Mahir Şanlı's Blog, page 2
August 17, 2017
Pontusçuluk Üzerine
“Pontos ve çevresi halkından oluşup Birleşik Devletler’de, İsviçre’de, İngiltere’de, Yunanistan’da, Mısır’da ve diğer memleketlerin çeşitli bölgelerinde oturan ve işlerin düzenlenmesine yetkili temsilcilerin katılmasıyla Marsilya’da birleşen kongre bu bölgenin Ruslar tarafından boşaltıldıktan sonra tekrar Türk hakimiyeti altına girmeyeceğinden dolayı Rus sınırından Sinop’a kadar bir cumhuriyet kurulmasını arzu ve bunun için de şiddetli olarak müdahalenizi rica ve peşin olarak teşekkürlerini takdim ederler.”
Pontosçuluğun özeti yukarıda alıntı yaptığım metindir desek yanlış olmaz sanırım. 1918 yılında Marsilya’da toplanan Pontos Kongresi tarafından, Sovyetler Birliği Dışişleri Komiseri Troçki’ye gönderilen telgraftan alıntı bu metin. Beklenti çok açık: Sovyet ordusunun Artvin’den girip Sinop’a kadar ilerlemesi... Sonra zapt ettiği bu yerleri, Pontos Cumhuriyeti adı altında, Türk’ten arındırılmış bir şekilde, Rumlara teslim etmesi...
Pontus meselesi nereden mi çıktı?
Karadeniz’de kendine alan açmaya çalışan PKK’nın, bu amaca yönelik faaliyetlerine son yıllarda hız verdiğine şahit oluyoruz. Geçen hafta Maçka’da gerçekleştirdikleri hain saldırı bu faaliyetlere eklenen en son halka oldu. PKK’nın bölgede tutunabilmesi için bizzat orada yaşayanlardan destek görmeye ihtiyacı var. Bu konuda da PKK ile işbirliğine yakın tek yapı kendisini “Pontosçu” olarak tanımlayan; etnik nefret temeline dayalı siyaset yapan Türk düşmanlarıdır.
Kendisini “Devrimci” olarak sunan bir grubun yanı sıra; kültür ve spor faaliyetleri arkasına saklanıp Pontusçuluk propagandası yapan sinsi bir takım kişilerin olduğunu da gözlemliyoruz. Bir Türkçü olarak elbette ki gördüğüm tehlike karşısında doğruları söylemeyi kendime vazife biliyorum. Bizim uzaktan gördüklerimizi Türk devletinin bekası için çalışanlar da görüyorlardır, göreceklerdir...
Yukarıda alıntı yaptığım telgraf 100 yaşında olabilir ancak günümüzde de Pontusçular farklı düşünmüyorlar. Yayın organlarında, sözlerinde, pankartlarında, eylemlerinde; Türk düşmanlıklarına ve Türkiye Cumhuriyeti toprakları üzerinde hak iddialarına devam ediyorlar.
Yunanistan ve Kıbrıs Rum Kesimi’yle birlikte; 19 Mayıs’ı “Pontos Soykırımı” olarak anan bu güruh, Atatürk’ü de soykırımın planlayıcısı ve uygulayıcısı olarak görüyor. Bu “soykırım” sonucunda 353,000 Rumun öldürüldüğünü iddia ederek Ermenilere adeta rakip oluyorlar. Sözcüleri, aynı zamanda Pontusçuluk propagandası amacıyla basılan iki kitaptan birinin yazarı olan şahıs “Özgür Politika” isimli PKK bülteninde de zaman zaman kendisine yer buluyor. “Düşmanımın düşmanı” mantığı tam gaz ilerliyor...
Özgür Politika’da çıkan makalelerine bir kaç göz atarsak durum daha da netleşecetir:
“Rum olmak, Ermeni olmak, Kürt olmak, aşağılayıcı bir durum gibi hissettirilmeye çalışılır, küfür sayılır. Pontos’ta on yıllardır hem emekçilerin bir araya gelmesini engellemek, direnişleri, grevleri etkisiz hale getirmek, hem de değişik uluslardan (başta Kürt halkına karşı olmak üzere), dinlerden ve mezheplerden halkları birbirine düşman etmek amaçlı, kimi zaman linç saldırılarıyla, kimi zaman silahlı suikastlarla hayata geçirilmeye çalışılan ırkçı, şoven politikalar hep gündemdedir.”
“Devletin Kürtlere yönelik baskı ve imha politikalarına, sokaklarda, Trabzonspor tribünlerinde en ateşli destek neden Trabzon’dan, Samsun’dan, Giresun’dan geliyordu?”
“Ama aradan geçen, neredeyse yüzyıla rağmen, hala ordalar işte soykırımı mağdurları, mübadele sürgünleri, asimilasyon kurbanı Rumlar. Artık resmi tarihin yalanlarına inanmıyorlar, gerçekleri öğreniyor, sorular soruyorlar… Kimliklerini arıyorlar…
Samsun’dan, Ordu’dan, Gümüşhane’den şu an müslüman olan Rumlar, sürgüne yollanmış akrabalarını buluyorlar. Anadillerini, Romeyika (Pontos Rumcası) araştırıyor, geliştirmeye çalışıyorlar.”
“Oysa bir devrimcinin görevi kimliğini, kültürünü özgürce yaşamak isteyenin mücadelesine sırt dönüp onu karşı devrimci odaklara mahkum bırakmak değil, bu mücadele dinamiğini devrim mücadelesinin parçası yapmaya gayret etmektir. Ezilen, yok sayılan, var olma mücadelesi veren kimliklerin yanında olmaktır.”
(Tamer Çilingir – 5 Temmuz 2017)
Bu yazının yayınlanmasından önce; 20 Mayıs’ta, Stutgart’ta yürüyüş yapan Pontusçular, bir ucunda Atatürk’ün, diğer ucunda Erdoğan’ın fotoğrafı basılmış, “Soykırımlar sürüyor” pankartını taşıdılar. Bu pankartta Erdoğan’ı kullanmalarının sebebi; “Açılım”ın sona ermesinden itibaren Erdoğan’ın inisiyatifiyle, PKK’ya yönelik başlayan operasyonlara “soykırım” tanımlaması yapmaları. Bu şekilde Pontus-Kürt bağı kurmaya çalışıyorlar. Muhtemelen bu çabalarıyla PKK’nın gölgesine sığınabilmeyi amaçlıyorlar. Keza yurtdışında faaliyet yürütmeye çalışan bir çok illegal örgüt de onlardan önce aynı yolu takip etti.
Yurtdışında gerek maddi, gerek lojistik, gerekse de propaganda faaliyetleri açısından PKK çok büyük imkanlara sahip. O yüzden bu imkanlardan kısmi de olsa faydalanmak isteyen örgütler kendilerini PKK’nın kollarına bırakıyorlar. Pontusçular gibi çapı hayli küçük bir yapı için gayet mantıklı bir hamle...
PKK’nın da bu yakınlaşmaya sıcak durduğunu yayın organlarında onlara yer vermesinden, binalarını onlara açmasından anlayabiliyoruz. İşte bu noktada Maçka saldırısını tekrar hatırlamak durumundayız. Bugün lojistik destek bulamadığı için Karadeniz dağlarına yerleşemeyen PKK, yarın bu yakınlaşmayı kullanmak isteyecektir.
Ve bugün “Müzik yapıyoruz, kendi dilimizle şarkılar söylüyoruz.” Romantizminin ardına sığınan, ama Pontus bayrağı altında şarkı söylemekten de gocunmayan “sanatçılar” eliyle, kullanışlı aptalların yaratılması uzak bir ihtimal değildir. Zamanında önlem alınmalı, bu sinsi emellere mutlaka bir set çekilmelidir.
Türkçülüğün “Bölücü faaliyet” olarak nitelendirildiği idari kararları gördük. Bu kararlar neticesinde hayalleri çalınan gençlerin gözyaşlarına şahit olduk. Bu bağlamda Pontusçuluğu bir kültürel zenginlik, mozaiğimizin bir parçası olarak kimse sunmaya kalkmasın. Belediyeler eliyle Pontusçuluğu aşikar sanatçı bozmalarının palazlandırılmasına son verilsin.
Karadeniz’de, Eren’in acısı tekrarlanmasın, PKK yeni saldırılara imza atmasın isteniyorsa, Pontusçuluğa geçit verilmemelidir...
Mahir Şanlı
Pontosçuluğun özeti yukarıda alıntı yaptığım metindir desek yanlış olmaz sanırım. 1918 yılında Marsilya’da toplanan Pontos Kongresi tarafından, Sovyetler Birliği Dışişleri Komiseri Troçki’ye gönderilen telgraftan alıntı bu metin. Beklenti çok açık: Sovyet ordusunun Artvin’den girip Sinop’a kadar ilerlemesi... Sonra zapt ettiği bu yerleri, Pontos Cumhuriyeti adı altında, Türk’ten arındırılmış bir şekilde, Rumlara teslim etmesi...
Pontus meselesi nereden mi çıktı?
Karadeniz’de kendine alan açmaya çalışan PKK’nın, bu amaca yönelik faaliyetlerine son yıllarda hız verdiğine şahit oluyoruz. Geçen hafta Maçka’da gerçekleştirdikleri hain saldırı bu faaliyetlere eklenen en son halka oldu. PKK’nın bölgede tutunabilmesi için bizzat orada yaşayanlardan destek görmeye ihtiyacı var. Bu konuda da PKK ile işbirliğine yakın tek yapı kendisini “Pontosçu” olarak tanımlayan; etnik nefret temeline dayalı siyaset yapan Türk düşmanlarıdır.
Kendisini “Devrimci” olarak sunan bir grubun yanı sıra; kültür ve spor faaliyetleri arkasına saklanıp Pontusçuluk propagandası yapan sinsi bir takım kişilerin olduğunu da gözlemliyoruz. Bir Türkçü olarak elbette ki gördüğüm tehlike karşısında doğruları söylemeyi kendime vazife biliyorum. Bizim uzaktan gördüklerimizi Türk devletinin bekası için çalışanlar da görüyorlardır, göreceklerdir...
Yukarıda alıntı yaptığım telgraf 100 yaşında olabilir ancak günümüzde de Pontusçular farklı düşünmüyorlar. Yayın organlarında, sözlerinde, pankartlarında, eylemlerinde; Türk düşmanlıklarına ve Türkiye Cumhuriyeti toprakları üzerinde hak iddialarına devam ediyorlar.
Yunanistan ve Kıbrıs Rum Kesimi’yle birlikte; 19 Mayıs’ı “Pontos Soykırımı” olarak anan bu güruh, Atatürk’ü de soykırımın planlayıcısı ve uygulayıcısı olarak görüyor. Bu “soykırım” sonucunda 353,000 Rumun öldürüldüğünü iddia ederek Ermenilere adeta rakip oluyorlar. Sözcüleri, aynı zamanda Pontusçuluk propagandası amacıyla basılan iki kitaptan birinin yazarı olan şahıs “Özgür Politika” isimli PKK bülteninde de zaman zaman kendisine yer buluyor. “Düşmanımın düşmanı” mantığı tam gaz ilerliyor...
Özgür Politika’da çıkan makalelerine bir kaç göz atarsak durum daha da netleşecetir:
“Rum olmak, Ermeni olmak, Kürt olmak, aşağılayıcı bir durum gibi hissettirilmeye çalışılır, küfür sayılır. Pontos’ta on yıllardır hem emekçilerin bir araya gelmesini engellemek, direnişleri, grevleri etkisiz hale getirmek, hem de değişik uluslardan (başta Kürt halkına karşı olmak üzere), dinlerden ve mezheplerden halkları birbirine düşman etmek amaçlı, kimi zaman linç saldırılarıyla, kimi zaman silahlı suikastlarla hayata geçirilmeye çalışılan ırkçı, şoven politikalar hep gündemdedir.”
“Devletin Kürtlere yönelik baskı ve imha politikalarına, sokaklarda, Trabzonspor tribünlerinde en ateşli destek neden Trabzon’dan, Samsun’dan, Giresun’dan geliyordu?”
“Ama aradan geçen, neredeyse yüzyıla rağmen, hala ordalar işte soykırımı mağdurları, mübadele sürgünleri, asimilasyon kurbanı Rumlar. Artık resmi tarihin yalanlarına inanmıyorlar, gerçekleri öğreniyor, sorular soruyorlar… Kimliklerini arıyorlar…
Samsun’dan, Ordu’dan, Gümüşhane’den şu an müslüman olan Rumlar, sürgüne yollanmış akrabalarını buluyorlar. Anadillerini, Romeyika (Pontos Rumcası) araştırıyor, geliştirmeye çalışıyorlar.”
“Oysa bir devrimcinin görevi kimliğini, kültürünü özgürce yaşamak isteyenin mücadelesine sırt dönüp onu karşı devrimci odaklara mahkum bırakmak değil, bu mücadele dinamiğini devrim mücadelesinin parçası yapmaya gayret etmektir. Ezilen, yok sayılan, var olma mücadelesi veren kimliklerin yanında olmaktır.”
(Tamer Çilingir – 5 Temmuz 2017)
Bu yazının yayınlanmasından önce; 20 Mayıs’ta, Stutgart’ta yürüyüş yapan Pontusçular, bir ucunda Atatürk’ün, diğer ucunda Erdoğan’ın fotoğrafı basılmış, “Soykırımlar sürüyor” pankartını taşıdılar. Bu pankartta Erdoğan’ı kullanmalarının sebebi; “Açılım”ın sona ermesinden itibaren Erdoğan’ın inisiyatifiyle, PKK’ya yönelik başlayan operasyonlara “soykırım” tanımlaması yapmaları. Bu şekilde Pontus-Kürt bağı kurmaya çalışıyorlar. Muhtemelen bu çabalarıyla PKK’nın gölgesine sığınabilmeyi amaçlıyorlar. Keza yurtdışında faaliyet yürütmeye çalışan bir çok illegal örgüt de onlardan önce aynı yolu takip etti.
Yurtdışında gerek maddi, gerek lojistik, gerekse de propaganda faaliyetleri açısından PKK çok büyük imkanlara sahip. O yüzden bu imkanlardan kısmi de olsa faydalanmak isteyen örgütler kendilerini PKK’nın kollarına bırakıyorlar. Pontusçular gibi çapı hayli küçük bir yapı için gayet mantıklı bir hamle...
PKK’nın da bu yakınlaşmaya sıcak durduğunu yayın organlarında onlara yer vermesinden, binalarını onlara açmasından anlayabiliyoruz. İşte bu noktada Maçka saldırısını tekrar hatırlamak durumundayız. Bugün lojistik destek bulamadığı için Karadeniz dağlarına yerleşemeyen PKK, yarın bu yakınlaşmayı kullanmak isteyecektir.
Ve bugün “Müzik yapıyoruz, kendi dilimizle şarkılar söylüyoruz.” Romantizminin ardına sığınan, ama Pontus bayrağı altında şarkı söylemekten de gocunmayan “sanatçılar” eliyle, kullanışlı aptalların yaratılması uzak bir ihtimal değildir. Zamanında önlem alınmalı, bu sinsi emellere mutlaka bir set çekilmelidir.
Türkçülüğün “Bölücü faaliyet” olarak nitelendirildiği idari kararları gördük. Bu kararlar neticesinde hayalleri çalınan gençlerin gözyaşlarına şahit olduk. Bu bağlamda Pontusçuluğu bir kültürel zenginlik, mozaiğimizin bir parçası olarak kimse sunmaya kalkmasın. Belediyeler eliyle Pontusçuluğu aşikar sanatçı bozmalarının palazlandırılmasına son verilsin.
Karadeniz’de, Eren’in acısı tekrarlanmasın, PKK yeni saldırılara imza atmasın isteniyorsa, Pontusçuluğa geçit verilmemelidir...
Mahir Şanlı
Published on August 17, 2017 04:15
August 13, 2017
İyi ki Erenler var...
Eren’in sosyal medya hesabından yaptığı “Biri de çıkıp demiyor ki: Eren iyi ki varsın.” paylaşımı, şehadetinden sonra insanımızın yüreğine bir hançer gibi saplandı. #iyikivarsınEren başlığı altında binlerce paylaşım yapıldı. Maalesef bir kıymetlimizin daha değerini, onu kaybettikten sonra anladık...
Son 3 günün acı tablosu:
10 Ağustos Bingöl/Genç 1 şehit, 1 yaralı.
11 Ağustos Tunceli 1 şehit, 2 yaralı.
11 Ağustos Maçka 2 şehit, 1 yaralı.
12 Ağustos Batman 2 şehit, 1 yaralı.
Toplamda 6 Şehit, 5 Gazi.
Son 3 gün verilen kayıplara baktığımızda dahi silahlı kuvvetlerimizin, askeri ve polisiyle terör örgütüne karşı nasıl bir mücadele verdiğini görmek mümkün. Ama unutulmamalı ki; artık içerde ve dışarda kök salmış, çok başlı ve çok yönlü bir kimliğe bürünmüş, PKK terör örgütüne karşı yalnız silahla mücadele etmek yetmez. Hükümeti, bürokrasisi, medyası ve STK’sıyla tek bir cephe olmadan başarıya ulaşmak güç. Siyasi partiler, Medya kuruluşları, STK’lar her konuda ayrı düşünebilirler ama 40 yıldır oluk oluk kan döken; asker, polis, korucu, öğretmen, işçi, mühendis, çoban ayırt etmeksizin cana kıyan bu cinayet şebekesine karşı birleşmek zorundadırlar.
Geçtiğimiz hafta yukarıda saydığım olaylardan önce Hakkari Şemdinli’de, genç bir polis memuru şehit düşmüştü: Erhan Konuk.
Ama ülke gündemine bu şehadet haberi değil, o saldırı sonrası gerçekleştirilen arama tarama faaliyetlerinde “işkence” yapıldığı iddiası oturdu. Bir güvenlik görevlisinin “insanlık suçu” kapsamına giren işkenceyi uyguladığı sabitse elbette gerekli işlem yapılır. Ancak kamuoyunda belli bir etkiye sahip kişi ve kurumlar, tedavi için sağlık ocağında bulunduğu sonradan açığa çıkan, yaşlı bir kadının fotoğrafını servis edip: “İşkenceye maruz kalan yaşlı kadın” duyarına oynuyorsa orada durmak lazım. Bunun, kötü muameleyi sorgulamak için değil, güvenlik güçlerimizin yıpratılmasına yönelik bir kara propaganda olduğu aşikardır.
Bu kara propaganda silahlı kuvvetlerin önce kamuoyu desteğinden, ardından siyasi iradenin son 2 yıldır “lütfen” sunduğu destekten mahrum kalmasını sağlamaya yöneliktir. HDP başta olmak üzere, bu görevi gönüllü olarak yürüten kişi ve kuruluşların mevcudiyeti kara propagandayı başarıya ulaştıran unsurlardır. Bizim görevimiz de bu kara propagandaları gerçekleri anlatarak boşa çıkarmaktır.
Kara propagandaya Eren’imizin şehadeti sonrası da üstü örtülü olarak devam edildi.
“O gencin çatışma alanında olması ihmaldir, sorumlular hesap vermeli.”
“Akan kan dursun, gençlerimiz ölmesin.”
“Devlet bu gencin ölümünde kabahatlidir, sorumlular hesap vermeli.”
“Kimse de demiyor ki o gencin çatışma alanında ne işi var?”
Çatışma alanı dedikleri yer Eren’in köyüydü. “Ne işi var?” dedikleri yer Eren’in doğup büyüdüğü, oynadığı, güldüğü, ağladığı, çalıştığı, yorulduğu; yani kısaca yaşadığı yerdi. İşlediği her cinayette PKK’yı bir şekilde aklamayı başaran “utangaç PKK’lı” güruh, bu cinayetin savunulacak bir yanını bulamayınca işi ihmal üzerinden yine devlete yıkmayı uygun görmüş. Öyle ki sosyal medya fenomenlerinden, milletvekillerine, STK’larına kadar aynı kelimeler, aynı söylemler.
PKK kendisini “kürt özgürlük hareketi” tanımlıyor, açılımı “Kürdistan İşçi Partisi”. Bu örgüt etnik temelli bir silahlı mücadele veriyor, terörü de bu silahlı eylemin en etkili enstrümanı olarak kullanıyor. Bu mücadelesine uluslararası destek bulabilmek için kendisini kimi zaman sosyalist, kimi zaman feminist, kimi zaman ideolojik tanımlamalardna kaçınarak “enternasyonalist bir cephe birliği” maskelerinin ardına gizliyor. Etnik bir mücadele yürütmediğini söyleyen örgütün, Suriye’de etnik temizlik yaptığını bizzat uluslararası örgütler dile getirdi. Nüfus dairlerini yakarak, tapu ve sicil kayıtlarını yok ederek aklınca “4000 yıllık kürt toprağı” inşa ediyor.
“Etnik bir amaç gütmeyen” PKK; Zazaları, Ezidileri “Kürt halkları” potasında eritmeyi kısmi olarak başardı. Şimdi de Ermenilerle ve Pontusçularla bir “Düşmanımın düşmanı dostumdur” birlikteliğine oynunuyor. Sanatçı kılıklı Pontusçular eliyle Karadeniz’de de uygun zemini oluşturmaya çalışıyor. Ama yanlış hesap Maçka’dan dönecek...
İşte başlıkta kullandığım söz burada anlam kazanıyor. “İyi ki Erenler var!”
O Erenler var olduğu sürece de; ne Pontus artıkları, ne de onlar eliyle Karadeniz’de hakimiyet kuracağını düşünen kürtçü terör örgütü, kazanamayacak!
Nice Erenlerin kanıyla boyanmış o al bayrak asla inmeyecek...
Mahir Şanlı
Son 3 günün acı tablosu:
10 Ağustos Bingöl/Genç 1 şehit, 1 yaralı.
11 Ağustos Tunceli 1 şehit, 2 yaralı.
11 Ağustos Maçka 2 şehit, 1 yaralı.
12 Ağustos Batman 2 şehit, 1 yaralı.
Toplamda 6 Şehit, 5 Gazi.
Son 3 gün verilen kayıplara baktığımızda dahi silahlı kuvvetlerimizin, askeri ve polisiyle terör örgütüne karşı nasıl bir mücadele verdiğini görmek mümkün. Ama unutulmamalı ki; artık içerde ve dışarda kök salmış, çok başlı ve çok yönlü bir kimliğe bürünmüş, PKK terör örgütüne karşı yalnız silahla mücadele etmek yetmez. Hükümeti, bürokrasisi, medyası ve STK’sıyla tek bir cephe olmadan başarıya ulaşmak güç. Siyasi partiler, Medya kuruluşları, STK’lar her konuda ayrı düşünebilirler ama 40 yıldır oluk oluk kan döken; asker, polis, korucu, öğretmen, işçi, mühendis, çoban ayırt etmeksizin cana kıyan bu cinayet şebekesine karşı birleşmek zorundadırlar.
Geçtiğimiz hafta yukarıda saydığım olaylardan önce Hakkari Şemdinli’de, genç bir polis memuru şehit düşmüştü: Erhan Konuk.
Ama ülke gündemine bu şehadet haberi değil, o saldırı sonrası gerçekleştirilen arama tarama faaliyetlerinde “işkence” yapıldığı iddiası oturdu. Bir güvenlik görevlisinin “insanlık suçu” kapsamına giren işkenceyi uyguladığı sabitse elbette gerekli işlem yapılır. Ancak kamuoyunda belli bir etkiye sahip kişi ve kurumlar, tedavi için sağlık ocağında bulunduğu sonradan açığa çıkan, yaşlı bir kadının fotoğrafını servis edip: “İşkenceye maruz kalan yaşlı kadın” duyarına oynuyorsa orada durmak lazım. Bunun, kötü muameleyi sorgulamak için değil, güvenlik güçlerimizin yıpratılmasına yönelik bir kara propaganda olduğu aşikardır.
Bu kara propaganda silahlı kuvvetlerin önce kamuoyu desteğinden, ardından siyasi iradenin son 2 yıldır “lütfen” sunduğu destekten mahrum kalmasını sağlamaya yöneliktir. HDP başta olmak üzere, bu görevi gönüllü olarak yürüten kişi ve kuruluşların mevcudiyeti kara propagandayı başarıya ulaştıran unsurlardır. Bizim görevimiz de bu kara propagandaları gerçekleri anlatarak boşa çıkarmaktır.
Kara propagandaya Eren’imizin şehadeti sonrası da üstü örtülü olarak devam edildi.
“O gencin çatışma alanında olması ihmaldir, sorumlular hesap vermeli.”
“Akan kan dursun, gençlerimiz ölmesin.”
“Devlet bu gencin ölümünde kabahatlidir, sorumlular hesap vermeli.”
“Kimse de demiyor ki o gencin çatışma alanında ne işi var?”
Çatışma alanı dedikleri yer Eren’in köyüydü. “Ne işi var?” dedikleri yer Eren’in doğup büyüdüğü, oynadığı, güldüğü, ağladığı, çalıştığı, yorulduğu; yani kısaca yaşadığı yerdi. İşlediği her cinayette PKK’yı bir şekilde aklamayı başaran “utangaç PKK’lı” güruh, bu cinayetin savunulacak bir yanını bulamayınca işi ihmal üzerinden yine devlete yıkmayı uygun görmüş. Öyle ki sosyal medya fenomenlerinden, milletvekillerine, STK’larına kadar aynı kelimeler, aynı söylemler.
PKK kendisini “kürt özgürlük hareketi” tanımlıyor, açılımı “Kürdistan İşçi Partisi”. Bu örgüt etnik temelli bir silahlı mücadele veriyor, terörü de bu silahlı eylemin en etkili enstrümanı olarak kullanıyor. Bu mücadelesine uluslararası destek bulabilmek için kendisini kimi zaman sosyalist, kimi zaman feminist, kimi zaman ideolojik tanımlamalardna kaçınarak “enternasyonalist bir cephe birliği” maskelerinin ardına gizliyor. Etnik bir mücadele yürütmediğini söyleyen örgütün, Suriye’de etnik temizlik yaptığını bizzat uluslararası örgütler dile getirdi. Nüfus dairlerini yakarak, tapu ve sicil kayıtlarını yok ederek aklınca “4000 yıllık kürt toprağı” inşa ediyor.
“Etnik bir amaç gütmeyen” PKK; Zazaları, Ezidileri “Kürt halkları” potasında eritmeyi kısmi olarak başardı. Şimdi de Ermenilerle ve Pontusçularla bir “Düşmanımın düşmanı dostumdur” birlikteliğine oynunuyor. Sanatçı kılıklı Pontusçular eliyle Karadeniz’de de uygun zemini oluşturmaya çalışıyor. Ama yanlış hesap Maçka’dan dönecek...
İşte başlıkta kullandığım söz burada anlam kazanıyor. “İyi ki Erenler var!”
O Erenler var olduğu sürece de; ne Pontus artıkları, ne de onlar eliyle Karadeniz’de hakimiyet kuracağını düşünen kürtçü terör örgütü, kazanamayacak!
Nice Erenlerin kanıyla boyanmış o al bayrak asla inmeyecek...
Mahir Şanlı
Published on August 13, 2017 17:41
August 10, 2017
Baskın Seçim mi Geliyor?
İktidar, açılış adı altında mitinglerle yine boy göstermeye başladı. Erdoğan, hemen her gün, artık hepimize gına getiren üslubuyla sahadaki yerini aldı. Pek tabii ki medya yine üstüne düşen görevi eksiksiz yerine getiriyor. Neredeyse gün boyu, her nerede konuşuyor olurlarsa olsunlar, Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın konuşmalarını canlı veriyor. “Prime time” olarak nitelenen akşam kuşağında da AKP’nin sözcülüğüne soyunmuş yorumcular ekrana çıkarılarak görev tamamlanmış oluyor.
İktidarın özellikle 2010’dan itibaren bu yöntemi sürekli kullanıyor olması “Ne seçimi?” dedirtse de aksini düşündürecek hayli veri var önümüzde.
Özellikle dikkat çekenleri sıralayalım:
1- Erdoğan’ın, Son Dönemde yYaptığı Açıklamalar
* Dış siyasette uzlaşmaz bir görüntü çizmesi. (Dik duruş görüntüsü)
* Muhalefete karşı daha saldırgan bir üsluba geçmesi. Muhalefete karşı sertliği genel olmasına karşın dozu seçim dönemlerinde yükseltir.
* Kamuoyunun tepki koyduğu konularda uzlaşmacı görüntü çizmesi.
* Parti içindeki dinamizmi canlandırma çabaları.
* Kürtlere tekrar göz kırpması.
2- Yandaş Gazetecilerin Nabız Yoklamaları
Köşesini, kalemini AKP’nin ali menfaatlerine adamış kimi yazarlar (!) son dönemde erken seçim ihtimalini dillendirmeye başladılar. Bunun yanında muhalif gibi görünen ama aslında AKP’nin amaçlarına hizmet eden gazete ve yorumculardan da benzer yazı ve açıklamalar geldi. Son olarak da geçtiğimiz gün, AKP’ye yakınlığıyla bilinen bir anket şirketi de erken seçim ihtimalinin hiç de gözardı edilmemesi gerektiğini açıkladı.
3- Ekonomik Göstergeler
AB ile yaşanan sürtüşmeler, özellikle Almanya ile gerilen ipler, OHAL kaynaklı güvensizlik, dövizin sürekli olarak yükselmesine sebep oluyor. Buna Suriye konusunda ABD ile; Katar konusunda da Körfez ülkeleriyle yaşanan sıkıntılar da eklenince ekonomik darboğaz kaçınılmaz gibi duruyor. Turizmdeki kan kaybı devam ediyor. Doluluk oranlarının azalması düşük fiyat politikasıyla telafi edilmeye çalışılsa da, bu tedbirler gelirdeki kaybı karşılamaya yetmedi. İşsizlik ve enflasyon verilerinde de tüm manipülasyonlara rağmen saklanamayan artışlar sözkonusu.
4- Yeni Parti’nin Estirdiği Rüzgar
En güçlü etken de bu. “Neden en güçlü etken?” diye soracak olursanız; AKP, iktidara geldiği günden beri yaptığı tüm hatalara rağmen, kuvvetli bir alternatifin siyaset sahnesinde olmamasının avantajıyla girdiği tüm seçimleri kazanmayı başardı. Ama Akşener ve Özdağ öncülüğünde inşası süren yeni parti, daha kurulmadan güçlü bir alternatif olacağını hissettiriyor. Anket şirketlerinin ortaya koyduğu veriler, halkın bu parti konusundaki beklentilerinin hayli yüksek olduğunu gösteriyor.
Yukarıda saydığım maddeleri göz önüne aldığımızda AKP’nin baskın bir seçimi devreye sokması sürpriz olmayacaktır. Baskın seçim ve getirdiği atmosfer henüz etkisi tam manasıyla hissedilmeyen ekonomik sıkıntının, dış siyasetteki belirsizliğin, parti içi çekişmelerin üstünü örtecektir. Bunun yanında AKP baskın seçime gitmesi halinde, iddialı bir rakip olacağını ön gördüğü yeni partiyi de seçime hazırlanma olanağından mahrum bırakmak isteyecektir.
Referandum sonuçları göz önüne alındığında AKP’nin üç büyük ilde de %50’yi geçemediği görüyoruz. Bunun yanında yerel yönetimlerde yaptıkları hatalar ve “metal yorgunlukları” eklenen Topbaş ve Gökçek faktörleri eklendiğinde yerel seçimlerin AKP için sıkıntılı geçeceğini düşünebiliriz. Hal böyleyken üçü bir arada düşünülen seçim; AKP için ciddi bir yenilgi ihtimalini barındırmaktadır.
Bu denli ciddi riskler mevcutken Erdoğan’ın sırf “Erken seçim yok” sözünü yutmamak adına 2019’u bekleyeceğini düşünmek hayalcilik olur.
Muhalefet hesabını kitabını buna göre yapmalıdır. Akşener/Özdağ ikilisi süratle hareket etmelidir. Aksi takdirde, baskın seçimle yalnız kaybeden onlar değil, Türkiye olacaktır. Ne sizin, ne de ülkenin artık kaybedecek tek bir günü yoktur...
Mahir Şanlı
İktidarın özellikle 2010’dan itibaren bu yöntemi sürekli kullanıyor olması “Ne seçimi?” dedirtse de aksini düşündürecek hayli veri var önümüzde.
Özellikle dikkat çekenleri sıralayalım:
1- Erdoğan’ın, Son Dönemde yYaptığı Açıklamalar
* Dış siyasette uzlaşmaz bir görüntü çizmesi. (Dik duruş görüntüsü)
* Muhalefete karşı daha saldırgan bir üsluba geçmesi. Muhalefete karşı sertliği genel olmasına karşın dozu seçim dönemlerinde yükseltir.
* Kamuoyunun tepki koyduğu konularda uzlaşmacı görüntü çizmesi.
* Parti içindeki dinamizmi canlandırma çabaları.
* Kürtlere tekrar göz kırpması.
2- Yandaş Gazetecilerin Nabız Yoklamaları
Köşesini, kalemini AKP’nin ali menfaatlerine adamış kimi yazarlar (!) son dönemde erken seçim ihtimalini dillendirmeye başladılar. Bunun yanında muhalif gibi görünen ama aslında AKP’nin amaçlarına hizmet eden gazete ve yorumculardan da benzer yazı ve açıklamalar geldi. Son olarak da geçtiğimiz gün, AKP’ye yakınlığıyla bilinen bir anket şirketi de erken seçim ihtimalinin hiç de gözardı edilmemesi gerektiğini açıkladı.
3- Ekonomik Göstergeler
AB ile yaşanan sürtüşmeler, özellikle Almanya ile gerilen ipler, OHAL kaynaklı güvensizlik, dövizin sürekli olarak yükselmesine sebep oluyor. Buna Suriye konusunda ABD ile; Katar konusunda da Körfez ülkeleriyle yaşanan sıkıntılar da eklenince ekonomik darboğaz kaçınılmaz gibi duruyor. Turizmdeki kan kaybı devam ediyor. Doluluk oranlarının azalması düşük fiyat politikasıyla telafi edilmeye çalışılsa da, bu tedbirler gelirdeki kaybı karşılamaya yetmedi. İşsizlik ve enflasyon verilerinde de tüm manipülasyonlara rağmen saklanamayan artışlar sözkonusu.
4- Yeni Parti’nin Estirdiği Rüzgar
En güçlü etken de bu. “Neden en güçlü etken?” diye soracak olursanız; AKP, iktidara geldiği günden beri yaptığı tüm hatalara rağmen, kuvvetli bir alternatifin siyaset sahnesinde olmamasının avantajıyla girdiği tüm seçimleri kazanmayı başardı. Ama Akşener ve Özdağ öncülüğünde inşası süren yeni parti, daha kurulmadan güçlü bir alternatif olacağını hissettiriyor. Anket şirketlerinin ortaya koyduğu veriler, halkın bu parti konusundaki beklentilerinin hayli yüksek olduğunu gösteriyor.
Yukarıda saydığım maddeleri göz önüne aldığımızda AKP’nin baskın bir seçimi devreye sokması sürpriz olmayacaktır. Baskın seçim ve getirdiği atmosfer henüz etkisi tam manasıyla hissedilmeyen ekonomik sıkıntının, dış siyasetteki belirsizliğin, parti içi çekişmelerin üstünü örtecektir. Bunun yanında AKP baskın seçime gitmesi halinde, iddialı bir rakip olacağını ön gördüğü yeni partiyi de seçime hazırlanma olanağından mahrum bırakmak isteyecektir.
Referandum sonuçları göz önüne alındığında AKP’nin üç büyük ilde de %50’yi geçemediği görüyoruz. Bunun yanında yerel yönetimlerde yaptıkları hatalar ve “metal yorgunlukları” eklenen Topbaş ve Gökçek faktörleri eklendiğinde yerel seçimlerin AKP için sıkıntılı geçeceğini düşünebiliriz. Hal böyleyken üçü bir arada düşünülen seçim; AKP için ciddi bir yenilgi ihtimalini barındırmaktadır.
Bu denli ciddi riskler mevcutken Erdoğan’ın sırf “Erken seçim yok” sözünü yutmamak adına 2019’u bekleyeceğini düşünmek hayalcilik olur.
Muhalefet hesabını kitabını buna göre yapmalıdır. Akşener/Özdağ ikilisi süratle hareket etmelidir. Aksi takdirde, baskın seçimle yalnız kaybeden onlar değil, Türkiye olacaktır. Ne sizin, ne de ülkenin artık kaybedecek tek bir günü yoktur...
Mahir Şanlı
Published on August 10, 2017 04:52
August 6, 2017
Kimin Ne Söylediğinin Önemi Var!
Önceki gün eski AKP MKYK üyesi Ayhan Oğan, daha önce farklı isimlerce de dolaylı ya da doğrudan dile getirilen, “Yeni Devlet” tabirini canlı yayında kullandı. “Kurbağa testi” misali, kaynar suyu aniden hisseden kamuoyunda, bu söz sert tepki gördü. Önce Bahçeli’de, ardından da AKP ve Yıldırım’dan açıklamalar geldi. Kamuoyu bir nebze olsun yatıştı...
Bahçeli: “İnanıyorum ki Cumhurbaşkanı da rahatsızdır.”
AKP: “Provokatif söylemlere değil 15 yıllık icraatlerimize bakılmalıdır.”
Yıldırım: “Kimin ne söylediğinin önemi yok.”
Erdoğan: “Bizim devletimiz TC Devletidir, gerisi laf-ı güzaftır.”
Ayhan Ogan’ın meczupluğu su götürmez bir gerçektir. Kimileri Ogan’ın bu sözlerini tartışmayı, geçen yazımda belirttiğim “Enerji kaybı” olarak görebilirler. Ki bunu sadece Ogan söylemiş olsa ben de katılabilirdim. Ama bu düşünce yalnız Ogan’a ait bir düşünce değil, AKP cenahının geneli Erdoğan’ı bir sistemi yıkıp, yeni bir sistemi inşa eden lider olarak görüyorlar. Bu konuda kısa bir hatırlatma yapmak gerekirse:
Aziz Babuşçu (İst MV) : “AK Parti ile hepimiz Türk olmaktan kurtulduk.”
Adnan Tanrıverd(CB B.Danşmanı) : “Yeni sistemde eyalet sistemi tercih edilmeli, eğitim anadilde olmalı, Türkçe ikinci dil olarak öğretilmeli.”
Mehmet Uçum (CB Danışmanı) : “Halkımız gümbür gümbür devrim yapıyor, kendi devletini kuruyor.”
Şükrü Karatepe (CB B.Danışmanı) : “Anayasa değişikliği sonrası önce tek başlılık sağlanmalı, sonra Çin modeline (eyalet/özerklik) geçilmelidir.”
Yasin Aktay (AKP MKYK üyesi) : “Türk bir sentezin ismidir, gerçekte Türk diye bir ırk yok!”
Mehmet Metiner (AKP Vekili) : “Son kale olan Anayasayı da paramparça edeceğiz.”
İhsan Şener (AKP Vekili) : “Kurtuluş Savaşı olmadı, şehitlikler rejim tarafında temsili olarak dikildi.”
Bu tarz açıklamalardan onlarcasına kısa bir araştırmayla ulaşmanız mümkün. Maraş Dondurmacısı kılıklı sözde tarihçinin tezgahından geçen güruhun; Türklüğe, tarihe, cumhuriyete, devlete bakışı bu. Her sözlerinde cumhuriyet değerleriyle yaşadıkları çatışmayı, her hareketlerinde rövanşist öfkeyi görmek mümkün.
Önceki gün Cumhurbaşkanı Erdoğan “18 Mart’ı yaşamadık okuyoruz ama 15 Temmuz’u yaşadık. Dolayısıyla bu bizim için daha değerli.” şeklinde bir açıklama yaptı. Bu açıklamayı anlamak da gerçekten güç. Bir milleti millet yapan etkenlerden biridir “kederde ve sevinçte ortaklık.” Milli Birlik sözünü dilinden düşürmeyen bir Cumhurbaşkanı bu cümleyi neden kurar? Cevabı başka yerde aramayın, cevap Oğan’ın hezeyanında saklı.
“Düşmanına benzemek” tabirini duymuşsunuzdur. Kişi veya grup düşmanı olduğu olguyla savaşırken, zamanla onu taklit etmeye başlar. İşte “Düşmanına benzemek” tabiri bu durumu tanımlamakta kullanılır. Bu durumun doğruluğunu görmek için cumhuriyet düşmanlarına bakmak yeterli olacaktır. Gerek kürtçüler gerek siyasal islamcılar düşmanı oldukları Türk Devrimi’ni ve onun karakterlerini taklit etmektedirler. Ama hepimiz zamanla başarısız birer imitasyon olarak tarihin çöplüğüne atıldıklarına şahit olacağız.
Siyasal İslamcı hareket, kitlesini çekirdekten cumhuriyet düşmanı olarak yetiştirdi. Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin vücuda bürünmüş hali olan Atatürk’ü de. “Düşmanına Benzemek” tabirini bu gerçekle birlikte okumamız, doğruya ulaşmamızı kolaylaştıracaktır. Atatürk’ün, Kurtuluş Savaşı’nın lideri olarak ortaya çıkmasında en önemli etken, şüphesiz ki Çanakkale’de gösterdiği kahramanlıklar, elde ettiği başarılardır. Kendini kanıtlamamış bir askerin, bir ulusun kaderini belirleyecek savaşta önderlik etmesi düşünülebilir mi? Atatürk Kurtuluş Savaşı öncesi rüştünü ismatlamıştı.
Bu bağlamda dün ve önceki gün söylenenleri tekrar gözden geçirelim. Ayhan Oğan ne demişti: “Erdoğan bu yeni devletin kurucu lideridir.” Gerçek Kurucu Lider’in özgeçmişi başarılarla, zaferlerle dolu olduğuna göre, imitasyon kurucu lidere de bir zafer gerekiyor. Gerçek Kurucu Lidere yolu açan Çanakkale ise; onun değersizleştirilmesi, yerine bir başka destanın(!) ikame ettirilmesi gerekiyor. İşte Oğan’a kızmış gibi yapan Erdoğan’ın, gerçekte bu sözlerden memnun olduğunun kanıtı, hemen akabinde yaptığı 15 Temmuz - 18 Mart kıyasıdır. Erdoğan, çevresindeki dalkavukların övgülerinden asla rahatsız değildir. Hatta o dalkavukça sözleri iltifat olarak da görmüyor. Aksine gerçeklerin dile getirilmesi olarak görüyor ve kendi sözleriyle onları tamamlıyor.
Tabi insan sormadan edemiyor. Dönemin en güçlü iki donanmasını, yok olma pahasına durduran şanlı bir orduyu, o ordunun yazdığı büyük destanı küçük görmek, nasıl bir aymazlıktır? Akif’in “Bedr’in aslanları ancak bu kadar şanlı idi” diye övdüğü şehitleri, siyasi çıkar için yok saymak nasıl bir insafsızlıktır? Şahsi ikbal, makam, her türlü manevi değerden üstün müdür?
Bu soruların cevabı gerçekten iç yakıcı...
Hani son dönemde cihad sözü de dillerinden düşmüyor ya; cihat konulu bir hadisle yazımı sonlandırayım.
“En büyük cihad, nefisle yapılan cihaddır.”
Bahçeli: “İnanıyorum ki Cumhurbaşkanı da rahatsızdır.”
AKP: “Provokatif söylemlere değil 15 yıllık icraatlerimize bakılmalıdır.”
Yıldırım: “Kimin ne söylediğinin önemi yok.”
Erdoğan: “Bizim devletimiz TC Devletidir, gerisi laf-ı güzaftır.”
Ayhan Ogan’ın meczupluğu su götürmez bir gerçektir. Kimileri Ogan’ın bu sözlerini tartışmayı, geçen yazımda belirttiğim “Enerji kaybı” olarak görebilirler. Ki bunu sadece Ogan söylemiş olsa ben de katılabilirdim. Ama bu düşünce yalnız Ogan’a ait bir düşünce değil, AKP cenahının geneli Erdoğan’ı bir sistemi yıkıp, yeni bir sistemi inşa eden lider olarak görüyorlar. Bu konuda kısa bir hatırlatma yapmak gerekirse:
Aziz Babuşçu (İst MV) : “AK Parti ile hepimiz Türk olmaktan kurtulduk.”
Adnan Tanrıverd(CB B.Danşmanı) : “Yeni sistemde eyalet sistemi tercih edilmeli, eğitim anadilde olmalı, Türkçe ikinci dil olarak öğretilmeli.”
Mehmet Uçum (CB Danışmanı) : “Halkımız gümbür gümbür devrim yapıyor, kendi devletini kuruyor.”
Şükrü Karatepe (CB B.Danışmanı) : “Anayasa değişikliği sonrası önce tek başlılık sağlanmalı, sonra Çin modeline (eyalet/özerklik) geçilmelidir.”
Yasin Aktay (AKP MKYK üyesi) : “Türk bir sentezin ismidir, gerçekte Türk diye bir ırk yok!”
Mehmet Metiner (AKP Vekili) : “Son kale olan Anayasayı da paramparça edeceğiz.”
İhsan Şener (AKP Vekili) : “Kurtuluş Savaşı olmadı, şehitlikler rejim tarafında temsili olarak dikildi.”
Bu tarz açıklamalardan onlarcasına kısa bir araştırmayla ulaşmanız mümkün. Maraş Dondurmacısı kılıklı sözde tarihçinin tezgahından geçen güruhun; Türklüğe, tarihe, cumhuriyete, devlete bakışı bu. Her sözlerinde cumhuriyet değerleriyle yaşadıkları çatışmayı, her hareketlerinde rövanşist öfkeyi görmek mümkün.
Önceki gün Cumhurbaşkanı Erdoğan “18 Mart’ı yaşamadık okuyoruz ama 15 Temmuz’u yaşadık. Dolayısıyla bu bizim için daha değerli.” şeklinde bir açıklama yaptı. Bu açıklamayı anlamak da gerçekten güç. Bir milleti millet yapan etkenlerden biridir “kederde ve sevinçte ortaklık.” Milli Birlik sözünü dilinden düşürmeyen bir Cumhurbaşkanı bu cümleyi neden kurar? Cevabı başka yerde aramayın, cevap Oğan’ın hezeyanında saklı.
“Düşmanına benzemek” tabirini duymuşsunuzdur. Kişi veya grup düşmanı olduğu olguyla savaşırken, zamanla onu taklit etmeye başlar. İşte “Düşmanına benzemek” tabiri bu durumu tanımlamakta kullanılır. Bu durumun doğruluğunu görmek için cumhuriyet düşmanlarına bakmak yeterli olacaktır. Gerek kürtçüler gerek siyasal islamcılar düşmanı oldukları Türk Devrimi’ni ve onun karakterlerini taklit etmektedirler. Ama hepimiz zamanla başarısız birer imitasyon olarak tarihin çöplüğüne atıldıklarına şahit olacağız.
Siyasal İslamcı hareket, kitlesini çekirdekten cumhuriyet düşmanı olarak yetiştirdi. Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin vücuda bürünmüş hali olan Atatürk’ü de. “Düşmanına Benzemek” tabirini bu gerçekle birlikte okumamız, doğruya ulaşmamızı kolaylaştıracaktır. Atatürk’ün, Kurtuluş Savaşı’nın lideri olarak ortaya çıkmasında en önemli etken, şüphesiz ki Çanakkale’de gösterdiği kahramanlıklar, elde ettiği başarılardır. Kendini kanıtlamamış bir askerin, bir ulusun kaderini belirleyecek savaşta önderlik etmesi düşünülebilir mi? Atatürk Kurtuluş Savaşı öncesi rüştünü ismatlamıştı.
Bu bağlamda dün ve önceki gün söylenenleri tekrar gözden geçirelim. Ayhan Oğan ne demişti: “Erdoğan bu yeni devletin kurucu lideridir.” Gerçek Kurucu Lider’in özgeçmişi başarılarla, zaferlerle dolu olduğuna göre, imitasyon kurucu lidere de bir zafer gerekiyor. Gerçek Kurucu Lidere yolu açan Çanakkale ise; onun değersizleştirilmesi, yerine bir başka destanın(!) ikame ettirilmesi gerekiyor. İşte Oğan’a kızmış gibi yapan Erdoğan’ın, gerçekte bu sözlerden memnun olduğunun kanıtı, hemen akabinde yaptığı 15 Temmuz - 18 Mart kıyasıdır. Erdoğan, çevresindeki dalkavukların övgülerinden asla rahatsız değildir. Hatta o dalkavukça sözleri iltifat olarak da görmüyor. Aksine gerçeklerin dile getirilmesi olarak görüyor ve kendi sözleriyle onları tamamlıyor.
Tabi insan sormadan edemiyor. Dönemin en güçlü iki donanmasını, yok olma pahasına durduran şanlı bir orduyu, o ordunun yazdığı büyük destanı küçük görmek, nasıl bir aymazlıktır? Akif’in “Bedr’in aslanları ancak bu kadar şanlı idi” diye övdüğü şehitleri, siyasi çıkar için yok saymak nasıl bir insafsızlıktır? Şahsi ikbal, makam, her türlü manevi değerden üstün müdür?
Bu soruların cevabı gerçekten iç yakıcı...
Hani son dönemde cihad sözü de dillerinden düşmüyor ya; cihat konulu bir hadisle yazımı sonlandırayım.
“En büyük cihad, nefisle yapılan cihaddır.”
Published on August 06, 2017 04:34
August 2, 2017
Enerji İsrafı
Enerji tasarrufu içerikli kamu spotlarına mutlaka denk gelmişsinizdir. Açık bırakılan lambaların, sürekli çalıştırılan televizyonların, damlatan muslukların ülke ekonomisine ne denli büyük zararlar verdiği anlatılır. Çok da doğrudur bu konuların insanlara anlatılması, bu enerji israfının önüne geçilmeye çalışılması. Bir de toplumsal enerjinin israf edilmesi var ki; o konu kimsenin umrunda değil. Hatta bu enerjinin israfına herkes bilerek, bilmeyerek destek oluyor.
Bu zaafın çok uzun zamandır farkında olan iktidar da biriken enerjiyi ufak müdahalelerle boşaltmayı başarıyor. Depremler ülkesi vatandaşı olarak, kimi jeolojik terimlere hakim olmak şansını (!) yakaldık. Fay hatlarında biriken stresin küçük depremlerle boşalması, büyük depremlerin ertelenemesine, ya da en azından şiddetinin azalmasına sebep olduğunu çok kez dinledik. Bu yorumu doğru kabul ederek konuşacak olursak; toplumsal enerjinin gereksiz hadiselerle, etkisiz mecralarda boşaltılması da hükümeti yıkacak dalgayı ertelemeye, ya da daha ehemmiyet arz eden meselelerde verilmesi gereken tepkinin şiddetini düşürüyor.
Başta Erdoğan olmak üzere AKP’nin tepesindeki isimler kasıtlı olarak gündemi polemiklerle meşgul etmeyi seviyorlar. Öyle ki bu polemikler kamuoyunu kimi zaman haftalarca meşgul edebiliyor. Kamuoyu bu kör döğüşüyle meşgulken asıl yapmak istedikleri hamlelere yöneliyorlar. O hamleleri yaparken de bir kaç cılız ses dışında herhangi bir itiraz duyulmuyor.
Bu durumu anlamaya yarayacak iki kaba örnek vermek istiyorum.
Teşbihte hata olmaz...
Kapkaççı Taktiği: Kapkaççı çetesi “Tantanacılık” adı verilen bir taktik uygular. Çete üyesi bir kaç kişi kavga ediyormuş gibi görüntü verir. Yine bir kaç çete üyesi bu ciddi kavgayı ayırmaya çalışıyor rolünü üstlenirler. Avlarını da bir şekilde bu kargaşanın ortasına alırlar. Sonrasında o hengamede av tuzağa düşer, soygun gerçekleşir.
Mafya Taktiği: Uyuşturucu mafyası da “Küçük balık” taktiğini kullanır. Asıl geçirmesi gereken sevkiyatın üzerinden dikkati çekmek için küçük bir parti malı gözden çıkardığı bir elemanı vasıtasıyla önden gönderir. Sonra kendi elemanını ihbar eder, tüm dikkatler bu kurbana yönelmişken büyük sevkiyat gerçekleşir.
Başta da belirttiğim gibi teşbihte hata olmaz. Siyaset sahnesinde bu iki taktiğin de uyarlanmış versiyonlarını görebilmekteyiz. Bize düşen görev ne tantanacılığa alet olmak, ne de küçük balığa odaklanmak. Biz tantanacılar işe başladığı an hem kendimizi hem av olacakları olay mahallinden uzak tutmalıyız. Tantana bir süre sonra kendiliğinden sona erecektir. Keza küçük balığın yakalanmasını istemekle beraber, dikkatimizi büyük balıklardan da esirgememeliyiz.
Siverek’teki küçük balığın yakalanmasına taraftar olmakla beraber; büstünden daha önemli olmak üzere, Atatürk’ün manevi kişiliğine, bize bıraktığı emanete saldıran büyük balığı gözden kaçırmamalıyız. Binali Yıldırım’ın duası için çıkarılan tantananın ortasında kalıp av olmamak durumundayız.
Kritik YAŞ toplantısı, FETÖ davaları, Ensar Vakfı’nın önünün her fırsatta açılması, Medeni Hukuk’ta geriye doğru gidiş emareleri, asıl odaklanılması gereken noktalardır. Her fırsatta millilikten, bütünlükten, iç ve dış tehditten bahseden AKP’nin, hala rövanşist duygularla hareket etme refleksiyle, yıldönümü kutlamalarını Sincan’a alması, Anıtkabir’de bir Fatiha okunması kadar gündeme gelmedi. Her konuda fikir beyan edebiliriz, bu en doğal hakkımız. Ama asıl ciddi meseleler dururken, olmadık meselelerle enerjimizi, zamanımızı harcamak israftan başka bir şey değildir.
Cumhuriyetin bize, enerjimize, beynimize ihtiyacı var...
Bu zaafın çok uzun zamandır farkında olan iktidar da biriken enerjiyi ufak müdahalelerle boşaltmayı başarıyor. Depremler ülkesi vatandaşı olarak, kimi jeolojik terimlere hakim olmak şansını (!) yakaldık. Fay hatlarında biriken stresin küçük depremlerle boşalması, büyük depremlerin ertelenemesine, ya da en azından şiddetinin azalmasına sebep olduğunu çok kez dinledik. Bu yorumu doğru kabul ederek konuşacak olursak; toplumsal enerjinin gereksiz hadiselerle, etkisiz mecralarda boşaltılması da hükümeti yıkacak dalgayı ertelemeye, ya da daha ehemmiyet arz eden meselelerde verilmesi gereken tepkinin şiddetini düşürüyor.
Başta Erdoğan olmak üzere AKP’nin tepesindeki isimler kasıtlı olarak gündemi polemiklerle meşgul etmeyi seviyorlar. Öyle ki bu polemikler kamuoyunu kimi zaman haftalarca meşgul edebiliyor. Kamuoyu bu kör döğüşüyle meşgulken asıl yapmak istedikleri hamlelere yöneliyorlar. O hamleleri yaparken de bir kaç cılız ses dışında herhangi bir itiraz duyulmuyor.
Bu durumu anlamaya yarayacak iki kaba örnek vermek istiyorum.
Teşbihte hata olmaz...
Kapkaççı Taktiği: Kapkaççı çetesi “Tantanacılık” adı verilen bir taktik uygular. Çete üyesi bir kaç kişi kavga ediyormuş gibi görüntü verir. Yine bir kaç çete üyesi bu ciddi kavgayı ayırmaya çalışıyor rolünü üstlenirler. Avlarını da bir şekilde bu kargaşanın ortasına alırlar. Sonrasında o hengamede av tuzağa düşer, soygun gerçekleşir.
Mafya Taktiği: Uyuşturucu mafyası da “Küçük balık” taktiğini kullanır. Asıl geçirmesi gereken sevkiyatın üzerinden dikkati çekmek için küçük bir parti malı gözden çıkardığı bir elemanı vasıtasıyla önden gönderir. Sonra kendi elemanını ihbar eder, tüm dikkatler bu kurbana yönelmişken büyük sevkiyat gerçekleşir.
Başta da belirttiğim gibi teşbihte hata olmaz. Siyaset sahnesinde bu iki taktiğin de uyarlanmış versiyonlarını görebilmekteyiz. Bize düşen görev ne tantanacılığa alet olmak, ne de küçük balığa odaklanmak. Biz tantanacılar işe başladığı an hem kendimizi hem av olacakları olay mahallinden uzak tutmalıyız. Tantana bir süre sonra kendiliğinden sona erecektir. Keza küçük balığın yakalanmasını istemekle beraber, dikkatimizi büyük balıklardan da esirgememeliyiz.
Siverek’teki küçük balığın yakalanmasına taraftar olmakla beraber; büstünden daha önemli olmak üzere, Atatürk’ün manevi kişiliğine, bize bıraktığı emanete saldıran büyük balığı gözden kaçırmamalıyız. Binali Yıldırım’ın duası için çıkarılan tantananın ortasında kalıp av olmamak durumundayız.
Kritik YAŞ toplantısı, FETÖ davaları, Ensar Vakfı’nın önünün her fırsatta açılması, Medeni Hukuk’ta geriye doğru gidiş emareleri, asıl odaklanılması gereken noktalardır. Her fırsatta millilikten, bütünlükten, iç ve dış tehditten bahseden AKP’nin, hala rövanşist duygularla hareket etme refleksiyle, yıldönümü kutlamalarını Sincan’a alması, Anıtkabir’de bir Fatiha okunması kadar gündeme gelmedi. Her konuda fikir beyan edebiliriz, bu en doğal hakkımız. Ama asıl ciddi meseleler dururken, olmadık meselelerle enerjimizi, zamanımızı harcamak israftan başka bir şey değildir.
Cumhuriyetin bize, enerjimize, beynimize ihtiyacı var...
Published on August 02, 2017 15:59
•
Tags:
anıtkabir, atatürk, binali-yıldırım, erdoğan, mahir-Şanlı
July 30, 2017
Aynı Film, Yeni Aktörler
AYNI FİLM, YENİ AKTÖRLER
Geçtiğimiz hafta yaşanan bazı gelişmeler iki gerçeği koydu:
1- Yaşanan hiçbir şeyden ders alınmadığı.
2- Daha büyük badirelerin yakın gelecekte bizi beklediği.
Bu düşünceye bizi sevk eden gelişmelere kısaca değinmek gerekirse:
* * * * *
Sakarya’ya Vali olarak atanan İrfan Balkanlıoğlu, valilik binasında tekbirlerle karşılanıp makamına oturtuldu. Bu görüntüler basına, bir dönüşümün meyvesi olarak sunuldu. Yükselen tepkiler sonrası ise Vali açıklama yapmak zorunda kaldı ve olayın 15 Temmuz gazilerinin o an yaşadıkları duygu yoğunluğuyla gerçekleştiğini söyledi. Bu durumu eleştirenlerin FETÖ’cü olduğunun da altını çizdi.
Vali, İsmail Ağa Cemaati ile olan bağlantısı hakkındaki iddialara ise herhangi bir cevap vermedi. Yine basında yer alan cüppeli, sarıklı altı kişi ile valilikte verdiği poz için “Onlardan biri şehit babasıydı” demekle yetindi.
FETÖ’den boşalan kadroların –ki o konuda da müthiş şüpheler söz konusu- yeni ve daha tehlikeli yapılarla doldurulduğu iddiaları artık sır değil. Turgut Özal’dan bu yana kademe kademe yükselişini sürdüren Nakşibendi Tarikatı için artık iktidara kök salma dönemi yaşanıyor. Durum o denli ciddi ki; mesele Nakşibendiliğin iktidarı ele geçirip geçirememesini aşıp, hangi Nakşibendi kolunun ipleri elinde tutacağı tartışmasına evrildi.
İsmailağacılar mı, Menzilciler mi?
* * * * *
Fethullan Gülen, bir Mısır gazetesine verdiği röportajda hareketinin büyük bir komploya kurban kurban gittiğini, darbeyle alakaları olmadığını açıkladı. Darbeye yeltenenlerin ise muhtemelen laik/ulusalcı kesim olduğunu düşündüğünü söyledi. Bu açıklamaları sürpriz sayılmazdı, keza Gülen en başından beri darbe ile bağlantısını inkar eden bir tutum sergiliyordu. İşin ilgi çeken tarafı Gülen’in bu açıklamları sonrası, benzer argümanların bazı yandaş yayın organları ve yandaş yazarlar tarafından da dile getirilmeleri oldu. Yaklaşan YAŞ öncesi bu söylemler orduda yeni bir tasfiye sürecinin başlayacağının sinyalini veriyor gibi. FETÖ’cü darbeye karşı, hayatlarını ortaya koyarak mücadele eden ve bertaraf edilmesinde büyük pay sahibi olan askerlere yönelik tasfiye ne ve kimin için yapılacak?
FETÖ’nün sözcülüğünü yapan, Erdoğan’a tehditleriyle sürekli gündeme gelen Michael Rubin’in de son yazılarında bu konuya değinmesi şaşırtıcı değildir. FETÖ’cü çevrede de, diğer tarikat/cemaat çevrelerinde de beklenti, TSK’dan kurucu değerlere bağlı subayların tamamen arındırılmasıdır. Bu arındırma sonrasında doğacak boşluk muhakkak ki bu çevrelere yarayacaktır. FETÖ’nün uyuyan hücreleri yeni bir fırsatı kollayacak, diğer tarikat ve cemaatler ise dönüştürülen devletin silahlı kuvvetlerini tahakkümleri altına almayı hedefleyeceklerdir.
15 Temmuz’un üzerinden henüz bir yıl geçti. Olay hali hazırda sıcaklığını koruyorken, yeni ve daha büyük belalara gebe bu gelişmelere yol vermek için, ciddi manada çıldırmış olmak gerekir. Bahsi geçen cemaatlerle kıyaslandığında FETÖ oldukça naif kalacaktır. Mensubu oldukları cemaat/tarikatlerin yönetimini ele geçirmek için, camilerde birbirlerini zehirleyerek, bıçaklayarak, linç ederek öldüren yapılar bunlar. Bu yapıların TSK’da ipleri ele aldıklarını düşünmek bile dehşet verici.
* * * * *
Son olarak da önemsiz gibi sunulan ama alt metinde verdiği mesajla gayet de önemli olan iki hadiseye değinmek istiyorum.
Birincisi, 28 Şubat sürecinin meşhur ismi Merve Kavakçı’nın Malezya’ya Büyükelçi olarak atanması meselesi. Bu tamamen rövanşist bir hamle. 28 Şubat ve zihniyetinin artık mağlup edildiğinin ilanı için atılmış bir adım. Son bir yıl içinde yüzlerce insanın; ağabeyi, kardeşi, oğlu FETÖ ile bağlantılı olduğu için işinden, özgürlüğünden edildiğine şahit olduk. Suçun bireysel olduğuna inandığımızı baştan not düşelim. Ve fakat diğer insanlar bu gerekçeyle işlerinden edilirken, kocasının FETÖ bağlantısı aşikar olan Kavakçı’nın büyükelçi olarak atanmış olması, başlı başına çelişkidir.
İkincisi ise müftülere nikah kıyma yetkisinin verilmesi meselesi. Nagehan Alçı gibi her devrin kalemi tipler, bu konuda da hemen “Ne var canım ha nikah memuru, ha müftü?” pozisyonunu aldılar. Ama iş o kadar da basit değil. Resmi nikah şartlarında açılacak gedik zamanla büyüyecek; toplumsal kutuplaşma, çok eşlilik, pedofili evlilikleri gibi ciddi toplumsal sorunları beraberinde getirecektir.
* * * * *
Sık sık birlik ve beraberlikten bahseden iktidarın, kurucu değerlerle kavgası sürdükçe, bu birliğin sağlanması hayalden de ötedir. Tüm dünyanın kritik bir dönemeçten geçtiği bu günlerde, direksiyonumuzda böylesine sorunlu bir kafanın bulunması ülke adına büyük talihsizlikdir. İç ve dış tehditlerin ayyuka çıktığı bu dönemi nasıl atlatacağız, hep birlikte yaşayıp göreceğiz...
Tanrı Türk’e yar olsun.
Geçtiğimiz hafta yaşanan bazı gelişmeler iki gerçeği koydu:
1- Yaşanan hiçbir şeyden ders alınmadığı.
2- Daha büyük badirelerin yakın gelecekte bizi beklediği.
Bu düşünceye bizi sevk eden gelişmelere kısaca değinmek gerekirse:
* * * * *
Sakarya’ya Vali olarak atanan İrfan Balkanlıoğlu, valilik binasında tekbirlerle karşılanıp makamına oturtuldu. Bu görüntüler basına, bir dönüşümün meyvesi olarak sunuldu. Yükselen tepkiler sonrası ise Vali açıklama yapmak zorunda kaldı ve olayın 15 Temmuz gazilerinin o an yaşadıkları duygu yoğunluğuyla gerçekleştiğini söyledi. Bu durumu eleştirenlerin FETÖ’cü olduğunun da altını çizdi.
Vali, İsmail Ağa Cemaati ile olan bağlantısı hakkındaki iddialara ise herhangi bir cevap vermedi. Yine basında yer alan cüppeli, sarıklı altı kişi ile valilikte verdiği poz için “Onlardan biri şehit babasıydı” demekle yetindi.
FETÖ’den boşalan kadroların –ki o konuda da müthiş şüpheler söz konusu- yeni ve daha tehlikeli yapılarla doldurulduğu iddiaları artık sır değil. Turgut Özal’dan bu yana kademe kademe yükselişini sürdüren Nakşibendi Tarikatı için artık iktidara kök salma dönemi yaşanıyor. Durum o denli ciddi ki; mesele Nakşibendiliğin iktidarı ele geçirip geçirememesini aşıp, hangi Nakşibendi kolunun ipleri elinde tutacağı tartışmasına evrildi.
İsmailağacılar mı, Menzilciler mi?
* * * * *
Fethullan Gülen, bir Mısır gazetesine verdiği röportajda hareketinin büyük bir komploya kurban kurban gittiğini, darbeyle alakaları olmadığını açıkladı. Darbeye yeltenenlerin ise muhtemelen laik/ulusalcı kesim olduğunu düşündüğünü söyledi. Bu açıklamaları sürpriz sayılmazdı, keza Gülen en başından beri darbe ile bağlantısını inkar eden bir tutum sergiliyordu. İşin ilgi çeken tarafı Gülen’in bu açıklamları sonrası, benzer argümanların bazı yandaş yayın organları ve yandaş yazarlar tarafından da dile getirilmeleri oldu. Yaklaşan YAŞ öncesi bu söylemler orduda yeni bir tasfiye sürecinin başlayacağının sinyalini veriyor gibi. FETÖ’cü darbeye karşı, hayatlarını ortaya koyarak mücadele eden ve bertaraf edilmesinde büyük pay sahibi olan askerlere yönelik tasfiye ne ve kimin için yapılacak?
FETÖ’nün sözcülüğünü yapan, Erdoğan’a tehditleriyle sürekli gündeme gelen Michael Rubin’in de son yazılarında bu konuya değinmesi şaşırtıcı değildir. FETÖ’cü çevrede de, diğer tarikat/cemaat çevrelerinde de beklenti, TSK’dan kurucu değerlere bağlı subayların tamamen arındırılmasıdır. Bu arındırma sonrasında doğacak boşluk muhakkak ki bu çevrelere yarayacaktır. FETÖ’nün uyuyan hücreleri yeni bir fırsatı kollayacak, diğer tarikat ve cemaatler ise dönüştürülen devletin silahlı kuvvetlerini tahakkümleri altına almayı hedefleyeceklerdir.
15 Temmuz’un üzerinden henüz bir yıl geçti. Olay hali hazırda sıcaklığını koruyorken, yeni ve daha büyük belalara gebe bu gelişmelere yol vermek için, ciddi manada çıldırmış olmak gerekir. Bahsi geçen cemaatlerle kıyaslandığında FETÖ oldukça naif kalacaktır. Mensubu oldukları cemaat/tarikatlerin yönetimini ele geçirmek için, camilerde birbirlerini zehirleyerek, bıçaklayarak, linç ederek öldüren yapılar bunlar. Bu yapıların TSK’da ipleri ele aldıklarını düşünmek bile dehşet verici.
* * * * *
Son olarak da önemsiz gibi sunulan ama alt metinde verdiği mesajla gayet de önemli olan iki hadiseye değinmek istiyorum.
Birincisi, 28 Şubat sürecinin meşhur ismi Merve Kavakçı’nın Malezya’ya Büyükelçi olarak atanması meselesi. Bu tamamen rövanşist bir hamle. 28 Şubat ve zihniyetinin artık mağlup edildiğinin ilanı için atılmış bir adım. Son bir yıl içinde yüzlerce insanın; ağabeyi, kardeşi, oğlu FETÖ ile bağlantılı olduğu için işinden, özgürlüğünden edildiğine şahit olduk. Suçun bireysel olduğuna inandığımızı baştan not düşelim. Ve fakat diğer insanlar bu gerekçeyle işlerinden edilirken, kocasının FETÖ bağlantısı aşikar olan Kavakçı’nın büyükelçi olarak atanmış olması, başlı başına çelişkidir.
İkincisi ise müftülere nikah kıyma yetkisinin verilmesi meselesi. Nagehan Alçı gibi her devrin kalemi tipler, bu konuda da hemen “Ne var canım ha nikah memuru, ha müftü?” pozisyonunu aldılar. Ama iş o kadar da basit değil. Resmi nikah şartlarında açılacak gedik zamanla büyüyecek; toplumsal kutuplaşma, çok eşlilik, pedofili evlilikleri gibi ciddi toplumsal sorunları beraberinde getirecektir.
* * * * *
Sık sık birlik ve beraberlikten bahseden iktidarın, kurucu değerlerle kavgası sürdükçe, bu birliğin sağlanması hayalden de ötedir. Tüm dünyanın kritik bir dönemeçten geçtiği bu günlerde, direksiyonumuzda böylesine sorunlu bir kafanın bulunması ülke adına büyük talihsizlikdir. İç ve dış tehditlerin ayyuka çıktığı bu dönemi nasıl atlatacağız, hep birlikte yaşayıp göreceğiz...
Tanrı Türk’e yar olsun.
Published on July 30, 2017 03:37
July 25, 2017
Yeni Partiye Dair
Meral Akşener’in öncülüğünde, Ümit Özdağ’ın desteğiyle tohumları atılan yeni bir parti, yakın zamanda Türk siyasi hayatındaki yerini alacak. Bu parti, son yıllarda büyük çalkantılar yaşayan, kısa vadede ciddi ekonomik sıkıntılara gebe olduğu ön görülen ülke için bir umut ışığı taşıyor mu? Kamuoyu araştırmaları halkta o umudun mevcut olduğunu gösteriyor.
Bu umudu törpüleyebilecek 3 kilit mesele olduğu kanaatindeyim:
1- Kurucu iradenin, beyin takımını ve vitrini iyi oluşturamaması. Daha önce de halkta umut ışığı yakan partiler siyasi hayatımızda yerlerini almışlar, fakat doğru kadroları biraraya getirememeleri sebebiyle çabucak sönüp gitmişlerdi. Yeni partinin bu konuda özenle hareket etmesi gerekiyor.
2- Hükümetin, yeni partiyi kendisi için ciddi bir tehlike olarak görüp, kurulmasını engelleyecek adımlar atması. Bu ihtimalin düşük olduğunu kabul etmekle beraber ara ara devreye sokulan “Meral Akşener FETÖ bağlantısı” haberlerini es geçmemek gerek. Alternatif bir senaryo için bu tarz kara propagandalar zaman zaman yandaş basında boy gösteriyor.
3- Bu iki husus aşıldığında geriye en büyük mesele kalıyor. Referandum sonrası herkesin kafasında oluşan “Acaba bundan sonra adil bir seçim olabilir mi?” şeklindeki soru işareti.
Bu 3 meselenin de üstesinden gelinebilir. Önemli olan kurucu iradenin kendisine yönelen teveccühün farkında olması, bir umutlu kendisine gelen kitlenin isteklerini göz ardı etmeyeceğinin sinyalini verebilmesidir. Bunun yanında, herhangi bir haksızlığa karşı boyun eğilmeyeceğinin beyanı ve bu beyana göre kararlı bir tavır alınması da elzemdir. Kitle, tepedeki kararlı duruşu gördüğü an , bütün olarak hareket etmekten kaçınmayacak, her türlü haksızlığı bertaraf etmek için gerekli olan gücü kendisinde bulacaktır.
* * * * *
Gelgelelim biz Türk Milliyetçilerinin yeni partiden asgari beklentilerine...
Naçizane kendi beklentilerimi sıralayayım, sanıyorum okuyucuyla birçoğunda hemfikir olduğumuz görülecektir.
* Ulus devlet anlayışının güçlendirecek bir anlayışa dönülmesi.
* 15 yıldır aşama aşama ilerleyen kurucu değerlerle kavga politikasına son verilmesi.
* Hukukun üstünlüğü ilkesinin tam manasıyla hayata geçirilmesi.
* Eğitimde bilimselliğe dönülmesi, yeni nesillerin ulusal değerlere bağlı olarak yetiştirilmesi.
* Terör örgütlerinin hakimiyetine geçmiş kampüs ve anfilerin arındırılması, terör örgütüyle bağı olan öğrenci ve öğretim görevlilerin üniversitelerle ilişiğinin kesilmesi.
* Devlete cemaat, tarikat ve her türlü gizli yapının sızmasını engelleyecek önlemlerin alınması.
* Türk Devleti’nin önünde bir beka sorunu olarak yükselen Suriyeli mülteciler konusunda somut adımların atılması.
* Ergenekon, Balyoz, 15 Temmuz gibi hadiseler sonucu büyük yaralar alan TSK’nın her yönden güçlendirilmesi.
* Başta Kıbrıs, Ege Adaları, Kuzey Irak olmak üzere sorun teşkil eden konularda ulusal çıkarlarımızın layıkıyla korunması.
* Üyesi olduğumuz Uluslararası teşkilatlarda; karşılıklı çıkarları gözetecek şekilde ilişkilerin yeniden, sağlıklı bir şekilde tesis edilmesi.
* Bitme noktasına gelmiş tarım ve hayvancılıkta bilimsel metodları esas alan, yeni bir kalkınma hamlesi.
* Kalkınma adı altında yapılan çevre katliamlarına son verilmesi, sit alanlarının korunması, enerji kaynakları yaratma konusunda da daha özenli bir tavır alınması.
* Sürekli artış gösteren kadınlara yönelik şiddet, taciz, tecavüz vakalarına karşı gerekli önlemlerin alınması; eşit ve özgür bireyler olarak toplumdaki yerlerinin sağlamlaştırılması.
* Çocuk hakları konusunda somut adımlar atılması.
Beklentiler konusunu hayli genişletebiliriz, lakin bir köşe yazısı için bu kadar maddenin yeterli olacağı kanaatindeyim. Milliyetçilerin omuz verdiği bir partiden belli beklentilerimizin olması doğaldır. Beklentilerimizi karşılamaya yönelik atılacak her adım bizlerin de yeni oluşuma sempatiyle bakmasına, zamanla omuz vermesine vesile olacaktır.
Kurulduğu günden bugüne, belki de en zor dönemini yaşayan Türkiye Cumhuriyeti’nin ilelebet payidar kalacağına imanımız tamdır. En zor günlerde dahi umutsuzluğa kapılmadık, bundan sonra da kapılmayacağız. Ne diyordu Atsız: “Ümit, en son terk olunan şeydir. Ümitlerimiz kırık değildir.” Bu ülkeye, bu millete karşı inancımız asla tükenmeyecektir...
Mahir Şanlı
Bu umudu törpüleyebilecek 3 kilit mesele olduğu kanaatindeyim:
1- Kurucu iradenin, beyin takımını ve vitrini iyi oluşturamaması. Daha önce de halkta umut ışığı yakan partiler siyasi hayatımızda yerlerini almışlar, fakat doğru kadroları biraraya getirememeleri sebebiyle çabucak sönüp gitmişlerdi. Yeni partinin bu konuda özenle hareket etmesi gerekiyor.
2- Hükümetin, yeni partiyi kendisi için ciddi bir tehlike olarak görüp, kurulmasını engelleyecek adımlar atması. Bu ihtimalin düşük olduğunu kabul etmekle beraber ara ara devreye sokulan “Meral Akşener FETÖ bağlantısı” haberlerini es geçmemek gerek. Alternatif bir senaryo için bu tarz kara propagandalar zaman zaman yandaş basında boy gösteriyor.
3- Bu iki husus aşıldığında geriye en büyük mesele kalıyor. Referandum sonrası herkesin kafasında oluşan “Acaba bundan sonra adil bir seçim olabilir mi?” şeklindeki soru işareti.
Bu 3 meselenin de üstesinden gelinebilir. Önemli olan kurucu iradenin kendisine yönelen teveccühün farkında olması, bir umutlu kendisine gelen kitlenin isteklerini göz ardı etmeyeceğinin sinyalini verebilmesidir. Bunun yanında, herhangi bir haksızlığa karşı boyun eğilmeyeceğinin beyanı ve bu beyana göre kararlı bir tavır alınması da elzemdir. Kitle, tepedeki kararlı duruşu gördüğü an , bütün olarak hareket etmekten kaçınmayacak, her türlü haksızlığı bertaraf etmek için gerekli olan gücü kendisinde bulacaktır.
* * * * *
Gelgelelim biz Türk Milliyetçilerinin yeni partiden asgari beklentilerine...
Naçizane kendi beklentilerimi sıralayayım, sanıyorum okuyucuyla birçoğunda hemfikir olduğumuz görülecektir.
* Ulus devlet anlayışının güçlendirecek bir anlayışa dönülmesi.
* 15 yıldır aşama aşama ilerleyen kurucu değerlerle kavga politikasına son verilmesi.
* Hukukun üstünlüğü ilkesinin tam manasıyla hayata geçirilmesi.
* Eğitimde bilimselliğe dönülmesi, yeni nesillerin ulusal değerlere bağlı olarak yetiştirilmesi.
* Terör örgütlerinin hakimiyetine geçmiş kampüs ve anfilerin arındırılması, terör örgütüyle bağı olan öğrenci ve öğretim görevlilerin üniversitelerle ilişiğinin kesilmesi.
* Devlete cemaat, tarikat ve her türlü gizli yapının sızmasını engelleyecek önlemlerin alınması.
* Türk Devleti’nin önünde bir beka sorunu olarak yükselen Suriyeli mülteciler konusunda somut adımların atılması.
* Ergenekon, Balyoz, 15 Temmuz gibi hadiseler sonucu büyük yaralar alan TSK’nın her yönden güçlendirilmesi.
* Başta Kıbrıs, Ege Adaları, Kuzey Irak olmak üzere sorun teşkil eden konularda ulusal çıkarlarımızın layıkıyla korunması.
* Üyesi olduğumuz Uluslararası teşkilatlarda; karşılıklı çıkarları gözetecek şekilde ilişkilerin yeniden, sağlıklı bir şekilde tesis edilmesi.
* Bitme noktasına gelmiş tarım ve hayvancılıkta bilimsel metodları esas alan, yeni bir kalkınma hamlesi.
* Kalkınma adı altında yapılan çevre katliamlarına son verilmesi, sit alanlarının korunması, enerji kaynakları yaratma konusunda da daha özenli bir tavır alınması.
* Sürekli artış gösteren kadınlara yönelik şiddet, taciz, tecavüz vakalarına karşı gerekli önlemlerin alınması; eşit ve özgür bireyler olarak toplumdaki yerlerinin sağlamlaştırılması.
* Çocuk hakları konusunda somut adımlar atılması.
Beklentiler konusunu hayli genişletebiliriz, lakin bir köşe yazısı için bu kadar maddenin yeterli olacağı kanaatindeyim. Milliyetçilerin omuz verdiği bir partiden belli beklentilerimizin olması doğaldır. Beklentilerimizi karşılamaya yönelik atılacak her adım bizlerin de yeni oluşuma sempatiyle bakmasına, zamanla omuz vermesine vesile olacaktır.
Kurulduğu günden bugüne, belki de en zor dönemini yaşayan Türkiye Cumhuriyeti’nin ilelebet payidar kalacağına imanımız tamdır. En zor günlerde dahi umutsuzluğa kapılmadık, bundan sonra da kapılmayacağız. Ne diyordu Atsız: “Ümit, en son terk olunan şeydir. Ümitlerimiz kırık değildir.” Bu ülkeye, bu millete karşı inancımız asla tükenmeyecektir...
Mahir Şanlı
Published on July 25, 2017 00:38
July 19, 2017
Türk Milliyetçileri nerede durmalı?
Genel seçimlerle birlikte iktidar tarafından yeni bir taktik keşfedilip devreye sokuldu: Milliyetçileri, zayıf karınlarını kullanarak kendi çizgisine çekme taktiği. Herhangi bir konuda iktidar, kamuoyu desteği açısından bir sıkıntı yaşadığını düşündüğü an, karşısına etnik ve siyasal illegal örgütleri konumlandırıyor ve herkesten bu konumlanmaya göre taraf olmasını bekliyor: “Ya benim, ya da terör örgütlerinin yanındasınız!”
Bugüne değin bu sığ taktik elbette Türkçü çevrede bir işe yaramadı. Fakat tam aksine, bu taktiğin özellikle Anadolu’daki MHP tabanında hayli başarılı olduğunu gözlemledik. Bu başarı, iktidarı seçimler dışında da bu enstrümana sarılma konusunda teşvik etti. Anayasa Değişikliği, 15 Temmuz ve son olarak Adalet Yürüyüşü konuları en bariz örnekler olarak karşımızda durmakta.
Anayasa Referandumu’ndan başlayacak olursak; iktidar cephesi değiştirdiği maddeleri halka izah etmek yerine “PKK – FETÖ – DHKP/C hayır diyor, siz nasıl hayır dersiniz?” gibi tuhaf bir argümana sarıldı. Oysa ki ortada iki ayrı metin yoktu, tek bir taslak, AKP-MHP “Politbüro”larınca oluşturulmuş taslak vardı. Bu taslağın sakıncalarını görmek, bu sakıncalar sebebiyle “HAYIR” demek neden insanları Pkk/Fetö örgütleriyle aynı safa soksun? Türklüğe düşman bu örgütlerin getirdiği herhangi bir taslağı savunmayan insanlar neden onlarla aynı kefeye konsun? Bu düşünceyi dile getirmek bile başlı başına zeka ve haya yoksunluğunun belirtisidir.
Adalet Yürüyüşü’nde de “Pennsylvania, Kandil yürüyüşü destekliyor, onlarla aynı noktada mısınız?” söylemi hakimdi. Kılıçdaroğlu veya yanındakilerin elbette biz Türkçülerle aynı noktada olmadığı, aynı bakış açısına sahip olmadığı ortadadır. Yalnız bu durum haklı bir talebi görmemize engel olamaz. Ergenekon, Balyoz gibi kumpas davaları bu hükümet zamanında yaşanmadı mı? Habur’da seyyar mahkeme bu hükümet zamanında kurulmadı mı? Namusuyla, şerefiyle oynanan; sahte delillerle hayatı karartılan insanlar kendi hayatlarına bu iktidar zamanında son vermedi mi?
Adalet ve Kalkınma Partisi iktidara geldiği günden beri “Adalet” i kendi tekeline almanın gayreti içindedir ve 15 Temmuz bu fırsatı altın tepside sunmuştur. Şimdi bizim “Adalet herkese lazım, o yüzden bu konuda Kılıçdaroğlu’nun talebi yerindedir” dememiz bizi nasıl olur da Kandil’le aynı kefeye sokar? Kılıçdaroğlu’nun özdeyişiyle “Böyle bir şey olabilir mi?”
Hükümet “Açılım buzluğa kaldırılmıştır” dediği, Güneydoğu’da Pkk ile mücadeleye, başladığı andan itibaren destek veren bizleri, tatlı su solcuları “Reisçilik”le suçlamıştı. Bugün AKP cenahının yaptığı tam da budur. Ama biz bu akıldan kıt taktiğe kanmayacağız. Har zaman ve her şartta durduğumuz yeri belirleyen yegane unsur; yüce Türk Milleti’nin çıkarlarıdır.
Dün gün boyu 15 Temmuz bir bayram coşkusuyla kutlandı. Oysa 15 Temmuz gerek verdiğimiz kayıplar, gerekse TSK’nın düşürüldüğü durum itibariyle kara bir gün olarak hafızalarımızda yer etti. Etkinliklerde kayıpların saygıyla anılması, düşülen hatalardan dersler çıkarıldığı vurgusunun öne çıkarılması çok daha doğru bir yaklaşım olurdu. Yaşananların sorumluluğunu üstlenmemek, suçu birilerinin üzerine yıkmak varken bunun yapılmasını beklemekse hayalcilik olurdu.
“Milli Birlik Yürüyüşü” adı verilen etkinlikte Cumhurbaşkanı’nın ülke nüfusunu 30 milyon eksikle telaffuz etmesini ise hayretle izledik. Askeri acz içinde bir düşman askeri gibi sunan afişlerle etkinlikleri duyuran, destan/zafer söylemleriyle insanlara hamaset pompalayan bir kafanın ülkenin yarısını yok saymış olmasını da çok görmemek lazım. FETÖ’ye karşı olduğumuz kadar, onlara “ne istedilerse” verenlere de karşıyız. Er ya da geç; ülkeyi bu onarılması güç belalara sürükleyenlerden hesap sorulacağını da biliyoruz. Bunun takipçisi olacağız. Dün “Bayram” coşkularına ortak olmayışımız sebebiyle yine bizi bir yerlere konumlandırmış olmalarını da dikkate almıyoruz.
İktidar saikleri Mao’nun “Düşmanımın düşmanı benim dostumdur” sözünü hatırlatan bir anlayışla ilerliyorlar. Bu önermeden şöyle bir sonuç çıkıyor: “Benim karşımda yer alan, düşmanımın dostudur.” İktidarın bu yaklaşımına karşı kesinlikle çekingen bir üslup tercih edilmemelidir. “Acaba gerçekten öyle algılanır mıyız?” endişesine kapıldığımız an ipleri iktidarın eline teslim etmiş oluruz. Sonra onlar nereye isterse oraya doğru koşar adım ilerleriz.
Siyaset sahnesi iki kutuptan oluşmamaktadır. Türkçüler/Türk Milliyetçileri zaten iki kutuplu bir siyasetin varlığını kabul etmiş olsalar kendilerine Türkçülüğü ülkü edinmezlerdi. Bu bağlamda “Benim karşımda olan X’in, Y’nin yanındadır” söylemine sarılan iktidarın, akıl ve mantıktan mahrum bu savını boşa çıkarmak hepimizin asli görevidir. Biz, dün olduğu gibi bugün de kendi doğrularımızı söylemeye devam edeceğiz. Dün “Türk-Kürt kardeşliğinden rahatsızlık duyan, kanla beslenen güruh” diyorlardı bugün “Kandil’in güdümünde” diyorlar. Ne derlerse desinler doğru yerde durmaya, Türk’ün “ali menfaatlerini” kanımızın son damlasına kadar savunmaya devam edeceğiz.
Dün “Hocaefendi” diyip kapısında kuyruğa girenler, “Öcalan öldürmeyi değil yaşatmayı seçti” diyerek Öcalan güzellemesi yapanlar, elbette omurgalı duruş karşısında afallayacaklardır. Kişilerin, partilerin, çıkarların değil, Türk Ülküsü’nün savunucularıyız...
Bugüne değin bu sığ taktik elbette Türkçü çevrede bir işe yaramadı. Fakat tam aksine, bu taktiğin özellikle Anadolu’daki MHP tabanında hayli başarılı olduğunu gözlemledik. Bu başarı, iktidarı seçimler dışında da bu enstrümana sarılma konusunda teşvik etti. Anayasa Değişikliği, 15 Temmuz ve son olarak Adalet Yürüyüşü konuları en bariz örnekler olarak karşımızda durmakta.
Anayasa Referandumu’ndan başlayacak olursak; iktidar cephesi değiştirdiği maddeleri halka izah etmek yerine “PKK – FETÖ – DHKP/C hayır diyor, siz nasıl hayır dersiniz?” gibi tuhaf bir argümana sarıldı. Oysa ki ortada iki ayrı metin yoktu, tek bir taslak, AKP-MHP “Politbüro”larınca oluşturulmuş taslak vardı. Bu taslağın sakıncalarını görmek, bu sakıncalar sebebiyle “HAYIR” demek neden insanları Pkk/Fetö örgütleriyle aynı safa soksun? Türklüğe düşman bu örgütlerin getirdiği herhangi bir taslağı savunmayan insanlar neden onlarla aynı kefeye konsun? Bu düşünceyi dile getirmek bile başlı başına zeka ve haya yoksunluğunun belirtisidir.
Adalet Yürüyüşü’nde de “Pennsylvania, Kandil yürüyüşü destekliyor, onlarla aynı noktada mısınız?” söylemi hakimdi. Kılıçdaroğlu veya yanındakilerin elbette biz Türkçülerle aynı noktada olmadığı, aynı bakış açısına sahip olmadığı ortadadır. Yalnız bu durum haklı bir talebi görmemize engel olamaz. Ergenekon, Balyoz gibi kumpas davaları bu hükümet zamanında yaşanmadı mı? Habur’da seyyar mahkeme bu hükümet zamanında kurulmadı mı? Namusuyla, şerefiyle oynanan; sahte delillerle hayatı karartılan insanlar kendi hayatlarına bu iktidar zamanında son vermedi mi?
Adalet ve Kalkınma Partisi iktidara geldiği günden beri “Adalet” i kendi tekeline almanın gayreti içindedir ve 15 Temmuz bu fırsatı altın tepside sunmuştur. Şimdi bizim “Adalet herkese lazım, o yüzden bu konuda Kılıçdaroğlu’nun talebi yerindedir” dememiz bizi nasıl olur da Kandil’le aynı kefeye sokar? Kılıçdaroğlu’nun özdeyişiyle “Böyle bir şey olabilir mi?”
Hükümet “Açılım buzluğa kaldırılmıştır” dediği, Güneydoğu’da Pkk ile mücadeleye, başladığı andan itibaren destek veren bizleri, tatlı su solcuları “Reisçilik”le suçlamıştı. Bugün AKP cenahının yaptığı tam da budur. Ama biz bu akıldan kıt taktiğe kanmayacağız. Har zaman ve her şartta durduğumuz yeri belirleyen yegane unsur; yüce Türk Milleti’nin çıkarlarıdır.
Dün gün boyu 15 Temmuz bir bayram coşkusuyla kutlandı. Oysa 15 Temmuz gerek verdiğimiz kayıplar, gerekse TSK’nın düşürüldüğü durum itibariyle kara bir gün olarak hafızalarımızda yer etti. Etkinliklerde kayıpların saygıyla anılması, düşülen hatalardan dersler çıkarıldığı vurgusunun öne çıkarılması çok daha doğru bir yaklaşım olurdu. Yaşananların sorumluluğunu üstlenmemek, suçu birilerinin üzerine yıkmak varken bunun yapılmasını beklemekse hayalcilik olurdu.
“Milli Birlik Yürüyüşü” adı verilen etkinlikte Cumhurbaşkanı’nın ülke nüfusunu 30 milyon eksikle telaffuz etmesini ise hayretle izledik. Askeri acz içinde bir düşman askeri gibi sunan afişlerle etkinlikleri duyuran, destan/zafer söylemleriyle insanlara hamaset pompalayan bir kafanın ülkenin yarısını yok saymış olmasını da çok görmemek lazım. FETÖ’ye karşı olduğumuz kadar, onlara “ne istedilerse” verenlere de karşıyız. Er ya da geç; ülkeyi bu onarılması güç belalara sürükleyenlerden hesap sorulacağını da biliyoruz. Bunun takipçisi olacağız. Dün “Bayram” coşkularına ortak olmayışımız sebebiyle yine bizi bir yerlere konumlandırmış olmalarını da dikkate almıyoruz.
İktidar saikleri Mao’nun “Düşmanımın düşmanı benim dostumdur” sözünü hatırlatan bir anlayışla ilerliyorlar. Bu önermeden şöyle bir sonuç çıkıyor: “Benim karşımda yer alan, düşmanımın dostudur.” İktidarın bu yaklaşımına karşı kesinlikle çekingen bir üslup tercih edilmemelidir. “Acaba gerçekten öyle algılanır mıyız?” endişesine kapıldığımız an ipleri iktidarın eline teslim etmiş oluruz. Sonra onlar nereye isterse oraya doğru koşar adım ilerleriz.
Siyaset sahnesi iki kutuptan oluşmamaktadır. Türkçüler/Türk Milliyetçileri zaten iki kutuplu bir siyasetin varlığını kabul etmiş olsalar kendilerine Türkçülüğü ülkü edinmezlerdi. Bu bağlamda “Benim karşımda olan X’in, Y’nin yanındadır” söylemine sarılan iktidarın, akıl ve mantıktan mahrum bu savını boşa çıkarmak hepimizin asli görevidir. Biz, dün olduğu gibi bugün de kendi doğrularımızı söylemeye devam edeceğiz. Dün “Türk-Kürt kardeşliğinden rahatsızlık duyan, kanla beslenen güruh” diyorlardı bugün “Kandil’in güdümünde” diyorlar. Ne derlerse desinler doğru yerde durmaya, Türk’ün “ali menfaatlerini” kanımızın son damlasına kadar savunmaya devam edeceğiz.
Dün “Hocaefendi” diyip kapısında kuyruğa girenler, “Öcalan öldürmeyi değil yaşatmayı seçti” diyerek Öcalan güzellemesi yapanlar, elbette omurgalı duruş karşısında afallayacaklardır. Kişilerin, partilerin, çıkarların değil, Türk Ülküsü’nün savunucularıyız...
July 9, 2017
Aybüke'nin Ardından
Geçtiğimiz hafta Şenay Aybüke Yalçın adında, 22 yaşında gencecik bir müzik öğretmeni, Pkk tarafından katledildi. Malum çevreler kalemlerini, her terör eyleminden sonra olduğu gibi katledilenler için değil; katledenleri aklamak için oynattılar. Hepsi aynı cümlelerle, aynı aforizmalarla. Tatlı su demokratları muhtemelen bu riyakarlığı yiyecektir ancak bizim karnımız tok.
Ne diyor bu güruh bir iki alıntı yapıp sonra üzerine düşüncelerimizi yazalım:
Biri: "Velhasıl. Çok can kaybettik, çok genç kaybettik. Bu kayıpları ayırarak değil, hepsine aynı kıymeti vererek sormamızın zamanı geldi de geçmedi mi çoktan? Bu gençler niye ölüyor?"
Diğeri: "Çorumlu Şenay Aybüke Yalçın’ın ailesi de, muhtemeldir ki Türkçü akımlara ilgi duydukları için vermişlerdir ona Aybüke adını."
"Kınayanlar, lanet okuyanlar, hele de küfürler savuranlar bir kenara çekilsin çünkü savaşı kışkırtmaktan başka bir işe yaramıyorlar. Türkler için de düşünme zamanı geldi de geçiyor bile.
Bir diğeri: Savaşan güçlerin cepheleri haline getirip iki gencin ölüsünü çarpıştırmak marifet mi?
3 ayrı yazar aynı amaçla kalemlerini oynatmışlar: Genç bir kadını katleden Pkk'nın üzerine gelen öfke dalgasını yumuşatmak. Çünkü aydın/yazar/entelektüel olarak adlandırılan bu güruhun en önemli görevi Pkk'ya dalgakıran olmak. Bu şekilde hem kürtçülerin, hem AB'nin, hem de liberallerin takdirine mazhar oluyorlar. Sadece bununla da kalmıyorlar, varlık sebepleri olan Türk düşmanlığının da hakkını vermiş oluyorlar.
Türk düşmanı sıfatlandırması size abartılı gelebilir ama inanın öyleler. Düşünün salt katledilen genç kızımızın adı öz Türkçe bir isim olduğu için "Türkçü" bir aileye mensup olduğunu iddia edebiliyorlar. Tersini düşünün kürtçe isme sahip herhangi bir kişinin ölümünden sonra herhangi birinin "muhtemelen Pkklıydı" demesini nasıl yorumlarlardı? Bunun faşizan bir tutum olduğundan dem vurur, nefret suçu işlendiği hakkında sayfalarca haber ve yazı yazarlardı. Bu ülkede Türk'e karşı sergilenen düşmanca tavrın herhangi bir yaptırımı yok. Saldırganlıklarındaki bu pervasızlık oradan geliyor.
Toprağa düşen asker ve polis olduğunda kamuoyundaki üzüntü/tepki anlık ve sınırlı oluyor. Ama sivillere yönelik saldırılardas kamuoyunun duyarlılığı daha bir farklı oluyor. Bu bence hepimizin özeleştiri yapması gereken bir durum ama ne yazık ki gerçek bu. Yukarıda yazılarından alıntı yaptığım terör sevicisi yazar takımının Aybüke üzerinden yürüttükleri algı çalışmasının sebebi de bu duyarlılık farkına dayanıyor. Şehit edilen bir sivil, bir öğretmen, 22 yaşında genç bir kadın. Bu cinayete toplumun duyarlılığı daha farklı oldu. Pkk'nın zaman zaman gözardı edilen cinayet şebekesi kimliğini tekrar yüzeye çıkaran bir terör eylemiydi. Bu tepkinin, duyarlılığın bir şekilde törpülenmesi lazımdı. "Aynı yaştalardı" ajitasyonuna bu törpü görevini görmesi için sarıldılar.
Başta belirttiğim gibi, bu güruhun bu hayasız gayretini yiyenler olacaktır ama biz ne mal olduklarının farkındayız. Yıllardır dillerine pelesenk ettikleri "yaşam hakkı" "düşünce özgürlüğü" "kadın hakları" konularında samimiyetsizlikleri ayan beyan ortadadır. Onlar için ne yaşamın, ne özgürlüğün ne de kadının gerçek manada değeri yoktur. İdeolojik olarak kendilerinden olmayan herkesi ötekileştiren, yaftalayan bu sakat kafayla mücadele etmek; onların ikiyüzlü siyasetlerini ifşa etmek birincil görevimizdir.
İkiyüzlülüklerini en net terör eylemleri sırasında görebilirsiniz. Herhangi bir terör eyleminde önce sessizliğe bürünürler, sorumlunun kim olduğundan emin olmaya çalışırlar,
sonra sorumluya göre tavır alırlar. IŞİD denen katil sürüsünün yaptığı terör saldırılarına en yüksek perdeden tepki verirler, Pkk saldırılarında ise kafalarını kuma gömerler?
IŞİD'e karşı en sert yanıtın verilmesini savunurlar ama Pkk sözkonusu olduğunda birden sosyolojik analiste dönüşürler?
Anayasa değişikliğinde Yetmez ama evetçilik yapan, çözüm sürecinde Erdoğan hayranlığına soyunurlar.
Çözüm sürecinde kucaklaştıkları AKP ile karşı karşıya gelince kendilerinden olmayan herkesi AKPli olmakla itham ederler.
Bu ülkenin tepesine büyükçe bir Kerberos çöreklenmiş.
Onun üç kafasını da ayrı ayrı ezilmedikçe, Türk'ün gün yüzü görmesi zor.
Bu kış elbet geçecek ve biz yediğimiz ayazı size hatırlatacağız...
Ne diyor bu güruh bir iki alıntı yapıp sonra üzerine düşüncelerimizi yazalım:
Biri: "Velhasıl. Çok can kaybettik, çok genç kaybettik. Bu kayıpları ayırarak değil, hepsine aynı kıymeti vererek sormamızın zamanı geldi de geçmedi mi çoktan? Bu gençler niye ölüyor?"
Diğeri: "Çorumlu Şenay Aybüke Yalçın’ın ailesi de, muhtemeldir ki Türkçü akımlara ilgi duydukları için vermişlerdir ona Aybüke adını."
"Kınayanlar, lanet okuyanlar, hele de küfürler savuranlar bir kenara çekilsin çünkü savaşı kışkırtmaktan başka bir işe yaramıyorlar. Türkler için de düşünme zamanı geldi de geçiyor bile.
Bir diğeri: Savaşan güçlerin cepheleri haline getirip iki gencin ölüsünü çarpıştırmak marifet mi?
3 ayrı yazar aynı amaçla kalemlerini oynatmışlar: Genç bir kadını katleden Pkk'nın üzerine gelen öfke dalgasını yumuşatmak. Çünkü aydın/yazar/entelektüel olarak adlandırılan bu güruhun en önemli görevi Pkk'ya dalgakıran olmak. Bu şekilde hem kürtçülerin, hem AB'nin, hem de liberallerin takdirine mazhar oluyorlar. Sadece bununla da kalmıyorlar, varlık sebepleri olan Türk düşmanlığının da hakkını vermiş oluyorlar.
Türk düşmanı sıfatlandırması size abartılı gelebilir ama inanın öyleler. Düşünün salt katledilen genç kızımızın adı öz Türkçe bir isim olduğu için "Türkçü" bir aileye mensup olduğunu iddia edebiliyorlar. Tersini düşünün kürtçe isme sahip herhangi bir kişinin ölümünden sonra herhangi birinin "muhtemelen Pkklıydı" demesini nasıl yorumlarlardı? Bunun faşizan bir tutum olduğundan dem vurur, nefret suçu işlendiği hakkında sayfalarca haber ve yazı yazarlardı. Bu ülkede Türk'e karşı sergilenen düşmanca tavrın herhangi bir yaptırımı yok. Saldırganlıklarındaki bu pervasızlık oradan geliyor.
Toprağa düşen asker ve polis olduğunda kamuoyundaki üzüntü/tepki anlık ve sınırlı oluyor. Ama sivillere yönelik saldırılardas kamuoyunun duyarlılığı daha bir farklı oluyor. Bu bence hepimizin özeleştiri yapması gereken bir durum ama ne yazık ki gerçek bu. Yukarıda yazılarından alıntı yaptığım terör sevicisi yazar takımının Aybüke üzerinden yürüttükleri algı çalışmasının sebebi de bu duyarlılık farkına dayanıyor. Şehit edilen bir sivil, bir öğretmen, 22 yaşında genç bir kadın. Bu cinayete toplumun duyarlılığı daha farklı oldu. Pkk'nın zaman zaman gözardı edilen cinayet şebekesi kimliğini tekrar yüzeye çıkaran bir terör eylemiydi. Bu tepkinin, duyarlılığın bir şekilde törpülenmesi lazımdı. "Aynı yaştalardı" ajitasyonuna bu törpü görevini görmesi için sarıldılar.
Başta belirttiğim gibi, bu güruhun bu hayasız gayretini yiyenler olacaktır ama biz ne mal olduklarının farkındayız. Yıllardır dillerine pelesenk ettikleri "yaşam hakkı" "düşünce özgürlüğü" "kadın hakları" konularında samimiyetsizlikleri ayan beyan ortadadır. Onlar için ne yaşamın, ne özgürlüğün ne de kadının gerçek manada değeri yoktur. İdeolojik olarak kendilerinden olmayan herkesi ötekileştiren, yaftalayan bu sakat kafayla mücadele etmek; onların ikiyüzlü siyasetlerini ifşa etmek birincil görevimizdir.
İkiyüzlülüklerini en net terör eylemleri sırasında görebilirsiniz. Herhangi bir terör eyleminde önce sessizliğe bürünürler, sorumlunun kim olduğundan emin olmaya çalışırlar,
sonra sorumluya göre tavır alırlar. IŞİD denen katil sürüsünün yaptığı terör saldırılarına en yüksek perdeden tepki verirler, Pkk saldırılarında ise kafalarını kuma gömerler?
IŞİD'e karşı en sert yanıtın verilmesini savunurlar ama Pkk sözkonusu olduğunda birden sosyolojik analiste dönüşürler?
Anayasa değişikliğinde Yetmez ama evetçilik yapan, çözüm sürecinde Erdoğan hayranlığına soyunurlar.
Çözüm sürecinde kucaklaştıkları AKP ile karşı karşıya gelince kendilerinden olmayan herkesi AKPli olmakla itham ederler.
Bu ülkenin tepesine büyükçe bir Kerberos çöreklenmiş.
Onun üç kafasını da ayrı ayrı ezilmedikçe, Türk'ün gün yüzü görmesi zor.
Bu kış elbet geçecek ve biz yediğimiz ayazı size hatırlatacağız...
Published on July 09, 2017 14:44


