonra bir gün, bir yazı yazdım. Sana “öyle yap, böyle yap” diyorum ama ben de çekingenimdir böyle durumlarda. O gün nasıl olduysa, bir cesaret geldi bana, gazetenin sahibine email gönderdim yazımı ekleyerek. “En kötü ne olur ki, mailimi siler” diye düşünerek. 5-6 saat sonra, cevap geldi. Heyecandan bir on dakika açamadım maili. Benim gibi aceleci, meraklı biri için görülmemiş vaziyet… Yazıyı çok beğendiğini ve beni katılımcı bölümüne alacaklarını söylüyordu. Yatakta yuvarlanıp, ters takla attım sevincimden. Sonrası… Sonrası apayrı bir hikâye.


Mesela, bir kadınla tanıştım ben. Kalkmış, İstanbul’daki evini barkını bırakıp, Kamboçya’da aşevi açmış. Yetmemiş, köyün evlerini yenilemiş. Yetmemiş, köye gelir olsun diye şimdi bir de restoran açmış. Dil bilmeden, yol, iz bilmeden, tek başına çıktığı bu yolculukta, yanına yeni yoldaşlar katmış, imkansızı başarmış.


Başarısızlıktan korktuğumuz için hiçbir şeyi başaramıyoruz kız kardeşim. Oysa, olabilecek en kötü şey, gerçekten kötü müdür? Kendi kendimize duvarlar örmeye değer mi, kaybedeceklerimizin korkusu? Bu konuyu bir düşün derim…


Ben bir psikoterapist veya psikolog değilim. Hele hele yaşam koçu hiç değilim. Hayatını nasıl yaşayacağını söylemek de bana düşmez kız kardeşim ama mutsuz yaşama be canım benim.


Hayat mutsuz olmak için çok kısa.


Bugün, otur ve kendi hikâyeni yeniden yazmaya başla. Kendi yaşam öykümüzü kendimize nasıl anlattığımız, hayata bakış açımızı belirlermiş. Uzmanlar öyle diyor.


Örnek vermek gerekirse. “17 yılımı ofis köşelerinde, toplantılarda ziyan ettim. Keşke dünyayı dolaşmaya daha erken bir yaşta başlasaydım…” diyerek de başlayabilirim ben öyküme “17 yıl emek verdim ama bu sektör de bana dünyayı dolaşabilmem için gereken birikimi yapabilmemi sağladı. Bunun için çok müteşekkirim…” diye de. Gördün mü, nasıl fark ediyor hemen algıda.


Bugün, otur ve gülümsemeye başla. Gülümsemek için iyi bir haber bekleme. Önce gülümse, iyi haberler arka arkaya dizilecek göreceksin. Ben buna birinci elden kefilim.


 


Öptüm güzel yanaklarından,


Kız kardeşin Şölen


 


Takip etmek için:


Instagram


Facebook


The post DÜNYANIN HER YERİNDEKİ KIZ KARDEŞLERİME AÇIK MEKTUP appeared first on Eatravels.

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on May 29, 2017 09:11