“Doğrusunu ister misin, benim gözüm yıldı. Ben artık hiçbir işe yaramam.'' dedi. Annesine birkaç defa ölüm haberi gelmiş. Çünkü birkaç defa haftalarca düşman içinde kaldı. Hepimiz öldüğüne inandık. Sonra esir düştü. Gene öldüğünü söylemişler. Hatta ailesine aylık bile bağlanmış. ''İstanbul'a döndük, dedi. Bir akşamüzeri... Bizim mahallede bir yokuş vardı. Alacakaranlıkta bunu çıkıyorum. Bir yeldirmeli kadın da iniyor. Neredense annem olduğunu tanıdım. Bakkala yoğurt almaya gidiyormuş. O kadar heyecanlanmışım ki duvara dayanarak bekledim. Benim hizama gelince ''Anne!'' dedim. Bunu demedim, adeta inledim. Neredeyse ağlayacaktım. O da benim sesimi tanıdı. ''İsmail, sen misin?'' diye sordu. Hani gereksiz sorular vardır ya, işte onlardan birisi... Yoksa beni tanıdı. Ne yaptı bilir misin? Elindeki kaseyi eğilip yere koyduktan sonra kucakladı beni... Biz ana-oğul, öylece ağlaşırken, yemin ederim ki, aklı fikri, yere bıraktığı kasedeydi. ''Aman kırılmasın!'' Ben kendimi belki yüzlerce defa o kaseden daha değersizmişim gibi ölüme attım. Bunu sen gördün, bilirsin. Annem, mezardan geri gelen oğlu için, kenarı çatlak bir kaseyi -vallaha kenarı çatlaktı, eskici Yahudi iki kuruş vermezdi- yere atamadı. Sonra akrabaları, dostları, komşuları, hemşerileri dolaştım. Hepsinde bu ''kaseyi yere atamamak'' hali fazlasıyla vardı. Harbe gidenler haklı olarak umursamaz olmuşlardı. Bir suretle yakalarını kurtaranlar ise bizim karşımızda vicdan azabı çekiyorlar, bu duyguyla yenilginin suçunu açıktan açığa bize yükletiyorlardı. ''Sanki neye yaradı?'' anlamına gelen bir alaycı, kırıcı bakışlarla bakıyorlar ki dayanılmaz.'' dedi.”
―
Kemal Tahir,
Esir Şehrin İnsanları