Yıldırım Arıcı's Blog, page 2

August 14, 2016

SOMUT BİR SON İÇİN ÖNERME






                                
                                             
                                                                                                                             perpetuum mobile
         
           Oyun bitmiyor. Bu kitabın yazısı da... Bildiğiniz gibi, kitaplar okunur, biter; hep yazılıyor olsa da, yazının sonu  hiç gelmeyecek gibi olsa da, okunur biter. Bitmelidir. Yazar bir yana, yayıncılar, matbaalar, dağıtımcılar, kitap sizin elinize ulaşsın diye çok titizlik gösterip, uğraş verirler. Yazı yine de bitmiyor bununla.           Yazar hem iyi niyetli, hem de kayıtsızmış gibi bu duruma. Bir anlamda kendini yazan yazar, kendi kuyusunu da kazar. Kitabı bitirmek için didinir durur. Kitap -bitse de bitmese de- okurunu kandırmıştır; yazının apaçık hakikati, kâğıt üzerinde mürekkep izi olmanın ötesinde, kaypak bir tilki imgesinin bile yetersiz kalacağı ormanların  rüzgârına kapılmıştır. Son sayfaya geldiğinde okur, belki bir küfür savurur bu rüzgâra. Kalkıp, kitabı iki damla balını anca tadabildiği bir keçiboynuzu posası gibi tükürmek ister. Evirip çevirip elbise dolabının üzerine atabilir. Yok! Yok hayır; televizyonun üstüne bırakmış, bakın!           Oyun sürüyor oyuncularını değiştirerek. Yorulup tükenenlerin yerini yenileri alıyor. Bir değişim, oyunbozanlık yapanların boşluklarını dolduruyor hemen. Bakın, akşam çökmüş, tülperdeden sızan ışık masaya, halıya, banyodaki lavaboya, su dolu küvete bulaşmış. Kitap televizyonun üstünde  bir süre daha bekleyecek, sonra arkaya kayıp düşecek, temizlikçi kadın onu bulup kitaplığa, diğerlerinin arasına katana değin toz kokusunu iyice emecek kâğıdı.           Mavi alacakaranlık hoşuna gidiyor kadının. Krom armatürün soğuk tarafını yice kısıyor; sıcak, çok sıcak bir küvet dolusu hindistan cevizi kokulu suyun içine gömülecek, yer yer güneş lekeli, pul pul soyulmaya yüztutmuş tenini gevşetecek.           Yüksek tavanlı salonun sokağa bakan yüzü boydan boya pencere. Artık iyiden iyiye erken kararan hava, bir ürperti dalgasını önce turuncu, giderek akkorlaşan sokak lambalarından cesaret bulup aralık camdan içeri itiyor. Tül salınıp televizyon ekranında ciddi tavırlarla konuşan ekonomi profesörünün yüzünü, kelini seyrek bir peçe gibi örtüyor. Bu evde hep açıktır televizyon. Pencerenin önünde, geçilmesinin tabu olduğu bir sınırın bekçiliğini yapar. Hemen yanındaki masif maundan sehpada, gümüş tutaçlı kristal bir küllük, açılmamış bir paket karanfilli Jarum sigarası, bir de küçük sarı kâğıda bırakılmış şu not:


Yazıları okudum. Hepsi deli saçması.
Yaşantı düşüklükleri var, ama bununun düzeltilmesi olanaksız.Yürüyüşe çıkıyorum,görüşürüz.


          Profesör, dillendirdiği durumun çözümsüzlüğünden değil de, tül peçesinden sıkılmış gibi bekinip boğazını temizliyor; “...makro  ekonomide entropi ivmesi sabit tutulmalıdır.Yoksa bu toplumsal bir kaosa zorunlu gidiş olur, bence... “          İki çekik sarı göz, dikkatle yarılmış iki bilye gibi camsı, donuk, siyah pençelerin üstünden profesörü kolluyor. Orak biçimli tırnaklar koltuğun kumaşına saplanıp kalmış. Kulaklar, banyodan dalga dalga gelen ince sesleri ayrıştırmak için yirmişer derece geriye dönüyor. Pembe siyah burnu, dışavurumcu bir yağlıboya tuale ahlâksızca uzanmış bir odalık cinsiyeti gibi ıslak, titrek.          Tatlı, baygınlık veren, göz karartan egzotik koku, su şıpırtılarıyla dalgırlanıyor. Lav topları pençelere emir göndermiş olacak ki, ansızın kalkıyor kedi. Kaslarını gerip kamburunu çıkarıyor. Koltuğun kolundan boşalmış hallaç yayı gibi düşüyor parke zemine. Üç hamlede geçeneği aşıp, önce ışıksız, havasız kalmış mutfağa, buzdolabının önüne geliyor. Yerde boş bira şişeleri, dayanılmaz bir mayalanma, küflenme kokusu.          Geriye dönüp, o’nun her zamanki kokusunun seyrelip içinde yittiği kocaman bölüme, yani şu banyo denilen yere dalıyor. O, boyun eğmediği, eğmeyeceği güç; yoldaşı küvetin içinde, köpüklerin altında kaybolmuş, kızıl saçları yanında ince bir fiber kablo gibi akan suyla omuzlarına yapışmış. Boynu geriye doğru, gözleri kapalı. Suyun altında ritmik devimlerle gidip gelen eller uzak bir deltanın içinde yitmişler. Soluk dudakları çekilmiş, kısık iniltilerle yardım istermiş, yalvarırmış gibi geliyor Piyon’a.          Piyon, evin, yani evrenin asıl efendisi. Siyahların askeri. Bir öncü, bir nefer. Kulaklarını geriye atıp yere yapışıyor. O’na yardım edemez. Suya girme riskini alamaz. Bekleyecek. Durum bir kesinlik kazanana kadar, kıçı havada, çenesi yerde bekleyecek. Zaten bütün bir gün yaptığı da bu. Hava kararana, gece inene değin bir sıva çatlağını gözleyebilir. Duvarın kıpırdadığı görülmüş, Piyon’un yıldığı duyulmamıştır.          Kısa, kesik bir çığlık seremoninin bitişine, ıslak parmakların tutuğu cıgaranın yakılışı da bir başka ritüelin başladığına işaret. Küvetin yanından gördüğü dirsekten sızan su fayansların dokusu boyu ilerleyip, pençelerinin önünden küçük saydam bir solucan gibi geçip gidiyor. Piyon, kadının yerdeki küllüğü ararken suda büyük bir çalkantı kopartmasıyla zıplayarak havada burgulanıp geçeneğe, sonra salona seğirtiyor.
                                                                                                                                               *

         “Üzerine konuşulamayan konusunda susmalı.” Oyunun yazılı ya da sözlü kuralları belirsiz de olsa, neyin kural kırımı olduğu 'apriori'dir. Belki de, oyunun kendine en ait olan rengi budur. Tersten gitmekte olan bir olumlama. Bilimin kullanacağı türden ampirik bir metod. İronik, değil mi?         Kozmologların madde analizinde kullandıkları spektrum aralıklarında, renk tayfının izdüşümünde bir renk, hem de asal bir renk -diyelim ki bu kırmızı olsun- elinizdeki tek ipucudur. İnanılmaz uzaklıkta, inanılmaz boyutlarda, inanılmaz bir kütlenin göstergesi olan tek anahtar; bir renk. En “kendisi” olan. En “en” olan.         Handiyse umarsız bir bilim insanı olmaktan kurtulamazsınız yine de. Tersten gelen bir olumlama, bir renk -kırmızı- en kırmızı, olsa olsa bir kural dışılık olabilir ancak. Olguya dair elinizdeki tek bilgi bir kural kırılması. Ne bilim ama! Değil mi? Hadi gidin. Saygın bir süreli dergide makalenizi yayınlayın. Laf açın. Laf taşıyın. Laf katın. Ya da                                                                                                                 
                                                                                            Üzerine konuşulamayan konusunda...         
                                                                                 *

          Oyun da biter, kitap da. Bir anlamda kendini yazan yazar, o “kendi” anlamını da teslim etmek zorundadır okuyucuya. Yazarın kaybetmesi ya da kazanmasından söz edilemez. Benzer bağlamda “kendine teslim olmak” bir belirleyici sonuç olarak çıkarsanamaz.           Yazarın kitabı bitirmesinde sakınca yoktur. Bu türden önermelerin getirdiği gözle görülür ferahlık, yazarın daha pervasızca cıgara, daha koyu kahve tüketmesine yolaçar. Kalemi bilenir, dili kekrenir. Tad duyularının zedelenişi haz verir hâle gelir. Yazar, ara ara, metine kendini de katabilme kaygısından -giderek saplantısından- azar azar ipin ucunu kaçırır. İpin üstündeki canbazın üstünden aşmaya çalışan kanbur olduğunu unutuverir. Aynı zamanda ipi elinde gergince tutmak koşuluna aynı ipin düğümüyle bağlı olduğunun bilincinde olarak. Hani Sylvian’ın bir şarkısında söylediği gibi; "...bilincinin en derininde, atomların, hücrelerin her birinin çeperinde..."          Dili kötü kullanmak bir çeşit modacı sanrsı gibidir; bıyıklar Hercule Poirot'msu olsa da, sözüm ona bir cinsel tercih etiketi olarak tescillenir. Her neyse, Yazarı okuyana da, kendini okutana da şapka çıkarmakla yetinelim, aman şimşekleri üstümüze çekmeyelim, yoksa bu metini de basacak bir yayınevi bulamayız. Dili olabildiğince kötü kullananlaraysa en büyük ödüller verilir. Kitapları yok satar. Basılmadan tükenir. Erkek yazarlar fitilli kadifeden ceket-pantolon, kadınlar dantelli uzun etekler giyerler. Şapka zorunlu olmamakla birlikte, şiddetle önerilir. Duruş önemlidir. Eğretilemelerde futbol terimleri kullanılır. Buna koşut olarak, caz güzeldir. Saksofon, cazı sembolize eden bir çalgıdır. Kenny G’nin soyadı “sarımsak” olmakla birlikte, nedense bundan utanıp yalnızca başharfini kullandığını bizim “caz sever” çeyrek -ya da seyrek-  entellektüellerimiz bilmezler. Çünkü caz dinlemeyi sınıf atlama koşullarından biri, sarımsak baygını düttürüyü de caz sanırlar. Bir de kavramsal sanat var ki; derin, enigmatik bir okyanustur -amma velâkin destur- hangi salı koysan geçiverirsin. Yeter ki “Bir iş yaptım, müthiş oldu!” diye şişin dur. Mışmışsın da mışmışsın.          Dil kullanımını bir tarafa bırakıp, yalnızca anlamsal bağlantıları kurcalayacak olsak eğer,  nesnelerin kendisinden çok,  imgelerini sevdiği ortaya çıkar yazarımızın.Yazıya dökmeden önce, nesnelerin imgelerinden başka şeyler olmadığını bilmediği, bilemediği hâlde. Bilme eylemi yazıya koşut gelişir. Yazar, yazdıkça bilir, bilgeleşir. Ya da                                        
                                                                               *

           İmdi, bu üzerine konuşulması, hattâ yazılması gereken bir olgudur.Kozmologların yakaladıkları ipucu (artık bilimsel bir gerçeklik olan kırmızı) ve bu bilginin elegeçiriliş ânı, Hercule Poirot tarafından tescil edilmiştir. Çapı ne olursa olsun bir pekinliktir bu. İncir çekirdeğinden yağ çıkarıp (zengin şeyhlerin yaptığı idda edilen) belli bir uzuvlarına sürme adeti, Poirot’da, kılların gürleşmesi, canlılığının korunması amacıyla, çıkarılan yağın bıyığa burulması biçiminde ortaya çıkar. Yağın miktarı önemli değildir, pekinliğin niceliği de.          Okurun sabrını taşırmak olmamalıydı bu; yazar / yazdıkları / bıyığı üzerine konuşmak. Yine de, yazının üzerine konuşulmalıdır.

                                                                               *

           Lafı  uzatmadan, kırmızıyı pembeleştirmeden, kara kedi Piyon’a dönmeliyim. Piyon benim kameraman kameram. Ondan daha kusursuz bir işçi düşünemiyorum doğrusu. Sessiz, atik, yeri gelince beklemesini bilen, ya da ‘görünmez mod’a geçebilen, çekim yapılmadığı zamanlarda yalnızca uyumakla yetinen bir kamera. Kadını ondan iyisi aktaramaz. Sendikalı değildir. Alkolle arası yoktur. Yönetmenle çatışmaz, makyözle fingirdeşmez. Islak ayak izlerini koklayarak, yatak odasında giyinen kadının boy aynasındaki yansısıyla kendisini aynı açıdan görebileceği bir yüksekliğe zıplıyor. Bütün gün bekledi, zamanı geldi; Kadın banyodan sonra mutfağa gidecek, belki de et verir bu akşam, sert taneli yemekten pek hoşlanmıyor. Bordo elbisesini giyiyor kadın, kızıl saçları hâla ıslak, sedef bir tarakla düzeltiyor onları. Piyon aklına gelmiş gibi, boynunu çevirip sırtındaki tüyleri yalamaya başlıyor. Zil! Yine kulaklarını tırmalayan o korkunç ses. Her defasında irkilmekten kurtulamadı; yere atlayıp mutfağa koşuyor. Bu sesten kurtuluş yoksa da, en uzak köşe burada. Hem burada beklerse yemek meselesini hatırlatmış olur. Yüksek sesle  konuşuyor kadın. Zilden sonra konuşur hep. Hiç hoşlanmadığı o gürültü nesnesine doğru konuşur, evde başka bir insanın olmadığını biliyor Piyon. Konuşması bitene kadar bekleyecek, sonra sıra ona gelecek: “Burada seni bekliyorum. Açım. Yemek istiyorum.” diyecek.   
                                                                                  *

           Yazının üzerine en uygun konuşma, belki de yine bir kısa anlatı olabilir diye düşünüyorum şimdi. Seneler önce başlayıp yarım bıraktığım bu metnin son tümcesini tamamlayıp yeni bir paragraf başı yapıyorum. 
                                                                                *

           6 numaralı vagonda Poirot, kendine özel bölmesinin penceresinden gördüğü dış semt klişelerinden artık -kim bilir kaç bin yıllık- şehire çok yaklaşmış olduklarını anlıyor. Son durağı olacak Expres’in. Batının oracıkta biteceği varsayılan, bir zamanlar güç isteminin doruğunu simgeleyen, kutsal yapıları göz kamaştırıcı mozaiklerle tinselleştirilmiş bir başkentin inişli çıkışlı tarihi, yedi tepesini tırmanıp inen bir yolcunun ardı ardına anlatabileceği tutarsız izlenimlere koşut olarak yaşanmış, sonra da anıştırılmış sanki. Güç kavgasının görkemli tarihi, anlamsızlık ve tutarsızlıklarla bezeli; uygarlık savaşlarla kurulur türünden antinomiler yumağı zaman içinde büyüyegelmiş. Ama hep ezilmiş, ezilen, vur tokadı suratına öteki yanağını çevirsin -sözümona- erdemiyle kullaştırılmış bir teba bugünün carnivorusekonomisinde giderek daha köleleşmiş. Pencereden akıp geçen inanılmaz surlar arasında bitmiş yıkık dökük, derme çatma yapılar da bunun en açık göstergesi. Surların ardında tepede yükselen saray binaları, büyük beyaz deniz feneri, taş köprüler, irili ufaklı kuleler ve birden dil ısırtacak bir kubbe. Bakanlar kendini küçücük hissetsin diye.           Uzun uzun düdük çalarak giriyor perona tren, yorgunluktan tıslayıp duruyor tarihi garın ucunda. Bir elinde küçük valizi, diğerinde şemsiyesi, bıyığını gere gere iniyor vagondan Monsieur Poirot. Kararlı adımlarla büyük giriş salonunu geçip ana kapısından çıkıyor bugünün dünyasına. Kimse durup, dönüp bakmıyor bile; bir başka eksantrik turist daha işte. Bir taksi değnekçisi, geçen yüzyılın en afili giysileriyle kapının önünde -Sirkeci Garı'nı biraz önce yoketmiş bir sihirbaz gibi- duran bu garip adamın yağlı bir müşteri olduğunu varsayarak ilgisini esirgemiyor: - Taksi mistır? - Oui, yes, arrêtez please. Ağır aksanlı Franglesine gülümsüyoruz tabii. Sürücüye "Pèra Palace S'il vous plâit" derken ana diline dönüyor ister istemez. Başıyla neresi olduğunu anladığını gösteren taksici, sarı Dacia'sının burnunu kalabalığın tam içine sokmaya korkmadan, bir durup bir kalkan trafiğin parçası oluveriyor. Hangi eski zamandan, hangi romandan gelirseniz gelin, bugün bu metropolün keşmekeşi sizi mutlaka yakalar; fiyakanıza, gündelik gerçekliğe bunca aykırılığınıza filan hiç bakmadan. - Oh mon dieu!- Pardon?- Nothsing, notsing!Galata Köprüsüne girmiyorlar. Sürücü büyük bir rahatlıkla La Corne d'Or'a koşut giden otobüs duraklarının yan yoluna sapıyor, birbirlerine sarılmış boğa yılanlarını andıran kuyruklar arasından süzülerek bir sonraki köprüye giden ana yola çıkıyorlar kestirmeden! Köprüyü geçince yine tıkanıyor yol. İç yeleğinden kösteğini çekip ucundaki gümüş saatine bakıyor Poirot, daha trende yeni kurmuş olması boşa gitmiş, ya da yayı boşalmış, yerine çakılı kalmış gibi kıpırtısız yelkovanı. O iyi bildiği, çok sevdiği çıt çıtları da duyamıyor kulağına dayamasına rağmen. Kent uğultusundan, trafik, motor gürültüsündendir diye karar kılıp cebine geri yerleştiriyor. Şimdi sürücüye saati sorsa bir sürü anlaşma, dil sıkıntısı yaşayacak, düşüncesi bile yetti. Hem, adamı bu cambazlıkları yaparken oyalamasa daha iyi olur kendi sağlıkları için.  - Pera Palas burası, otel here mistır!- Ah oui, on est arrivé, is this Pèra Palace?- Yes yes Pera Otel.Dikiz aynasına gömülü dijital taksimetrede gördüğü miktarın fazlasını uzatıyor sürücüye, üstü kalsın işareti yapıyor eliyle. Oh, sağ salim geldiler ya! Yoksa geçen yüzyılın polisiye edebiyatında dillere destan olmuş bir dedektifin şimdi anlamsız bir araba kazasında ölmesi bütün okurların asabını bozabilir. Öyle değil mi? Camus'yü bir düşünün! Pek aynı şey değil ama...- C'est absurd dis donc!- Buyur?- I wasn't talking to you, merci bye!
                                                                                  *

            Poirot'nun, göz kamaştırıcı Art Nouveau asansörle beşinci kata çıkışını, 501 numaralı odaya yerleşmesini, yorgunluk uykusunu, uzun bıyık bakım seansını hızlı geçelim. Bunları tüm detaylarıyla, odasının tam altında, 401 numarada kalan yazarın daktilosundan on bir gündür çıkan kâğıtlar içinde uzun uzun akan metinde bulabilirsiniz. Birdenbire kesilen, yarım kalmış o anlatıda bulamayacağınız, anlamlandıramayacağınız, mantık sınırlarını delen sonraki olay akışı hiçbir metine girmedi henüz: Aynı otelin kubbeli salonunda kurgu karakteriyle yazarın birlikte yedikleri akşam yemeği, içtikleri pahalı şarap, yazarın çakırkeyif odasına çekilişi, ertesi günün sabahı kahvaltısını getiren oda servisindeki kızın yazarı yatağında ölü bulması...            İki gün sonra, az görülen bir organik zehir etkisiyle kalp yetmezliği sonucu uykuda öldüğü teşhisi kondu adlî doktorun otopsi raporunda. 501 numarada kalan beyefendi ise hiç görülmedi, bulunamadı bir daha. Odası boştu, yatağı hiç bozulmamış gibiydi; oysa resepsiyonist -ve dört ayrı otel görevlisi daha- yemin ediyor akşam yemeğinden sonra ikisinin asansöre birlikte bindiklerine.

                                                                               *

             Kıpkırmızı kesilmişti bağırmaktan kadın. Elinde tuttuğu şeye avazı çıktığınca haykırmış, sonra da yere çarpıp kırmıştı. Çarpmanın irkiltisiyle yine mutfağa kaçtı Piyon. Buzdolabının arkasına saklandı. Bıyıkları titriyor, kulakları içeriden gelen sesleri tarıyordu. Sesler, tıkırtılar kesildi sonra. Televizyondan gelen anlamsız gülüşmelerden başka yaşam belirtisi kalmamıştı duyduğu kadarıyla. Uzun uzun bekledi, bekledi.






                                          





M'ye, sözverilmiş,uzun bir zaman önce başlanıp bitirilememiş bir metnin kalıntısı olarak.
Yıldırım Arıcı
(2006-2014)

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on August 14, 2016 12:48

January 11, 2016

DÜNYAYI SATAN ADAM




Söyleştik; neydi, ne zaman, üstünden geçtik basamakların
Orada yoktum, oysa onun dostuymuşum
Gözlerinin içine bakıp konuştum, bu biraz şaşırtıcı
Çok zaman önce, yalnız öldüğünü sanıyordum

Yok hayır, ben
Kendimi hiç kaybetmedim
Dünyayı satan adamla
Yüzyüzesin
Gülümseyip elini sıktım, evimin yolunu tuttum yeniden
Toprağın ve biçimin peşinde, yıllar boyu dolanıp
Şöyle bir durup süzdüm buradaki milyonları
Çok zaman önce, yalnız ölmüş olmalıyız

Kim bilir, ben değil
Kendimizi hiç kaybetmedik
Dünyayı satan adamla
Yüzyüzesin.
(db)

*

Musluğu açınca suyun aktığı lavabo tıkanıklığı dört gözlerim ikişer ikişer aynada soru işareti biçimiyle fırçalarken dişlerimin arasına yuva yapmış su samuru belgeseli kaygısız kamera kaygısız izleyici kaygısız lemur kaygı ivmesi artan entropi istatistikleri.
Adamın, yok adamın işi gücü belki de çok kalkıp yatağından uykusuz geçen bir düş sonrası belki bir kabullenme belki acı tadı esrik eşlik yaşlılık anısı genç karabasanlara uzaklaşan zamanın makarasına sarılı ipliğin birbirine dolandığı meleklerin kendi ruhunun ölüm döşeğinde kendine cebrail kendine yabancı kendine veba kendine yeraltından notlar kendine suç ve de ceza.
Yanlış zamanlama olan şeylerin gözlemi yanlış günün rüyasına eğer bakabilsek düşerken tutunduğun melek o bir düş hem man hem düşman bardağın dibine yapışan.
Yedi günün var tüm yaşamını film makarasından sarmaya tel sarar gibi ya da ipek ya da mum ya da dünyayı satan bir saten bir ipek bir böcek.
Şimdi işte aynanın dibinde kendinin önünde gördüğün bukalemun bu kalen bu sözcüklerin dizge dışı dizimi bu kalemin yazdıkları karşılar tersinden algılanan dünyanın tasarımı.
Yine öyle bir gece uykunun mahallemizde bekçi düdüğüyle ıssız dönemeçlere kıvrılan kedileriyle birlikte boğazın sisine giren bir şilebin ben geçiyorum düdüğüne yakıştırdığım yankılanmalar ve yıllar yıllar yıllar.
Kim bilir daha kaç sabah daha kaç diş fırçası kaç tüp macun ve tıraş bıçağı satıyorum dünyayı.

(2005)
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on January 11, 2016 02:00

September 18, 2015

August 15, 2015

July 11, 2015

Özgür Uçkan






  


                   











 


ÖLÜ ÇOCUKLARA ŞARKILAR




Müzik setini Trinité Kilisesi'nin tam önünde bulmuştuk. 
Benim oda, Rue Pigalle, Square La Bruyére, ilk sağ binanın 6. katındaydı. 




- Bu akşam müthiş bir konser var: Dietrich Fischer-Dieskau solist.
- Ha, neredeymiş?- Opera'da, eski Opera Konser Salonu'nda, büyük orkestra filan, hepsi... Pariscope'da gördüm.- Ooo, yer yoktur, olsa kaç yazar? Bilet alacak paran mı var?- Hımm, yok tabii, yok da, acaba diyorum, biz eskiden konser salonlarına öyle kapıdan kalabalığa karışıp giriverirdik içeri, sonra da içeride boş bulduğumuz koltuğa otururduk. Hani diyorum, burada denesem ne olur?- E, zor biraz. Öğrenci konseri mi bu? Kaçaymış biletler?- 60'tan başlıyor.- Ha ha hah! yedi frank bulsak bir paket tütün alırdık diye hayal kurarken...- Ya da Forêt-Noire! Mmm, çok acıktım. Ne yapsak?- Güldürme beni, sanki çok seçeneğimiz var da! - Makarna diyorsun!- Eh yani! Patates tatlısı yapma da, ben razıyım makarnaya.- O bir denemeydi, niye bu kadar alay ediyorsun anlamıyorum.-Ederim tabii, bir tomar kesme şekerle haşlanmış patatesi ezip karıştırmak ne türlü bir deney oluyor? Patatesleri de çöpe gitti bu yüzden.- Bak sana söyledim; çocukluğumda tatlı patates diye bir şey yerdik, yerelması gibiydi.- Bırak şimdi, hadi makarna suyu koy, yemek yiyip dışarı çıkalım biraz.- Tamam, ama ben akşam konsere biletsiz girmeği deneyeceğim.-Dene de gör...- Nasıl makarna istiyorsun?- Neyimiz var?- Fiyonk.-Yanına sos yapacak?- Burda biraz soğan, zeytin, kekik filan var sadece. Peynirimiz bitmiş.- İyi işte; Akdeniz usulü olsun, daha ne?


                                                         *


- Ne oldu? Çabuk döndün, betin benzin atmış?
- Of, sorma, fena rezil oldum.- Hah haay!  - Gülme!- Otur şuraya da anlat.- Ben demiştim deme!- Demiştim ya neyse, sen anlat; düşündüğüm şey mi oldu?- Daha kötüsü, her ne düşündüysen. Gülme diyorum! - !- Atladım metroya gittim. Yukarı çıktığımda hava kararmıştı çoktan. Opera binasının etrafında dolandım durdum. Çok aramadım ama bilet filan satılmıyordu zaten. Konserin başlamasına yirmi dakika gibi bir süre kala, yan tarafında gözüme kestirdiğim kapıdan girmeğe karar verdim içeri. Önümde sadece pek yüksek olmayan sarı prinç bariyerler vardı. Atlarım dedim üstünden, ne olacak ki? Hepsi birbirine takılıymış, bir sallandı atlarken; çan çan zangırdadı. Tam kapıdan giriyordum, iki izbandut görevli -nereden çıktıklarını bile anlamadım- koştu geldi "Oop, mösyö, nereye?" diye, koluma girip kaldırdılar havaya beni çocuk gibi, yan sokağa kadar götürüp bıraktılar kaldırıma "hadi, yaylan buradan" diye...- Hah hah hah ha, bırak da güleyim istediğim gibi...- İyi iyi, gül! Sonra eve dönerken ben de çok güldüm kendi kendime metroda, millet genç yaşta üşütmüş diye acıyarak baktı. Şimdi pek gülesim kalmadı ya... Düşündükçe sinirleniyorum; her an, her gün, her yerde, çok önemli şeyler oluyor ve biz bütün bunların ortasında, bu şehirde olan biten herşeyin farkındayken, neredeyse açlıktan geberiyoruz. Beynimiz her gün düz makarna yemekten dumura uğrayacak yakında.- Eeh, hep derler ya; bu şehrin bir diyeti var, onu kesiyoruz epeydir, bir süre daha böyle takılmak, bu zamanları atlatmak zorundayız. Yenilgiyi kabullenip eve dönmektense...- Pas question!- Öyle, onun için boş ver, sıkma canını -dişini sık yerine- doğru dürüst yemek yiyeceğimiz, konsere, sinemaya gideceğimiz zamanlar da gelecek. Sen okula asıl şimdi; başarısız olursak, işte o zaman 'dış kapı' önüne koyarlar bizi!- Evet, haklısın.- Hadi gel, tıkılıp kalmayalım bu yamuk odaya, benim de içim sıkıldı zaten okumaktan burada. Müziğimiz bile yok. Çıkıp yürüyelim, bir ayaküstü espresso içelim, ha ne dersin? Benden.- Peki tamam, dur bir yüzümü yıkayıp kendime geleyim önce.

                                                         *


- "La Bruyère" ne demek, hiç merak ettin mi?
- Hım, bakmıştım evet; funda, yabanmersini türevi bitki. Calluna Vulgaris...- Ha, bir de 'latincesi' diyorsun, ansiklopedi mi yuttun  bu ara?- Yok canım, geçenlerde bakmıştım, "Vulgaris" lafına takılmışım, aklımda kalmış işte. Ama Square La Bruyère adı bitkiden mi geliyor, emin değilim.- Ne tarafa gidelim, yukarı Pigalle'e mi çıkalım, yoksa...- Yok ya, şimdi orası çok kuru kalabalıktır, sakin sakin aşağı, Seine kıyısına doğru...- Öff, doğru evet; Japonlarla Amerikalılar basmıştır bu saatte orayı...........- Bir romanın ilk cümlesi önemlidir diyorum sana, gerçi bu “kitap” bir “roman” değil. Olsun, herhangi bir metnin “ilk cümlesi” önemlidir. “İlk adım” gibi… - İlk cümle takıntısı, Miguel de Unamuno'dan Marcel Proust'a, hatta günümüz romancılarına değin geliyor gördüğüm kadarıyla, bizimkilerden birinin bir romanı da bu 'takıntı' üstüne tartışmayla başlıyordu yanılmıyorsam.- Ama bir yanılsama bu. Çünkü bu cümlelerin hiç biri “ilk” değil…- Ne demek istiyorsun bununla?- Foucault'yu kastediyorum, sö...- Bırak şimdi arkadaşım; Foucault üzerine konuşma!- Hah  ha ha haa... Of ya, çatlatıcaz!- Şşt, baksan a, o ne oradaki?- Ney ne?- Kilisenin orada, bahçe önündekini diyorum, gördün mü?- Aa, dolap mı?- Gel bakalım.- Dolapsa çok işe yarar.- Gel gel, koş!- Vaaay!- Evet, vay canına! Dolap ama müzik dolabı!- Hadi canım, bozuktur.- Bozuk olsa n'olur? Şuna bak; güzelim cilasına bak!- Atmışlar'ın müzik seti, dolabı... Bakayım, iki tarafında 'speaker'ları da var.- Bak, kapağı kaldırınca çıkana; üstü  pikap-radyo, içinde anfisi vardır ortak, kesin lambalı anfidir.- Sapasağlam görünüyor.- Elektrik kablosu güzelce sarılıp toplanmış, bence çalışır bu, tertemiz görünüyor. Biri alıp kullansın diye...- Alalım.- Alalım tabii de...- Ağır mıdır diyorsun?- Eşek ölüsü gibidir bu, tut bakayım ucundan bir kaldırıp bakalım.- Hoh!- Uff! En az elli kilo...- Fazladır bence.- N'apalım, kaçsa kaç! Tut, yavaş yavaş götürürüz senin odaya.- Oraya kadar düz yol da, hadi diyelim götürdük yavaş yavaş, dura kalka. Sonra n'olucak? Altı kat nasıl çıkaracağız servis merdiveninden?- Gençsin, güçlüsün, kasların makarnayla gelişmiş, ne var yani?- Of ya, bırakılmaz zaten.- Deli misin, Aziz Trinité'nin biz fakirlere bir mucizesi bu! - En az iki yüz elli-üç yüz metre var evin oraya.- Hadi, tek başımıza olsak yapacak bir şey olmazdı, ama iki kişiyiz.- Of tamam , haaaydi, kaldır!- Bak ileride çok güleceğiz buna, amma şanslı adamsın; evde müzik yok diyordun biraz önce.- Çalışırsa!- Çalışır, çalışır, bozuksa tamir ederiz.- Nasıl tamir ederiz? Sen ne anlarsın? Ben ne anlarım elektronikten?- Ne elektroniği ya, olsa olsa kablosu filan kopuktur, anfi çalışıyorsa sorun yok.- Anfiyi diyorum, lambası mambası yanıksa?- Hele bir eve kadar gidelim, sonra düşünürüz. En kötü olasılıkla, mobilya olarak kullanırsın.

                                                              *


- Ohh! Öldük!
- Bu merdiven bitirdi bizi.- Kapa kapa, kapıyı kapa, görmesin kimse.- Bana bak çok komik; oda dar diyordun, şimdi hiç yer kalmadı!- Ah ellerim kopmuş, kolumu kaldıramıyorum.- Benim de, çok susadım, yerden kalkıp su içecek halim yok.- Bi kahve içelim diye çıktık, halimize bak!- Oo, tansiyonum düştü!- Uzandığın yerde kal, kıpırdama! - Mmm!- Al, su iç!- Sağol..............- Şunu biraz daha köşeye itelim, bir yardım et.- Tamam da, priz neredeydi?- Bu tarafta, onun için diyorum biraz çekmemiz lazım bu tarafa.- Senin yatağı öbür tara kaydıralım önce, baksan a; yapıştı!- Hadi, hoop!- Şimdi de bunu...- Hiç fena olmadı, odaya klas geldi birden!- Dur bakalım hele, bir de bunu prize takarsak göreceğiz klası mılası.- Ben takmam, patlar çatlar bu, yangın çıkarmayalım?- Ben takarım, sen bir dur, neredeydi bu?- Arkasında kaldı.- Gördüm, takıyorum! Bir şey olursa hemen çekerim fişi, kaygılanma.- ! Işığı yandı radyonun! Lambaları ısınıyor galiba, .... ses geliyor!- !


"czzczczzzzzızzzzzızzzzjsssz................au contraire, l’Orchestre Philharmonique peut aborder tous les répertoires du XVIIIème siècle à nos jours, alors ce soir vous allez écouter en direct de l'opéra de Paris, l'Orchestre philharmonique de Radio France dirigé par Pierre Boulez, baryton Dietrich Fischer-Dieskau interpréta Kindertotenlieder (1901-1904): chant des enfants morts, immersion grave et pudique dans l’affliction la plus désenchantée et pourtant digne. Kindertotenlieder est l’un des plus bouleversants témoignages de Gustav Mahler:  1. Nun will die sonn’so hell aufgehn (le soleil va maintenant se lever radieux)2. Nun seh’ich wohl warum so dunkkle flammen (Enfin je comprends pourquoi de si sombres flammes jaillissaient de vos yeux)3. Wenn dein M¨tterlein (Lorsque ta petite mère rentre dans ta chambre)4. Oft denk’ich, sie, sind nur ausgegangen (Je me dis souvent qu’ils n’ont fait que sortir)5. In diesem wetter, in diesem braus (Par ce temps, dans cette tourmente).............."






"......…tersine, Filarmonik Orkestra, XVIII. yüz yıldan günümüze tüm repertuarları aşabiliyor, imdi, bu akşam Paris Opera'sında, Radyo France Filarmonik Orkestrası'ndan, Pierre Boulez yönetiminde, bariton  Dietrich Fischer-Dieskau'nun yorumlayacağı Kindertotenlieder (1901-1904): "Ölü Çocuklara Şarkılar"ı naklen dinleyeceksiniz. Derin acı ve içtenlik, inancın yitirilişi, buna rağmen dingin. Kindertotenlieder Gustav Mahler'in en dokunaklı tanıklıklarından biridir:1 Nun will die sonn’so hell aufgehn (Şimdi aydınlık güneş doğacak)2 Nun seh’ich wohl warum so dunkkle flammen (Sonunda anlıyorum gözlerinizdeki böylesi karanlık pırıltılı alevleri)3 Wenn dein M¨tterlein (Anneciğin odana döndüğünde)4 Oft denk’ich, sie, sind nur ausgegangen (Sık sık, çıkmalı sadece diyorum kendime)5 İn diesem wetter, in diesem braus (Bu zamanda, bu fırtınada)......."


                                                        ***









6 Haziran 2014
"Özgür Uçkan'a yılların dostluğuyla" diye yazmıştım; bu küçük anıyı okuyup beğendiğini söylemişti. 
Bugün Özgür'ü yitirdiğimiz haberi geldi...
11 Temmuz 2015
Yıldırım Arıcı
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on July 11, 2015 06:52

February 10, 2015

Geceden Geceye...





                                                                                                                    (bir Bilge Karasu masalı üstüne kısa film senaryosu)




*


*


*












*






1: GECENİN SONUNA DOĞRU / İÇ MEKÂN



Kedi, elbise dolabının yarı açık kanadını kafasıyla iterek çıkar temiz çamaşırların arasından. Koridor boyu yumuşak adımlarla ilerler. Mutfağın alaca karanlığında görünmez olur. Pencereden sızan bir ışık parçası nereye tutunacağını bilemeden kayar. Buzdolabının yanında asılı takvimin üstünde gölgeler yer değiştirir. Kabından su içer kedi. Birden bir ses duymuş gibi dikelir kulakları. İçeri, adamın yattığı odaya seğirtir.


Adam döşeğinde. En derinlerde uyuyor şimdi. Gecenin yüzeyinde kulaçlarıyla açtığı yarığı binlerce balon köpük dolduruyor. Ayaklarının bu serin renkli pelteye bakışımsız çarpışı karanlığı seyreltir gibi. Kedi, oda kapısı önünde uzanıyor yere, düşün dışarı taşmasından çekinircesine.


Halının desenleri kıpırdanıp dalgırlanmağa başladığında, bıyıklarını titretip göz bebeklerini düşey birer çizgiye dönüştürüyor. Vatosun kanatları desenden kopunca irkilip kabarıyor. İstridye kavkısını aralarken mürekkep balığının gözleri kocaman, yüreği güm güm. Rengi beneklerle değişiyor.









                                                                                *



2: SABAHIN İLK IŞIKLARIYLA / DIŞ PLAN


Kentin üzerinde gün ağıyor. Geceden arda kalan tek tük ışıklar da sönüyor birer birer. Bina           üstüna bina. Kıvrım kıvrım yollar. Tepelere tırmanan gecekondular, biçimsiz kütleler. Bir Turan Erol tablosu gibi.












Zamanın kentte akışı. Sabah, öğle, ikindi, akşam. Arabalar, insanlar, cam, çelik, beton, yol çizgileri, trafik lambaları, ağaçlar; kavaklar, kavaklar, ince uzun dalları, yaprakları… Kedi pencerede. Akşam, çukur yerlere dolmağa başlar, kavaklar gecenin içine gömülür giderek. Bir kuş gelip öter bir yerlerde; biri alt, diğeri üst perdeden kısacık iki sesle.







                                                                                *






3: SABAH / İÇ MEKȂN


İnce, kemikli bir el, takvimin yaprağını tutup koparır; sonraki sayfanın çizgileri, kutuları, saatleri boştur.




                                                                                      *





4: SABAH / TERMİNAL DIŞ - İÇ PLAN


Güney kıyılarının bir büyük kentinde ‘şehirlerarası’ otobüs garajı. Otobüsten rahatsız edici bir gürültü bulutuna iner adam. Buraları bilen biriymiş izlenimi veren Birinci Kişi’yi gözüne kestirip sorar;
Adam – Sazandere otobüsleri nereden kalkıyor?
Birinci Kişi – Karşıdaki garaj!
yanıtı üzerine, karşısındaki terminal binasının kapısından girer girmez -kulağımız bir duvara gömülmüş gibi- uğultu sağırlaşır, sesleri, konuşmaları duymaz, duyamaz oluruz. Denize balıklama atlarken  gözünü kapayışı, suya çarpışı, dalıp çıkışı; ayaklarını çırpması, itme, atma devinimi… Otobüs firmalarının floresan ışıklı çirkin tabelaları, kontuarlar, müşteri avına çıkmış gelgelciler kesiyor itiş kakış kalabalığın arasında yolunu;
İkinci Kişi – Sazlı’ya, Sazlı’ya… Gönencik, Madrabaz otobüsü şimdi kalkıyor!
Üçüncü Kişi – Var mı, Kuyulu üstünden Arifköy’e giden? Hemen hareket..! Aceledelim, aceledelim…
Kolunu, yenini çekiştiren gelgelcilerden sıyrılıp tabelalara bakınıyor, kent isimleri, hiç duymadığı kasaba isimleriyle doldurulmuş ofis vitrinlerinde arıyor bu kez gitmeye kararlı olduğu yerin izini.
Birinci Ses – Sandallı, Üçyol, Sandallı, Üçyol! Ketencik…
Kuyruğunu sağa sola vururken görüyoruz köpekbalığını arkadan.
İkinci Ses – Reşitkale otobüsü buçukta, hade, beyler ablalar…
Gece kuşunun keskin sesine, yankılanan terminal duyuruları karışır. Bütün bu kaos, suya batmış gibi boğulur.





                                                                           *






INSERTS*********************************************************************



                                                                           *



5: GÜNDÜZ / DIŞ PLAN / MONOKROM 


(‘Pazaryeri’ planları, bütünlüklü bir çekim sürecinde, devamlılık gözetilerek yapılıp bitirilecek, montaj aşamasında gerekli yerlerinden bölünerek ana yapıya “insert” edilecektir. Daha sonra, belirli bir kesişim odağında, kadrajda artan bir çoğullanma/bölünmeyle -multiple screening-  ana yapıyla ‘pazaryeri’ planları kimi zamanlarda birlikte akacaktır.)

5 / A gene pazar yerinden geçtiğini görüyordu bir yandan da
5 / B ağır ağır yürüyordu sessizlik içinde
5 / C pazar yerinin dışından bir yerden, filim çeker gibi durduğu bir yerden de, pazar yerini boydan boya ağır ağır geçişini izliyordu kendi kendinin
5 / D merdivenden inmişti pazar yerine. Pazar günü dışında bir gün, pazar öncesi ile sonrası dışında, malın yığıldığı önceki günle, pisliğin, süprüntünün kaldırıldığı sonraki günün dışında bir gün, haftanın ortasında bir gün, ıssız, tablasız, sergisiz, direksiz dayaksız, güneşliksiz pazar yerinin bir ucundan bir ucuna
5 / E bir ucundan bir ucuna ağır ağır yürüyordu sessizlik içinde. Merdivenin tepesinden, sokağın oradan da, izliyordu kendi kendini. Yel esiyordu. Yağmur yağdıracak bir yel. Yerlerden kalkan toz çevrileri paçalarına, yenlerine, kulaklarına, saçlarına doluyordu. Malların sergilendiği, betonla çevrilmiş toprak setlere çıkıp iniyor, ağır ağır yürüyordu pazarsız pazar yerinin bir ucundan
5 / F bir ucundan bir ucuna; yürüdüğünün bilincinde olduğu ölçüde de, kendi kendini ta ötelerden, pazar yerinin dışından, yukarıda kalan sokağın oradan, makinasının gözüyle izlediğini görüyordu. O ıssız genişliğin, o sessiz uzamın bir ucundan bir ucuna geçen yalnız adamın filmini çekiyordu, pazar yerinin gerisindeki adam, yani kendi; pazar yerinin bir ucundan bir ucuna


5 / G bir ucundan bir ucuna geçerken de, o sessiz ıssızlığın içinde, gençliğinde, bir arkadaşının onca severek söylediği bir türkü, ansızın, yolunu bulmuştu bilincine çıkmanın... Yel vurdukça denizlerine, denizleri dalgalı... Oysa öncesi vardı o türkünün, kavakların, Aksaray'ın kavaklarının gölgeli olduğunu söyleyen. Pazar yerinin dört yanını çevreliyordu buradaki kavaklar. Ulu, salınan, ırganan. Ortalarındaki uçsuz bucaksız pazar yerinin ıssızlığındaysa, yağmur yelinden başka dalgalanan bir şey yoktu; kendisi o geniş uzamın bir ucundan bir ucuna

5 / H pazar yerinin ıssızlığını verev bir çizgiyle bölerek bir uçtan bir uca yürür, yürüyen kendini pazar yerinin dışından, sokağın oradan, kat kat merceklerin keskin inceliğiyle gene kendi izlerken, bu ölüm sessizliğinin içinde yürüyen adamın toz çevrileri arasında denizi usuna bile getirmediğini görüvermiş, bilivermişti. Ama sokağın oradan bakan adam olarak mı, yoksa pazar yerinin bir ucundan bir ucuna

5 / I bir ucundan bir ucuna yürüyen adam olarak mı biliyordu? Yolunun ucundaki ölümü düşünmüştü pazar yerinde yürüyen adam, ya da, onun öyle düşündüğünü, filim çeken adam bilmişti. Niye pazar yerinin yaşadığı üç günün değil de, bu ölü günün filmini çekiyorum makinemle? diye düşünüyordu galiba sokağın oradaki, merdivenin başındaki. Ama gene de yalnız o değildi bunları usundan geçiren, pazar yerinde yürüyen kendi de öyle geçirivermişti bunları içinden. Başını kaldırmış, filim çeken kendine bakmıyormuş gibi, ama sonunda ona bakacağını sanarak, kavaklara bir göz atmıştı. O kuş bu kavaklara da gelir öterdi herhalde geceleri. Sonra filim çeken kendine bakmadan, gözlerini önünde giden ayaklarına dikmiş, yürümüştü gene. Yürüyor, kendi filmini çekiyordu yukarıdan. Pazar yerinin öbür ucuna vardığında
5 / J pazar yerinin öbür ucuna varmış, alçak setten sokağa atlıyordu şimdi. Yukarılarda, uzaklarda duran öbür adam, yani gene kendi, makinesini toplayıp gidiyordu. Issız pazar yerinden geçen adamın filmi çekilmiş, bitmişti. Makaralar kutuya girecekti





                                                                       *







6: GECE / OTOBÜS - İÇ PLAN


Gece, yol… Otobüsün farları akan yol çizgilerini ortaya çıkarıyor, kedigözlerini ışıldatıyor.
INSERT  5 / A
Adam otobüste uyuklarken, yüzünde gece ışıklarının parçaladığı belirsiz bir kaygı ifadesi, kapalı gözlerinde kıpırtılar. 
INSERT  5 / B






                                                                      *








7: SABAH / TERMİNAL DIŞ - İÇ PLAN (DEVAM)
Omuzuna yapışan eller;
Dördüncü Kişi – Abi, Gerdir’e mi? Baltepe’den geçer…
Beşinci Kişi – Bodur’a hemen kalkıyor… Neresi? Sultaneşiği mi?
Dördüncü Kişi – Kuşlar’a da gidiyor, en yeni otobüsler bizde abi.
Adam – Yok, yok; Sazandere’ye gide…
Yarım kalır sözü, önü açılır, bırakırlar kolunu çekiştirenler. Biri sanki daha öteleri gösterir gibi çenesini kaldırır. Güçlükle ilerler o yöne, soluğu daralır kalabalıkta.

INSERT  5 / C
Adam – Sazandere…
Demeğe kalmadan sanki garajın daha da derinlerine, uğultunun, sıcağın, yağ kokusunun içine itilir.
INSERT  5 / D
Altıncı Kişi – (Söver gibi) Aha oradaki arabalara sor.
Yine suyun altından gelir gibi boğulur sesler. Gösterdikleri yere yaklaşırken üç otobüsten birinin, sessiz bir filmdeymiş gibi, çıt çıkarmadan süzülüp gittiğini görür. Koşmak ister. Garajı dolduran adamların hepsi, gelip önünde durur sanki.

INSERT  5 / E
Seslenmek ister, dudaklarını görürüz de duymayız, düşlerdeki gibi. Kalan son otobüsün yanına vardığında sorar;
Adam – Kaçta kalkacak bu?
Birinci Sürücü – Kalkmayacak bu, bi yere gitmiyor ki…
Adam öfkesinden donar, derin bir soluk alır, yutkunur, sonra en dingin sesiyle sorar:
Adam - Demin burada üç otobüs vardı. Nereye gitti öbür ikisi?
Birinci Sürücü – Nereye gidecek? Biri Gündüzlü’ye gitti, biri de Arifköy’e…

INSERT  5 / F
Değnekçi – Bu gece Sazandere’ye otobüs yok artık beyim.
Adam bir an ikircik içinde kalıp, vazgeçer başka bir soru sormağa, arkasını döner, garajdan sokağa atar kendini.
INSERT  5 / G
Şerbetçilerin, fındık fistıkçıların, insanların bu saatte büsbütün azgınlaşan Akdenizli gürültüsü diken diken batar beynine.
INSERT  5 / H
Uğultunun sağırlığı azalır gibi olsa da, yorgundur. Bir otelin önünde durur.





                                                                           *




8: GECE / OTEL - İÇ MEKÂN
Küçük, eski bir taşra otel odası. Yatağa oturur adam. Karşısındaki aynada kendini görür; iç içe çoğalarak sonsuza giden yansılar. Uzanmıştır artık; gözleri kapanır, yastığa gömülü yarım yüzünde hiçbir ifade yoktur. Aynanın içinde, bir ucundan bir ucuna yürüyen…





                                                                             *






9: GÜNDÜZ / KUMSAL – DIŞ PLÂN
Hemen hemen aynı duruşla, kumların üstünde güneşlenirken de yüzündeki o ifadesizlik. Gözleri açılır. Denizin olması gereken  yöne bakar. Bir an bir çöl ufkunu görür gibi oluruz.





                                                                             *






10: GÜNDÜZ / LOKANTA – DIŞ PLÂN
Kalabalık, yemekçilerin, kahvelerin olduğu sokaklardan biri. Adamı (arkası dönük), sokağa atılmış bir bolkepçe lokantasının masasında yemek yerken görürüz kısa bir süre.






                                                                            *




11: AKŞAM / TERMİNAL DIŞ - İÇ PLÂN
Değnekçi – Abi, Sazandere’ye -doğrusunu söylemek gerekirse- yarımşar saat arayla üç otobüs ya kalkar, ya kalkmaz… Yani, birincisi hep kalkar da, öbürleri yolcu olursa…
Adam – Yani, kaçta geleyim ilkine yetişmek için?
Değnekçi – Sen bi buçuk saat sonra burda ol, iyisi.





                                                                            *






12: AKŞAM / SOKAKLAR DIŞ – PLÂN

Adam, yakıcı güneşin batışıyla yeni yeni canlanan sokaklarda dolanır vakit geçirmek için.Yürüye yürüye Garajlarda bulur yine kendini.




                                                                            *




13: AKŞAM / TERMİNAL DIŞ PLÂN
Bu gece gürültüye biraz alışmış olduğundan mı yoksa kulaklarını gönül gücüyle sağırlaştırdığından mı ne, garajın içinde değil de çok uzağında gibidir. Sanki pazar yerindedir gene… Deniz sanki yavaş yavaş kendisinden uzaklaşmıştır. Oysa burada, denize gitmek için uğraşıyor, yaşamı boyunca göstermediği bir kararlılıkla, av bekler gibi bekliyor otobüsü.
Pazar yerindeki adamdı denizi unutan. Bunu, sokağın oradan bakan adam olarak mı, yoksa pazar yerinin


INSERT  5 / I    

* ODAK NOKTASI -multiple screening-  ana yapıyla ‘pazaryeri’ planları bitene dek birlikte akacaktır.


Şimdi, hâlâ, pazardaki adamlarla uğraşıyordur. Bir düşün düşünün anısı içinde üçleştiği gibi dörtleşiyor, garajda duran kendine bakıyor, baktığının dışında… Bitmez bu.

Adam - Aynalarda çoğalır gibi çoğalıyorum; yorgunluğa, öfkeye, üst üste yığılan tersliklere vermeli bunu…
diye söyleniyor, avutmağa çalışıyor kendini.                                                                       İrkillir. Beklediği yere, kıtıpiyoz bir araba gelmiştir. Otobüsün artık kalkması gereken saattir bu. Gelen, her yanı dökülen bir taka.
Adam – Sazandere’ye mi?
İkinci Sürücü – Haa
belirsiz bir karşılık, evet'e de, hayır'a da çekilebilecek çeşitten… Adam, artık alıştığı için, uğultunun içinde kendi sesini, sorusunu, açık seçik işitmiştir. Sürücü, besbelli, yolcu denen aşağılık yaratık türüyle yüz göz olmayacak sürücülerdendir. Adam, biraz beklemeğe karar verir. Öncekinden daha kırık dökük bir otobüs eskisi yanaşır berikine. Adam bunun sürücüsüne yaklaşıp, sorusunu sorar;
Adam – Sazandere?
Üçüncü Sürücü – Hı ı!
Boş otobüse biner, yayları dirice bir yer bulup oturur.


INSERT  5 / J    


Pazar yeri gene gözünün önüne gelir.Yanıbaşında kopan bir tangırtıyla yerinden sıçrar. Uyuklamış mıdır gene? İlk gelen otobüs gidiyordur. Çantasını, torbasını toplayasıya, kendini dışarı atasıya, o soluk, yoluk nesne, kalabalığın içinden süzülüp gitmiştir bile. Bindiği arabanın sürücüsünü göremez. Oralarda duran birine sorar;
Adam – Nereye gidiyordu bu?
Yedinci Kişi – Soğukgöl’e gitti galiba.
Soluk alır adam.
Adam – Bu araba ne zaman kalkacak?
Yedinci Kişi - Bir yere gittiği yok, sürücüsü de yatağında uyuyordur şimdi. Demin çıktı yatmağa… 

Bu araba yarın sabah kalkar. Kazlar'ın arabası bu
Adam çılgın gibi koşar sağa sola, değnekçiyi arar, bulunca da sinirle çıkışır;

Adam – Yahu, benden başka sanki herkes biliyor da, bir ben bilmiyorum Sazandere arabalarını. 

Nerden kalkar bunlar? Bir ben miyim soran Sazandere’yi?
Değnekçi – O ooo, Sazandere  arabası kalkalı hanidir… O köşeden kalkar zaten.
Adam – E, sen bana burası dedindi?
Değnekçi – Yok be abim, sen yanlış anlamışsın dediğimi; her gece Sazandere’ye tek bir araba kalkar, aha o da gitti.






                                                                          *


 

14: GÜNDÜZ / KUMSAL – DIŞ PLÂN
Adam aynı kumsalda, giyinik olarak denize bakarken.

 


                                                                          *


 


15: GÜNDÜZ / LOKANTA – DIŞ PLÂN
Aynı masada… Sigara içerken.




                                                                          *





16: GECE / OTEL - İÇ MEKÂN
Yatağında.





                                                                              *







17: AKŞAM / TERMİNAL DIŞ PLÂN

Uzaktan gördüğümüz kalabalık. Karıncalar gibi.Değnekçiyi bulamaz. Sazandere otobüsünü, teker teker, her arabanın yanında durarak sorar. Gösterilen yerlere gider, başka yerler gösterilir. Kalabalığın içinde, omuzunda sırt çantası, oradan oraya atılılır, bineceği arabayı bulamaz. Her yere gidiyor öbür arabalar, bildiği, bilmediği her yere. Nedense, Sazandere arabalarını bilenler azdır, ya da, bilir gözükenlerin verdiği bilgi sağlam çıkmıyordur. Yorgunluktan, durduğu yere çökecek gibi görünür. Sazandere'ye giden otobüsü iki kez sorduğu yerin önünden geçerken bir daha sorar;
Adam – Sazandere otobüsü?
Sekizinci Kişi – A aa, on dakika oluyor, buradan kalktı.
Yanındaki delikanlı yarım bir gülümsemeyle ona bakar. Hem alaycı, hem acıyan.





                                                                           *




18: GÜNDÜZ / KUMSAL – DIŞ PLÂN
Kumsala, denize uzaktan bakarken.



                                                                           *





19: GECE / OTEL - İÇ MEKÂN
Oda penceresinden dışarı bakarken.






                                                                            *





20: AKŞAM / TERMİNAL DIŞ PLÂN
İyice uzaktan görürüz kalabalığı, bir ara adamı da görür gibi oluruz.




                                                                           *





21: GÜNDÜZ / OTEL - İÇ MEKÂN
Yatağında oturmuş, peynirli ekmeğini yemektedir.Yerde birikmiş gazete öbeğini ayağıyla yatağın altına iter.Yüzünde oynadığı zor oyundan zevk alan bir satrançcı gülümseyişi, elindeki ekmeğe  dalar gözleri.






                                                                          *





22: AKŞAM / TERMİNAL DIŞ PLÂN
Değnekçi onu bir arabanın arkasına çekmiştir:
Değnekçi – Kardeş, gecelerdir geliyorsun, görüyorum. Söylemesem olmayacak. Gerçekte, bu arabalar içinden sekiz tanesi, başka yere giderken, ya da gittikten sonra, Sazandere'ye uğrayabilir, uğrar da. Ancak, sapa yer olduğu için, gerekmedikçe oraya gitmek istemez sürücüler. Fazla para isterler, yolcuyla çekişirler, onu yarı yolda indirmeğe kalkarlar. Oralılar zaten hep bir araya gelir, bir otobüse binerler, yola çıktıktan sonra sürücü artık nazlanamaz; ama senin gibi tek yolcuya kimsecikler "gideriz" demez, öyle bilesin bunu. Hani denk gelecek, başka yolcu olacak da... O zaman gidersin belki. Hem gidilecek yer bolluğuna kıran mı girdi?...
 


                                                                         *



 

23: GECE / OTEL - İÇ MEKÂN
Adam handiyse gülecek gibidir aynadaki suretine, zafer kazanmış bir büyükusta gibi süzer kendini.







                                                                         *







24: AKŞAM / TERMİNAL - DIŞ PLÂN

Araba artık kaçamaz. O gece Sazandere otobüsünü, bir hayvanı köşeye kıstırır gibi kıstırır. Otobüsü eliyle koymuş gibi bulduğunda, yolcuların gelmiş olduğunu görür. En önde oturan birine sorar kapıdan:
Adam – Sazandere’ye mi bu?
Bir Yolcu – Evet evet, hemen kalkıyormuş, buyurun geçin; arkada yer var.





                                                                         *






25: GECE / OTOBÜS - İÇ PLÂN
Biner. Pırl pırıl, yepyeni bir arabadır bu. Yolcuların hepsi yerine oturmuş, kimi kıvrılmış uyuyor, kimi uyumağa hazırlanıyordur. Yerine oturmasıyla birlikte motor işler, gürültünün içinden bir gemi yeğniliğiyle çıkarlar. On dakika geçmeden, otobüs, tek bir ışık damlası bile seçilmeyen kara yolunda gitgide artan bir hızla kayıyordur.
Adam – (Mırıldanarak) Uğraşınca, hele isteyince, pekâlâ oluyormuş...!
Sonra tokat yemiş gibi irkilir; bir gece önce değnekçinin söylediklerinden sonra bu düşünce, olsa olsa, güIünçtür. Otobüsün ışıklarını çoktan söndürmüşlerdir. Horultular gelir her yandan.
Uyumalıdır, yorgun varmamalı Sazandere'ye.


…..




Uyandırırlar sonra.
Adam – Ne oldu?
Sürücü Yardımcısı Delikanlı – Abi (düzeltir)  beyfendi, İneceğiniz yere geldik.
Ortalık hâlâ karanlıktır. Otobüs durmuştur. Kulak verir, uyku sersemliği içinde. Denizin sesi işitilmez. Otobüste kendisinden başka yolcu kalmamıştır zaten.Üstelemez, herkesin kendi işini iyi bilmesi gerektiği yollu iyimser bir güven duygusu içinde, iner.






                                                                          *






 26: GECE /  YOL KENARI - DIŞ PLÂN

Karanlıkta birileri çantasını eline tutuşturur.Ayağını yere bastığını anlamağa daha vakit bulamadan, otobüsün yoğun bir toz kokusu içinde hızla, yeniliğinin bütün gücüyle uzaklaştığını duyar. Yapayalnızdır karanlığın içinde.Adam bekler. Toz genzini yakmaz olur. Kulak verir yeniden. Denizin sesi gelmez. Burnununu havaya diker, tuz kokusu da yoktur. Kızmamasına şaşar, şaşmamasına şaşar. Sırt çantasının askısını düzeltip, bir iki adım atar, ayakları kuma gömülür gibi olur. Gibi değil, kuma gömülüyordur düpedüz. Çantasını yere bırakıp, eğilir; kumla kumu, deniz kumu değildir bu. Un gibi, incecik, bildiği deniz kumlarının hiçbirine benzemeyen bir kumdur.Bir iki adım daha atar gömüle gömüle. Deniz de umurunda değildir şimdi, Sazandere de. Yalnızca merak var içinde, yalnız şaşkınlık.Deniz buralardan çekilmiş miydi bu yıllar içinde? Rastgele yürümeğe başlar, çantasını ardında bırakıp. Düşünmek de boştur, yük taşımak da. Bir tepeciğe tırmanıyor şimdi, besbelli. Bir kumula.Yoksa Sazandere, ya da başka neresiyse burası, gerçekte bir çöl müydü? Güler. Ama inceden inceden bir tedirginlik de yayılıyordur yüreğinden karnına, kollarına doğru. Biraz daha yürür.





                                                                        *






27: GECE /  EV ÖNÜ - DIŞ PLÂN
Ansızın, ayaklarının altında, çukurda, bir dizi pencere görür, ışıl ışıl yanan. Oraya doğru iner. Pencereli duvarın köşesini dönünce bir kapı çıkar karşısına.
Deniz yeşili bir dizi camın, içeriden gelen güçlü aydınlıkla çerçevesini çizdiği bir kapı.
Elini yumar, parmaklarının orta boğumlarıyla vurur kapının ortasına. Elini daha kaldırmamıştır ki kapı açılır. Çok yaşlı bir adam duruyor karşısında. Gülümsüyor. Kendisini tanıyormuş gibi:
Yaşlı Adam – Buyurun. Buyurun, biz de merak etmeğe başlamıştık. Buyurun şöyle ocağın başına…






                                                                       *






28: GECE /  EV - İÇ PLÂN / FİNAL
Adam, "Beklediğiniz birine benzettiniz beni," diyecek olur, demez; ansızın, ne denli üşümüş olduğunu farketmiştir.
Girer, sevinçle yürür kapının karşısındaki ocağa doğru.
Ardından seken gevrek ses:
Yaşlı Adam - Yeriniz ne zamandır sizi bekliyor…
Ne zamandır bekliyoruz sizi, ha bu yıl gelecek aramıza, ha önümüzdeki yıl diyerek...

Adam ocağın karşısındaki boş yere oturur, ayaklarını, ellerini yalım yalım yanan ateşe uzatır.

Ateşte bir takvim yaprağı tutuşur, kıvrılarak büzüşür, kararır, korlaşır sonra.







                                                                       * * *















*







Yıldırım Arıcı


Üşengeçlikten değil ama, hakkıyla çekilebilmesi için (gereken parasızlıktan) yıllardır bekleyen bir kısa film senaryosu... 

(Bekleyedursun. Belki bir gün yolumuz Akdeniz'e düşer.)



Senaryo kurulurken çok emeği geçen Servet Erdem'e, Sevgiyle...

2012 





*










1 like ·   •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on February 10, 2015 07:59