Aylin Balboa's Blog, page 2

November 30, 2014

Kitap Tavsiyesi

.
Acayip zor bir şey bu. Ben nereden bileyim ne okudunuz ne okumadınız hayret bir şey. Ama o kadar çok tavsiye isteyen mesaj alıyorum ki tek yazıyla bu işi çözeyim dedim. Hazır fuar zamanı, indirimli indirimli alırsınız isterseniz.

Machado De Assis- Mezarımdan Yazıyorum

Kjersti Skomsvold- Hızlandıkça Azalıyorum

Jay Griffiths- Tik-Tak/Zamana Kaçamak Bir Bakış

Louis-Ferdinand Céline- Gecenin Sonuna Yolculuk

Caterina Bonvicini- Köpekbalıklarının Dengesi

Emile Ajar- Koca Tembel

Kurt Vonnegut- Mezbaha No:5

Samuel Beckett- Godot'yu Beklerken

Yevgeni Zamyatin- Biz

J. M. Coetzee- Barbarları Beklerken

Trevanian- Şibumi

Dino Buzzati- Tatar Çölü

John Fante- Bahara Kadar Bekle, Bandini

Franco Ferrucci- Evrenin Hikayesi

Léo Malet- Kara Üçleme

Jean-Paul Roux- Orta Asya'da Kutsal Bitkiler ve Hayvanlar

Türkçe edebiyata da başka zaman bakarız. Çok kenar köşe şeyler yazmadım. Muhtemelen birçoğunuzun okuduğu şeyler. Ama dediğim gibi tanımadığım bilmediğim insanlara ne tavsiye edeceğimi kestiremiyorum. Biraz ortadan gittim diyelim. Ha hepsini çok severim, ayrı.

Bir de yazar olmak yahut yazarların ne gibi şeylere maruz kaldıklarını görmek isteyenlere bir tavsiyem var;

Giuseppe Culichia- Demek Yazar Olmak İstiyorsun. Okurken acayip eğlendim.


Öyle işte. Dalton'ların size çok selamı var. İyi okumalar.
Sevgiler.
Balboa.
.
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on November 30, 2014 09:12

September 20, 2014

Uçar Mıyız?

.
Merhaba sevgili moruklar. Kitap çıktı sonunda, onu haber vereyim dedim. Çok garip duygu. Yani kitaplığımda artık kendi kitabım var. Sonra işte insanlar okuyorlar bir şeyler söylüyorlar filan. Ne bileyim. Bu ara bununla çok mutluyum ben, beni merak etmeyin.

Bir de bu akşam annem okumuş, aradı dedi ki işte ben de kitap yazıcam sdhsd. Ki kafasına koyduysa yapar. Yakınlarda Hamide Balboa diye bir yazar çıkarsa tanımıyorum sdgss

Burada, blogda yayınladığım ilk yazı var. O zamanlar işlerin bu noktaya geleceğine dair hiçbir fikrim yoktu. Fakat işte en başta da söylediğim gibi; "Doğu oturup beklemenin yeridir. Yeteri kadar beklerseniz her şey ayağınıza gelir."

Beni yazabileceğime inandıran tüm okurlara, en şelaleli duygularımla.

Öpüyorum mıncırıklarınızı.

Sevgiler.
Balboa.

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on September 20, 2014 14:07

April 15, 2014

Erik

.
Merhaba moruklar;

Örmeyi çok istediğim bir kazak var ama heyecandan sürekli ilmik kaçırıyorum. Elbette burada gerçek bir kazaktan söz etmiyorum, metafor diye bir şey var herhalde, hayret şey. Hem zaten ben kazak örmekten ne anlarım :/ Daha önce söylemiştim, tüm yaratıcılığımı sergileyerek keşfettiğim örneğe, bir örgü gurusu olan annem "Hayvan Sidiği" ismini koymuştu. Sanata gerçekten saygısı yok.

Neyse işte Balık var ya, köpek kızımdan söz ediyorum, bu ara onun sevgisini vücuduma sığdıramamak gibi mühim bir sorun yaşıyorum, her tarafımdan fışkırıyor şerefsiz. Erik seviyor lan, bayaa böyle ağaçtan erik koparıyorum, yarısını ben yiyorum yarısını o yiyor. İnsan eriğini herkesle paylaşmaz, bilirsiniz. Çünkü erik kutsaldır. Çünkü o erik ağacını, siz artık komşununkinden çalmayın diye babanız ekmiştir. Zamanı geldiğinde siz de gidip babanızın baş ucuna başka bir ağaç dikmişsinizdir ama onunkinin komşudan çalmakla ilgisi yok. Hem zaten konumuz bu değil. Şimdi, sandığa sıçarak protesto etmediğime pişman olduğum belediye, "oradan yol geçecek" diye eriğinizi kesmek istemektedir. Çünkü onlara kalırsa başka bir yere başka bir erik dikilebilir, bu teknik bir hadisedir, çözülebilir, hiçbir şey yoldan kıymetli değildir. Konumuz bu olabilirdi, ama küfür söylemeyi bıraktığım için bu da değil.

Balık işte, içimi titretiyor. Bir bakışı var, görmelisiniz. Bazen bir de konuşsa keşke diyorum ama sonra vazgeçiyorum. Konuşmayan birine, istediğiniz sesi doldurabiliyorsunuz çünkü. Üzülme diyen bir ses mesela, geçecek diyen bir ses.

Artık konunun ne olduğunu söyleme zamanı geldi ama bunu izah edemiyorum. Bir şeyleri çok özledim. Hatırlayamıyorum.
.



 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on April 15, 2014 14:47

February 25, 2014

Uğur'un Terlikleri

.Uğur Kaymaz öldürüldüğünde Tunceli’deydim. Üniversiteden mezun olur olmaz Doğu hizmeti için çalışmaya gitmiştim. Mecburiyetten. Hayatta kalmanın bir yolunu bulmam lazımdı ve o zamanki şartlarımda bu, şahsi trajedilerimden kaçmak için hiç fena bir yol gibi görünmemişti. Kaçarak kurtulunabileceğini sanacak kadar küçüktüm henüz. Uğur benden de küçüktü.
“12 yaşında 13 kurşunla.” Günlerce kulaklarımda çınladı bu cümle. 12 yaşında 13 kurşunla. Çünkü tüm devletler korkaktır.
Size Uğur’un hikayesini ben anlatmayacağım, çünkü onun hikayesini bilmiyorsanız gerçekten utanmanız gerekir. Bilince de başka türlü utanıyor insan. Zaten bir kalbiniz varsa her gününüz utanarak geçer.
Küçücük sobalı bir evde yaşıyordum. Başlarda, tepelerden gelen silah sesleri sizi korkutuyor ama sonra alışıyorsunuz. Her şeye alışıyoruz çünkü orospu çocuğuyuz. Akşamları sobamı yakıyor, o sesleri duymayayım, içimdeki sesleri duymayayım diye “büyük şehir”den getirdiğim CD’lerden birini açıyor ve saatlerce tavana bakıyordum. İki yılın neredeyse tamamı böyle geçti.
Hapishane duvarlarına mahkumların neden sürekli bir şeyler astığını anlamıştım orada. Delirmemek için yapıyorsunuz. Size ait olmadığını düşündüğünüz bir hayatın içinde debelenirken, aslında size ait olan hayatta neler varsa onları duvarlara asıp hatırlamaya çalışıyorsunuz. Benim evimin duvarı da böyle alakalı alakasız bir sürü şeyle doluydu ve her geçen gün yenilerini ekliyordum. Kendi küçük tımarhanemde öyle ya da böyle yaşayıp gidiyordum.
Uğur’u Kasım 2004’te öldürdüler. Yıldırım Türker, Radikal gazetesinde konuyla ilgili içimi çok kıyan bir yazı yazmıştı. Kesip duvara asmıştım onu da. Uğur, babasıyla beraber evinin önünde devlet tarafından “karanlıkta büyük adam gibi görünüyordu” gibi korkunç bir gerekçeyle öldürüldüğünde ayağında terlikleri varmış. Ayağında terlikleri. 10 yıl oldu. Uğur’un ayağındaki terlikler hala bazı geceler rüyalarımda gelir göğsüme oturur.
Bir gün bir arkadaşım geldi eve. Yazı dikkatini çekti, niye astın bunu dedi. İyi niyetle sordu sandım, öyle değilmiş. “Buna mı üzülüyorsun” dedi, “çocuk teröristmiş işte.” Çocuk teröristmiş. Çocukla terörü aynı cümle içinde nasıl kullanabildiğine inanamadım. Bir kalbiniz varsa her gün utanırsınız, yoksa kolay.
Uğur’un AİHM’deki davası sonuçlanmış bugün. Sonuçta gak olmuş guk olmuş. Ne fark eder? Ben Uğur’un fotoğrafını bolca gördüm yine bugün. Aslında hiç yaşamamış gibi bakan gözlerini, üstündeki okul önlüğünün yakasından çıkan kırmızı kazağını, sımsıkı kapalı ağzındaki çok eksik kalmış, daha başlamadan bitmiş gibi duran gülümseyişini gördüm. İş yerinde çok yorulmuştum. Bütün gün memleketin anasının nasıl sikildiğini izlemekten de ayrıca helak olunca eve gelip uyudum. İşte sonra rüyamda yine Uğur’un terlikleri.



 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on February 25, 2014 14:46

December 31, 2013

Size biraz bilinçlerimi akıtmak isterim.

.
Merhaba sevgili okur bireyler;

Klişe bir yılbaşı yazısıyla sizlere bütün yıl ne boklar yediğimi anlatmayı planladığım bu yazıdan şu anda vazgeçiyorum. Bu sefer biraz çabuk oldu farkındayım ama sonuçta size ne benim hayatımdan ve tohumunuza para mı saydım, ibneler.

Şu anda masamın üzerinde bit kadar bir kedi dolaşıyor. Yazıya başladığımda, masanın üstündeki bir kitaba sıçtı ve silmeye üşendim. Her yerin bok olması saniyeler sürmedi. Boka basıp basıp bütün eve sürdü. Evladımın boku resmen bölünerek çoğaldı. Bu çok boklu paragrafı burada bırakıp bok temizlemeye gidiyorum.

Hayat kısa. Kediler sıçıyor.

Yeni yılınız bıldırcın olsun.
.
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on December 31, 2013 08:36

December 13, 2013

Sipariş Bilginiz


.Babam emekli olduktan sonra kasabanın merkezi bir yerinde dükkan kiralamış, ömrünün kalanında orada çeşitli iş girişimlerinde bulunmuş ve hepsinde iflas etmişti. Ancak öyle tatlı iflas ediyordu ki hiçbir şey diyemiyordunuz. Sonuçta mutluydu, eğleniyordu, her seferinde maddi olarak epey dara düşüyorduk ama dediğim gibi adam mutluydu. Onun mutlu olması, dünyadaki her şeyden daha değerlidir.
Manavlık yaptığı bir dönem bir komşumuz sürekli babamdan alış-veriş yaparmış. Ekonomik vaziyetleri patlak olduğu için hep veresiyeye yazdırırmış. 2 sene kadar sürmüş bu, borç epey kabarmış. Babam adamdan para istemeyi dehşet verici bulurdu çünkü yani "Adamın parası mı var be kadın, aç mı kalsınlar!". Sonra sonra adamın eline yüklü bir miktar geçmiş, arazi mi satmış ne. Ev almış, araba almış, havalı havalı dolaşmaya başlamış ama gelip de babama olan borcunu ödememiş. İşte o zaman babamın tepesi atmış. Bir gün kuzenimle dükkanda oturuyorlarmış, babam demiş ki "Böyle böyle oldu. Şimdi parası var ve borcunu getirmiyor. Ayıp. Benim de çoluk çocuğum var. Dükkana mal alacak param kalmadı. Bi göreyim çok kötü yapıcam Önder, bak sen şahitsin." 
Birkaç saat sonra, babam dükkanın önünü süpürürken borçlu komşu yoldan geçiyormuş. Babama selam verip "Nasılsın Selaattin Amca yaa?" demiş, babam "İyiyim." deyip süpürmeye devam etmiş. Adam gitmiş.
Babam koşa koşa dükkana girip "Önder lan, çok mu kötü yaptım adamı?" demiş. Önder Abim "N'aptın ki dayı?" demiş anlamayıp. "Ya nasılsın dedi iyiyim dedim, sen nasılsın demedim, ağır mı olmuştur? Ama hak etti pezevenk. Senin artık paran var, benim paramı niye getirmiyorsun di mi? Neyse ama getirir artık, çok kötü yaptım onu."
Aradan yıllar geçti. Babam çeşitli iflaslar sayesinde çeşitli iş kolları deneyerek çeşitli deneyimler edindi. Yani bir dükkanımız hep oldu, ama içinde ne sattığı sık sık değişti. Dondurmacılık yaptığı zamanların hastasıyım mesela. 
Sonra kanser oldu. Doktorlar kurtulmasının bir yolu yok dedi. Dağ gibi adam. Aklım almadı. Doktorlara atamadığım yumrukların hepsi benim suratımda patladı. 
Teşhisinden ölümüne kadar çok çirkin şeyler oldu tabii, zaten hastalığın güzeli olmaz, bu yüzden böyle şeylerden bahsetmeyeceğim. 
Kanserinin ilerleyen zamanlarında ama hala konuşabiliyorken kuzenim ziyaretimize geldi, biraz güldük eğlendik, çeşitli ibnelikler yaptık filan. Sonra babama eğilip "Dayı" dedi, "o adam paranı getirdi mi? Babam güçlükle dedi ki, "Getirmedi ama Önder, mutlaka getirecek, o gün çok kötü yaptım onu."
O adam hala babamın parasını getirmedi. Ama bir gün getirecek eminim, çünkü babam öyle dedi.
Böyle işte moruklarım. Bir şey yazıcam diye aklım çıkıyor. Kitap işi n'oldu dediklerinde götüm uçukluyor. Bir balta alıp kendimi kesmeyi düşünüyorum o derece. Ama az önce bir öykünün sonunu yazdım, gerisi de kafamın içinde. Yazarım yani, kesin yazarım. Çünkü bir gün kesin yazıcam, biliyorsunuz.
Öpüyorum mıncırıklarınızı.Sevgiler.Balboa.
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on December 13, 2013 08:22

August 12, 2013

Belki İçeriden İyi Bir Haber Gelir


Gamze Elvan’a
Geçenlerde Beşiktaş’tan arkadaşlarla hastaneye, Berkin’i ziyarete gittik. Berkin, bir polisin destan atışı sonucu komaya girdiği için onu görmemize izin vermiyorlar tabii. Ailesi bahçedeydi. Gördüğüm en güzel gülüşlerden birine sahip biriyle tanıştım orada; Gamze. “Ben ablasıyım.” dedi. “Abla olmak için ne küçük.” diye düşündüm içimden. Sonrası işte hep içimden.

Yoğun bakımda yatan bir hastanız varsa sizin için dünyanın en saçma mesaisi de başlamış demektir. Hastanız tıbba emanet olduğu için bir refakatçilik durumunuz yoktur. Yapabileceğiniz hiçbir şey olmadığı için yanında size yer yoktur. Kaybetme korkusundan aklınız çıktığı için uzağında durmaya cesaretiniz de yoktur. Böylece hastanenin belli bir köşesini mesken tutar ve içeriden gelebilecek en ufak bir haber için gece gündüz demeden beklemeye başlarsınız.

Dünyanın en çirkin ve yorucu beklemesi, kalbiniz koparcasına dilediğiniz şeyin ne zaman gerçekleşeceğini bilmediğiniz beklemedir. İlk günler şaşkınlıkla geçer, neler olup bittiğini anlayamazsınız. İnsanlar gelir, şahsi meraklarını gidermek için bir sürü soru sorarlar, büyük bir heyecanla cevaplarsınız. Sonra başkaları gelir ve sonra başkaları… Cevaplarınız değişmez. İçeriden haber gelmez.

İçeriden haber gelmedikçe zaman uzar, sorular yorar. Her gün birbirine benzemeye başlar. Ağlamaya kalksanız “Hiç olmazsa nefes alıyor.” deyip sustururlar. Ne kadar özlemiş olabileceğinizi hesaba katmazlar. Ne kadar özleseniz de günde sadece bir kişi için 5 dakikalığına tanınan ziyaret hakkını anneniz çok ağladığı, kardeşiniz hiç uyumadığı için onlar kullansın istersiniz. Bazı dertler küçük yaşta abla yapar insanı. Günler geçer.

Sonra işte bayram mayram gelir. Çeşitli hadiseler olur. Fark etmez. Günler hep geçer.

Ağlaya ağlaya uyuyakaldığım bir gece rüyamda görmüştüm abimi. Bizim eve çıkan yolun başında, elinde valiziyle bir yere yetişmeye çalışıyor gibiydi. Soluk soluğa koşup valizini tuttum ve “Gidemezsin!” dedim. “Gelicem lan korkma.” dedi. “Yemin et?” dedim, “Valla.” dedi. İnandım. Abime inanmayayım da kime inanayım? Sonra sarıldık, saçlarımı öptü, çünkü yani bilemezsiniz, benim abim hep saçlarımı öper.

Günler diyorum, öyle ya da böyle geçer. Saçlarınız öpülmemekten eskir ama kimseye çaktırmazsınız. Olan biteni pek anlamazsınız. Mevzu sıcakken yanınızda olan insanlar vardır. Mevzu soğudukça uzaklaşan insanlar vardır. Mutlaka onların da kendilerine göre sorunları vardır. Sıcakla soğuğu ayıramazsınız. Zaten ayırsanız da işin içinden çıkamazsınız. Ama belki içeriden bir haber gelir. Ah işte o dünyanın en güzel ihtimalidir, belki içeriden iyi bir haber gelir…

Hastanenin bahçesinde böyle şeyler düşünüyordum ki Gamze seslendi. “Neyiniz var, iyi misiniz?” dedi. Boş bulunup “Benim kardeşim de benzer bir durumda.” dedim, halbuki söylemeyecektim, ben iyi bir örnek değilim. Elimi tutup gözlerime baktı ve “İnşallah iyileşir.” dedi. Söylemiş miydim, Gamze gördüğüm en güzel gülüşlerden birinin sahibi.

Sonrasında, ailesinin yapacağı basın açıklaması için Taksim Meydanı’nda toplandığımızda gördüm onu. “Berkin’i bu hale getirenlerin bulunmasını ve cezalandırılmasını istiyoruz.” diyeceklerdi, dedirtmediler biliyorsunuz. Akşamında Gamze; “Ailem, bugün yaralanan insanlardan, gözaltına alınan insanlardan, yaşanan arbededen dolayı özür diliyor. Özür diliyoruz.”  diye yazdı twitter’dan. Ben devlet olsam çoktan intihar ederdim.

Demek istiyorum ki Gamze biraz yorulmuştur şimdi. Gün saymaktan, kardeşine sarılamamaktan, umutsuz görünmemek için içine içine ağlamaktan yorulmuştur.

Ben şimdi bir bayram gününde abimin yatağının başucunda oturup Berkin’le Gamze’yi düşünüyorum. “Ne yapsak iyi olurlar?”ın cevabını bulmaya çalışıyorum, hastaneye gidip hiçbir şey sormadan konuşmadan yanlarında oturmaktan başka bir şey gelmiyor aklıma. Oysa Berkin’e, derin derin uykularından bakıp gülebileceği hikayeler anlatmak istiyorum, çünkü yani anasını satiyim, komik hikayeleri kim sevmez.
*
Asmayın suratınızı hemen, durun bakalım, belki içeriden iyi bir haber gelir.

Uyuyanları gözlerinden.Bayramınız bıldırcın olsun..
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on August 12, 2013 06:47

July 29, 2013

Fesleğenli Kütüphane

.
Gezi direnişinin, muktedirlerin ve taraftarlarının bu yöndeki tüm iddialarına rağmen planlı ve kumandanlı bir hareket olmadığını ispat etmeye çalışmanın bilmem artık lüzumu var mı…Orada bulunduğumuz her an, bir sonraki anda ne yapacağımızı da neye maruz kalacağımızı da bilmiyorduk. İlk günler, tek derdi arkadaşlarıyla açık havada vakit geçirmek olan bir arkadaşın parkta sabahlamaya kalkıp uykusundan biber gazıyla uyandırıldığı için çok sinirlendiğini ve en bıçkın direnişçilerden biri haline geldiğini söylersem belki mesele biraz daha açıklık kazanır. Bizler, kabaca davranışlardan hoşlanmıyor ve attığımız tüm sloganlarla esasen tek bir şey anlatmaya çalışıyorduk: “İtiraz ediyoruz.”

Gezi Kütüphanesi de, parktaki birçok şey gibi bir itiraz etme yöntemi olarak kuruldu.



Daha ilk günden rafların dolup taştığını, yayınevlerinin ve dergilerin muazzam desteğini, ellerine torba torba kitap alıp getirenler kadar ülkenin dört yanından kargo gönderenler de olduğunu duymuşsunuzdur zaten, o kadar anlattık. Ben size biraz daha başka şeylerden bahsetmek istiyorum.

Filiz Ali geldi mesela bir gün, soluk soluğa. Babasının yeşil mürekkebiyle onun adına imzaladığı kitapları getirdi. Ona, Sabahattin Ali’nin ölüm şekli nedeniyle bu ülkede yaşayan bir insan olarak ne büyük utanç duyduğumu söyleme fırsatı buldum, gerçi neye yarar. Refik Halid Karay’ın torunu dedesinin bir koli kitabını getirip bıraktı sessizce, sormasak kim olduğunu söylemeye niyeti yoktu. Eşi ağlayarak, Fethi Naci’nin kütüphanesinden getirdiği kitaplarını bıraktı. Elinde bastonuyla emekli bir doktor hanım, eşinin tekerlekli sandalyede olduğu için gelemediğini ama kendisini bize sarılması için sıkı sıkı tembihlediğini söyledi, sarıldık. Bir sürü insanla sarıldık. Kitapların, insanlara sarılmak için müthişkulade bir yol olduğunu bir kez daha hatırladık.

Gelenler soruyorlardı:
-Bu kitap ne kadar? -Bedava.
-Okuyup geri getirmek için ne kadar sürem var? -İlk fırsatta oku ama getirmene gerek yok.
-Yerine başka kitap mı getireyim? –Eh yani hiç fena olmaz ama sen bilirsin.
-Kaç kitap alabilirim? -İstediğin kadar.
-Kimlik bırakmam gerekir mi? -Delirdin galiba.

Klasik kütüphane kurallarına alışmış gözlerdeki şaşkınlık ve mutluluğu tarif edebilecek boyutta bir edebi yetkinliğe sahip değilim. Ama bu hareketin herhangi bir kısmına uzaktan ya da yakından şahit olmuş herkesin ne demek istediğimi anladığını düşünüyorum.

Sonra hatıra defterleri. İnsanlar gelip hatıra defterlerine öyle güzel şeyler yazdılar ki, hangi birini anlatayım? 8 yaşındaki Can şöyle yazmıştı mesela: “Demokrasi istiyorum çünkü canım istedi.” Çocuk haklıydı, bizimki de candı, başka ülkelerde görünce özeniyorduk işte.

İlk iki gün o kadar büyük ilgi oldu ki yoğunluktan kitaplara damga basmayı akıl edemedik. Parktan birileri sağolsunlar oydukları silgilerden “Gezi Parkı” yazan damgalar yaptılar bize. Kitapları ve ayraçları damgaladığımızı görenler kollarına omuzlarına da istiyorlardı. Damgalanmayı insana sempatik bir şeymiş gibi gösterecek kadar güzeldiler çünkü. Polisin el koyduğu şeyler arasında herhalde en çok üzüldüklerim o silgilerdir.

Yanlış hatırlamıyorsam Tolkien’in bir kitabının içine “Bu kitabı alan lütfen çocuğuna da okusun, benim babam bana hiç kitap okumadı.” yazmıştı bir kız, bir çocuğa okunması dileğiyle koyduk rafa. Bir anne, yakın zamanda kaybettiği oğlunun kitaplarını verdi ağlayarak, “Başka çocuklar okur inşallah.” dedi. Dediğini dua bilip koyduk rafa. Saksılarla fesleğenler getirdiler. Dilek fenerleri, mumlar ve kalemler getirdiler. Biraz dinlenelim diye uyku tulumları battaniyeler, karnımızı doyuralım diye yiyecekler getirdiler. Gecenin üçünde de sabahın köründe bir şeyler taşıyanlar hiç eksik olmadı. O kütüphanenin raflarında dünyanın en mutlu kitapları dolaştı.

Az da olsa “Oraya kütüphane kurdunuz da n’oldu?” minvalinde eleştiriler duydum, cevap vereyim. Ödevlerini, tezlerini bitirmeye çalışan bir sürü öğrenci paraları yetmediği için alamadıkları kitaplarını almış oldu; bir sürü insan, kendisiyle aynı duyguları paylaşan bir başkası tarafından hediye edildiğini bildiği bir kitapla belki biraz yalnız hissetmekten kurtuldu; kim bilir bir sürü insan belki uzun zaman sonra ilk kez sevgilisine şiir okudu…Bilmiyorum yani, illa bir şey olmuştur.

Salih diye bir çocuk vardı mesela, sokaklarda yaşayan kardeşlerimizden. Çizgi romanlara baktığını görüp birini vermek istediğimde “Abla istemem o çok yeni.” dediğini anlatayım mı? Yok, onu daha sonra anlatayım.

Sonra işte biliyorsunuz, parktan çıkartıldık. 400-500 civarı kitabımız, birkaç hatıra defterimiz, fesleğenlerimiz ve geri kalan her şeyimize polis el koydu.

Gezi Parkı’ndaki kitaplara polisin çöp muamelesi yaptığı yönündeki spekülatif çıkışlara tam olarak katılmıyorum. Esasen polis, oradaki insanlardan ağaçlardaki çaputlara kadar her şeye çöp muamelesi yaptı ve kitaplara da bir ayrıcalık tanımadı. Polisimiz hiç olmazsa bu konuda adil davrandı, haklarını yemeyelim.

Şimdilerde Gezi Parkı, her tarafı dantellerle süslenmiş ruhsuz misafir odalarına benziyor. Yetkililerin kafalarına göre kullanıma açıp kapamalarındaki istikrarsızlığa bakacak olursak, layık gördükleri misafirlerin kim olduklarını onların da bildiğini söyleyemeyiz. Mühim değil, orada olmamız şart değil. Gezi Parkı deyince artık herkesin aklına bir parktan çok daha fazlası geliyor.

Akla, vicdana ve hatıralara hiçbir kuvvet el koyamıyor. Bu direniş, hepimize unutamayacağımız çok fazla şey bıraktı. Bundan sonra üstüne Topçu Kışlası da yapsalar, yerinden söküp başka şehre de taşısalar, hatta benzin döküp yaksalar bile hikayesini hiç kaybetmeyecek bir yer artık Gezi Parkı.

Ve ardından söylemesi en güzel cümlelerden biri: Orada bir Gezi Kütüphanesi vardı.

Gece gündüz demeden var gücüyle çalışan tüm kütüphane tayfasına selamlarımla.
.
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on July 29, 2013 18:26

July 24, 2013

Tavan Arası 2

.
Geçen yıl aile evinin çatısında çalışmak için temizleyip zerre çalışmadığım tavan arasını hatırlayanlarınız olacaktır. Şimdi yine buradayım ve siz kahrolası okurlarım anlatacaklarımı dinleyeceksiniz çünkü içim şişti tamam mı! Canlarım :/


Aslında ne anlatacağımı bilmiyorum. Birkaç gündür çalışayım diye şu koltuğa oturuyor ve öyle duruyorum. Dünya durmuyor. Onca şey oldu durmadı. Hakkında ileri geri konuşmak istemem ama ben bu kadar gamsız bir gezegen daha görmedim. Koltuk diyordum.

Akşamüstü babam gelip koltuğa oturdu. Baktı bana. Öyle bir baktı ki içimdeki civcivler oynayıp zıplamaya başladı. Babamın bakışları öyledir, kaç yaşında olursanız olun içinizi civcive çevirir. “Sarılayım mı biraz?” dedim, gülümsedi. Sonra kaybolup gitti işte.

Hayal görmenin en kötü tarafı dokunma isteğinizi karşılayamamaları. Yoksa birtakım tavan aralarında mutlu görüntülere rastlamak halen mümkün. Ölülerin en kötü huyuysa konuşmamaları. Keşke Allah hiç olmazsa bu kadarını ayarlasaydı. Babaların sesi çok özleniyor.

Şu pencereden bakınca amcamın evi görünüyor. Amcamla babam emekliliklerinde arıcılığa merak salmışlardı. Gece gündüz onlarla ilgilenip arılara evcil hayvan muamelesi yapıyorlardı. Avuçlarına arı alıp “Bal mı yapıyomuş benim oğlum” diye seven iki adam düşünün. Biraz delirmiş olduklarını görüyor ancak kimseye çaktırmıyorduk. Sonra babam gitti işte. Amcamın ağlamalarına dayanamayan arılar da gitti. Sonra amcam da gitti zaten. Hiçbirini tutamadık. Arkalarında boş kovanlarla birkaç kavanoz bal bıraktılar. Uzun süre kahvaltılarda bal yerken hiçbirimiz konuşamadık.

Gidiyorlar yani, tutamıyorsunuz. Öldüler de diyemiyorsunuz öyle dikten. Önce balların filan bitmesi gerekiyor, birinin cesaret edip ayakkabılarını kapının önünden çekmesi gerekiyor, çay içmeyi çok sevdikleri bardaklarını gidip mezarlarına gömmeniz, içine su koyup bazı kuşların oradan su içtiğini görmeniz gerekiyor. Ölümün en anisi bile öyle birden tesir etmiyor vücuda. Zamanla geçer deniliyor, zamanla geçmiyor, şekli değişiyor. İşte böyle kullanılmayan tavan aralarında biriken tozlara bakıp başka şeyler düşünmeye çalışıyorsunuz mesela. Mesela diyorsunuz ki toz esasen doğada kendiliğinden varolan bir şey değil, medeniyetin bize kötü bir hediyesi. Bir ara şuranın tozunu alayım diyorsunuz, şimdi ufo görsek çok tatlı olmaz mı diyorsunuz, şahsi bir ejderha alabileceğiniz günlerin gelmesini diliyorsunuz filan. Zaman geçiyor.

İnsanın arada bir kendisinin de tozunu alması gerekiyor. Yaşadıklarına şöyle bir bakıp hatıralarını yeniden katlaması ve güzelce yerleştirmesi gerekiyor. Böyle anlar bir parça da sessizlik gerektiriyor. Şimdi izninizle içimden bir dua söyleyeceğim. ”İyi ki yaşadılar” dediğimiz tüm ölmüşlerimiz için.
.

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on July 24, 2013 15:23

July 11, 2013

Geçti

.
Kardeşimin adı Ali. Annem onu her şey bok gibi gitse bile ben intihar etmeyeyim diye doğurmuş. Annemin de kardeşimin de bundan haberi yok. Ama ben biliyorum.

Ben biliyorum. Bir kardeşe yanmanın ne demek olduğunu biliyorum. 5 yıldır, gün değil ay değil tam 5 yıldır uyansın diye büyük kardeşimin gözlerinin içine bakıyorum. Bunun ne demek olduğunu… Bunun ne demek olduğunun birazını anlatıyorum da çoğunu anlatamıyorum.

İşte böyle anlatamadığım zamanlarda gidip Ali’me sarılıyorum. Hiçbir şey konuşmuyoruz. Göğsümüz birbirine değdiğinde herhangi bir sözün anlamı kalmıyor. Çünkü içimiz aynı yerden yanıyor ve ancak birbirimize sokulduğumuzda ağrısı biraz hafifliyor. Abimiz uyuyor. Abimiz uyanmıyor.

Berkin uyuyor. Mustafa Ali uyuyor.Yoğun bakım ünitesinin kapısında beklediğimiz günler geliyor gözümün önüne. Orada zamanın lehinize mi aleyhinize mi işlediğini asla bilemezsiniz. Uyansın diye zaman geçmesi gerektiğini söylerler. Zaman geçtikçe uyanma ihtimalinin azaldığını söylerler. Anasını sattığımın zamanının tam olarak ne işe yaradığını bir türlü anlayamazsınız. Dipten umut çıkarmak için her gün daha derine dalarsınız. Düşündükçe aklınız gözlerinizden akar ağlarsınız. Ağlamaktan bıkarsınız. Artık ağlamak istemezsiniz. Zaten ağlayarak dindiremezsiniz.

Sonra ne biliyim içeriden bir haber gelir mesela parmağını oynattı diye. Bu sefer mutluluktan delireceğinizi sanırsınız. Ayağa kalkmış da koşmaya konuşmaya gülmeye başlamış gibi sevinirsiniz. Saf mısınız nesiniz. Yok biliyorum değilsiniz. Öyle olması için canınızı vermeniz gerekse verirsiniz.

Ne diyordum, içeriden haber gelir çünkü hastanız kelimenin her anlamıyla içeridedir. İstediğiniz zaman yanına gidemezsiniz, sarılamaz, koklayamaz, elini tutamazsınız çünkü mikroplar. Mikroplar her yerdedir. Mikroplar orada yatan ve uyansın diye beklediğiniz canınızı öldürebilir. Ellememeniz gerekir. “Yeteri kadar sıkı sarılırsam belki beni bırakmaz” diyen içinizdeki sesi de böylece bastırmanız gerekir. Dokunamamak diyorum, insanı yora yora delirtir.

Ben çok yoruldum. Ben aklımı ağlaya ağlaya akıttım bitti. Artık hastanelere gidemiyorum ama siz gidin. Kendinizi çaresiz hissettiğiniz zamanlarda gidin. Yoğun bakım ünitelerinin önünde bekleyen insanlara bakın. Cesaretiniz varsa tam gözlerinin içine bakın. Çaresizliğin daniskasını kim iyi bilirmiş göreceksiniz.

Sonra işte bir de ölmek var. Kaç kişi öldü gözlerimle gördüm. Kaç kişi öldü ellerimle gömdüm. Bir insanı gömmek korkunç bir şey. Yani öldü diye illa gömmemiz mi gerekir? Keşke kapsüllere koyup uzaya fırlatabilsek. Benim kafam çok kötü. Benim kafam ne yapacağını bilmiyor. Benim kardeşimin adı Ali. Onu öldürseler dünyayı yakarım. Bir Ali’yi döve döve öldürdüler. Bir Ali’yi döve döve öldürmek hiç kolay değildir. Defalarca vurmak, vurmak, vurmak… Aklım almıyor. İçinde “Ali” olan ne çok ağıt var. İçimde “Ali” adında ağıtlar yakıyorlar. Aklım almıyor.

Gün doğdu. Berkin uyuyor. Mustafa Ali uyuyor. Ben uyuyamadım. Ben bu gece Ali İsmail’in çok uzaktaki mezarının başında bekledim. Annesi, babası, kardeşi, sevgilisi olup bekledim. İlk gecenin ne zor olduğunu, mezarın ne soğuk olduğunu düşünüp bekledim. İçimden ona hep şöyle dedim;

Artık kimse sana zarar veremeyecek güzel kardeşim, geçti.
.


 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on July 11, 2013 22:57

Aylin Balboa's Blog

Aylin Balboa
Aylin Balboa isn't a Goodreads Author (yet), but they do have a blog, so here are some recent posts imported from their feed.
Follow Aylin Balboa's blog with rss.